25 Haziran 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI - 25 Haziran 2024 -

Fransa'dan kadim sömürgeci yöntemine dönüş: Bağımsızlıkçı Yeni Kaledonyalılar anakaraya gönderiliyor -Can Kuyumcuoğlu-

Fransa, Pasifik'teki sömürgesi Yeni Kaledonya'da bağımsızlıkçıları tutuklayarak anakaraya gönderdi. Bu yöntem, sömürgeci ülkelerin eski kölecilik yöntemlerinin bir benzeri.

Fransa, zor günler yaşadığı Yeni Kaledonya'da tipik bir sömürgeci yöntemine başvurdu.

Fransız yönetimi altında olan Pasifik adasında, geçtiğimiz ay başlayan isyanları düzenlemekle suçlanan örgütle bağlantılı olduğu iddia edilen bağımsızlıkçı grup Yerdeki Eylemler Koordinasyon Birimi'nden (CCAT) 7 isim, 19 Haziran tarihinde Fransız güçler tarafından tutuklandı. Tutuklananlar, duruşma öncesi gözaltı için Fransa'ya gönderildi.

Kararı veren savcı Yves Dupas, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, yedi kişinin, Fransa anakarasına "prosedürün hassasiyeti ve soruşturmaların herhangi bir baskıdan uzak, sakin bir şekilde devam etmesini sağlamak için" gönderildiğini öne sürdü.

                            CCAT lideri Christian Tein, Fransa'ya gönderilen isimler arasında (AFP)

İsyanlar yeniden büyüdü

Olayın ardından adada geçtiğimiz ay başlayan isyanlar yeniden canlandı.

Adadaki yetkililer, bir polis karakolu ve bir belediye binası da dahil olmak üzere binaların gece boyunca ateşe verildiğini aktardı.

Barikatlar ana adanın her yerine bir kez daha kurulurken, kolluk kuvvetleriyle protestocular arasındaki çatışmaların daha yoğun bir şekilde yeniden başladığı bildirildi.

Yeni Kaledonya Cumhuriyeti Yüksek Komiseri Louis Le Franc, dün yaşanan olaylarda, Koumac belediye binası ve Dumbéa'daki zabıta binalarında yangın çıktığını bildirdi. Ayrıca Maré'deki bir jandarmaya saldırı düzenlendiğini belirten LeFranc, Nouméa'nın farklı mahallelerinde de çeşitli şiddet olaylarının yaşandığını söyledi.

Ducos ve Magenta'da "birkaç yangının söndürüldüğünü" aktaran Yüksek Komisyon, "zabıta binaları ve araçlarının yanı sıra özel araçların da" ateşe verildiğini kaydetti.

Noumea banliyölerindeki Paita'da da çeşitli yerlerde "taciz, yıkım ve kundaklama girişimlerinde bulunulduğunu" iddia eden Yüksek Komisyon, Mare'deki polise de saldırıldığını ifade etti.

Yeni Kaledonya'da son yaşananların ardından isyanlar yeniden başladı. İsyancılar, anayollarda barikatları yeniden kurdu. (AFP)

Bağımsızlıkçı parti: Bu bir siyasi sürgün

Yeni Kaledonya'nın ana bağımsızlık partisi olan Union Calédonienne'in genel başkanı Daniel Goa, tutuklanan bağımsızlıkçıların Fransa'ya transferinin "siyasi sürgün" olduğunu vurguladı.

"Yargının bağımsızlığı Yeni Kaledonya'da bir saçmalık" diyen Goa, Fransa'nın Kanak halkına yönelik sömürgeci, baskıcı ve gerici politikasını kınadı.

Yeni Kaledonya'daki protestoların nedeni ne?

Yeni Kaledonya'da geçtiğimiz ay, Fransa hükümeti tarafından düzenlenen, oy kullanma hakkına sahip yurttaşların sayısını artıracak yasa değişikliği üzerine protestolar patlak vermişti.

Fransız güçlerin müdahale ettiği isyanlarda geçtiğimiz ay ikisi polis olmak üzere toplam 9 kişi hayatını kaybetmişti.

Paris'teki Ulusal Meclis ve Senato tarafından onaylanan yasa taslağına tepki gösteren Yeni Kaledonya halkı, bunun yerli Kanak nüfusunun gücünü zayıflatacağını ve yerel topluluklar arasındaki eski gerilimleri körükleyeceğini belirtiyor.

Fransa himayesindeki takımada, nikel üretiminde dünyanın önde gelen bölgelerinden birisi.

Macron için yeni baş ağrısı

Fransa'da erken seçim kararının ardından Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Yeni Kaledonya'daki oy kullanmaya dair düzenlemeyi askıya almak zorunda kalmıştı.

Ancak son tutuklamalar, 30 Haziran'da ilk turu yapılacak seçimler öncesinde, takımadalardaki siyasi bölünmeleri daha da gün yüzüne çıkarabilir. 

Bir sömürgeci klasiği olarak anakaraya sürgün

Diğer sömürgeci devletler gibi Fransa da, erken sömürgecilik döneminde, sömürge ülkelerde yaşayan farklı etnik gruplardan insanları anakaraya gönderme yöntemi izliyordu.

Özellikle o dönemde Afrika'da birçok sömürgesi bulunan Fransa'nın, o dönemde ayaklanma başlatan ülkelerden insanları köle olarak gemilerle Avrupa kıtasına getirdiği biliniyor.

Bu yöntem, 20. yüzyılda sömürgeler bağımsızlığını kazanana kadar ucuz işgücüne sahip olmak adına devam etti.

Bir futbolcunun hikayesi: Christian Karembeu 

Yeni Kaledonya'da yaşananlar, 90'ların ünlü futbolcularından biri olan Christan Karembeu'nün hikayesini de anımsatıyor.

Yeni Kaledonyalı olan Karembeu, profesyonel futbol kariyerini sürdürmek için 17 yaşında Fransa'ya taşınmıştı. 1998 yılında Real Madrid'le birlikte Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Karembeu, Fransız Milli Takımı'nda da forma giyiyordu. Milli takımla birlikte 98 Dünya Kupasını ve 2000 Avrupa Şampiyonasını kazandı.

                                        Christian Karembeu, Fransa Milli Takımı formasıyla

Bugün Yunanistan'ın Olympiakos takımında sportif danışmanlık yapan eski futbolcu, geçtiğimiz ay iki yeğeninin takımadadaki isyanlar sırasında hayatını kaybettiğini duyurdu.

Karembeu, "Ailemin üyelerini kaybettim. Bu yüzden sessiz kaldım, çünkü yas tutuyorum. Ailemden iki kişi başından vuruldu. Bu cinayetlerle ilgili soruşturmalar yapılmasını umuyoruz" demişti.

Diğer yandan, Karembeu'nün bir Yeni Kaledonyalı olarak öyküsü esasında çok daha eskilere dayanıyor.

Bir Kanak olan Karembeu'nün büyük dedesi, 1931'de Paris Sömürge Sergisi için Paris'e götürülen ve orada "yamyam" olarak sergilenen yüz Kanak'tan biriydi.

Daha sonra Kanaklar, Almanya ile timsahlar karşılığında "sergi ürünü" olarak takas edildi. 

Karembeu, ülkenin sömürge geçmişi nedeniyle Fransa'nın ulusal marşı La Marseillaise'i söylemeyi reddetmişti.

                                                  Kanaklar, 1931 yılında Paris'te "Sömürge Sergisi"nde

                                                          /././

Piyasacı anlayış yaşlılara ölüm getirir! -Çiğdem Fulya Dönmez*-

Narayama Türküsü'nü izlediğimde neyse ki böylesi bir dramı çoktan geride bırakmışız diye derin bir nefes almıştım. Oysa şimdi yaşlıların çoğunun sokakta yaşadığı bir ülke yoluna girmek üzereyiz.

Tarihin gerisinde kaldığı düşünülen yüzlerce yıl önceki hikâye gerçeğe dönüşüyor. Bugünlerde, yıllar önce izlediğim, Japonya’da katı geleneklerinin anlatıldığı ‘Narayama Türküsü’ filmi (The Ballad of Narayama - 1958) hatırımda. Filmde geçmişe ait bir Japon geleneğine göre, yoksulluğun yarattığı zorunluluk yüzünden yetmişine gelen yaşlılar ailelerine artık yük olduğu için çocukları tarafından dağ başına ölüme terk ediliyorlardı. Filmde yaşlının üretime bir katkısı olmaması ve ailedeki yaşlının sofradan eksilmesinin arkadan gelecek gençlerin karnının doymasına olanak tanımasını yaşanan sefaletin bir sonucu olarak sunuluyor. Filmi seneler önce izlediğimde neyse ki böylesi bir dramı çoktan geride bırakmışız diye düşünerek derin bir nefes almıştım. Oysa şimdi geldiğimiz noktada yaşlıların çoğunun sokakta yaşadığı bir ülke yoluna girmek üzereyiz.  

Yaşlıların günümüzde ölüme itildiği noktaya nasıl geldiğimizi anlamak için önce biraz yaşlı nüfusundaki istatistik verilerle başlayalım. Ardından gelişmiş bir kapitalist ülke olan Birleşik Krallık örneği üzerinden ilerleyelim. 

Dünyada yaklaşık bir milyar olan yaşlı nüfusunun, 2030 yılına kadar 1,4 milyara yükseleceği, 2050 yılına gelindiğinde ise bu sayının iki katına çıkarak 2,1 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Yaşları 80 ve üzeri olan kişilerin sayısının ise 2020- 2050 yılları arasında üç katına çıkarak 426 milyona ulaşması beklenmektedir.1 TÜİK verilerine göre ise Türkiye’de 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus, 2018 yılında 7 milyon 186 bin 204 kişi iken %21,4 artarak 2023 yılında 8 milyon 722 bin 806 kişi oldu.  Bu oranın önümüzdeki yıllarda artmaya devam edeceği ön görülüyor. (Bkz. Şekil 1).  Bununla birlikte veriler ülkemizdeki yaşlı nüfusun yoksulluk oranının 2019 yılında yüzde 14,2 iken 2023 yılında yüzde 21,7’ye çıktığını göstermektedir.2

                       

Şekil1-Yaş grubuna göre nüfus oranı, 1935-2080

Yukarıdaki oranlardan da görüldüğü gibi ülkemizde ve diğer ülkelerde yaşlı nüfusunun giderek artmasının bir sonucu olarak yaşlılar özellikle de sağlık ve konaklama başlıklarında kapitalist sistem içerisinde bir dizi sorunla kaçınılmaz olarak karşılaşmaktadır. Bu yazıda meseleye daha yakından bakmak için gelişmiş bir kapitalist ülke örneği olarak Birleşik Krallık’ta yaşlı nüfusu konusunda yaşanan krize odaklanmak, buradaki perspektiften yaşlı nüfusu giderek artan ülkemizde ilerleyen yıllarda karşımıza çıkabilecek daha karmaşık sorunlara şimdiden bir bakış açısı getirmesine yardımcı olacaktır. 

1850’de Birleşik Krallık’ta ortalama yaşam süresi 40 yıl iken 1950’ye gelindiğinde bu süre 70 yıla ve 2021’e gelindiğinde ise 80 yıla kadar yükseldi. Yaşam süresinin uzaması ve ölüme neden olan birçok bulaşıcı hastalığın kontrol altına alınması 20. yüzyılda bilim, teknoloji ve işçi sınıfı mücadelesinin bir sonucu olarak mümkün kılındı. Sağlık hizmetlerine erişimin insanların ölüm korkularıyla baş etmesine yardımcı olmasıyla birlikte, 1948’de hizmet vermeye başlayan Britanya Ulusal Sağlık İdaresi’nin (NHS) mimarı Aneurin Bevan, sağlık hizmetinin “korkudan kurtuluş” anlamına geldiğini söylüyordu. 1950’lerin sonlarında, 1917 Ekim devrimi sonrası kurulan sosyalist sağlık anlayışının varlığı ve işçi sınıfının yükselen hareketi kapitalist ülkelerde dahi herkesin erişebileceği genel sağlık hizmetlerine yönelik talebi önünde durulamaz şekilde yükseltmiş ve bunun sonucunda Birleşik Krallık’ta kamucu bir sağlık sistemi gündeme gelmiştir. Ancak, 1980'lerde yükselen neoliberal özelleştirme saldırısı ve Sovyetler Birliğinin yıkılması sonucu değişen sınıfsal dengelerle beraber 2009’a gelindiğinde Birleşik Krallık’ta NHS artık özel şirketlerin giderek büyüyen bir role sahip olduğu parçalı bir sağlık piyasası yoluna sokuldu.3 Doğal olarak, toplumun en savunmasız katmanları olan yaşlılar bu piyasalaşmadan en çok zarar görenler oldu. Binlerce yaşlıya bakım veren kurum özel sektöre devredildi. 

Kapitalizmde yaşlılık, emekçileri ölüme sürüklerken, sermaye sahibi küçük bir azınlık içinse zenginlik yaratmaktadır. Birleşik Krallık’ta huzur evlerinin %84’ü özel sektöre terk edilmiş durumdadır ve emekçilerin düşük ücretle çalıştırılması için çoğunlukla herhangi bir sağlık eğitimi olmayan göçmenler işe alınmakta ve yine bakımı ucuza getirmek için huzur evlerinin yaklaşık %60’ında hiç hemşire çalıştırılmamaktadır.4-5 Birleşik Krallık’ta ne kadar emekli maaşı alınacağı emekçilerin ulusal sigorta kaydına bağlı olarak değişmekle birlikte, emeklilere ödenen tam emeklilik maaşı haftalık 169,50 £'dur.6 Huzur evinde kalmanın haftalık maliyeti ise 1.410 £'dur.7 Sanıyorum, huzur evi ücretleri ile emekli maaşı arasındaki bu uçurum İngiltere sokaklarında neden binlerce evsiz gördüğümüzü de fazlasıyla resmetmeye yetiyor.  

Görece maddi durumu daha iyi olan binlerce emekli ise, huzur evlerinde kalabilmek için evlerini satmak zorunda bırakılıyor ve sokaklarda yaşamaktan kurtulabilen yaşlıların bir kısmı da huzur evlerinin kötü sağlık koşulları nedeniyle beslenme yetersizliği, dehidratasyon ve yatak yaraları gibi bakım yetersizliklerinden ölüme terk ediliyor. Birleşik Krallık, huzur evlerini özel sektöre bırakmanın bedelini özellikle de huzur evlerinde yaşanan ölümlerin skandal haline geldiği Covid-19 pandemisi sürecinde yaşadı. Birleşik Krallık Ulusal İstatistik Ofisi verilerine göre, yaşlı bakım evlerindeki ölümler İngiltere ve Galler'deki tüm Covid-19 ölümlerinin yaklaşık %40'ını oluşturmuştur.8 Uluslararası veriler ise gelişmiş kapitalist ülkelerdeki huzur evi sakinlerinin Covid-19 ile ilişkili tüm ölümlerin %35 ila %85'ini oluşturduğunu göstermektedir.9 O dönemde Birleşik Krallık’ta hükümet panik halinde ülkenin prestijini kurtarmak için özel sektörlere pandemiye özgün yönergeler iletse de, ilgili yönergelerin uygulanması özel sektör patronlarının insafına bırakıldığı için meseleye ilişkin hiçbir yol kat edilemedi. Konuya ilişkin yapılan bazı çalışmalar Covid-19 pandemisindeki ölümlerin; koruyucu ekipmanlardaki yetersizlik, yetersiz personel, kurum emekçilerine verilen düşük ücret ve enfeksiyon kontrol tedbirlerinin yeterince alınmaması gibi önlenebilir ölüm nedenlerinin özelleştirmenin bir sonucunu olduğunu desteklemektedir.10 Dolayısıyla, sağlık sisteminin merkezi olarak devlet eliyle yönetilmemesinin ve toplumcu sağlığın öncelenmediği bir sistemin yoksul halkı nasıl ölüme götürdüğünü görmüş olduk. Pandeminin yaşandığı dönemde Glasgow Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi kanıta dayalı tıp merkezinin iş birliği içinde yaptığı palyatif bakım, yas ve yaşam sonu araştırmaları ekibindeki araştırmacılardan biriydim ve huzur evine sunduğum proje önerilerinden birinin meseledeki özelleştirme ve personel eksikliği vb. konularına vurgu yapması ekip lideri tarafından panikle karşılandı. Araştırma ekibi lideri: ‘Çalışmada ‘müşteri’ memnuniyetine odaklanmazsak proje için hiçbir yerden fon bulamayız. Sen benim işimden mi olmamı istiyorsun?’ dediğinde nasıl bir dünyada bilim yapmaya çalıştığımı tekrardan hatırlamış oldum. Bilimsel araştırmaların piyasacı düzenden nasıl etkilendiğinin ayrıntıları bir başka yazının konusu olsun. 

Gelelim Türkiye’deki duruma. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı 2024 verilerine göre: Türkiye’de huzur evi sayısı 168 iken özel huzur evi sayısı 265’e ulaşmıştır.11 Kültürel bağlamda yaşlıyı koruyan ve huzur evlerinden çok evde bakımı önceleyen bir yapı içerisinde çoğunlukla kadınların üzerinde olan bakım sorumluluğu ülkemizdeki krizin görünürlüğünü azaltmaktadır. Ancak, piyasalaştırma sürecinin ilerlemekte olduğu tüm ülkelerde, önceden kamu eliyle sunulan sağlık hizmetleri yerini özel sektöre bırakırken, bu kurumların ticari kaygılarla kâr elde etmeyi tek amaç haline getirdiği düşünüldüğünde, ülkemizde de sürecin nereye gideceği tahmin edilebilir. Neoliberal sağlık politikaları sonucu gelinen bu durumla, piyasanın insafına ve rekabetin kural tanımayan gücüne terk edilmeyen, kâr amacı gütmeyen, verimli bir kamusal yapıyı savunarak mücadele etmek zorundayız.  

Sağlık piyasalaştırılması, en acı sonuçlarını pandemi döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki özel yaşlı bakım sektörlerindeki orantısız yaşlı ölümleriyle, huzur evlerini ölüm evlerine dönüştürerek bize gösterdi. Yakında yaşlıların çoğunun sokakta yaşadığı bir ülke olmamak için ayağa kalmak zorundayız. Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Komünist Partisi yaşlıları sisteme yük olarak gören bu düzene karşı emekçileri bir araya gelmeye çağıran 10 maddelik bir metin yayınladı. Bu metinde, Asıl ‘Yük’ Bu Düzendir başlığı altında yayınladığı emekçilerin taleplerinden biri olan ve sadece politik değil bilimsel bir ilke de yer almaktadır: ‘Bakım evleri ticari bir faaliyet olmaktan çıkarılıp, tamamen ihtiyaç duyan tüm yaşlıların yararlanabileceği bir kamu hizmeti olarak hayata geçmelidir!’ Bu çağrı, sorunun kaynağına işaret eden ve gerçekçi bir anlayışla çözüm önermesiyle konuyla ilgili diğer tüm yaklaşımlardan kendini ayırt ediyor. Ayrıca, TKP’nin Türkiye’nin hemen her yerinde açtığı semt evleri, emekçilerin kendi yaşam, üretim ve dayanışma merkezleri haline getirmeye ve onları birlikte mücadeleye davet etmesi de insan yaşamının ve sağlığının vazgeçilmez gerekliliği olan örgütlülüğe işaret etmesi açısından da çok değerlidir. Piyasa ekonomisi nasıl ölüme davetiye çıkarmaksa, örgütlülük insanca yaşama davet anlamını taşımaktadır. 

 *Dr. Öğr. Üyesi. Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi

                                                                           /././

İki Nedim Şener: Hrant Dink cinayetindeki, Sinan Ateş cinayetindeki -Ege Galip-

Dink cinayetinin “devletiyle, siyasetiyle” bağlantılarının ortaya çıkmasını isteyen Şener, Sinan Ateş cinayeti kurcalanmasın istiyor: Olay “MHP’ye karşı kumpas”mış çünkü.

Sinan Ateş cinayetiyle ilgili davanın ilk duruşmasına bir hafta kaldı.

Cinayetin her yerinde MHP ve Ülkü Ocakları’nın parmak izi var. Karar, talimat, organizasyon, takip, katillerin korunması…

Bu yüzden MHP, duruşma tarihi yaklaştıkça saldırganlığını artırıyor. İktidar ortağına aba altından sopa gösteriliyor, yargı mensupları bir yıldır tehdit ediliyor, boyun eğmeyenler sürülüyor, gazetecilere gözdağı veriliyor…

MHP, cinayet araştırılmasın, bağlantılar açığa çıkmasın diye bastırıyor.

Benzer durum, Hrant Dink cinayetinden sonra da yaşanmıştı.

Niye benzer? “Eski” Nedim Şener’den, 2012 yılında yazdığı “Baba Seni Neden Oraya Koydular?” kitabından okuyalım:

“Gazetecilik sadece yazarak yapılan bir meslek değildir. Türkiye’de eğer dişe dokunur işler yapıyorsanız adliye koridorlarında vakit geçirmeyi de bileceksiniz. İktidara yakın, polis ve savcılarla kol kola bir gazeteciyseniz hakkınızda dava açılması sizi korkutmaz. İktidar ne yapar eder, eninde sonunda sizi kurtarır.

“Ama iktidarı ya da egemen güç odaklarını kızdıracak haberler yapıyorsanız, öyle basın davaları vesaireyle geçiştiremezsiniz vaziyeti. Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu yani sizi sıkıntıya sokacak hangi kanun varsa aleyhinizde işletilir(...)

“Peki, hiç mi iyi bir şey olmaz?

“Elbette olur, gerçekler kamuoyuna mal olur. Dink cinayetini 17 yaşındaki bir ‘çocuğun’ tek başına işlemediğini ya da sorumluluğun yargılanan 8-10 kişiyle sınırlı olmadığını herkes öğrenir. Devletin siyasetçisiyle, bürokrasisiyle, MİT, polis ve jandarmasıyla bu cinayete nasıl göz yumduğu, son derece kötü bir soruşturma yaptığı ve hatta cinayetin üzerini örttüğü görülür.”

Aynı Nedim Şener, Sinan Ateş cinayeti konusunda ne diyor peki? Bugünkü köşe yazısından okuyalım:

“MHP ise tıpkı 2011 yılındaki FETÖ kumpası gibi yeni operasyonlarla karşı karşıya. Belli davalar üzerinden, MHP üzerinden ‘milliyetçilik’ kavramı hedefe konuyor ve ‘Türküm’ yerine ‘Türkiyeliyim’ diye uyduruk bir ifade toplumsal bilince ve günlük dile yerleştiriliyor.”

Eski Nedim Şener yanılıyordu.

“Elbette iyi şeyler olur” derken değil, çünkü haklı, gerçekler elbet bir gün kamuoyuna mal olur.

“İktidara yakın bir gazeteciyseniz, iktidar ne yapar eder, eninde sonunda sizi kurtarır” derken yanılıyordu.

Belli ki 12 yıl önceki yanılgısı değişmemiş. Eninde sonunda kurtaracaklarını düşünüyor.

İktidar kendini bu halkın öfkesinden nasıl kurtaracak? O kısmını, belli ki, hiç düşünmüyor.

                                                            /././

Bir iş cinayetinin perde arkası: Bakımsız gemi, sabıkalı patron, özelleştirilen liman -Emre Alım-

El birliğiyle işlenen iş cinayetinin ardında sicili kabarık bir gemi, 16 işçinin ölümüyle anılan sabıkalı bir patron ve haraç mezat satılan bir liman var.

"Az çalışana, savaşını vermeyene ekmek yok artık. O yüzden ‘Savaştıkça kazanırsınız’ sözü felsefem olmuştur."*

Savaşmayı ilke edinen isim armatör Ebru Paylan Şenkaya. Altı yıl önce kurduğu bu cümlelerin ardından gemi ve tersanelerinde 4 işçi öldü. Daha fazlası da bu sözlerden önce yaşamını yitirmişti.

Son cinayet Güllük Limanı'nda yaşandı. İhmalleri, riskleri tek tek kayda alan operatör Mehmet Şah Ece, zorla çıkarıldığı vincin devrilmesiyle hayatını kaybetti.

İtirazlarını dikkate almadığı Mehmet Şah Ece'yi tehditle ölüme gönderen vardiya amiri tutuklandı. Yargıysa ne liman işletmesini ne yaşlı ve bakımsız gemiyi, en çok ölen işçiyi kusurlu çıkardı. El birliğiyle işlenen cinayetin altını biraz kazıyanlar patronların kabarık sicilini buldu.

Güverte kırık, bakımlar eksik, çalışmak güvenli değil

EOS Group'un patronu Ebru Paylan Şenkaya'nın bir gemicilik şirketi (Armador) ve üç tersanesi (Dentaş, Çındemir, TORGEM) var. Mehmet Şah Ece'nin hayatını kaybettiği "Ocean S", Armador'un filosundaki 20 gemiden biri. 28 yaşındaki bu gemide yapılan son denetimler kazanın adım adım yaklaştığını gösteriyor. 

15 Haziran'da Güllük Limanı'na yanaşan gemide yapılan denetimde 10 noktada arıza veya eksikler tespit edildi. O tespitler şöyle:

  • Güvertede iki noktada kırık, bir noktada hasar bulundu
  • Ambar kapağının bakımı gerektiği gibi yapılmamış
  • Çalışma ortamı güvenli değil ve bazı engeller mevcut
  • Gösterge ve işaretler eksik
  • Yangınla mücadele ekipmanlarının bakımı uygun biçimde yapılmamış
  • Güverteler arası geçişi sağlamak veya tanklara girmek için kullanılan sızdırmaz Menholler gerektiği gibi değil
  • Gemilerin emniyetli yönetimini ve deniz kirliliğini önlemeyi hedefleyen uluslararası ISM standartlarına uyulmuyor
                             Geminin 2016'da karıştığı kazada "ciddi" hasarlar aldığı belirtiliyor

10 yılda 191 kusur, 3 tutuklama

Gemi, Güllük'ten önce 2 denetimden daha geçti. Bu yıl Şubat ayında Venedik'te 7, Mart ayında Novorossiysk'te 2 eksiği tespit edildi. Ocean S'in 10 yılda kaydedilen toplam arıza veya eksik sayısıysa 191.

Denetimlerden 3'ünde diğerlerinden farklı olarak gemi, eksiklerini giderene dek limanda tutuklanmış ve denize açılması engellenmiş.

Bunlardan biri yakın tarihli. 2021 sonunda Venedik'te tutuklanan gemi 3 gün bırakılmadı. Geminin 2018'de İngiltere'de 10 gün, 2014'te İtalya'da 5 gün tutuklu kaldığı biliniyor. 

Şirketin filosundaki bir başka gemi Cornelia da son 10 yılda 6 defa tutuklanmış olmasıyla tanınıyor.

Gemi ve tersanelerinde 16 işçi öldü

Kirli olan sadece "Ocean S"nin sicili değil. EOS Group bünyesindeki gemi ve işletmelerde bugüne kadar 16 işçi yaşamını yitirdi.

2019 yılında Armador'a ait "Gannet S" adlı gemide yaşanan ağır ihmaller 19 yaşındaki bir stajyerin hayatına mal oldu. Piri Reis Üniversitesi Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği öğrencisi Mustafa Koç, 18 gün boyunca günde ortalama 20 saat çalıştırılmış, denizciye  kimyasal kalıntılar bulunan tanklar bile temizletilmişti. Havalandırma sistemi bozuk olan ve vantilatörü bulunmayan bir revirde 45 derece sıcaklık altında uyuyan Mustafa Koç bir gün odasında ölü bulundu. Sefer öncesinde herhangi bir sağlık sorunu yaşamayan Mustafa Koç'un akciğer enfeksiyonu nedeniyle hayatını kaybettiği belirlendi.

Dentaş Tersanesi’nde boru ustası olarak çalışan Hasan Aydın, 20 Haziran 2023'te geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.

Çındemir Tersanesi'nde çalışan Recep Kaya, 15 Ocak 2022'de tekerlekli iskelenin forkliftle değiştirilmesi sırasında iskelenin yıkılması sonucu hayatını kaybetti.

17 Aralık 2013 tarihinde TORGEM Tersanesi'nde kule vinci devrilmesi sonucu yaralanan vinç operatörü Haydar Akyürek, 15 gün sonra tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.

2011'de Armador'a ait Reina 1 yük gemisi ile Deniz Line'a ait 189 yolcusu olan Ankara feribotu Adriyatik Denizi'nde çarpıştı. Çarpışma sonucu batan Reina 1 gemisindeki 10 denizciden sadece 2'si kurtarılabildi. Hayatını kaybeden 8 denizciden sadece ikisinin cansız bedenine ulaşılabildi.

Dentaş Tersanesi'nde taşeron işçi olarak çalışan 30 yaşındaki Selim Sevgili, 8 Şubat 2009'da çalıştığı geminin ambar kapakları arasına sıkışarak hayatını kaybetti.

TORGEM tersanesinde taşeron işçi olarak çalışan Cabbar Ongun, 21 Ağustos 2007'de daha işbaşı yapmadan elektrik akımına kapılıp hayatını kaybetti.

17 Nisan 2005'te Çındemir Tersanesi'nde çalışan Osman Koçak, fazla mesaiye bırakıldı. Ağır hurda parçalarını atarken ambarın içine düşen 26 yaşındaki işçi hayatını kaybetti.

Özelleştirme kurbanı: Güllük Limanı 

Cinayetin diğer mahali olan Güllük Limanı'nın öyküsü de EOS Group kadar dikkat çekici.

Seramik ham maddesi olarak kullanılan feldspatın önemli bir bölümü Güllük Limanı’ndan ihraç ediliyor.

1981 yılında Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne devredilen liman uzun yıllar yükleme istasyonu olarak kullanıldı. Kapasitesi yetersiz gelince 2004'te limanın 5 kilometre kuzeyine yeni bir yük limanı inşa edilmesine karar verildi.

2006 yılında Yap-İşlet-Devret modeliyle inşa edilen yeni iskelenin hizmete girmesiyle, yükleme ve boşaltma işlemleri bu yeni limana kaydırıldı. Limanın işletmesi de özel sektöre geçti.

Yat limanına çevrilen eski iskelenin işletmesi de 2021 yılında özelleştirildi. Genişletilmesi planlanan liman, ihaleyle 45 yıllığına ICC Holding'e verildi. Şirket son yıllarda kamudan aldığı dev ihalelerle öne çıkıyor. 

                       İşçilerin çıkmayı reddettikleri vinç çalışmaya başladıktan 1 saat sonra kırıldı

Limanlar rekabet, armatörlerse düşük maliyet kaygısıyla gemilerin limanda geçirdiği süreyi kısaltmanın derdinde. Güllük gibi eski ve kapasitesi yüksek bir limanda yaşanan iş cinayeti, akıllara 3 soruyu beraberinde getiriyor.

   Üç tersanesi ve 20 gemisi olan patron bir geminin vincine yapılacak bakımı neden ihmal etti?

   Gemideki yük boşaltılırken neden limanın otomasyona sahip vinçleri yerine geminin moment kontrol sistemi dahi olduğu meçhul vinci kullanıldı?

   Hem işçilerin hem de uluslararası denetçilerin işaret ettiği eksiklerine rağmen gemi neden tutuklanmadı?

*Alıntı, EOS Holding patronu Ebru Paylan Şenkaya'nın 7Deniz Dergisinin Mayıs-Haziran 2018 sayısındaki röportajından

                                                               /././

Yeni kurulan Olimpiyat e-Spor Komitesi’nin yeni başkanı eski CIA şefi! -Okay Deprem

CIA’in özgeçmişi, potansiyel çıkar çatışmaları ve de uzmanlık eksikliği; Olimpiyat e-Sporlarının başarısını ciddi anlamda tehdit ediyor.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Yönetim Kurulu, komitenin 2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları sırasında yapılacak bir sonraki oturumunda Olimpiyat e-Spor Oyunları’nın oluşturulmasını ilk kez resmen ele alacaklarını duyurdu. IOC İcra Kurulu ayrıca, e-Spor Oyunları için potansiyel bir ev sahibi ile hâlihazırda "ileri düzeyde görüşmelerde" bulunduklarını da açıkladı. Daha önce CIA’de “Baş Operasyon Görevlisi” olarak çalışan ve Mart 2021'de “Activision Blizzard” adlı ünlü Amerikan bilgisayar oyunları şirketine “İdari İşler Direktörü” olarak atanan Brian Bulatao'nun, yeni kurulan Olimpiyat e-spor Komitesi’ne başkanlık etmesi bekleniyor. 

Olimpiyatların tüm etik değer ve prensiplerine gölge düşürecek

IOC, geleneksel Olimpiyat izleyici tabanının giderek yaşlanmasıyla birlikte, yıllardır genç nesil potansiyel Olimpiyat hayranlarıyla bağlantı kurmaya çalışıyordu. Uluslararası IOC, e-spor'u kendi ürün yelpazesine entegre etmeye çalışırken, bu yeni girişim için liderlik seçimi hayati önem taşıyor. Yakın zamanda Brian Bulatao, yeni oluşturulan Olimpiyat e-Spor Komitesi’ne liderlik etmek için “en iyi aday” olarak gösterildi. Ancak Brian Bulatao'yu komite başkanı olarak görme kararı salt tartışmalı olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir nevi felaket potansiyeli de taşıyor. Tam da bu nedenle, söz konusu göreve atanması Olimpiyat e-sporlarının bütünlüğünü ve geleceğini gerçek anlamda tehdit edebilir.

Yıldızı eski direktör Pompeo zamanında parlamıştı 

Bulatao'nun kariyeri, ABD hükümeti içinde, özellikle de CIA Operasyon Direktörü olarak üstlendiği rollerle öne çıkıp pekişti. West Point Askeri Akademisi’nden sınıf arkadaşı Mike Pompeo (o zamanın CIA başkanı) tarafından atanan ve "Rambo" lakabıyla tanınan Bulatao, sadık bir emireri olduğu Pompeo ile yakın ve özel ilişkisi ile ünlü. CIA’in bilindiği gibi; dünyanın dört bir tarafında gizli, gayri resmi ve gayri meşru operasyonlar yürüttüğü, sayısız ülkede askeri darbeler örgütlediği ve bilhassa kitlesel sol hareketlere karşı gladio, kontr-terör daireleri ve psikolojik harp kurumlarını besleyip büyüttüğü, bitmek bilmeyen skandallar ve etik ihlallerle bezeli; kanlı, şaibeli ve karanlık bir geçmişi bulunuyor. Bu tarihsel arka plan bugünlerde de, Olimpiyat e-Spor Komitesi açısından fazlasıyla göze batan, apaçık bir tehlikeye işaret ediyor. E-Spor topluluğu, doğası gereği şeffaflık, adalet ve dürüstlüğe dayanmakla mükellef. Dolayısıyla CIA ile olan en ufak bir münasebeti ve bağlantısı otomatikman, bütün bu değerlere temelden aykırı olmuş olacak. Bulatao'nun söz konusu göreve atanması, e-Spor'un savunuyor gibi gözüktüğü “açıklık ve etik davranış” ruhunu doğrudan baltalıyor. 

Kamuoyunun e-Spor algısı ciddi risk altında 

Kamuoyunun algısı, herhangi bir yeni girişimin, özellikle de e-Spor'u Olimpiyatlara entegre etmek gibi yüksek profilli bir girişimin başarısı açısından haliyle çok büyük bir öneme sahip. Brian Bulatao gibi bir ismin atanıyor olması; kaçınılmaz olarak hem oyun camiasının hem de kamuoyunun olumsuz tepkisine neden olacaktır. Bulatao'nun CIA ile olan doğrudan ilişkisinin yanı sıra Mike Pompeo'yla olan yakın bağları, e-Sporlar'ın Olimpiyatlara dâhil edilmesinin yaratacağı olumlu yönleri pekâlâ gölgede bırakabilir. Dahası, geniş medyada bir lanetleme kampanyasının odağına oturmasına ve de kamuoyunda yeni tarz olimpiyatların meşruluğuna dair çok derin şüphelere yol açabilir. IOC'nin e-Sporları dâhil etme kararı her şeye rağmen, geleneksel sporlarla modern dijital rekabet arasında bir köprü kurmayı amaçlayan cesur bir adım. Bu girişimin başarılı olabilmesi için, güvenilir ve e-Spor topluluğunun değerleriyle uyumlu bir liderliğe ihtiyaç olduğu aşikâr. Bulatao'nun geçmişi sadece güven vermemekle kalmıyor, aynı zamanda IOC'nin ilan ettiği ilerleme hedefini raydan çıkarma tehdidini de içinde barındırıyor. 

Dijital Olimpik sporcuların şahsi ve özel bilgi ve yazışmaları tehdit altında 

Sporcuların dijital yarışmalara katıldığı ve çevrimiçi iletişim kurduğu e-Sporlarda kişisel verilerin, iletişimlerin ve stratejilerin izinsiz olarak izlenme potansiyeli acil bir sorun haline gelmiş durumda. Sporcular; kişisel bilgilerine izinsiz erişilebileceğinden, kişisel güvenliklerinin tehlikeye atılabileceğinden ve de adil rekabet için gerekli olan güvenin zedelenebileceğinden korkup çekinebilirler. Bulatao'nun olası başkanlığı; sporcular arasında, antrenman rejimleri ve stratejik planlar da dâhil olmak üzere kendilerine ait çok hassas ve özel bilgilerin casusluk amacıyla hedef alınabileceği korkusunun artmasına neden olabilir. Bu tür olası ihlaller yalnızca rakiplere adil olmayan avantajlar sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda Olimpik e-Spor etkinliklerinin bütünlüğünü de baştan aşağı bozacaktır.

'Activision Blizzard'ın tartışmalı tarihi

Bulatao, oyun sektörünün en büyük isimlerinden biri olan “Activision Blizzard”da çalışıyor olsa da, bu onun Olimpiyat e-Spor komitesi için gerçek manada uygun kişi olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. “Activision Blizzard”; işyeri kültürü, ayrımcılık ve tacizle ilgili meseleler de dâhil olmak üzere sayısız skandalla gündeme gelmiş bir şirket. Bu sorunlar firmanın itibarını büyük ölçüde zedeledi. Şimdi de Bulatao'nun olası yeni vazifesinin yaratacağı tartışmalar firmayı bekliyor olabilir. Olimpiyat e-Spor Komitesi’ne liderlik etmesi için Brian Bulatao'yu seçmek baştan sona sorunlu ve tartışmalı bir karar. CIA’in özgeçmişi, potansiyel çıkar çatışmaları ve de uzmanlık eksikliği; Olimpiyat e-Sporlarının başarısını ciddi anlamda tehdit ediyor. E-Spor'un Olimpiyat çerçevesinde gelişmesi için, oyun camiasının değerlerini ve ruhunu bünyesinde barındıran, Olimpiyatlara sorunsuz bir entegrasyon sağlayan bir lidere ihtiyacı var. Bundan dolayı IOC, Olimpik e-Sporların geleceğini korumak için daha iyi, düzgün ve temiz bir aday bulmalı… 

                                                                /././

Veteriner hekimler Diyarbakır’da: Müdahale yetersiz, ilgi yok, tablo daha vahim -Özkan Öztaş-

Diyarbakır'da çıkan yangınlarda sahaya giden veteriner hekimler soL'a konuştu. Tablo vahim, kamuoyu yeterince ilgi göstermedi görüşü hakim. "Bu tablo hafızamızdan hiç gitmeyecek" diyorlar.

Diyarbakır ve Mardin'de meydana gelen yangınların ardından yurttaşlarımız yaralarını sarmaya çalışıyor. Köylerde matem havası hakimken yakınlarını kaybedenler yanmış arazilerinde ortasında taziye çadırlarını kuruyor. Resmi rakamlara göre hayatını kaybedenlerin sayısı 15. 

Yüzlerce hayvan yangında yanarak can verirken yine bir o kadarı da ya ağır yaralı ve yaşama devam etme şansı bulamadı ya da çevre illere gönderilerek tedavi altına alındı. Yangın bölgesine farklı şehirlerden birçok gönüllü ekipler giderek hem yangından geriye kalan yaraları sarmaya çalışıyor hem de yangından zarar gören köylülere destek oluyorlar.

Belki de en önemlilerinden birini veteriner hekimlerin yer aldığı ekipler oluşturuyor. 

Beşiktaş Belediyesi'ne ait veteriner hekimler ve ilgili ekipler yangından hemen sonra yola çıkarak Diyarbakır'daki ulaştı. Yaralanan hayvanları tedavi etmeye başlayan ekip sahada karşılaştığı tabloyu soL'a anlattı. 

'Yangından 24 saat sonra buradaydık'

soL'a konuşan Beşiktaş Belediyesi'nden Veteriner Hekim Özgür Karadeniz olayı herkes gibi önce basından öğrenmiş. Durumun ciddiyeti anlaşılınca Beşiktaş Belediyesi'nin, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ile irtibata geçerek bölgeye yaralanan hayvanların tedavisi ve bakımı için destek ekipleri göndermiş.

Yangından 24 saat sonra bölgeye ulaştıklarını ve karşılaştıkları durumu anlatıyor:

"Yangından etkilenen gerek sahipli hayvanlar olsun koyun, keçi gibi gerekse doğada yaşayan yabani hayvanlar ya da sokaklarda yaşayan kediler köpekler olsun bunların tedavilerine destek olmak için bölgeye doğru yola çıkıp geldik." 

Ekipler ilk 24 saatte yaşananlara doğrudan temas edememiş. Dolayısıyla büyük felaket görece durulunca olay yerine vardıklarını ifade ediyorlar. Yani geriye kalan yıkımın gün yüzüne çıktığı ilk saatlerde.

"İlk geldiğimizde büyük felaketin kalıntıların rastlamak mümkündü. Mesela Diyarbakır İl Tarım Müdürlüğü hekimlerince durumu kötü olan hayvanların nakledilmek üzere yüklendiğine şahit olduk. İlk onları gördük ve onları muayene ettik. Maalesef durumlar genel olarak çok kötüydü. İleri derecede yanıklar söz konusuydu. Yangının çıktığı gün yangında can veren yaklaşık 600 küçükbaş hayvan olduğu söyleniyor. Ancak bir o kadar daha etkilenen, yaralanan hayvan var. Bunların bir kısmının yaşama şansı yoktu diğer kısmıysa gönüllü ekipler, bazı STK'ler ve yerel ekipler tarafından çevre illere gönderilerek tedavi altına alındı. Çünkü ileri derecede yanıkları olan hayvanlar vardı. Burada kalanlar daha çok artık daha hafif yaraları olan hayvanlar. Biz de şimdi onlara müdahale ediyoruz, destek veriyoruz."

Yangın bölgesine desteğe giden veteriner hekimler ve onlara bağlı ekipler köy köy gezerek yangından zarar gören hayvanların tedavisiyle ilgileniyor.

Tablo sanıldığından daha korkunç'

Karşı karşıya kaldıkları tablonun ne denli büyük olduğunun anlaşılamadığını ifade eden veteriner hekimler özellikle kamuoyuna yansıyan haberlerin bu süreci iyi yansıtamamasından şikayetçi.

"Geldiğimizde yaşananların çok vahim olduğunu görmüş olduk. Daha önce de benzer deneyimlerimiz olmuştu. Ekipten arkadaşlarımız geçtiğimiz yıllarda meydana gelen Köyceğiz ve Fethiye'deki yangınlarda görev almıştı fakat burada tablo daha korkunç.

"Her şeyden önce bir vatandaş olarak buradaki müdahalelerin yetersiz kaldığını ve bunun sonucunda bir felakete sebep olduğunu söyleyebilirim. Ben de bu bölgenin insanıyım aynı zamanda. Diğer kentlerde yaşanan örneklerde görece daha koordineli ve planlı hareket edildi. Ama buraya gelince, diğer illerdeki gibi koordineli ve planlı bir müdaheleyi ne yazık ki göremedim. Düşünün kaç gün oldu hâlâ elektrikler kesiliyor. Burada bir gündür elektrik yok mesela. Durum çok ciddi. Durumun, yaşanan felaketin kamuoyunda da yeterli ilgiyi görmediğini düşünüyorumKuyrukları, meme lobları yanmış bir sürü canlı gördük. Unutulmaz şeyler yaşadık. Hayvanların ağızları hep şiş ve ödemli. Bu tablo sanırım hafızamdan hiç gitmeyecek."

Ekiplerin ilgilendikleri canlılar sadece ahırlarda bulunan ve "sahipli hayvan" adı verilen canlılar değil. Aynı zamanda doğada zarar gören canlılar için de benzer bir desteği veriyorlar. 

Dinlenmeden çalışıyorlar: Veteriner hekimlerin gözleri şiş, sesleri zayıflamış durumda

Ne yazık ki haberde kullanmamızın uygun olmayacağı birçok video ve görsel de mevcut. Hayvanların yaşadığı felaketi tüm çıplaklığıyla gösteren bu kayıtlar canlıların da ormanın da ne kadar zarar gördüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Ancak videolarda dikkat çeken bir başka detay var. Veteriner hekimlerin gözlerinde kızarıklık ve şişlik, seslerinde bitkinlik mevcut. Doğrudan hekimlere sormaktansa, görüşmeyi sağlayanlardan öğreniyoruz bu ayrıntıyı. Veteriner hekimlerin, asistanların ve yardımcılarının gözlerinin şiş, kırmızı ve seslerinin bitkin olduğunu doğruluyorlar. Gün doğarken başlayan çalışmalar hava kararıncaya kadar devam ediyor. Köy köy gezip yaralanan hayvanlarla ilgileniyorlar ve ihtiyaçlarını karşılıyorlar. 

Yangının üzerinden geçen her saat, her ortaya çıkan yeni bilgi ya da konuşan biri yaşanan felaketin boyutlarının daha iyi anlaşılmasını sağlıyor.

                                                            /././

Holdinglerin tutmayan bağlama büyüsü: Çalışan bağlılığı -Selahattin Kural-

“Çalışan bağlılığı” tanımlaması da bu "uzmanların" türettiği yeni kavramlardan biri. Ama ihtiyaç yıllardır aynı: şirkete bağlılık. Özü ise Marx’ın tarif ettiği yabancılaşmadır.

Türkiye'de 1950'li yılların ardından ilk holdingler kurulmaya başladıktan sonra çalışanların şirkete bağlılığının artırılması gündeme gelmeye başladı. Bunun için kaynaklar aktarılarak çalışmalar yapıldı. Avrupa ve ABD’deki holdingler incelenerek meseleye bilimsel olarak yaklaşmaya çalışıldı. Uzmanlık alanları oluşturuldu, insan kaynakları birimleri kuruldu, bunun için yeni kavram setleri üretildi, işçiler için memnuniyet anketleri yapıldı...

Bugün bu başlıklar sermaye sınıfı tarafından çok daha fazla dillendirilir bir hal aldı. “Çalışan bağlılığı” tanımlaması da bu "uzmanların" türettiği yeni kavramlardan biri. Ama ihtiyaç yıllardır aynı: şirkete bağlılık. Özü ise Marx’ın tarif ettiği yabancılaşmadır.

Bu "uzmanlardan" biri kavramı şöyle tanımlıyor: “Çalışan bağlılığı, bir çalışanın yüksek enerjiyle işyerine adandığını ve yaptığı işten tatmin olduğunu hissettiği duygu ve zihin durumu olarak ifade ediliyor." 

Ve çözüm yolları olarak, prim, ikramiye, zam gibi ekonomik çözümler, sosyal çözümler, çalışma arkadaşları arasındaki ilişkiyi artırma gibi öneriler sunuluyor. Hepsinin özünde bireysel çözümler, kişisel tatmin noktaları arayışları bulunuyor. 

Oysa sorunun temeli mülkiyettir. Şirket sahibinin işçileri sürekli sömürüp kârını katlamasıdır. Şirketlerin bir patrona ait olmasıdır. Yani mevcut kapitalist düzendir.

Aitlik, bir topluluğun parçası olmak, yalnız olmadığını bilmek, bir şeye bağlı hissetmektir. İnsanlara güven veren, mutlu olmasını sağlayan bir histir. Ait olduğun yerde sorun çıksa bile o sorunu çözmek senin görevindir. Her zaman mutlu olmayabilirsin ama ordasındır. Merkezde o durur.

Açıkçası bu duygunun oluşmasına en güçlü örnek sanırım ailedir. Aile arasında yanlışlar görülmez, görülse bile sahiplenilir. Ailedir der geçilir. Bu bir aşiret veya devlette olabilir. Sorgusuz sualsiz kavgaya koşulur, cepheye gidilir... 

O yüzden "biz bir aileyiz" söylemi veya bir şeyleri aile ile ilişkilendirmek çok etkilidir. 

Derdim aile kurumunu anlatmak değil. Sermaye sınıfının işçiyle birlik olduğunu vurgulamak için “aynı gemideyiz”, “aynı ailedeniz”, “biz biriz” gibi işçiyi kimliksizleştiren söylemleridir.

Bu temayı büyük şirketler, holdingler her zaman kullanır. Bankaya girersiniz bu cümleler karşılar sizi. Fabrikada çalışırken, yemekhanede yemek yerken duvarda bunlar yazar.

Bu söylemi şirketler bazen bir reklam aracı gibi kullanıp bütün ülkeyle aile olur, ürünlerinin satışından kârlar elde eder. Bazen çalıştırdığı işçileri daha fazla dişlerini sıkmaya ikna etmek için kullanır. ABD’ye göre daha gelenekseldir, tam da Türkiye’ye özgüdür. Söylemek istenen ise şirkete bağlılıktır.

Sermaye sınıfının işçilerin şirketleriyle arasındaki bağların güçlü olmasını istemesi de tam olarak bunlardan dolayıdır.

Üretken olsun, aklı şirket için çalışsın, zamanını hep işe versin, burada kazandığı tecrübeyi başka yerlere aktarmasın, aldığı görevleri başarıyla bitirsin. 

Özetle çalışanlar hem şirketin sahibi gibi çalışsın hem de şirketin sahibi olmasın!

TÜİK'in Ocak ayının sonunda açıkladığı Gelir Dağılımı İstatistiklerinde, en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı paya bakınca bile çalışanların şirkete bağlı hissetmesi için bir neden olmadığı görülüyor. İşçileri sömürerek kârlarını arttıran patronlara neden bağlansınlar?

İşçilerin çalıştığı şirketle bağı kapitalizm koşullarında sağlanamaz. İşçilerin şirketi sahiplenmesi hadi burjuva kavramlaştırması ile söyleyelim, “çalışan bağlılığı”, o şirketi gerçekten sahiplenmesi ile olur. Eline geçen parayla ay sonunu getiremeyen, faturaları, kirayı, kredi kartlarını ödemeye çalışan, tatil yapamayan, işyerinde baskıya uğrayarak uzun saatler çalışan, hafta tatilinde, yıllık tatilinde hep iş düşünen birinin bağlılığı elbette zayıflar.

Milyonlarca insan mutsuzluk, umutsuzluk, geleceksizlikle yaşarken, bir avuç şirket sahibinin emekçiler üzerinden zenginlik içinde yaşamasına karşı işçilerin bağlarını koparması, emeğe yabancılaşması kabul edilemez. Ancak işçiler örgütsüzse ve örgütsüzlüğünü aşmak için bir adım atmıyorsa uzaklaşmaktan başka bir çaresi de olmaz.

İşçinin emeğine yabancılaşması bizim asıl derdimizdir. Kapitalizm işçinin ürünüyle bağını, sahipliğini azaltıyor. Bu ülkeye ve ait olduğu sınıfa bağını da etkiliyor.

Dünyadaki ilk büyük işçi devleti Sovyetler Birliği’nde işçiler ülkeyi ayağa kaldırıyoruz felsefesi ile fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde, ofislerde çalıştılar. Her şey işçilere aitti. İşçiler çalışıp üretiyor, verimliliğin artmasına ihtiyaç duyuyorlardı. Fabrikasını, ülkesini, kendi kendisini yöneten sovyet işçileri arasında verimli çalışma önemliydi ve bunu teşvik etmek için örnekler çıkarıyorlardı. Çalışma yaşamında "Stahanovcu" anlayış gibi örnekler çıkararak teşvik ediliyordu. 

Bu anlayışa örnek iki kitabı birkaç yıl önce okumuştum. Bu iki kitap çalışanların bağlılığı ve verimliliğine kamu mülkiyeti cephesinden verilebilecek güzel yanıtlar olur. İlki Yazılama Yayınevi'nden çıkan "Kızıl Tanker", ikincisi Yordam Kitap'tan çıkan "Jurbinler". Her iki kitap da çalışma yaşamında işçilerin mutlu, büyük bir özveriyle çalışmalarındaki itici gücün, motivasyon kaynağının ne olduğunu anlatıyor. Bireysel çıkarlar yerine, toplum çıkarı, bireysel tatminlik yerine, kolektif haz alma ve ekip ruhu bulunuyor. Özetle, görev bilinciyle çalışma, inisiyatif alma ve bir sınıf kimliğine sahip olma yatıyor. 

Bugün yaşanan en büyük problem işçinin emeğe yabancılaşmasıdır. Bunu değiştirmek ise örgütlenmekten, sınıf kimliğini güçlendirmekten, yaratılan değerin hesabını sömürücülerden sormaktan geçmektedir.

                                                                /././

AKP-Cemaat savaşının Afrika cephesi: Türkiye'den Nijerya'ya silah çıkarması -Yalçın Çuğ-

Gülen Cemaati'nin Afrika kıtasındaki üssü ilan edilen Nijerya ile Türkiye arasındaki ilişkiler darbe girişimi sonrasında çalkantılı bir hal aldı. Türkiye savunma sanayii ile ülkeye tekrar giriş yaptı.

Türkiye son beş yıllık dönemde silah ihracatını yüzde 106 oranında artırarak ihracatını yaklaşık iki katına çıkardı ve dünyanın en büyük 11'inci silah ihracatçısı oldu.

Bu dönemde Türkiye en fazla silahı sırasıyla Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Pakistan'a sattı. Ancak Türkiye'nin ihracat verilerinde dikkat çekici unsur, Sahra Altı Afrikası'na yaptığı satışlar oldu. Son verilere göre Türkiye, 54 ülkeden oluşan Afrika kıtasının 48 ülkesini kapsayan Sahra Altı Afrikası'na en çok silah tedarik eden dördüncü ülke konumuna yerleşti.

Sahra Altı'na satılan silahların yüzde 6,3'ünü karşılayan Türkiye, en fazla satışı ise Nijerya'ya yaptı.

Peki, 15 Temmuz 2016 tarihli Gülenci darbe girişiminin ardından "FETÖ"nün Afrika üssü" ilan edilen ve cemaatin hâlâ faaliyet yürütmekte olduğu Nijerya ile Türkiye'nin ilişkileri nasıl bu kadar gelişti?

                                           Afrika kıtasının Sahra Altı olarak tanımlanan ülkeleri.

Darbe girişimi sonrası iki ülke arasında gerilim

AKP ve Türkiye sermayesi için yıllarca Gülen Cemaati'nin dünyadaki, özellikle de Afrika'daki varlığı, bir gurur kaynağıydı. Türkçe Olimpiyatları'nda sahneye çıkan Afrikalı çocukları AKP'li siyasetçiler sunuyor, iş insanları alkışlıyordu.

Hükümet darbe girişiminden kısa bir süre sonra yurt dışındaki cemaat bağlantılı okul, hastane, dernek gibi kurumların kapatılması veya Türkiye Cumhuriyeti'ne devredilmesi için hızla diplomatik adımlar attı. Nijerya, hedef ülkelerden birisiydi.

Türkiye bu süreçte cemaatin Nijerya'daki 20'ye yakın okulunun ve hastane ile üniversitesinin kapatılmasını istedi. Ancak söz konusu talep, bahse konu okulların Nijerya yasalarını çiğnemediği gerekçe gösterilerek reddedildi. Nijerya hükümetinin kararı sonrasında Türkiye'de okuyan 2 Nijeryalı üniversite öğrencisi tutuklandı, 50 öğrenci de gözaltına alındıktan sonra sınırdışı edildi. Nijerya Dışişleri Bakanlığı gözaltı ve tutuklamaları misilleme olarak yorumladı ve Türkiye'nin cemaatle bağlantılı olduğu iddiasıyla iadesini talep ettiği yaklaşık bin kişiyi de iade etmedi.

Geçtiğimiz ay Nijerya Ticaret ve Yatırım Bakanlığı tarafından Gülen Cemaati'ne bağlı Nil Üniversitesi'ne prestij ödülü verildi.

Silah ticareti ve ülkeler arası yumuşama dönemi

Ne okullar devredildi, ne de iadeler gerçekleştirildi. Ancak son yıllarda bir anda Türkiye-Nijerya ilişkileri tekrardan sıkılaşmaya başladı. Ülkeler arası ticaret arttı, Nijerya "dost ülke" olarak tanımlanmaya, devlet yöneticileri de karşılıklı ziyaretler gerçekleştirmeye başladı. 

Her ne kadar Gülen Cemaati ülkedeki faaliyetlerini hız kesmeden sürdürmeye devam etse de Nijerya hükümetinin söylemleri kısa süre içinde değişti. Devlet Başkanlığı Sözcüsü Garba Shehu, Fethullah Gülen'i "Erdoğan'a yönelik suikast girişimiyle ilgili figür" olarak tanımladı ve cemaate karşı Türkiye ile ortak görüşe sahip olduklarını, söz konusu yapılanmanın da Türkiye'yle ilişkilerini baltamasına izin vermeyeceklerini belirtti.

Türkiye-Nijerya ilişkileri ne kadar kuvvetlenmeye başlamış da olsa, söylem de değişse cemaatin Nijerya'daki konumunda pek bir değişiklik olmamış gibi görünüyor. Geçtiğimiz haftalarda Nijerya'ya ziyaret gerçekleştiren AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sözleri de bu durumu kanıtlar nitelikte:

"Tabii FETÖ’nün de maalesef Nijerya’da ciddi bir altyapısı var. Burada Nijerya Cumhurbaşkanı Sayın Buhari ile etraflıca bunları görüştük. Şimdi istihbarat başkanlarımıza talimatı verelim dedik, mutabık kaldık ve istihbarat başkanlarımızı çalıştırıp, Nijerya’da da FETÖ’nün üzerine gideceğiz. Burada bir üniversitesi, bir de hastanesi falan var. Bunları devralma talebimizi de görüştük."

Peki, her ne kadar Gülencilere karşı somut adım atmış olmasa da Nijerya hükümetinin söylemi neden değişti? İki ülke arasındaki gerilim nasıl son buldu? İşte burada karşımıza Türkiye'nin savunma sanayinde faaliyet gösteren şirketleri çıkıyor.

Talepleri Nijerya tarafından karşılanmayan, ülkede açtığı kurumlar ise ne niceliksel ne de niteliksel olarak cemaatin kurumlarını yakalayamayan Türkiye'nin yardımına birkaç yıl önce kurulmuş bir şirket yetişti: Asisguard.

Eğitim alanına yönelik ödül organizasyonu olan Africa Brands Review, "2023 yılının Afrika’nın En Seçkin Okulu Ödülü"nü cemaat bağlantılı Nijerya Tulip Uluslararası Koleji'ne verdi. Kolejin ülke genelinde altı şubesi bulunuyor.

Türk şirketlerinin hedef pazarı: Afrika

Dünyadaki askeri harcamalarda en küçük paya sahip bölge olan Afrika'nın harcamaları, son yıllarda yükseliş trendi gösteriyor. Kıtada özellikle IŞİD, El-Kaide ve Boko Haram gibi örgütler ve yerel çeteler nedeniyle derinleşen güvenlik krizleri, ülkelerin savunma sanayiine ayırdığı kaynağın artış göstermesine neden oluyor. Bu ülkelerin başında da Nijerya'ya geliyor. Ülkede her yıl yüzlerce kişi silahlı saldırılarda öldürülüyor.

Bu nedenle Türkiye'de gelişen savunma sanayi şirketlerinin hedef pazarlarının başında Afrika kıtası geliyor. Birkaç yıl öncesine kadar halihazırda çeşitli Afrika ülkelerine silah satışları gerçekleştirilirken, yeni kurulmuş olan Asisguard geçtiğimiz yıllarda hedef ülkeleri arasına Nijerya'yı ekliyor.

Sınır güvenliği, askeri araç elektroniği, silahlı ve silahsız drone sistemleri üreten şirket, pandemi döneminde Nijerya'yla ticarete dair adımlar atmaya başlıyor. Silahlı İHA'ları "SONGAR"ı tanıtmak için ülkeye giden şirket, ürünü polis teşkilatına satmayı başarıyor. Devamında yaşanan süreci Asisguard Genel Müdürü ve CEO'su Mustafa Barış Düzgün şöyle anlatıyor:

"Gidip gelirken Nijerya'yı tanımaya başladık. Ülkedeki tehlikeler, önemli şehirler nereler, terörist gruplar nasıl aksiyon alıyorlar gibi konuları çalıştık. Savunma Bakanlığı ve polis teşkilatına Türkiye'nin terörle mücadele tecrübesinin çok fazla olduğunu, görme, koruma ve karar verme metotlarını bir sistem olarak sunabileceğimizi anlatmaya başladık. Afrika'da sizden bir dron değil, bir sistem çözümü getirmenizi istiyorlar. Problemi anlatıyorlar ve ona karşı komple bir çözüm derdindeler. Bu esnada ikinci satışımızı gerçekleştirdik. Asisguard ismi duyuldukça bize güven artmaya başladı. Yaklaşık 2,5-3 yılda 7 kez biz, 7 kez onlar geldi. Bir modeli ve içinde olması gereken ürünleri anlattık."

Nijerya ürünlerden memnun kaldı, Erdoğan görüşmeye gitti

2021 yılının Ağustos ayında Türkiye'nin Abuja Büyükelçisi Hidayet Bayraktar ile bir araya gelen Nijerya Kara Kuvvetleri Komutanı Farouk Yahaya da Türkiye ile Nijerya arasındaki savunma sanayii alanında ilişkileri geliştirmek istediklerini belirtti ve "Şu ana kadar Türkiye'den satın alıp kullandığımız Türk savunma sanayii ürünlerinden çok memnun kaldık ve yeni ürünlerin alınması için de çalışmalar yapıyoruz" açıklamasında bulundu.

Erdoğan bu açıklamadan iki ay sonra Afrika turu kapsamında Nijerya'ya giderek Nijerya Cumhurbaşkanı Muhammed Buhari'yi ziyaret etti. Söz konusu ziyaret kapsamında iki ülke arasında 7 anlaşma imzalandı. Öne çıkan anlaşma ise "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Nijerya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşması" oldu.

Öte yandan ortak basın açıklamasında Erdoğan'ın gündemlerinden biri de Gülen Cemaati'ydi: "15 Temmuz hain darbe girişiminin faili FETÖ'nün Nijerya'da sürdürdüğü yasa dışı faaliyetler hakkında Nijerya makamlarıyla gerekli bilgi paylaşımlarında bulunmaya devam ediyoruz."

'Barış Bey'den kardeşe

Yapılan görüşme ve imzalanan anlaşmaların ardından Gülen Cemaati'nin ülkedeki faaliyetleri devam etse de iki ülke arasında çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleştirildi. 

Bahse konu ziyaretler yalnızca devlet yetkilileri arasında da sınırlı kalmadı. Türkiye-Nijerya Savunma Sanayii İstişare Toplantıları kapsamında Nijerya devleti ile Türk patronlarından oluşan heyetler de sıkça bir araya gelmeye başladı. Asisguard, TUSAŞ, Roketsan, BMC, Otokar ve ASELSAN gibi şirketlerin yer aldığı Türk heyetleri, Nijerya Savunma Bakanı Bashir Salihi Magashi ve üst düzey ordu komutanlarıyla görüşmeler gerçekleştirdi.

Bu görüşmelerde öne çıkan şirket ise Nijerya ile ticaret konusunda deneyimli olan Asisguard oldu. Ki Asisguard CEO'su Düzgün de Nijerya'yla ticaretin başlamasını şöyle anlatıyor:

"Onlara yol arkadaşı ve çözüm ortağı olduk. Ticaretin başlamasının ana sebebi bu oldu. Yerimizden mail atabilir, takip etmeyebilirdik. İlk başta adım 'Mister Barış (Barış Bey)'tı, sonra 'Mustafa', sonra 'brother (kardeş)'a döndü. Birlikte terör bölgelerinde kaldık, birlikte yemek yedik, sorunlarını takip ettik."

Ondan fazla Türk savunma sanayii şirketinin yetkilileri, 5. Türkiye-Nijerya Savunma Sanayii İstişare Toplantısı için başkent Abuja’da Nijerya Savunma Bakanı Bashir Salihi Magashi ve üst düzey ordu komutanlarıyla.

Asisguard aracılığıyla Afrika pazarına girdiler

Düzgün, Asisguard'dan önce çeşitli savunma sanayii firmalarının da Nijerya pazarında faaliyet göstermeyi denediğini ancak başaramadığını aktarıyor. Düzgün, Asisguard'ın Nijerya'da uygulayacağı "Yol Güvenliği Projesi" kapsamında diğer şirketleri Nijerya pazarına kendilerinin soktuğunu da sözleri arasına eklemiyi ihmal etmiyor:

"Bu firmaları inandırmak gerekiyordu. Nijerya çok zor bir coğrafya, ticaret, projeye ikna etmek çok zor. Bu şirketler de Nijerya'da faaliyet göstermeyi denemişler. Nurol Makina'yı, HAVELSAN'ı, STM'yi ikna ettik. Bunlar proje kurgusundaki platform sahipleri. HAVELSAN BAHA'yı ilk kez, STM TOGAN'ı, Nurol Makina YÖRÜK aracını Nijerya'ya ilk kez ihraç etmiş oldu. Nurol Makina kendi aracını ilk kez başka bir şirket üzerinden ihraç etti.

Araçlar ve gözetleme kulelerindeki ekipman ihtiyaçlarını Türkiye'den tamamlama arayışına girdik. Mast ihtiyacını MILMAST ile konuştuk, bu projede yer aldı. Mast üzerindeki kameralar, gözetleme kuleleri için pan-tilt sistemine ihtiyaç oldu, Gürbağ Savunma ile konuştuk. 12,7 mm silahları Sarsılmaz sağlayacak, araç içi konuşma sistemini Barok Savunma temin edecek. Promec'in ürünü olacak."

Asisguard CEO'su Düzgün haklı da. Proje kapsamında savunma sanayiinde faaliyet gösteren 10'u aşkın Türk şirketi, Nijerya pazarına girmiş oldu. Hatta çeşitli haber siteleri bu gelişmeyi "Bir taşla 14 kuş" ve "Nijerya çıkarması" gibi başlıklarla haberleştirdi.

Yol güvenliği projesinin üst yüklenicisi olan Asisguard ile Nurol Makina arasında 4X4 YÖRÜK hafif zırhlı taktik aracının Nijerya'ya ihracatına ilişkin imza töreni. 

Birkaç yıl içinde fabrika kuracak seviyeye gelindi

Savunma sanayiinde faaliyet gösteren Türk şirketlerinin 2021 yılından itibaren Nijerya'ya yönelik ticaretlerinin bazıları şöyle:

  • Baykar, Nijerya’ya TB2 S/İHA ve yer kontrol istasyonu tedarik etti.
  • STM, insansız hava aracı TOGAN'ın ilk ihracatını Nijerya'ya gerçekleştirdi.
  • Nijerya geçtiğimiz aylarda Asisguard'ın SONGAR Silahlı Döner Kanatlı İHA Sistemi'ni kullanıma aldı.
  • Coşkunöz Holding iştiraki Fly Bvlos Technology firması, Nijerya’ya 30 adet Delta İHA ihraç etti.
  • TUSAŞ, Nijerya Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na T129 ATAK Taarruz Helikopterleri sattı. ROKETSAN ise helikopterlerin füzesini imal etti.
  • Aziz Yıldırım'ın sahibi olduğu Dearsan ile Nijerya Deniz Kuvvetleri Komutanlığı arasında Nijerya Donanmasının Sancak Gemisi olan tarihi öneme sahip NNS ARADU (F89) Fırkateyninin Modernizasyon projesi kapsamında sözleşme imzalandı.
  • Yine Dearsan, Nijerya Deniz Kuvvetleri için iki adet açık deniz karakol gemisi inşa etti ve gemiler kullanıma alındı. Gemilerin kabloları askeri gemi kablosu üreten Başoğlu Kablo, mühimmatları Aselsan ve savaş yönetim sistemi ise Havelsan tarafından yapıldı.
  • Nurol Makina ise ülkeye YÖRÜK 4X4 araç temin edecek.

Öte yandan geçtiğimiz yılın sonlarında TUSAŞ'ın silahlı insansız hava aracı ANKA için Nijerya'ya fabrika kurmayı teklif ettiği ve Nijerya hükümetinin teklifi olumlu karşladığı öğrenildi.

Erdoğan: Asla kısa vadeli bakmıyoruz

Türkiye, emperyalist hedefler doğrultusunda uzun süredir çeşitli alanlarda Afrika'ya yatırımlarda bulunuyordu. Ancak 15 Temmuz darbe girişimiyle kıtadaki faaliyetleri kısmi açıdan sekteye uğrayan iktidar, başta savunma sanayii olmak üzere kıtadaki faaliyetlerini tekrardan hızlandırdı.

Sadece birkaç yıl içinde 30 Afrika ülkesiyle savunma sanayiine dair anlaşma yapan iktidar, birçok farklı alanda da ülkelerle işbirliği yapıyor. 

Erdoğan ise Afrika kıtasına yönelik gelecek planlarını şöyle anlatıyor:

"Afrika Kıtası ile 2003 yılında 5,4 milyar dolar olan ticaret hacmimiz, 2022 sonunda 41 milyar dolara yaklaştı. Afrika’daki doğrudan yatırımlarımızın toplam değeri 10 milyar doları aştı.

21’inci yüzyılda Afrika kıtasının rolünün belirleyici olacağı inancıyla kıtayla ilişkilerimizi ‘kazan-kazan ve eşit ortaklık temelinde’ ilerletmek istiyoruz. Hep söylüyorum; biz Afrika ülkeleriyle iş birliğimize asla kısa vadeli ve çıkar odaklı bakmıyoruz."

                                                            /././

Diyarbakır-Mardin yangını: Sebep açık, tüm veriler DEDAŞ'ı gösteriyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

                                             DEDAŞ’ın “Yok” dediği elektrik direkleri.

15 kişinin yaşamını yitirdiği, binlerce dönüm arazinin yandığı, yüzlerce hayvanın can verdiği Diyarbakır-Mardin yangında sebep DEDAŞ’ın önlem almadığı elektrik direkleri.

20 Haziran Perşembe günü, Diyarbakır’ın Çınar, Mardin’in Mazıdağı ilçesi arasındaki bölgede çıkan yangın nedeniyle 15 yurttaş hayatını kaybetti, 80’e yakın kişi yaralandı.

Diyarbakır’da 8 bin 100, Mardin’deyse 7 bin dönüm alanda hasara neden olan yangında, toplam 15 bin 450 dönüm ekili arazi yandı. Yüzlerce hayvanın can verdiği yangından pek çok yurttaş etkilendi. Özellikle gece saatlerinde rüzgârın da etkisiyle hızla yayılan yangında ihtiyaç duyulan havadan müdahaleye geç kalındığı ifade ediliyor.

Yangın neden çıktı?

Yangınla ilgili yapılan tartışmaların başında yangının çıkış nedeni geliyor. Diyarbakır Valiliği, yangının nedenine dair yaptığı ilk açıklamada “anız yakılmasını” işaret etti. Sağlık Bakanlığı’nın da yaptığı açıklama Valilik’le örtüştü.

Ancak olay yerinde incelemelerde bulunan İçişleri Bakan Yardımcısı Münir Karaloğlu, Bakanlık ve Valiliği yalanlayarak Yangın şu sebeptendir dediğimiz bir tespitimiz yok” dedi.

Diyarbakır Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturmada çıkan ön rapordaysa yangının elektrik kaynaklı olduğu tespiti yer aldı. Köylülerin ve görgü tanıklarının ifadesiyle elde edilen deliller kapsamında, savcılık tarafından yangın felaketiyle ilgili ön rapor hazırlandı. Raporda, yangının elektrikli kaynaklı olduğu tespitine yer verildi.

Genişletildiği duyurulan soruşturma kapsamında, detaylı raporun ilgili kurumlar da dinlendikten sonra önümüzdeki günlerde hazırlanacağı belirtildi.

Diyarbakır'da bir önceki yangının sebebi DEDAŞ

Yurttaşlar, ilk andan itibaren yangının nedeninin kesinlikle anız yakılması olmadığı görüşünde. Konuyla ilgili gazeteci Medine Mamedoğlu’na konuşan bir görgü tanığı verdiği bilgilerde “Valilik anız diyor ama anızla alakası yok. Yangın elektrik tellerinden çıktı. Biz yıllardır onarım istiyoruz ama yapmıyorlar. Teller koptu düştü sonra köy yanmaya başladı. Biz defalarca DEDAŞ’a dilekçe verdik ama bir şey yapmadılar” dedi.

Mezopotamya Ajansı’nda yer alan habere göre geçtiğimiz yılın haziran ayında da son yangından etkilenen ve Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde bulunan Karabudak kırsal mahallesinde yangın çıktı. Yangının elektrik direklerinden çıktığına dair tespitler, bilirkişi raporuyla da kayıtlara geçti. Raporda, DEDAŞ “asli kusurlu” bulundu. DEDAŞ’ın çıkan yangında sorumluluğu yüzde 70 olarak rapora yansıdı.

Platformun hazırladığı raporda da elektrik tellerini işaret etti

Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu, hazırladığı raporda yangının çıkış nedeninin elektrik tellerinden çıkan kıvılcımlar olduğunu söyledi. “Sorumlular ortaya çıkarılsın, zararlar karşılansın!” başlıklı açıklamada havadan müdahale konusunda geç kalındığı da kaydedildi. Açıklamanın ilgili kısmı şöyle:

“Heyetimizce yapılan gözlemler ve köy sakinleriyle yapılan görüşmelerde, yangının elektrik tellerinin çakışması neticesinde oluşan kıvılcımın, ekili alanlara yansıması ile oluşmuş olabileceği kanısına varılmıştır. Köy sakinleriyle yapılan görüşme içeriklerinde, elektrik direklerinin 1987 yılında kurulumunun yapıldığı, 37 yıllık süreç içerisinde bakım ve onarım çalışmasının yapılmadığı, olağan dışı durumlar karşısında oluşabilecek zararlara dair gerekli önlemelerin alınmadığı, afet süreçleriyle ilgili herhangi bir bilgilendirme ve hazırlık çalışmasının yapılmadığı bildirilmiştir.

Coğrafi koşullar itibariyle bölgenin tepelerden oluşmasından kaynaklı karadan müdahalenin zor olması gözetildiğinde, havadan müdahalenin acil bir şekilde gerçekleşmesi gerekirken geç kalındığı oluşan zararın etkilerin ağırlaşmasına sebebiyet verildiği görülmüştür.”

DEDAŞ’ın ‘Geçmiyor’ dediği hatlar görüntülendi

İddiaların işaret ettiği Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş. (DEDAŞ), yaptığı yazılı açıklamada, “Yaptığımız incelemelerde yangının elektrik iletim hatlarından kaynaklanmadığını belirledik. Hatta yangının meydana çıktığı bölge olarak belirtilen bazı alanlardan elektrik iletim hatlarının dahi geçmediğini gördük” ifadelerini kullandı.

Ancak DEDAŞ’ın “Yok” dediği elektrik direkleri görüntülendi.

Mezopotamya Ajansı’ndan Ömer Akın ve Ahmet Kanbal, çam ağacından yapılama, yangında yanmış onlarca kereste elektrik direğiyle madeni direk görüntüledi. Görüntülerde, DEDAŞ’a ait onlarca elektrik direğinin olduğu, bakımsız elektrik tellerinin yanı sıra çevreye yayılmış elektrik iletim araç ve gereçlerinin de olduğu görülüyor.

EMO: Yangın bölgesinde anız yok, hatların geçtiği güzergahta önlem alınmamış

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Diyarbakır Şubesi de yayımladığı inceleme sonucunda, yangın bölgesinde anız olmadığını ve hatların geçtiği güzergahlarda yangına karşı bir önlem alınmadığını açıkladı:

  • Yangının çıktığı yerin ekili olduğu, anızın olmadığı görülmüştür.
  • İletim hatlarında birçok noktada eklerin ve liflenmelerin olduğu tespit edilmiştir.
  • Direkteki OG (yüksek gerilim hatlarının, transformatörlerin kondansatörlerin ve anahtarlama cihazlarının aşırı akımlardan korunması için kullanılırlar) sigortalarının yerinde olmadığı, bunun yerine iletkenlerle bypass edildiği ve bu bağlantıların gevşeklikten dolayı arka sebebiyet verebileceği tespiti yapılmıştır.
  • Birçok direkte kırık izolatörlerin olduğu bu durumun atlamalara sebebiyet verebileceği teknik açıdan bir veridir.
  • OG (Orta Gerilim) hatlarda ekili tarım alanlarında ağaç direkleri mevcudiyeti görüldü. Bu ağaç direklerin kullanılması uygun görülmemektedir.
  • Hatların geçtiği güzergahlarda direklerin etrafında yangına karşı bir önlem alınmadığı gözlemlenmiştir. (Direk diplerindeki otların mevcudiyeti vs.) Direk diplerinde süs betonu olmadığı, otların direk dibinde biçilmediği tespiti yapılmıştır.
  • OG hatlarının dibindeki ağaçların atlamaya sebebiyet verebileceği gözlemlenmiştir.
  • İzolatörlerdeki gevşek ve sıkı bağların tekniğine uygun yapılmadığı gözlemlenmiştir.
  • Şebekelerin bakım onarımı yapılmadığı teknik işletme sorumluluğu hizmetlerden yararlanılmadığı gözlemlenmiştir.
  • Parafudr olmayışı aşırı gerilimlerin oluşmasına dolayısıyla ark oluşumuna sebebiyet vermektedir. (Hat başlarında hat sonlarında ve Trafo girişlerinde mutlaka parafudr kullanılmalıdır)

‘Yangının çıktığı bölgede bir anız yangını başlaması ihtimali çok düşük’

Konuyla ilgili görüşünü aldığımız EMO Diyarbakır Şube Eş Başkanı Ufuk Bulut, yangın çıktığı söylenen bölgenin ekili alan olduğunu ve anız yakma işleminin ekili alanda olmayacağını belirtti.

Bulut, şunları söyledi:

Yangın pek çok nedenden çıkmış olabilir. Ama yangının çıktığı söylenen bölgede bir anız yangını başlaması ihtimali çok düşük. Çünkü alan ekili. Ekili alanda anız yakma işlemi uygulanmaz. Ciddi iddialar var konuyla ilgili. DEDAŞ da bu ciddi iddiaların içinde. Biz EMO olarak bir yargı merci değiliz. Bu nedenle doğrudan ‘Şundan dolayı olmuştur’ gibi bir şey diyemeyiz. Bilimsel birtakım verileri ortaya koyup kamuoyunu aydınlatırız.”

DEDAŞ’ın özelleştirilme süreci, Eksim Holding ve AKP’yle kurulan ilişkiler

İddiaların hedefindeki DEDAŞ’ın bir özelleştirilme geçmişi var. DEDAŞ'ın özelleştirme süreci ve şimdi kimlerin elinde olduğu, yangının neden çıktığı sorusuna aynı zamanda yanıt veriyor.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından 18 Mart 2010 tarihinde yayınlanan ihale ilanıyla başlayan Dicle EDAŞ’ın özelleştirme süreci, 09 Ağustos 2010 tarihinde yapılan ihaleyle sona erdi. Böylece Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin, Batman, Siirt ve Şırnak illerini kapsayan Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş. satıldı. 2013’te de kurumun yüzde 100 oranındaki hissesi özelleştirildi.

DEDAŞ bugün Eksim Holding Enerji Grubu tarafından işletiliyor. İsmail Fahreddin Tivnikli ve Abdullah Tivnikli tarafından kurulan Eksim Holding, AKP’ye yakınlığıyla biliniyor. “Erdoğan’ın prensi” ve “Becerikli Abdullah” isimleriyle tanınan Abdullah Tivnikli’nin adı 17-25 Aralık operasyonlarında geçiyordu.

O dönem mallarına el konulma kararı çıkarılan isimlerden biri olan Tivnikli hakkında aynı zamanda yakalama kararı da verilmişti. Abdullah Tivnikli, Eksim Yatırım Holding Yönetim Kurulu Başkanı’yken, 2018 yılında, İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede, 59 yaşında ölmüştü. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tivnikli’nin cenazesine katılmış, burada bir konuşma yapmıştı.

İhalelerin aranan ismi

DEDAŞ’ın ismi daha önce gün yüzüne çıkan ihalelerle anılıyor. İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma Genel Komutanlığı, 13 Eylül tarihinde 2022 yılı için “serbest piyasadan elektrik enerjisi alımı” ihalesi düzenlenmiş, ihalenin tam 131 milyon 55 bin TL’lik en büyük dilimini Cengiz Holding’e bağlı Cengiz Elektrik Şirketi, ihalenin 91 milyon 141 bin TL’lik kısmını Eksim Holding’e bağlı Dicle Elektrik Şirketi ve 11 milyon TL’lik kısmınıysa Limak Holding’e bağlı Limak Uludağ Elektrik Şirketi almıştı.

soL, DEDAŞ’ın iç yüzünü eski bir çalışandan dinlemişti (https://haber.sol.org.tr/haber/eski-bir-dedas-iscisi-anlatiyor-mobbing-egitimsiz-personel-isci-olumleri-389938)

DEDAŞ sadece ihalelerle değil, aynı zamanda sorumlu olduğu altı ilde yaptığı hukuksuzluklarla ve DEDAŞ işçilerinin yaşadığı mobbing ve hak gasplarıyla, işçi ölümleriyle gündeme geliyor.

2023’ün temmuz ayında, altı ilde iş bırakan DEDAŞ işçileri, çalışma koşullarının iyileştirilmesini istemişti. Aynı yıl DEDAŞ yönetimi işçilere DİSK/Enerji-Sen’den Hak-İş’e bağlı Enerji-İş’e geçmeleri yönünde baskı yapmış, işçiler bu dayatmanın karşısında durmuştu.

soL, 1 Şubat 2024 tarihinde yayımlanan haberinde, beş yıl boyunca şirkette çalışan Davut isimli eski bir DEDAŞ işçisiyle konuşmuş, şirketin iç yüzünü işçiden dinlemişti. Davut, DEDAŞ’ta yoğun bir mobbing olduğunu ve işçi ölümlerinin bu yüzden yaşandığını kaydetmişti.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder