Artık daha çok öldürülecekler -Ali Ufuk Arikan-
Ya bu tablo sessizlikle kabul edilecek ve işçiler yüzer yüzer ölmeye devam edecek, ya da patronların 2 trilyon liralık vergisini bir gecede affeden AKP iktidarına karşı gerçek bir kavgaya girilecek.
Salgın günlerinde sağlık emekçilerini saymazsak en çok konuşulanların başında onlar geliyordu.
Herkes takdir ediyor, övgüler diziyordu…
Günde 14-15 saat kesintisiz çalışıyorlar, herkes sosyal mesafe, aman hiçbir şeye dokunmayın derken, onlar kapı kapı geziyor, kimsenin dokunmak istemediği ürünleri tek tek taşıyordu.*
Her dönemin fırsatçısı patronlar pandemi günlerinde onlar üzerinden paranın kokusunu anında alıp, hamle üstüne hamle yapıp büyüme ve kâr rekorları kırdılar.
Kural bu ya, patronlar ne zaman paranın kokusunu alsa, ona eşlik eden bir kan kokusu yayılır dört bir yana…
Patronlar kar rekorları kırarken, o rekorun ardında sadece pandemi günlerinde kayıt altına alınan 160 motokurye ölümü vardı, yüzlerce hatta binlercesi iş baskısı sonucu ağır sakatlıklarla sonuçlanan kazalar yaşadı.
Sonrası mı?
Üst üste gelen ölümler motokuryeleri yavaş yavaş bir araya gelmeye, güçlü eylemler yapmaya, hak aramaya itti. Bu mücadeleler sonrası üst üste kazanımlar da geldi.
Buradan ders çıkaran patronlar daha en başta planlayıp devreye soktukları esnaf motokurye modelini iyiden iyiye yaygınlaştırdılar.
Bu sayede motokuryeler kar rekorları kıran şirketlerin işçisi olmaktan çıkıyor, -patronların süsledikleri paketle- kendi işlerinin patronları oluyordu.
Oysa asıl yapılmak istenen motokuryelerin iş güvencesini ortadan kaldırmak, işçilere karşı tüm yasal yükümlülüklerinden kurtulmak ve belki de en önemlisi onların örgütlü bir şekilde haklarını arama şansını tümüyle yok etmekti.
Bu üç başlıkta da epey yol aldılar.
Ama iktidar ve patronlar bununla yetinmeyeceklerini gösteren yeni bir adım peşinde şimdi.
Mehmet Şimşek düşünüp taşınmış, iktidara yeni gelir yaratma kanalı olarak motokuryeleri görmüş ve yeni bir vergi adımı atmaya karar vermiş.
Aman yanlış anlamayın, Şimşek milyarlarca liralık vergi affı adımı attığı patronlara yeni bir vergi kalemi çıkarmayacak elbette.**
Hedefte olanlar, ölümle dans eden motokuryeler.
Diyor ki AKP iktidarı, yıllık kazancı 3 milyon liranın altında olan esnaf kuryeler, yüzde 15 oranında vergi ödeyecek. Bu vergi, patronların yatırdığı maaşlar üzerinden, doğrudan banka aracılığıyla daha emekçinin cebine gitmeden kesilecek.
Peki, ne mi olacak bu adımın sonucu olarak?
Şu anda bir motokurye, açlık sınırı olan 19 bin liranın üzerinde bir gelir elde etmek için günde en az 14 saat kelle koltukta çalışıyor.
Daha fazla paket yetiştirirse üniversiteye devam edecek, daha fazla paket yetiştirirse çocuğunun okul masrafını karşılayacak, daha fazla paket yetiştirirse evine sıcak çorba götürecek, daha fazla paket yetiştirirse sağlık giderlerini karşılayacak motokuryelere diyorlar ki; biz patronların milyarlarca dolarlık gelirlerine değil, sizin açlık sınırının biraz üzerinizdeki ücretlerinize göz diktik. O yüzden tüm bu ihtiyaçlarınızı gidermek istiyorsanız daha fazla paket yetiştireceksiniz, günde 14 saat değil de 20 saat çalışacaksınız, daha çok öleceksiniz ama belki şanslıysanız daha çok kazanıp, daha çok vergi ödeme şansına erişeceksiniz…
İktidar ve patronlar eliyle işçilere kurulan bundan daha açık bir ölüm tuzağı var mı?
Ya bu tablo sessizlikle kabul edilecek ve işçiler yüzer yüzer ölmeye devam edecek, ya da patronların 2 trilyon liralık vergisini bir gecede affeden AKP iktidarına karşı gerçek bir kavgaya girilecek.
Arası yok!
Ne motokuryelerin ne de bu düzende payına yoksulluk ve ölüm düşen milyonlarca emekçinin başka bir çıkışı yok. Birileri servetlerine servet katarken bizlerin boynunu eğip böyle gelmiş böyle gider diyeceğimizi düşünenlerin yanıldıklarını göstermek boynumuzun borcu.
Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Mohammed Mohamud'un öldürdüğü motokurye Yunus Emre Göçer’e, Sakarya'da işe başladığı gün kaybettiğimiz 19 yaşındaki Enes Aygüneş’e, İzmir’de motokuryelik yaparken ölen 17 yaşındaki çocuk işçi Halil Togay’a ve pandemide birilerinin kâr hırsı uğruna yaşamını yitiren 160 motokuryeye olan borcumuz bu.
Biz onlara olan borumuzu örgütlü bir mücadeleye taşıyamadığımız oranda bu borç listesi kabaracak, daha çok arkadaşımızı bu kana doymaz düzene kaptıracağız.
Bu düzene verecek sağlam bir yanıt için işe örgütlü bir mücadeleyle başlamalıyız, başka çıkışımız yok!
- *.*Deprem günlerinde de öyle olmadı mı? Kimsenin giremediği, gidemediği noktalara motorlarıyla yardım ulaştıranlar onlar değil miydi?
- **.Devletin 2024 yılında uygulayacağı vergi, ceza ve harçlara ilişkin düzenlemeler Resmi Gazete’de yayımlandığında, patronlara 2 trilyon 210 milyar TL’lik vergiyi muafiyeti getirildiğini öğrendik.
Nurettin Topçu, Cumhuriyet’in yurtdışına okumaya gönderdiği ilk kuşağın mensuplarından biriydi. 1928’de İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra felsefe eğitimi alması için Fransa’ya gönderildi. Burada yaptığı okumalarda, başta Fransız filozoflar Blondel ve Bergson olmak üzere Batı felsefesinin ve Hıristiyanlığın metafizik/mistik düşünürlerinden etkilendi. Sonrasında ise bu mistisizmi İslam’la sentezlemeye çalıştı.
Topçu doktora tezini Sorbonne’da savundu ve bu üniversitede felsefe doktorasını veren ilk Türk oldu. Doktora sonrası kendisine Fransa’da kalması için yapılan teklifleri reddeden Topçu Türkiye’ye dönerek Galatasaray Lisesi’nde Fransızca dersleri vermeye başladı. Lise müdürünün torpil talebini uygulamadığı için İzmir Lisesi’ne tayini çıkarıldı ve görev yeri birkaç kez değiştirildi. 1939 yılından itibaren, tezinin de merkezinde yer alan Blondel’in “hareket felsefesi”ne atıfla “Hareket” isimli bir dergi çıkarmaya başladı.
Felsefenin dışında siyasetle de ilgilenen Topçu, çıkardığı dergide “Anadoluculuk” adını verdiği milliyetçi-muhafazakâr bir tutumu benimsedi. “Anadoluculuk”, Turancı milliyetçiliğin karşısında konumlanıyor, Anadolu coğrafyası üzerinden bir yerlilik/millilik tarif ediyor ve Türklükle İslam arasında varoluşsal bir bağlantı olduğunu öne sürüyordu. Topçu Fransa’dan döndüğünde bugün İskenderpaşa Cemaati diye bilinen Gümüşhanevi Dergahı’nın o dönemki şeyhi Abdülaziz Bekkine’ye intisap edecek ve ölene kadar da ona bağlığını sürdürecekti.
Topçu’nun düşüncesi Türk sağının bütün kolları gibi şiddetli bir antikomünizme dayanıyordu ama onun ayrıksı bir yanı vardı. Topçu, Türk sağında pek rastlanmadık bir şekilde “komünizm zehri”nin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu söylüyor ve buna göre bir “panzehir” öneriyordu. Mülkiyet ve kapitalizm üzerine yazdıkları Marksizm’le şaşırtıcı derecede benzerlik taşıyan Topçu örneğin şöyle diyordu:
"Mülk kendi sahibine kendini kullanma hürriyetini bağışlar; başkalarını bu hürriyetten men eder. Büyük mülk genişledikçe, bir fert için hürriyet ve saadet mevzuu olan şey, sayısı kendi genişliği nisbetinde çoğalan başka fertler için yasak ve esaret mevzuu olur."
Ancak onun anti-kapitalizmi hiçbir şekilde Marksist değildi, o “muhafazakâr” bir “sosyalizm”in peşindeydi ve bunu da “ruhçu sosyalizm” olarak adlandırmıştı. Topçu, komünizmi “maddeci kolektivizm” olarak adlandırıyor ve karşısına “ruhçu kolektivizm”i koyuyordu. Ruhçu sosyalizm aslında kapitalizm öncesi üretim biçimlerine dönüş, sanayileşmenin ortadan kaldırılması ve bir küçük esnaf, zanaatkâr ve çiftçi toplumunun yaratılması anlamına geliyordu. Böylece din, ahlak, aile gibi geleneksel değerler üzerine kurulu bir düzen ortaya çıkabilecekti ki Topçu buna “ahlak nizamı” adını veriyordu.
Topçu’nun idealindeki bu düzenin yönetim aygıtının en tepesinde iki güç bulunacaktı ve bunlardan ilki “ilahi iradeyi dosdoğru tercüme edecek ve her cephede beşerin imdadına yetişecek bir dini zümre”, ikincisi ise “devlet iradesini ve insan haklarını bu teşkilatla çerçevelenmiş olarak koruyucu olan ve dünya üniversitelerinin hukuk mezunlarına verilecek daha üstün bir kültürle yetişmiş gençlerden mürekkep bir polis teşkilatı” olacaktı.
Yani Topçu “ruhçu sosyalizm” derken aslında bir “imam-polis devleti”nden söz ediyordu ve bu yönetim biçiminde “imam-polis” ikilisinin hemen altında “ilk mektep hocası” yer alacaktı; çünkü Topçu idealindeki düzeni kurmanın yolunun eğitimden geçtiğini düşünüyordu ve “maarif davası”na son derece büyük bir önem atfediyordu.
Topçu’nun “maarif davası” Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine ve Cumhuriyet’e yönelik düşmanlıkla antikomünizmin kesişim noktasında duruyordu. Buna göre “milletimizin üç asırdır geçirdiği buhranların sebebi kültür ve maarif sahasında aranmalı”ydı. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey “milli bir maarif modeli” ve bir “milli mektep”ti.
Peki “milli mektep” neydi? Topçu bunu şöyle anlatıyordu:
"Millî mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. Müslüman Türkün mektebi, maarif, metafizik ve ahlâk prensiplerini Kur’ân’dan alarak Anadolu insanının ruh yapısına serpen ve orada besleyen, insanlığın üç bin yıllık kültür ağacının asrımızdaki yemişlerini toplayacak evrensel bir ruh ve ahlâk cihazı olacaktır."
Topçu’nun “milli mektep”i dört temel üzerine inşa edilmişti. Bunlardan ilki “ders”ti ve dersin temel amacı “dindeki aşk idealini damla damla çocuğun kalbine aşılamak”tı. İkincisi “talebe”ydi ve talebenin temel hedefi “manevi olgunlaşma”ydı. Nasıl ki “bir şehrin maddi zabıtası polis teşkilâtı” ise “manevî zabıtası da, din adamlarının hemen yanında yer alan talebe zümresi” olmalıydı. Üçüncü temel “muallim”di ve “Türk muallimi yarınki Türk mektebinin ve yarınki Türkiye’nin temel taşı” olacaktı. Dördüncü temel bizzat mektebin kendisiydi ve mektep “kutsal çatısı altında siyasete asla yer vermeyen, muallimin ilmî ve ahlâkî otoritesinden başka hiçbir otorite tanımayan, ruhları huzur içinde birleştirici disiplinin barındığı” kutsal bir çatı niteliği taşımalıydı.
Peki tüm bunları niye anlattık, derdimiz bir Topçu analizi yapmak olmadığına göre buradan nereye varacağız?
Varacağımız yer elbette ki günümüz eğitim sistemi olacak; çünkü “Türkiye’nin Maarif Davası” adlı kitabı bir süredir MEB tarafından temel okuma kaynaklarından biri olarak sunulan Topçu’ya bilinçli bir göndermeyle adı “Maarif Modeli” konulan bir model var karşımızda.
Sadece Topçu değil elbette; milliyetçisiyle, muhafazakârıyla, İslamcısıyla, tarikatıyla, cemaatiyle Türk sağının yaklaşık yüz yıllık eğitim perspektifini sentezleyip toplumun önüne koyan, baştan aşağı bilim ve akıl dışı bir karaktere sahip bir model bu ve hem Türkiye’nin yakın tarihini hem de rejimin kafasındaki insan tipolojisini, yetiştirmek istediği nesilleri anlamak açısından son derece önemli.
Daha geçtiğimiz günlerde kıyafetleri nedeniyle kendi mezuniyet törenlerine ve okullarına alınmayan kız çocukları şimdilik bir istisna olarak görülebilir ama burada istisnanın giderek kural haline gelişinin ipuçları gizli. “Maarif modeli” denilen şeyle o çocukları okullarına almayan zihniyet aynı yerden besleniyor yani: Türkiye gericiliğinin 100 yıllık birikiminden ve inşa edilmek istenen rejimden.
Ancak mesele tek başına gericilik değil; Türkiye tarihi bize her daim dincilikle piyasacılığın iç içe geçtiğini, birlikte hareket ettiğini gösteriyor. İşte kız çocuklarının kıyafetleri nedeniyle kendi mezuniyet törenlerine alınmamasına herhangi bir itirazı olmayan, bilakis bunun altyapısını hazırlayan zihniyet çıktı ve öğretmenler için “dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” diyebildi.
Buradaki “fonlamak” tabirine dikkat etmek lazım öncelikle; çünkü Hayek ya da Friedman gibi en azılı kamuculuk düşmanlarının aklına bile çalışanlara emeklerinin karşılığı olarak ödenen maaşlardan “fonlamak” diye söz etmek gelmemiştir, Topçu ise bütünüyle piyasacı bu kavramı duysa, kendisine yapılan bütün atıflara rağmen mezarında ters dönerdi herhalde.
Bu tabir, sadece öğretmen sayısının çokluğu yönündeki temelsiz bir iddiayı dillendirmiyor, öğretmenleri halkın sırtında bir yük olarak göstererek onları giderek yoksullaşan halk nezdinde düşmanlaştırmak anlamına da geliyor.
Peki sahiden de dünyanın hiçbir yerinde kamu bu kadar çok öğretmeni “fonlamıyor” mu, yani Türkiye’de öğretmen sayısı fazla mı?
Çok net olarak söylenmeli ki bu da Türkiye’de devletin ekonomideki payının büyüklüğü ya da memur sayısının fazla olduğu gibi liberal zırvaların bir parçası. OECD verilerine bakıldığında Türkiye’de nüfusa oranla öğretmen sayısının yetersizliği de öğretmen başına düşen öğrenci sayısının ortalamanın üzerinde olduğu da çok net bir şekilde görülebiliyor.
Bu piyasacı bakış açısının Türkiye’ye “armağanı” ise kamusal, laik, akıl ve bilime dayalı bir eğitim sistemi değil, ancak piyasacılık olabiliyor. Ozan Gündoğdu’nun dünkü BirGün'de yayınlanan yazısına göre son durum:
“Son 10 yılda özel okul öğretmeni sayısı 74 bin 745’ten 179 bin 895’e yüzde 140’lık bir artış yaşarken, devlet okullarındaki öğretmen sayısı 757 bin 981’den 974 bin 488’e yüzde 28’lik artış yaşıyor. 10 yıl önce her 100 öğretmenin 9’u özel okul öğretmeniyken, bugün her 100 öğretmenin 15,5’i özel okul öğretmeni.”
Bu verilere o özel okulların velilerden astronomik asgari ücret talep ederken öğretmenleri kölelik koşullarında istihdam ettiklerini de hatırlatalım ki tablo tamamlanmış olsun.
Türkiye’nin eğitim sistemi, gericiliğin onlarca yıldır yatırım yaptığı ve Türkiye’nin sermaye düzeninin yoksulluğun yönetimi için cehalete, cehaletin yönetimi için yoksulluğa duyduğu ihtiyacın somutlaştığı bir alan olarak karşımızda duruyor. ÇEDES’iyle, MESEM’iyle, müfredatıyla, din istismarı ve emeğin istismarının iç içe geçtiği bu alan laiklik mücadelesiyle sınıf mücadelesinin kesişim noktasını oluşturuyor ve güçlü bir devrimci müdahaleyi bekliyor.
Buraya müdahale etmek, burada mücadele etmek, sosyalistlerin de bir “maarif davası” olduğunu topluma anlatmak gerekiyor.
/././
Öğretmenler hakkında söylenenler…-Maksut Balmuk*-
Bu nedenle diyoruz ki bakanlar, isimler değişse de anlayış değişmiyor. Eğitimde gelişim için anlayış değişikliği, anlayış değişikliği için ise iktidar değişikliği şarttır.
Bakan Tekin’in “Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlanmıyor” sözleriyle gündem olan öğretmenlere yaklaşımın ilki bu değil ve son da olmayacak.
Hatta “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirdim” diyen maarif nazırını dahi aratır sözler var.
MEB’in en sempatik ve kendi karikatürünü kara tahtaya çizebilecek kadar entelektüel bir bakanı olan Nabi Avcı konuyu şöyle izah etmişti:
“Bize çok hizmetleri geçmiş bir maarif nazırımız. Allah gani gani rahmet eylesin. Bu sözü de söylemiş hakikaten. Ama orada söylediği şu; o dönemde maarif sistemimizin temel gövdesini, ana yapısını medreseler teşkil ediyor. Mektep, o günlerde yeni yeni kullanılmaya başlanmış bir tabir. Daha çok İstanbul´da, sefarethanelerin sağında solunda açılmış olan, sefarethanelerin kanadı altında faaliyet gösteren bu müesseseler, Emrullah Efendi´nin de çok başını ağrıtmış. Adamcağızın şikâyeti, o çok sınırlı sayıdaki, o özel kurum, çok ayrı bir gruba, bir okul türüne ait bir vasıf. Onlar için söylüyor ´Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim´ sözünü.”
Emrullah Efendi’yi böyle savunsa da o da gafta geri kalmadı ve o da üzdü öğretmenleri.
Eski Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı atanamayan öğretmenlerin intiharını değerlendirirken ”Gösterişçi intihar eylemi" demişti.
AK Parti iktidarlarının en uzun süre görev yapan bakanı Hüseyin Çelik ise “Öğretmenler haftada 15 saat maaş karşılığı çalışıyor. Bu da iki gün mesai demek. Birçok öğretmen müdürüyle anlaşıyor, zamanının çoğunu evinde geçiriyor. Bu yüzden üst düzey bürokratların çoğu öğretmenlerle evleniyor” demiş ve bu noktada dönemin başbakanı Erdoğan’ın “Öğretmen az çalışıp çok kazanıyor” minvalindeki sözleri ile yarışmıştı.
Bakan Ömer Dinçer ise öğretmenlik mesleğine en çok zarar veren bakan olarak anılır halen ve şu sözleri hiç unutulmadı:
"Ben öğretmen olmak isteyenleri, Eminönü'ndeki caminin önünde bekleyen güvercinlere benzetiyorum. Bekliyorlar ki biri önlerine yem atsın. Allah'tan çocuklarım memur olmadılar.”
Tabii ki bakan hatta eğitimci kimliği nedeniyle umut bağlanan(!) Ziya Selçuk’un öğretmenleri yük gören sözleri halen hafızalarda.
İşte son günlerde çok konuşulan öğretmene şiddetin kaynağı da burası. Yönetenler kendilerini dahi yetiştiren öğretmenlerle ilgili bu sözleri söylerlerse mesleğin itibarı kalmaz.
Alınan ücretin, harcanan emeğin daha önünde olması gereken öğretmenlik mesleğinin onurudur. Bu noktada son 22 yılda çok irtifa kaybetti öğretmenlik mesleği.
Mesleğin onuru düzeltilmeden öğretmenlerin hiç bir sorunu da eğitimdeki kötü gidişi de düzeltmek mümkün değildir.
Liyakatsiz yöneticilerin mobbingine maruz kalan, liyakatin yerini itaatin aldığı, öğretmenler odalarının son 22 yılda; baş, uzman, sözleşmeli, aday, kadrolu, ücretli diye ayrıştırıldığı ekonomik olarak yoksulluk sınırı altına düşürülen öğretmenlerin en üst düzeyde bir de bu sözleriyle yaralanması eğitimin gel(eme)diği noktanın da öğretmene şiddetin de özetidir aslında.
Bu nedenle diyoruz ki bakanlar, isimler değişse de anlayış değişmiyor. Eğitimde gelişim için anlayış değişikliği, anlayış değişikliği için ise iktidar değişikliği şarttır.
*Öğretmen, Yazar
/././
Euro 2024: Futbol ne kadar 'Ulusal'?-Serdal Bahçe-
Demek ki “ulusallık” artık sermaye birikimiyle, para ile ilgiliymiş. Ne kadar zenginsen o kadar ulusal olabiliyormuşsun.
Avrupa Futbol Şampiyonası, Euro 2024 Almanya’da başlayalı 4 gün oldu. Bu seviyedeki her büyük turnuva kuşkusuz bir futbol festivaline, bir şenliğe dönüşüyor; hele hele bizim gibi futbol aşıkları için. Üstelik ilk dört günde yapılan maçlardan hareketle şunu söyleyebilirim futbol kalitesi olarak müthiş bir şampiyona olacak gibi. Bu satırların yazarının aklının yettiği ilk Avrupa şampiyonası 1980 yılındaki, İtalya’da yapılan ve Federal Almanya’nın (o zamanlar adı buydu) kazandığı idi. Fakat o şampiyonaya ait anıları çok silik. Anılarının daha net olduğu ilk şampiyona Euro 1984’tür. Fransa’da yapılmış ve Fransa kazanmıştı. O Fransa müthiş bir takımdı, sonra adı yolsuzlukla anılacak Michel Platini’nin takımıydı o Fransa. Ve final maçı hiç unutulmayacak bir maçtı. Finalde Fransa İspnaya’yı 2-0 yendi. Ama maçı unutulmaz kılan ilk goldü; Platini çok da sert olmayan bir şut çekti, İspanya’nın efsane kalecisi Arconada bacaklarının arasından kaçırıverdi. Büyük travmaydı, Fransa 10 kişi kalmasına rağmen kupayı aldı.
Bir diğeri 1988 Avrupa Şampiyonası idi. Biz sosyalistler açısından önemi şuydu ki Sovyetler Birliği kendi futbol tarihindeki en iyi takımlardan biriyle gelmişti şampiyonaya (ilk Avrupa Şampiyonası’nı Sovyetler Birliği kazanmıştı. Daha sonra da iki final oynamıştı). Valeriy Lobanovsky ve ekibi makine gibi oynuyordu gerçekten. Hatta finalde yeninden karşılaşacağı Hollanda’yı (hem de Van Bastenli, Gullitli, Rijkardlı Hollanda’yı) grup maçında yenmişti. Final Sovyetler Birliği-Hollanda finaliydi. Hollanda 2-0 kazandı, Sovyetler Birliği’nin kazandığı penaltıyı Belanov kaleci Van Breukelen’in üstüne vurmuştu.
Şampiyonanın tarihi açısından daha da ilginç olan 1992 yılındaki şampiyonaydı. İsveç’te düzenlenen şampiyonaya katılacak takımlar arasında Yugoslavya da vardı. Emperyalizmin müdahalesiyle vahşi etnik bir iç savaşa sürüklenen ülke artık birleşik bir ülke olmadığı gerekçesiyle kupanın başlamasına 10 gün kala diskalifiye edildi. Elemelerde onunla aynı grupta olan ve 2. olarak kupaya katılma hakkını kaybeden Danimarka kupaya davet edildi. Danimarka apar topar bir takım topladı, hazırlılar için sadece 9 gün vardı. Diğer takımlar birkaç haftadır kamptaydılar. O apar topar toplanan takım finalde Almanya’yı 2-0 yenerek kupayı aldı. Olağanüstüydü. Ama asıl olağanüstü olan Danimarka’nın kalecisi Peter Schmeichel idi. Finalde sayısız Alman atağının golle sonuçlanmasını bedeniyle, dirayetiyle engellemişti. Bu satırların yazarı iyi bir kalecinin ne anlama geldiğini o maçta anlamıştı.
Neyse lafı uzatmayalım. Şimdi 24 takım Almanya’da mücadele ediyorlar. Futbol arenası artık bir tarafta halk sınıflarının futbolu, diğer tarafta ise medya tekellerinin, kirli bahis şirketlerinin, ırkçılığın, şikenin, onu bir endüstri haline getiren sermayenin futbolu arasındaki mücadelenin arenasıdır. Ne yazık ki birincisi ikincisi lehine sürekli toprak kaybediyor. Bu süreçte pek çok şeyin anlamı ya değişiyor ya da içi boşalıyor. Örneğin bunlardan biri de ulusallık iddiası. Euro 2024’te rekabet edenler, mücadele edenler ulusal takımlar, öyle değil mi? Ama herhangi bir ülkeyi temsil eden “ulusal” takım o ülkenin “ulusal” futbolunu ne kadar temsil ediyor?
Bu sorunun cevabı pek çok açıdan verilebilir. Ama biz sadece basit bir yol tutarak ulusal takımlarda oynayan oyuncuların ne kadarının kendi ulusal futbol liglerinde oynadıklarına bakalım dedik. Bunu yaparken de ligleri ikiye ayıralım dedik. Ve hatta bunu yaparken biraz da Dünya Sistemci bir bakış açısından faydalanarak “Merkez Ligler” ve “Çevre Ligler” ayrımına gidelim dedik (gerçi Dünya Sistemci bakış açısına göre bir de “yarı-çevre” var, ama onu sonraya bırakalım).
“Merkez Ligler” derken Almanya’daki Bundesliga’yı, İngiltere’de Premier League’i, İspanya’daki La Liga’yı ve İtalya’daki Serie A’yı kastediyoruz. Bunları merkez olarak adlandırmamızın pek tabii ki bir ekonomik bir gerekçesi var. Bu türden analizler yapılırken sıkça başvurulan ve futbol ile ilgili parasal büyüklükler konusunda bilgi sağlayan transfermarkt.com sitesinden yararlanacağız. Bu site Avrupalı liglerin ekonomik büyüklüklerini de veriyor. 2024 yılı için hazırlanan listeye göre1 listenin tepesinde İngiliz Premier League var, toplam bedeli 11,3 milyar avro. Anlaşılan Sovyetlerin mirasını yağmalayan Rus oligarklar ile gerici Arap şeyhliklerinin taşıdıkları parayla iyice şişmiş durumda. İkinci sırada ise İspanyol La Liga var, onun ederi 5,2 milyar avro. Onu İtalyan Serie A takip ediyor 4,8 milyar avroluk hacmiyle. Alman Bundesliga’nın değeri ise 4,4 milyar avro. Futbol sermayeleştikçe sıradan sermaye birikiminin başına gelen onun da başına geliyor; merkezileşme ve yoğunlaşma. Aslında bu merkezin yanında bir de yarı-merkez ya da yarı-çevre olarak adlandırılabilecek ligler var. Burada yeri en tartışma götürecek lig Fransız Ligue 1, ederi 3,7 milyar avro gibi büyük bir meblağ; ama aşağıda bahsedilecek nedenlerden dolayı onu yarı-çevre kabul etmek gerekiyor. Keza ayı durum Hollanda, Belçika ve Portekiz ligleri için de geçerli.
Aşağıdaki tabloda Euro 2024’e katılan takımlardan, merkez liglere sahip olanlar dışındakilerin kadrolarındaki oyuncuların hangi ülkelerde top koşturdukları verilmiştir.
Ulusal Takım | Kendi ülkesinde | Almanya | İngiltere | İspanya | İtalya | Diğer | Kadro toplamı |
İskoçya | 8 | 14 | 1 | 3 | 26 | ||
Macaristan | 9 | 6 | 3 | 2 | 6 | 26 | |
İsviçre | 2 | 7 | 3 | 6 | 8 | 26 | |
Hırvatistan | 6 | 4 | 2 | 2 | 4 | 8 | 26 |
Arnavutluk | 1 | 2 | 1 | 10 | 12 | 26 | |
Slovenya | 3 | 1 | 1 | 5 | 16 | 26 | |
Danimarka | 3 | 11 | 1 | 3 | 8 | 26 | |
Sırbistan | 3 | 1 | 2 | 3 | 7 | 10 | 26 |
Polonya | 3 | 1 | 3 | 1 | 9 | 9 | 26 |
Hollanda | 6 | 6 | 7 | 2 | 4 | 1 | 26 |
Avusturya | 7 | 12 | 1 | 2 | 4 | 26 | |
Fransa | 8 | 2 | 3 | 5 | 6 | 1 | 25 |
Belçika | 3 | 3 | 9 | 3 | 2 | 5 | 25 |
Slovakya | 3 | 3 | 2 | 6 | 12 | 26 | |
Romanya | 7 | 1 | 3 | 6 | 9 | 26 | |
Ukrayna | 14 | 3 | 4 | 1 | 4 | 26 | |
Türkiye | 12 | 1 | 3 | 1 | 3 | 6 | 26 |
Gürcistan | 2 | 1 | 1 | 2 | 2 | 18 | 26 |
Portekiz | 6 | 10 | 2 | 2 | 6 | 26 | |
Çekya | 16 | 5 | 2 | 1 | 2 | 26 |
Peki şimdi kendimizce üç gösterge oluşturalım. Bunlardan “Ulusallık” kadronun içindeki kendi ülkesinde top koşturan futbolcuların oranını göstersin. “Merkez Ligler” de dört büyük ligde oynayan futbolcuların oranını versin. “Çevre kardeşliği “ise dışarıda top koşturan ancak merkez liglerde oynamayanların oranını göstersin. Aşağıdaki tablo “Ulusallık” göstergesi için büyükten küçüğe doğru sıralanmış bir şekilde vermektedir ülkeleri.
Ulusal Takım | Ulusallık (%) | Merkez Ligler (%) | Çevre kardeşliği (%) |
Çekya | 61,5 | 30,8 | 7,7 |
Ukrayna | 53,8 | 30,8 | 15,4 |
Türkiye | 46,2 | 30,8 | 23,1 |
Macaristan | 34,6 | 42,3 | 23,1 |
Fransa | 32,0 | 64,0 | 4,0 |
İskoçya | 30,8 | 57,7 | 11,5 |
Avusturya | 26,9 | 57,7 | 15,4 |
Romanya | 26,9 | 38,5 | 34,6 |
Hırvatistan | 23,1 | 46,2 | 30,8 |
Hollanda | 23,1 | 73,1 | 3,8 |
Portekiz | 23,1 | 53,8 | 23,1 |
Belçika | 12,0 | 68,0 | 20,0 |
Slovenya | 11,5 | 26,9 | 61,5 |
Sırbistan | 11,5 | 50,0 | 38,5 |
Polonya | 11,5 | 53,8 | 34,6 |
Slovakya | 11,5 | 42,3 | 46,2 |
İsviçre | 7,7 | 61,5 | 30,8 |
Gürcistan | 7,7 | 23,1 | 69,2 |
Arnavutluk | 0 | 53,8 | 46,2 |
Danimarka | 0 | 69,2 | 30,8 |
Tabloya göre ulusal takımı en “ulusal” olan Çekya, onu Ukrayna takip ediyor. Türkiye ise üçüncü sırada. Arnavutluk ve Danimarka ise övünebilirler, kendi ulusal takımlarında kendi ulusal liglerinde top koşturan bir tek futbolcu bile yok. Anlaşılan ulusalcılıktan kurtarmışlar yakalarını. Diğer taraftan büyük merkez liglere teslimiyet babında en büyük oranlar Fransa, Belçika, İsviçre ve Danimarka’ya aittir. Fransa kendi ulusal takımını ağırlıklı olarak dört büyüklerden birinde forma giyenlerden kurmuş. Bu nedenle yarı-çevreleşmiş durumdadır.
Peki bir de merkez ülkelere bakalım. Aşağıdaki tablo merkez ülke ulusal takımlarında oynayan futbolcuların hangi ülkelerde oynadıklarını göstermektedir.
Futbolcuların Oynadıkları Ülkeler | |||||
Almanya | İngiltere | İspanya | İtalya | Diğer | |
Almanya | 20 | 2 | 4 | ||
İngiltere | 1 | 24 | 1 | ||
İspanya | 2 | 3 | 19 | 2 | |
İtalya | 2 | 23 | 1 |
Her şey açık değil mi? Alman milli takımındaki 26 kişiden 20’si, İngiltere ulusal takımındaki 26 futbolcudan 24’ü, İspanya'nın kadrosundaki 26 kişiden 19’u ve İtalya milli takımındaki 26 topçudan 23’ü kendi ülkelerinde top koşturuyorlarmış. Demek ki “ulusallık” artık sermaye birikimiyle, para ile ilgiliymiş. Ne kadar zenginsen o kadar ulusal olabiliyormuşsun. Aksi takdirde lejyonerlerden oluşan bir garip ulusal takım kurmak zorunda kalıyorsun işte.
Bu arada sermayenin yoğunlaşarak büyüttüğü bu dört büyük lig ile ilgili son bir not: Turnuvada 626 futbolcu forma giyiyor. Bunların yaklaşık yüzde 57’si bu dört büyük ligde oynuyorlar. Ne güzel değil mi? Aslında ulusal takımlar arasında bir şampiyona; ama gel gör ulusal takımlar kendi ulusal futbollarını ne kadar temsil ediyorlar bilemiyoruz.
(1)European leagues & cups (Detailed view) | Transfermarkt
/././
Efes'te 'Zengin Mutfağı': Sonunda halk isyan etti, satılan programlar ne olacak?-Yalçın Çuğ-
Efes Antik Kenti, ABD'li şirketin kullanımına verildi, ayrıcalıksız ziyaretçiler alana alınmadı. Şirket, turu Efes üzerinden pazarlamayı, bakanlık ise Efes'i peşkeş çekmeyi sürdürecek gibi görünüyor.Uğruna sonsuz savaşlar verilen ve gezegendeki en iyi korunmuş Greko-Romen şehirlerinden birini ziyaret etmek ister misiniz?
Peki, milattan sonra 1. yüzyılda Aziz Pavlus'un vaaz verdiği bu şehirdeki kutsal mermer yolda yürümek veya Meryem Ana'nın ruhuna ev sahipliği yapan ve son nefesini verdiğine inanılan küçük taş evinde zaman geçirmek?
Hatta ve hatta bu antik şehrin ortasında orkestra eşliğinde ve beyaz eldivenlerle sunulan beş çeşit yemeği, yıldızların altında yemek?
Eğer aradığınız buysa sadece birkaç bin dolar ödeyerek katılabileceğiniz gemi seyahati kapsamında, bir gününüzü böyle geçirebilirsiniz. Tabii, sizin gibi ayrıcalıklı olmayan diğer turistlerin protestosuna denk gelmezseniz...
Efes'te 'ayrıcalıklı olmayan' turistlerden protesto
Dün sosyal medyaya bir video yansıdı. Söz konusu videoda, Efes Antik Kenti'nde bulunan Celsus Kütüphanesi'nin avlusunda yemek organizasyonu düzenlendiği ve organizasyon nedeniyle avlunun diğer turistlere kapatıldığı görüldü.
Ören yerini ziyaret eden ancak çekilen şeritlerle kapatılan alana alınmayan diğer turistler, durumu alkışlayarak ve yuhalayarak protesto etti. Organizasyon protestolar nedeniyle sonlandırılırken, alan "ayracalıklı olmayan" diğer ziyaretçilere de açıldı.
ABD'li şirketin binlerce liralık turunun göz bebeği: Efes
Sosyal medya ve birçok haber sitesinde "özel davet" olarak nitelendirilen organizasyon, ABD merkezli "Windstar Cruises" isimli şirketin, gemi seyahati kapsamında gerçekleştirildi.
Söz konusu organizasyon, dönem ve paketin kapsadığı özelliklere göre 3 bin 499 dolar ile 9 bin 499 arasında değişen "Yunan Adaları'nın hazineleri" isimli tur paketi içinde yer alıyor.
Atina'da başlayan ve 8 gün süren turun üçüncü günü ise Türkiye'de geçiyor. Sabah 07.00'de Kuşaadası'na ulaşan turistler, Efes Antik Kenti ve Meryem Ana Evi gibi çeşitli noktaları ziyaret ettikten sonra, geçtiğimiz günlerde protestoyla karşılanan söz konusu etkinliğe katılıyor. Turistler, etkinliğin ardından saat 23.00'de gemi ile Türkiye'den ayrılıyor.
Şirket ise söz konusu organizasyonu, "Windstar misafirlerine özel olarak düzenlenen bu eşsiz Akşam Ephesus Etkinliği'nde, yıldızlar altında beş çeşit yemeğin tadını çıkarın. Bu özel etkinlikte, Ege Oda Orkestrası'ndan bir trio eşliğinde, beyaz eldiven hizmetiyle sunulan akşam yemeği sizi bekliyor. Antik kalıntıların büyüsüne kapılın ve her detayın keyfini çıkarın" ifadeleriyle pazarlıyor.
"Yunan Adaları'nın hazineleri" isimli turun rotasıİlk defa yapılmadı: 'Efes'in harika kalıntıları içinde Türk lokumları'
Öte yandan Efes'te gerçekleştirilen organizasyon ilk defa tepkiyle karşılandı veya kamuoyunun gündemine ilk defa yansıdı. Ancak şirketin internet sitesinde yer alan bilgilere göre, bu organizasyon ilk defa yapılmadı.
Şirketin bir süredir "Yunan Adaları'nın hazineleri" turunu yapmakta olduğu ve turu özellikle Efes Antik Kenti'nde gerçekleştirilen "deneyim" üzerinden pazarladığı anlaşılıyor.
Şirketin internet sitesinde "Türk lokumları: Efes'in harika kalıntıları içinde" başlıklı bir yazı da bulunuyor. Yazıda, uğruna sonsuz savaşlar verildiği aktarılan Efes'in, Meryem Ana'nın ruhuna sahiplik yaptığı, UNESCO Dünya Mirası Alanı arasında yer aldığı, gezegendeki en iyi korunmuş Greko-Romen şehirlerinden biri olarak kabul edildiği ve Aziz Pavlus'un milattan sonra 1. yüzyılda kentte vaaz verdiği belirtiliyor.
Ve ekleniyor:
"Windstar, Kuşadası’nı ziyaret ederken gündüz kıyı turlarınıza ek olarak, Efes'in zeminlerinde kelimenin tam anlamıyla bir Keşif Destinasyonu Etkinliği sunar.
'Saatler sonra geldik, turist yoktu' diyor Windstar Başkanı Chris Prelog, 'Antik mermer yolu keşfetmeye başladık. Kısa bir süre sonra amfi tiyatrodan güzel bir ses yankılandı - akustiği test eden bir yolcu. Bu, harika bir akşam yemeği ve konser için mükemmel bir başlangıçtı.'
Gerçekten de güneş antik yapıların arkasına kayarken, canlı orkestra müziği bu tarihi yapının içinden yankılanır ve yemek yiyenler arasında dolaşır. Windstar Cruises konukları, bu harika ambiyans eşliğinde beş çeşit yemek için özel erişime sahiptir."
Altı gün sonra tekrar kapatılacak ve kapatılmaya devam edilecek
Şirketin Efes Antik Kenti'nde gerçekleştirdiği bahse konu organizasyon, ilk defa yapılmadığı gibi devamı da gelecek gibi görünüyor. En azından şirket, hala söz konusu seyahat paketini satmaya ve "Efes deneyimini" pazarlamaya devam ediyor.
Tur paketinin şu anda satışta olan en yakın tarihli seyahati, 22 Haziran'da Atina'dan başlayacak ve gemi 24 Haziran sabahı Türkiye'ye varacak. Son protestoya rağmen paketin içinde yer alan yemek organizasyonu ise hala varlığını koruyor.
Öte yandan bu organizasyonun uzun aralıklarla gerçekleştirildiği ve alanın ABD'li şirkete kısa süreliğine kiralandığını düşünmek büyük bir hata olur. Çünkü şirket, Haziran'da 2, Temmuz'da 6, Ağustos'ta 4, Eylül'de 10 ve Ekim ayında ise 4 defa olmak üzere sadece bu yıl 26 kez daha Celsus Kütüphanesi'nde akşam yemeği organize edecek.
Ayrıca şirket, 2025 yılının Mayıs ve Ekim aylarını kapsayan aralık için şimdiden 38 turun satışına başladı bile.
Kültür ve Turizm Bakanlığı da Ersoy da sessiz
Normal şartlarda bayramın birinci günü öğlene kadar kapalı olan müze ve örenyerlerinin artık bayramın birinci günü de ziyarete açık olacağını duyuran Kültür ve Turizm Bakanlığı, "Bu düzenleme ile müze ve örenyerlerinin ziyaret saatleri genişletilerek, ziyaretçilere daha fazla hizmet sunulması amaçlanıyor" açıklamasında bulunmuştu.
Bayram öncesinde yaptığı açıklamada ise tüm müze ve ören yerlerinin Müzekart ile ziyaret edilebileceğini vurgulayan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, "Tarihe ve kültüre yolculuk edenlerin vazgeçilmezi Müzekart sadece 60 lira" diyerek müzelere gidilmesi için çağrı yapmıştı.
Ersoy Müzekart'ın fiyatına vurgu yapıyor, onun yönetiminde olan bakanlık ise UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Efes Antik Kenti'ni binlerce dolarlık gemi turları aracılığıyla şirketlere peşkeş çekiyor, ayrıcalıklı olmayan turistlere kapatıyor.
Kamuoyunun gündemine yansıyan protestonun ardından Ersoy da Bakanlık da sessizliğini korumaya devam ediyor.
Videolar için link: https://haber.sol.org.tr/haber/efeste-zengin-mutfagi-sonunda-halk-isyan-etti-satilan-programlar-ne-olacak-393805
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder