22 Haziran 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI -22 Haziran 2024-

 

Asıl değişim -Aydemir Güler-

Değişim lafı siyasette büyük ölçüde yalan olabilir; ama toplum hareket halindedir ve derin bir değişim sinyal vermektedir.

Düzen siyasetinin sihirli sözcüklerinden biri, değişim… 

Sağcılık hep mevcudu korumakla, muhafaza etmekle anlamlandırılır. Ama Erdoğan akla gelebilecek her eksikliği, her olumsuzluğu “eski Türkiye” başlığının altına sokmayı becerdi; en büyük değişimci o oldu. Ortağı MHP, geçmişe en sıkı sıkıya sarılan siyasal parti olarak düşünülebilir; öyledir de. Ama MHP’lilerin asıl güdüsü siyasi iktidara tutunmak olduğu için, AKP onlarla devleti paylaşmaya başladığından beri “yeni Türkiye” tezi Bahçeli’yi de heyecanlandırıyor.

CHP hem Cumhuriyet’in kurulmasıyla, hem de 1960’larda merkezden sola yaptığı manevrayla değişim kavramına daha yatkın bir parti. Sosyal olarak modern kesimlere daha fazla yaslanması da bu özelliğini besler. Tabii bir de, şaka değil, kısa istisnalar hariç 1950’lerden bu yana verili durumun eleştirmeni olarak konumlanan, hep muhalefet sayılan bir hareketten söz ediyoruz. Hal böyle olunca, hangi liderlik, hangi kadro grubu olursa olsun bütün CHP hizipleri aynı değişim iddiasına sarılırlar.

Lakin, CHP’nin hem 31 Mart seçimlerinde hem de onu izleyen dönemin kamuoyu yoklamalarında birinci parti durumuna yükseldiği şu günlerde değişimi temsil etmek açısından ciddi sorunlar var. Örnek vereyim; halkın en fazla değişmesini dileyeceği hayat pahalılığı olsa gerek. Ama CHP halk düşmanı ekonomi politikasının kökten değişmesini değil, karar vericilerin muhalefetle (yani kendisiyle) diyaloğa girmesini istiyor. Bu isteğin geniş kitleleri pek fazla ilgilendirmeyeceği açıktır. “Hadi sokağa çıkalım” dendiğinde ise, CHP geçmişte yapmadığı mitingler kadar bu aralar yaptıklarıyla da “dostlar alışverişte görsün”cüdür. Erdoğan bile ara sıra toplumun kanayan yaraları diye attığı tiratlarla o kadarcık muhalefet yapabilmektedir!

Veya; CHP uluslararası başlıklarda Erdoğan’ın Batı ile Doğu arasındaki dengelere oynayan çizgisine göre çok daha Batıcı görünüm vermektedir. Ama bir ara Kılıçdaroğlu’nun Rusya’yı Ukrayna savaşının suçlusu ilan etmekte gösterdiği gayretkeşlik dışında, bu tutumun tamamen açık edilmesi neredeyse imkânsızdır. CHP’nin gerçekte gönlünden geçen, Gazze konusunda belli başlı Batı iktidarlarının çizgisinde olmaktır, ama bu da imkânsızdır. Açıkçası, Türkiye’nin geleneksel NATO çizgisi düşünüldüğünde CHP’nin değişimle ilişkisi kurulamaz. AKP içinde Amerikancılarla “yerli ve milli”ciler arası itiş kakış çok daha gerçektir.

Son olarak; Kılıçdaroğlu’nun laikliğin tehlikede olmadığı görüşü artık tekrarlanamamaktadır. Ama CHP merkezinin kararlı bir laiklik savaşımı vermediği açıktır. Konu tarikat egemenliğinin sınırlarına indirgenecekse, o tartışma zaten AKP’nin de içinde yaşanmakta, üstelik dışarıdan da gizlenmemektedir…

Bu örnekler şunun için: CHP değişimciyim demekle birlikte AKP’nin sınırlarını çizdiği genel bir kulvarın dışına taşmamaktadır. Akla gelen bütün başlıklarda sınırını büyük sermaye çizmiştir.

Batıdan kopması düşünülemeyecek olan sermaye sınıfı, AKP ile “emperyalistler ligine” girme egzersizine başlamıştır ve o noktadan geri dönmek istemez. Şeriat ilanı değil, ama halkın rızasının din sayesinde alınmasından da vazgeçmeyecektir. Ekonomi dendiğinde zaten herhangi bir düzen partisinin sermayenin pastasına el uzatması düşünülemez...

Türkiye kapitalizmi ve ona bağlı olarak düzen siyaseti değişim lafını yalana dönüştüren bir çapaya sıkı sıkıya bağlıdır. 

***

Öte yandan yakın modern tarihe bakıldığında, değişimin kitlelerin siyasal tutumlarına da gözlemlendiği dönemler ayırt edilebilmektedir. Hatta durağan ve değişken evrelerin birbirini düzgün biçimde izlediği saptanabilir. Öncesini bir kenara ayıralım, 1950’ler durağan sayılır. 60 ve 70’li yıllar ülkede muazzam bir değişkenlik yaşanır. Seçim tek gösterge değil; 1960’lar 27 Mayısçılıkla açıldı. İzleyen seçimleri sağcı AP kazansa da toplum hop oturup hop kalkmaya devam etti, toplumsal hareketler ve sınıf hareketi yükseldi, defalarca kapıya dayanıp ertelenen askeri darbe 1971’de gerçekleşti. Sonra burjuva siyasetinin en halkçı akımı olarak Ecevit rüzgârı sahne aldı. Ardından halka karşı iç savaş hükümetleri olarak Milliyetçi Cepheler siyasete damga vurdu. Geniş kitleler ideolojik ve siyasal konumlanışları açısından hareket halindeydi. 1980’ler Evren-Özal sürekliliğiyle yine “durağan” sayılır. Ama 1990’larda her seçim ülkenin yüzünü bir başka yöne çevirecektir. İşçi hareketini Kürt sorunu, İslamcı yükselişi kontrgerilla operasyonları kovalar.

Elbette Türkiye hiçbir zaman bir denge toplumu olamaz; ama AKP’li yıllar buradaki kriterimiz açısından durağandır. Oyların doğru sayılıp sayılmadığından bağımsız olarak aynı parti, aynı lider kendini tekrar etmiştir.

Özetle Türkiye’nin yakın tarihinde toplumsal kesimler kimi dönemlere ideolojik-politik konumlanış anlamında nasıl girdilerse öyle çıkmışlardır. Kimi dönemlerse büyük yer değiştirmelere sahne olmuştur. Faylar yerinden oynamış, kütlelerin kimlikleri hızla değişmiştir.

Değişim lafı siyasette büyük ölçüde yalan olabilir; ama toplum hareket halindedir ve derin bir değişim sinyal vermektedir. Tetikleyici olaylar belli: Yoksullaşma, hayat pahalılığı, deprem, toplumsal çürüme, geleceksizliğin dayanılmaz hale gelmesi… Ancak dahası, ortada Türkiye’yi aşan benzer bir dünya depremi de vardır. Son Avrupa Parlamentosu seçimleri buna işaret etmiştir.

Böylesi bir devinime yanıt üretmek düzen partilerinin, onların ideoloji ve siyasetlerinin harcı değildir.

                                                              /././ 

Hem çok sıcak hem çok kurak bir yaz: İklim değişikliği ve El Niño etkisi -Burcu Günüşen-

Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Murat Türkeş’e göre önümüzde yine çok sıcak ve kurak bir yaz mevsimi var. Türkeş rekor sıcaklıkların başlıca iki nedenini soL’a anlattı.

Türkiye’nin büyük bölümünde çoğunlukla yaz ortasında yaşanan yüksek hava sıcaklıkları bu yıl daha yazın başında kaydediliyor. “Şimdiden bu sıcaklıklar yaşanırken Temmuz, Ağustos’ta ne yapacağız?” sorusu birçok kişinin dilinde.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM), haftalık hava durumu tahminine göre 22-28 Haziran haftasında da ülke genelinde hava sıcaklıkları, mevsim normallerinin üzerinde seyredecek.

Dünyada 2023, tüm zamanların en sıcak yılı olarak kayıtlara geçmişti. Bilim insanlarına göre geçen yıl kırılan küresel ortalama sıcaklık rekorunun ardında yatan en önemli etmen küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımına ek olarak El Niño hava olayı oldu.

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş de rekor sıcaklıklara yol açan etmenlerin başına insan kaynaklı iklim değişikliğini yazıyor. 

El Niño hava olayının etkisinin de birden kaybolmayacağını belirten Türkeş “Bu yaz da Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğusu dışında hem çok sıcak hem de kurak bir yaz mevsimini yaşamaya devam edeceğiz, öyle görünüyor” dedi.

El Niño ve La Niña nedir?

El Niño ve La Niña, Pasifik Okyanusu'ndaki su sıcaklıklarının periyodik olarak değişmesiyle ortaya çıkan iki zıt iklim olgusu.Pasifik Okyanusu'nun orta ve doğu kısımlarındaki yüzey suyu sıcaklıklarının normalden daha sıcak olduğu hava olayı El Niño, normalden daha soğuk olduğu hava olayı ise La Niña olarak adlandırılıyor. El Niño küresel sıcaklıkların yükselmesine, La Niña’ysa düşmesine yol açabiliyor.

Prof. Dr. Murat Türkeş yüksek sıcaklıklarının nedenlerini soL'a anlattı. Türkeş ayrıca iklim değişikliğine karşı "kamucu" bir mücadelenin başarılı olabileceğini vurguladı.

Haziran ayı bu yıl alışık olmadığımız kadar sıcak geçiyor. Neden bu sıcakları yaşıyoruz?

Prof. Dr. Murat Türkeş: Haziran büyük bir olasılıkla uzun süreli ortalamalar açısından Türkiye’de özellikle bir rekor kıracak. Aylık ortalama maksimum sıcaklıklar Haziran ayı içinde de rekor kırabilir, öyle gözüküyor. Çünkü Temmuz sıcaklarının neredeyse hemen hemen aynısını Haziran’da yaşadık. 

Çok uzun zamandır zaten biliyorsunuz dünyanın pek çok ülkesinde, Avrupa’da, uzun süreli ortalamalara ya da normallere göre rekor kırıldı. 2023 1,46 C derece ile neredeyse 1,5 C derece küresel ısınma eşiğini yakaladı. Ama yaz mevsiminde 2023’te ve pek çok ayda bu 1,5 C derece küresel ısınma rekoru kırdı. Sonra da hemen her ay, Haziran da öyle olacak galiba, normallerine göre rekor kırdı. 

Bu rekorların nedeni ne?

Bunun birkaç nedeni var. Bunlardan biri devam eden insan kaynaklı iklim değişikliği ve küresel ısınma. Çok uzun zamandır, özellikle son 30 yılda dünyanın pek çok bölgesinde ve Türkiye’de hava sıcaklıklarında ve hava sıcaklıklarıyla ilişkili pek çok göstergede artış var. Örneğin Türkiye’de ortalama hava sıcaklıklarında, ortalama en yüksek ve en düşük hava sıcaklıklarında ve yüksek rekor hava sıcaklıklarında, sıcak hava dalgalarının sıklık ve şiddetinde artış var. Yani aslında Türkiye’de dünyanın pek çok ülkesinde de olduğu gibi küresel ısınmanın etkilerini yaşıyoruz. 

Bu uzun süreli artış eğilimi, sıcaklıklardaki hızlı artış eğilimi kuşkusuz mevsime, aya hatta haftalara da yansıyor. Ve daha sıcak günlerle yaza girmiş olduk. 

İkinci etmen, biliyorsunuz 2023’te El Niño, Güney Salınımı olayı… Dünyanın pek çok ülkesinde ve küresel olarak ortalama yüzey sıcaklıklarında ayrıca ek bir artışa yol açtı. Şu aylarda El Niño sıcak olayı etkisini kaybetmek üzere ama henüz kaybetmedi. 

Kısaca El Niño’nun da etkisiyle küresel ısınma ve uzun süredir sıcaklık artış eğilimleri bu yıl yeniden Türkiye’de, hatta Mayıs’tan başlayarak çok erken yaz sıcaklarının yaşanmasına yol açtı.

Bu yazın hep böyle sıcak geçmesini mi beklemeliyiz? Yoksa El Niño’nun etkisini kaybetmesi bize biraz serinlik getirir mi?

Çok etkili olmayacak galiba, çünkü onun sonbahara kadar bir geçiş dönemi var. El Niño birden etkisini kaybetmiyor. Ekvatoral orta ve doğu basınçtaki yüzey sıcaklıklarının normallerine dönmesi gerekiyor. O da çok belli değil, normaline mi dönecek, La Niña’ya mı dönecek, tartışılıyor. Ben de yazdım birkaç defa. Bu yaz döneminde biz onun etkisini de yaşayacağız, öyle gözüküyor.

Hem mevsimlik tahminler hem en az 15 günlük tahminlere baktığımızda, Türkiye’nin özellikle güneyi, batısı ve zaman zaman İç Anadolu'da 37 C derece üzerindeki hava sıcaklıklarını görme olasılığı oldukça yüksek. Başka bir deyişle bu yaz da Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğusu dışında hem çok sıcak hem de kurak bir yaz mevsimini yaşamaya devam edeceğiz, öyle görünüyor.

'Mayıs ve eylül yaz mevsiminin bir parçası oldu'

Hep konuşuluyor. Artık sanki hiç bahar aylarını yaşamadan yaza ya da kışa giriyoruz. Bunun nedeni nedir acaba?

Bir genel ısınma sözkonusu. Bütün aylarda, bütün mevsimlerde geçmişe göre, normallerine göre daha sıcak koşullar yaşanıyor. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem bölgesel hem il ölçeğinde daha yüksek ortalama hava sıcaklıklarını yaşamaya başladık.

Geçmişle karşılaştırdığımızda sıcaklıklarda belirgin bir artış var. Ve uzun süreli ısınma eğilimi böylece artık çok açık bir şekilde mayıs ve eylül yaz mevsiminin bir parçası oldu. Bu yıl da böyle oldu. Mayısta yüksek sıcaklıkları yaşadık. Hatta örneğin 2020 yılında Mayıs’ta rekor yüksek sıcaklıklar yaşanmıştı. Bu yıl Nisan ayında 30 dereceyi geçen yüksek sıcaklıklar Türkiye’de kaydedildi. Mayıs sonunda biliyorsunuz 35 C derece sıcaklıklar kaydedildi, hemen Haziran’ın başında 40 C derece hava sıcaklıkları kaydedildi.

Türkiye tropikal sıcaklık rejimini daha uzun süre yaşamaya başladı. Yani bizde haziran sonu, temmuz, ağustos, en fazla eylül başına kadar tropikal koşullar yüksek sıcaklıkların yaşanmasına yol açardı. Fakat bölgesel sıcaklık değişimleri, bölgesel basınç ve rüzgar sistemlerinin özellikle sıcak sistemlerin, yani Ortadoğu’dan ve Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye taşınan tropikal sistemlerin kuzeye doğru kayması nedeniyle evet belirgin bir geçiş olmaksızın, birdenbire mayıs ayında yaz koşullarını yaşıyoruz. Eylül yazın bir parçası oluyor. Ancak serin koşullar kasım ayında yeniden etkili olmaya başlıyor. Böyle çok ciddi bir değişim sözkonusu dünyada ve Türkiye’de.

Kuvvetlenen sera etkisi

Tabii bunun ana nedeni insan kaynaklı iklim değişikliği ve Sanayi Devrimi’nden beri fosil yakıtların yakılması, arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma, sanayi süreçleri, kentleşme, atık yönetimi gibi birçok insan etkisi sonucunda atmosfere daha fazla karbondioksit, metan ve diazot monoksit veriyoruz. Bu da sera etkisini kuvvetlendiriyor. Kuvvetlenen sera etkisi de dünyanın daha sıcak koşulları yaşamasına yol açıyor. 

Başka bir deyişle insan yarattığı olumsuz etkilerle hem coğrafyayı hem de ikilimi değiştiriyor. Bunu söylemek mümkün çünkü hâla aşırı tüketim sözkonusu. Parası olan, zengin insanlar, ülkeler, topluluklar hâlâ aşırı tüketiyor. Ve bu tüketimin büyük bir çoğunluğu fosil yakıt kökenli enerjiye dayanıyor. Fosil yakıtlar oldukça ve sürdürülebilir olmayan bir yaşam tarzı devam ettikçe, tüketime ve bunu karşılamak üzere aşırı üretime dayalı bir ekonomi sürdükçe iklim değişikliğini giderek daha fazla hissediyoruz. 

'Hızla ciddi bir dönüşüm gerek'

Peki ne yapmalı?

Bozulan iklim sistemini onarabilmek için hızla ciddi bir dönüşüm olması gerekiyor. Tüm sektörlerde, tüm ülkelerde. Daha az fosil yakıt kullanan, atmosfere daha az karbondioksit, metan ve diazot monoksit gibi sera gazı veren, daha sürdürülebilir, direngen, iklim dostu bir yaşam tarzının, ülkeler açısından bir kalkınma stratejisinin yeniden planlanması gerekiyor. Burada sürdürülebilir ve aynı zamanda kamucu bir iklim değişikliği mücadelesinin hayata geçmesi gerekiyor. 

"Kamucu bir iklim değişikliği mücadelesi" derken neyi kastettiğinizi biraz daha açmanız mümkün mü?

İklim değişikliği sadece etkilerden oluşmuyor. Bu etkileri azaltabilmek için iklim değişikliği mücadelesini sürdürmek gerekiyor. Yani bir yandan az önce söylediğim gibi sera gazı salımlarını azaltmak, arazi kullanımı değişikliğini, ormansızlaşmayı azaltmak, dünyanın coğrafyasına verilen zararı azaltmak yoluyla küresel ısınmayı önlemeye çalışmak… Örneğin Paris Anlaşması’nda 2030’a kadar küresel ısınmanın 1,5-2 C derecede tutulması gibi…

Bütün bu önlemlere ve farklı sınıfların bu mücadeleye verebileceği katkıda, farklı sınıfların, hassas toplulukların uyumunda kamucu ve sosyal devlet anlayışıyla korunmasını sağlayan bir sistemin olması gerekiyor. Örneğin fosil yakıtlardan, termik santrallerden vazgeçerken adil bir geçişin sağlanması gerekiyor.

Uyumda emekçi sınıfların, yoksulların, kırsal yoksulların, bütün hassas grupların, yaşlıların korunmasını da içeren bir iklim değişikliği mücadelesi gerekiyor. Evet bunun aynı zamanda kamucu olması gerekiyor. Örneğin enflasyonla, hayat pahalılığıyla mücadele ederken hep emekçi sınıfların üzerine yıkıyoruz bütün yükü, burada böyle olmasın diye söylüyorum. 

                                                               /././

ABD’nin tarihsel erozyonu: Bilimsel rekabette geriye düşüş -Erhan Nalçacı-

ABD’nin bu yüzyılın kaybedeni olduğu anlaşılıyor. Ama nasıl çözülecek bu gerilim, emekçi sınıfların siyasi müdahalesiyle mi, yoksa bir paylaşım savaşı ile mi?

Batı emperyalizminin başlıca yönlendirici dergilerinden The Economist’in geçen haftaki sayısında Çin’deki bilimsel düzeyin ABD ve AB’yi geçtiğine ilişkin bir yazı yayınlandı. Belli etmeye çalışmasalar da alarm zillerinin çaldığı anlaşılıyor.

Emperyalizm dünya halklarının sömürüsüne dayanır. Bunun için emperyalist bir devletin sadece üstün bir askeri güce sahip olması yeterli değildir, dünya üretimine büyük bir yüzdeyle katkı yapması gerekir.

Diğer kapitalist devletlerle rekabetin, askeri gücün ve üretim kapasitesinin yükseltilmesi için gerekli atılım bilimsel gelişme ile sağlanır. Başka bir deyiş ile bilimde öne geçmeden emperyalist piramidin tepesi hedeflenemez.

Atina Devleti 2600 yıl kadar önce Delos Birliği ile Akdeniz ticaretini, ham madde kaynaklarını ve üretimi ele geçirdiğinde Atina’da Platon ve Aristotales’in ünlü okulları bulunuyordu.

Helenistik dönemin İskenderiye’sindeki Devlet Akdeniz ticaretine hâkim olduğunda Müze ve İskenderiye Kütüphanesi adeta bir teknoloji üniversitesi gibiydi. Atina okulları sönük kalmakla birlikte bir süre daha paralel olarak yaşadılar.

1400’lü yıllarda bu sefer Venedik Cumhuriyeti Akdeniz egemenliğini ele geçiriyor, Akdeniz Venedik kolonileriyle kaplanıyordu. Bu biriken zenginliğin ürünü ve aynı şekilde nedeni olarak Padova Üniversitesi parladı.

Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da sermayenin ilkel birikimi üniversitelerin yükselmesine yol açtı. İngiltere’nin bir dünya imparatorluğu olarak doğmasına Oxford ve Cambridge eşlik etti. Çağır açıcı ve öncü araştırmalar İngiliz emperyalizmi ve sermaye birikimi ile karşılıklı ilişki içindeydi.

Ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD emperyalizmi dünyayı kaplamaya başladı, İkinci Dünya Savaşı sonrası artık emperyalizmin tepe ülkesiydi. ABD’de kurulan bilimsel üretim merkezleri doğrudan tekelci sermayenin kontrolü altındaydı. Emperyalist dünyada hiçbir ülke ne üretim kapasitesi ne bilimsel araştırmada öncülük konusunda ABD ile yarışacak durumda değildi. Harvard, MIT, Stanford başta olmak üzere büyük bir üniversite ağı dünyayı belirledi, kapitalist dünyanın en iyi beyinlerini kendine doğru çekti. Oxford ve Cambridge eski parlaklıklarını yitirerek eşlik ettiler sürece, tıpkı antik Atina gibi.

Ancak emperyalizm çağı aynı zamanda sosyalizme geçiş çağıydı. ABD’nin bilimsel öncülüğü sadece ve sadece Sovyetler Birliği tarafından tehdit edildi. Sovyet bilimi bu yazıya sığmaz ama Sputnik Şoku’ndan bahsetmeliyiz. 1957’de Sovyetler Birliği’nin uzaya ilk uyduyu atmasıyla büyük bir şaşkınlık yaşayan ABD’nin bilim üretiminde neden geriye düştük diye aranmaya başlamasına Sputnik Şoku deniyor. Birçok nedenin içinde muhtemelen ABD sermayesinin kendi emekçi halkını düşünmekten yoksun bırakan sistemleri önemli bir yer tutuyordu.

1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere ABD Başkanı Jimmy Carter ile Çin Başkanı Deng Şauping arasında bilimsel iş birliği anlaşması yapıldı, ama çok uzun ömürlü olmadı.

Çin 90’lı yıllara birçok kapitalist reformu gerçekleştirmiş, ancak sanayi ve bilimsel üretim açısından geri bir ülke olarak girmişti.

Sonrasında yüz milyonlarca köylü vatandaş ucuz işgücü olarak sanayi bölgelerine yığılınca ABD ve AB kökenli tekeller devlet aklından yoksun olarak sermayeyi Çin’e yığmaya başladılar. Ancak bu sermaye akışı Çin’in merkezi devlet aklı nedeniyle bir bağımlılık yaratmadığı gibi kendi gizli, açık hedefleri olan, çok sayıda ulusal teknoloji tekeline sahip bir sanayi devi yarattı. Bilimsel olarak yükselmek stratejinin bir parçasıydı. Askeri güç oluşturabilme, yeniliğe dayalı rekabet ve jeostratejik hedeflerin ayrılmaz bir şekilde bilim üretimine yatırımla ilişkili olduğu anlaşılıyor.

Şimdi The Economist’in panik içinde yayınladığı verilere gelebiliriz.

İlk veri, yüksek impakt faktörlü dergilerde (diğer bilim insanlarından en çok atıf alan öncü dergiler) çıkan bilimsel makale karşılaştırılmasına dayanıyor. ABD bu dergilerde Çin’e göre 2003’de 20 kat, 2013’de 4 kat fazla yayın yapıyormuş, ilk kez 2022’de Çin hem ABD’yi hem AB’nin tümünü bu kriter açısından geçmiş.

Aşağıdaki grafik bu konuda fikir veriyor:

Bilimsel indekslere giren saygın dergilerde yayınlanan ABD ve Çin kökenli makalelerin sayıca karşılaştırılması 1981’den 2021’e kadar gösterilmiş. Çin kökenli makalelerin 1990’lı yıllarda hafifçe yükseldiği, ancak son 10 yıl içinde roket hızıyla arttığı ve ABD’yi geçtiği görülüyor.

Diğer bir veri 2014’te kurulan Nature İndeks’e dayanıyor. 2014’te prestijli dergilerde yayınlanan Çin kökenli makale sayısı ABD’nin üçte biriyken 2023’te Çin birinci sıraya yerleşmiş.

İsmini çoğu kez hiç duymadığımız Çinli Üniversiteler bu yükselişte büyük pay sahibiler. Örneğin Tsinghua Üniversitesi’nin dünyanın bir numaralı bilim ve teknoloji üniversitesi olduğu söyleniyor. Ayrıca Şanghay Jiao Tong, Zhejiang ve Pekin Üniversitelerinin Harvard ve Cambridge ayarında olduğu belirtiliyor.

Diğer bir kriter patent ve Çin her bir ülkeden daha fazla patent üretiyor.

Bir diğeri bilim emekçilerinin durumuyla ilişkili. Çin 2000’li yıllarda 6 milyon lisans üstü öğrenciyi yurtdışına yollamış. 2019’dan sonra bu bilim emekçilerinin bütün kazandıkları deneyimleriyle ülkeye döndüğü söyleniyor. Batı ülkelerinde son yıllarda Çinli araştırmacıların ayrımcılıkla karşılaştığı, bu nedenle de ülkelerine döndükleri ve bu durumun Batı’daki bilimsel gerilemede rol oynadığına değiniliyor. Ayrıca artık Çin dünyadan iyi beyinleri ülkesine çekiyor.

Son olarak da bilimsel araştırma için altyapı olanaklarından bahsedelim. Bugün dünyanın en büyük radyo-teleskobu, dünyanın en duyarlı kozmik ışın detektörü, en duyarlı nötrino detektörü vb. Çin’de bulunuyor.

ABD’nin bu yüzyılın kaybedeni olduğu anlaşılıyor. Ama nasıl çözülecek bu gerilim, emekçi sınıfların siyasi müdahalesiyle mi, yoksa bir paylaşım savaşı ile mi? Günümüzün esas sorusu burada düğümleniyor.

                                                                /././

Diyarbakır ve Mardin'de yangın: 'Köylüler kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdi' -Özkan Öztaş-

Diyarbakır ve Mardin'de çıkan yangınları olay yerinde inceleyen tanıklar yaşananları soL'a anlattı. Saatlerce çaresiz kalan köylüler yangına kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdi.

Günlerdir Diyarbakır ve Mardin arasında meydana gelen yangınlar nedeniyle 12 yurttaşımız hayatını kaybetti. Yüzlerce hayvan da çıkan yangında can verdi.

Diyarbakır'ın Çınar ile Mardin'in Mazıdağı ilçelerinde meydana gelen yangınları ilerleyen saatlerde ve günlerde Mardin Kızıltepe, Ömerli ve Yeşilli kırsalları ile Siirt'e bağlı bazı köylerden çıkan yangınlar takip etti. Özellikle gece saatlerinde rüzgarın da etkisiyle hızla yayılan yangınlara ihtiyaç duyulan havadan müdahaleye geç kalındığı ifade ediliyor. 

Şu an için hayatını kaybeden yurttaşlarımızın sayısı 12. 

Sayının artmasından endişe edilirken durumu ağır olanların hastanelerdeki tedavisi devam ediyor.

Diyarbakır Valiliği çıkan yangınların "anız yakılması" nedeniyle meydana geldiğini belirtirken, İçişleri Bakanı Yardımcısı çıkan yangına dair henüz bir kesin bir sebebin bulunamadığını ifade etti. Ancak köylerde yaşayan yurttaşlarsa ilk önce bir yıldırım çaktığını düşündüklerini ancak devam eden örneklerde çıkan ışığın yıldırım düşmesinden değil elektrik tellerinden çıkan kıvılcımlar olduğunu fark ettiklerini söylüyor. Konuya dair gazeteci Medine Mamedoğlu'na konuşan bir görgü tanığı verdiği bilgilerde "Valilik anız diyor ama anızla alakası yok. Yangın elektrik tellerinden çıktı. Biz yıllardır onarım istiyoruz ama yapmıyorlar. Teller koptu düştü sonra köy yanmaya başladı. Biz defalarca DEDAŞ’a dilekçe verdik ama bir şey yapmadılar" diyor.

'Köylüler kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdiler'

Yangından sonra köylere giden, yaşadıklarını ve temaslarını soL'a anlatan Zülküf Hatunoğlu'nun aktardığı bilgileri ise yaşanan soruna dair çarpıcı bilgiler sunuyor.

Gece çıkan yangını haber alır almaz TKP Diyarbakır İl Örgütü olarak harekete geçtiklerini ve ihtiyaç duyulacak tüm dayanışma örnekleri için bölgeyi yerinde incelmeye gittiklerini ifade eden Zülküf Hatunoğlu aynı zamanda burada yangının çıktığı köylerdeki yurttaşlarla iletişime geçerek sorunları doğrudan dinlediklerini belirtti.

"Çınar'dan Köksalan köyüne giderken yol boyunca yangının kavurduğu kuru otlar ağaçlar ve henüz yeşilliğini bir nebze de olsa koruyan ufak tefek bölümler halinde mısır tarlaları göze çarpıyordu ilkin. Köye doğru İlerledikçe tablonun giderek daha da ağırlaştığını hissediyor insan. Köye vardığımızda ağaçların ve evlerin gölgelerine sığınmış ve büyük kalabalıklar halinde oturan insanları fark ettik.

İlk rastladığım köylüye geçmiş olsun ve başsağlığı dileklerimizi diledikten sonra 'Burada kaç kişi yangından dolayı öldü bilgin var mı?' diye sordum. 13 kişi öldü dedi düşünmeden. 

Ama resmi kaynaklar 5 diyordu o sıralarda. Henüz yangının ilk 8 saatiydi. Resmi kaynaklar ile köydeki rakam arasındaki farkı soruca sinirlenen köylü 'Neden o zaman 13 mezar kazdırdılar' dedi. Gelecek cenazeler vardı çünkü.

Yangının ilk nereden başladığını sorduk köyün Yücebağ Köyüne bakan tarafını eliyle gösterip 'ilk burada çıktı' dediler. Neyden kaynaklandığını sorduğumuzda elektrik direklerinden kaynaklandığını söylediler. Sonra on dakikada her yeri sarmış. 

        Yangının ertesi günü kaybettikleri yakınlarını toprağa veren köylüler. Fotoğraf Medine Mamedoğlu

Kimse anızdan çıktığına inanmıyor açıkçası. Daha sonra Köksalan köyünden Yücebağa köyüne geçtik. Söylediklerine göre durum orada daha kötüydü. Binlerce dönüm alanda çıkan yangının verdiği hasarı, zararı hesaplamak çok zor. Bilemiyoruz açıkçası. Fakat her iki köyde de fark ettiğim şey yanıklar içindeki hayvanlar dışında köyde hiç hayvan görmedik neredeyse. Köylülerin söylediğine göre büyük çoğunluğu can vermiş ve ya yanıklar içinde can çekişiyordu. Vardığımızda yangın kontrol altına alındığı için havadan müdahale eden helikopter görmedik. Ancak köylüler yangının meydana geldiği saatlerde de havadan müdahale olmadığını ifade ediyor. Çok geç kalınmış.

Yangındaki can kaybının bu denli fazla olmasının asıl sebebi yangına havadan müdahaleye çok kalınması ve insanların kendi çabalarıyla yangını söndürmek zorunda kalmaları. Ölenlerin çoğunun yangını söndürmeye çalışırken öldüğü ifade ediliyor.

Köyden ayrıldıktan sonra sanırım aklıma gelen ilk şey şu oldu, burada ne devlet var ne de bir devlet aklı. 

Devlet dediğimiz yapı örgütlü, disiplinli, ne yaptığını bilen ve koordineli bir şekilde işleyen bir yapıdır. Böyle olmasını beklersiniz. Bu ortadan kalkmış durumda. Yaşanan her felakette bunu bir kez daha anlıyorsunuz. Burada yaşayan halkın değil de bir avuç asalağın ihtiyaçlarını ve sorunlarını çözmek için hareket ediyorlar." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder