24 Haziran 2024 Pazartesi

T24 KÖŞEBAŞI + Ukrayna: 10 yıl önce, 10 yıl sonra - 24 Haziran 2024 -

 

Ukrayna: 10 yıl önce, 10 yıl sonra -Akdoğan Özkan-

Dünyanın her an infilak etmeye hazır bir topa döndüğü ve birilerinin el birliğiyle “daha da kışkırtıcı” hale getirdiği şu konjonktürde biz de daha yemin etmeden tansiyonu yatıştıracağını vaat eden Trump’a mı bol şans dilesek? Kalmadı mı daha gür bir şekilde barıştan yana güçler, sesler?

Ukrayna askerleri, Serebiyanskiy ormanında Rus pozisyonlarına ateş açıyor

Uzun dönemde biriken siyasi ve ekonomik sorunlarını aşamayınca 2013 yılı Ekim ayında resesyona giren Ukrayna'nın uluslararası sahadan kredi bulmaya çok hızlı bir şekilde gereksinimini vardı. Ekonomistler, Ukrayna'nın iflastan kaçınmak için ilerleyen aylarda en az 10 milyar dolara acilen ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. 2014 yılına geldiğimizde ortada iki kredi teklifi olduğu görülüyordu:

Uluslararası Para Fonu (IMF), Kiev yönetimine 15 milyar dolar kredi vermeyi teklif ediyordu. Yalnız iki temel şartı vardı: Özel sektöre arazi mülkiyeti yasağı kaldırılacak, özelleştirmelerin önü açılacak ve emeklilik maaşlarında ve petrol ürünlerindeki devlet sübvansiyonunda kesintiye gidilecekti. Ekonomik faaliyetlerde devlet denetiminin rolü sınırlanacaktı.

Buna karşılık, Rusya da 15 milyar dolar teklif ediyordu. Kemer sıkma ve özelleştirme şartı getirmeyen Moskova yönetimi, Ukrayna hükümetinin ekonomik modernizasyona yönelik geniş kapsamlı planlar yapmasına olanak sağlamak üzere verdiği doğal gazda da indirim öneriyordu. Aslında Ukrayna’nın Rusya'nın devlet kontrolündeki doğalgaz tekeli Gazprom ile süresi Ocak 2019'da dolacak olan on yıllık gaz sözleşmesi vardı. Rusya, Ukrayna'nın Rusya'ya doğalgaz sevkiyatı için 1000 metreküp başına ödemesi gereken sözleşmede yazılı 400 dolarlık fiyatı 268 dolara düşürmeyi teklif ediyordu

Neticede, Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç, Rusya'nın önerisini kabul etmeye karar verdi. Ancak ülkedeki AB yanlılarının barışçıl başlayan protesto gösterilerinin yasaklarla şiddetlenmesinin ardından ortalık karıştı. Karışıklığı fırsat bilen Washington, Kiev’de Yanukoviç’i indirecek bir darbe tezgahladı.

“Karışıklığın” ve “darbenin” sonucunu şöyle özetleyelim: Şubat (2014) ayı içinde ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın ABD'nin Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt ile yaptığı telefon görüşmesinin ses kaydı sosyal paylaşım sitelerine düştü. Nuland’ın AB hakkında Pyatt’a, “AB’yi s....r et” dediği 4 dakika 10 saniyelik telefon görüşmesinde ikili, Ukrayna'nın yeni hükümetinde kimlerin olması veya olmaması gerektiğini tartışıyor ve bazı Ukraynalı siyasi figürler hakkındaki görüşlerini aktarıyorlardı. Ukrayna'daki muhalefet liderleri Vitali KlitçkoArseniy Yatsenyuk ve Oleh Tyanybok hakkındaki değerlendirmeler yapan Nuland, Klitçko'nun herhangi bir hükümette yer almasının "iyi bir fikir olmadığını" söylüyor ve ekliyordu: "Bence Yats (Arseniy Yatsenyuk) ekonomik tecrübeye sahip.”

Neticede bir gün bir baktık, Yanukoviç görevden ayrılmış. 27 Şubat 2014'te ise Nuland’ın Arseniy Yatsenyuk başkanlığındaki ilk Yatsenyuk (geçici) hükümeti kuruldu. 12 Nisan 2016’ya kadar hükümetin Başbakanı olarak görev yapan “ekonomik tecrübeye sahip ”Yatsenyuk, IMF’nin 17 milyar dolarlık bir tutara ulaşan kredi paketinin gerektirdiği, zorlu şartlar içeren yapısal reformları memnuniyetle karşılarken, “yahu hele gelin şu şartları bir müzakere edelim” falan demeye dahi ihtiyaç duymadan imzayı atıyordu. Zaten Ukrayna'yı Avrupa Birliği ile bütünleştirecek AB ortaklık anlaşması, 17 milyar dolarlık IMF kredisinin alınması koşuluna bağlanmıştı. Mayıs 2014'te IMF paketinin uygulanmasına geçildi.

Ülkede kemer sıkılırken birtakım özelleştirmeler yapılıyor, “reform” adımları atılıyordu. Yüksek miktarda tahıl üretimine olanak sağlayan verimli kara topraklardan oluşan geniş alanlarıyla Ukrayna, Avrupa'nın tahıl ambarı, dünyanın en büyük üçüncü mısır ihracatçısı ve en büyük beşinci buğday ihracatçısı idi. “Reformlar” sonucunda ABD sermayeli çok uluslu konsorsiyum Ukrayna'daki tarım arazilerinin üçte birinin kontrolünü ele geçirecekti. AB ve ABD dayatmasıyla Batılı şirketlerin yararına olacak şekilde yürürlüğe konan ve üretimin dev zirai şirketlerde yoğunlaşmasına yol açan neoliberal politikalar zamanla 1,6 milyon hektardan fazla tarım alanının dolaylı olarak yabancı şirketlerin eline geçmesiyle sonuçlanacaktı.

Ukrayna yasaları, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO'ların) tarımda kullanılmasına izin vermiyordu. Ancak yeni hükümetin imza attığı AB Ortaklık Anlaşmasının tarımla ilgili 404. Maddesi siyasi gözlemcilerin genellikle gözden kaçırdığı önemli bir “detay” içeriyordu: Her iki taraf da tarımda biyoteknolojilerin kullanımının yaygınlaştırılması için işbirliği yapacaktı. Ukraynalı çiftçilerin mülkiyet haklarını güvence altına almaktan uzak reformlar, tohum ve gübre piyasalarının kuralsızlaştırılmasını da teşvik ederken ülke tarım sektörü Dupont ve Monsanto gibi dev yabancı şirketlere açılmaya zorlanıyordu.

Ukrayna topraklarında gözü olan sadece çokuluslu dev tekeller değildi. Soğuk Savaş’ın sona ermesine rağmen doğuya doğru genişlemekten vaz geçmeyen NATO’nun da Ukrayna’ya yönelik genişleme planları vardı. 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı bünyesine katan NATO, 2004’te Bulgaristan, Romanya, Slovenya, Slovakya ile üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya’yı topluca ittifaka dahil etmişti. Sıra Ukrayna ile Gürcistan’a gelmişti. Ukrayna NATO üyesi olursa Rusya çok geniş bir hatta İttifak ile sınır paylaşacaktı. Gürcistan’ın da katılımı Rusya’yı NATO ile Kafkasya coğrafyasında da sınırdaş kılacaktı.

NATO’nun bu hevesleri Kiev’de karşılıksız değildi. Darbe akabinde iş başına gelen yeni yönetimin neoliberal gündemi, kısa bir süre sonra Ukrayna'nın Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) üyelik gibi jeopolitik hedefleri de kapsar hale gelmişti.

Ancak Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Moskova'nın NATO'yu sınırlarına kadar genişletmeye yönelik her türlü girişimi "doğrudan tehdit" olarak göreceği uyarısını daha 2007 Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında yapmıştı. Putin’in tavrında muğlaklığa yer görülmüyordu. Putin, Ukrayna'nın NATO'ya üyeliğine karşı olduğunu belirtmiş, NATO’nun Rusya’nın sınırına gelmemesi ve olası çatışmalardan kaçınmak için Batılı ülkelerden bu yönde garanti istemiş, Ukrayna’nın da tarafsız bir ülke olarak kalmasını talep etmişti.

Zaten bu yüzden NATO üyeleri arasında 2008 Bükreş Zirvesi’nde bu konuya ilişkin tutum farklılıkları olmuştu. Bükreş Zirvesi bildirisinin 23’üncü paragrafı tamamen Ukrayna ve Gürcistan’a ayrılmış olsa da bu iki ülke “Üyelik Eylem Planı” kapsamına alınmamıştı. Dönemin ABD Başkanı George Bush’un bütün ısrarlarına karşılık, o tarihlerde “Rusya’yı tahrik etmek istemeyen” Almanya ile Fransa’nın tutumları yüzünden zirve sonuç bildirgesinde, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’nun “Üyelik Eylem Planı” uygulaması statüsü kapsamına alınmaları mümkün olmamıştı.

Bükreş Zirvesi’nde Türk heyetindeki isimlerden biri de o dönemde Türkiye’nin NATO nezdindeki Daimî Temsilcisi olan Büyükelçi Tacan İldem’di. İldem, zirveyi yıllar sonra deneyimli gazeteci Sedat Ergin’e değerlendirirken, şöyle diyordu: “NATO’nun 2008 yılında Ukrayna ve Gürcistan’ın beklentileriyle ilgili olarak sessiz kalması mümkün değildi. Öte yandan üyelik eylem planı statüsü verilmesi de o günün şartları içinde prematüre bir karar olurdu. Dolayısıyla [bulunan] “yapıcı muğlaklık” formülü o günün şartlarında bir çıkış yolu olarak görüldü.”

“Yapıcı muğlaklık” ileriki yıllarda da devam edecekti. Putin’in 2007’de Münih’te yapmış olduğu uyarılar ve işbirliği teklifi ise cevapsız ve karşılıksız kalacaktı. Eski NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer bile, ittifakın genişleme hızının Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i köşeye sıkıştırarak onu daha radikal hale getirmekte olduğu uyarısını yapıyordu. De Hoop Scheffer, daha 2018 yılında, NATO'nun, Rusya’nın eski Sovyetler Birliği dönemindeki agresif tutumuna geri dönmesine katkıda bulunmaması gerektiğini dile getiriyor, İttifakın Rusya'nın "kırmızı çizgilerine" saygı göstermesi gerektiğini vurguluyordu.

Soğuk Savaş'tan bu yana yaşadığımız ve bir nükleer felaket ihtimalini de giderek güçlendiren bu en büyük Doğu-Batı çatışmasına giden yol aktardığım özet nitelikli gelişmelerle başlamış ve zamanla, daha önce tahrikten kaçınmaya özen gösteren Almanya ve Fransa’nın tutumlarında şu veya bu şekilde değişiklik yaratılarak ilerlemişti.

Sonrasını, Ukrayna’nın nasıl silahlandırıldığını, Donetsk ve Luhansk’ta olanları, Kırım Savaşı’nı, 24 Şubat 2022’de başlayan Rusya’nın (Özel Askeri Operasyon olarak adlandırdığı) Ukrayna işgalini ve sonrasını biliyorsunuz. (24 Şubat 2022 tarihindeki dinamiklere bir kez daha bakmak isteyenler 10 Soruda Ukrayna Savaşı başlıklı yazıma göz atabilirler.)

Artık Geldik 2024 ortalarına. Dünyanın nükleer bir felakete doğru ilerlediğini gösteren sinyaller artarken ve Avrupa bir “savaş psikozuna” tutulurken aklı selim temelli seslerin “aşırı-sağ” olarak da tanımlanan cenahlardan yükselmesi ilginç oluyor.

Avrupalı elitler savaş goygoyculuğuna soyunurken bugün koca kıtada itidal ve sükûneti Macaristan Başbakanı Viktor Orban ile Sırbistan Cumhurbaşkanı  Aleksandar Vucic gibi aşırı sağı temsil edebilen isimlerin vaaz ettiğini şaşırarak görüyoruz, demiştim geçenlerde. Bu şaşırtıcı seslere son olarak İngiltere'nin göçmenlik karşıtı aşırı-sağ Reform partisinin lideri Nigel Farage da katıldı Rusya'nın 2022'de Ukrayna'daki savaşını NATO’nun kışkırttığını söyleyen ve hem AB’yi hem de NATO’yu eleştiren Farage, Bu savaşı biz kışkırttık” dedi.

Şimdi olası bir felakete gidişi sonlandırmak üzere frene basacak ve bu isimler gibi barışı teşvikten yana rol alacak güçlü bir lider olarak elimizde Kasım ayında başkanlık için Biden'la “rövanş karşılaşmasına” çıkacak olan eski ABD Başkanı  Donald Trump’tan başka da bir imkân (!) yok gibi görünüyor. (Neocon’ların olmasa da Biden’ın kuyruğuna tutunmuş “liberal demokratların” ve tabii Sol’un sebeplerini dikkatle analiz etmesi gereken bir husus bu.)

“All-In” podcast yayınının sunucusu David Sacks ile dış politika üzerine geçen perşembe günü bir sohbet yapan Trump, Ukrayna ihtilafının sebebi olarak Biden’ın NATO’yu genişletme planını gösterdi. Trump bu konuşmada, “20 yıldır Ukrayna'nın NATO'ya girmesinin Rusya için gerçek bir sorun olacağını işitip duruyoruz. Bunu uzun zamandır duyuyoruz. Ve bence bu savaş gerçekten bu yüzden başladı" dedi. Ukrayna'nın NATO'ya dahil edilmesi fikrinin “çok kışkırtıcı” olduğunu söyleyen Trump, “Ve şimdi daha da kışkırtıcı. Artık sık sık Ukrayna'nın NATO'ya girmesinden bahsettiklerini duyuyorum. Şimdi de Fransa'nın içeri girip savaşmak istediğini duydum. Onlara bol şans diliyorum!” şeklinde ironiyle konuştu.

Dünyanın her an infilak etmeye hazır bir topa döndüğü ve birilerinin el birliğiyle “daha da kışkırtıcı” hale getirdiği şu konjonktürde biz de daha yemin etmeden tansiyonu yatıştıracağını vaat eden Trump’a mı bol şans dilesek? Kalmadı mı daha gür bir şekilde barıştan yana güçler, sesler?

                                                          /././

Adalılar “azmanbüs” dayatmasını sorguluyor: Bir sonraki adım hafriyat kamyonları ve beton mikserler mi? -Candan Yıldız-

Şeffaflık olmayınca, katılımcılık olmayınca, yerele rağmen işlere kalkışılınca şüpheler artar da artar. Yanıt vermemek, itirazları kale almamak zaten toplumun yıldığı bir yönetim anlayışı…

Adalar’ın, Adalıların sesi duyulacak mı? Faytonlardan akülü araçlara, oradan da “azmanbüslere….” Gebze-Harem hattındaki minibüsleri andıran, Adalıların “azmanbüs” dediği elektrikli minibüsler, laboratuvar olarak kullanılan Büyükada sokaklarında dev cüssesiyle fink atıyor.

Bayram öncesi sabaha “azmanbüsler” ile uyanan Adalılar günlerdir nöbette. CHP’li Adalar Belediye Başkanı Ali Ercan Akpolat ise ortalarda yok. Kendisine ulaşmaya çalıştık ama pazartesi günü İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile yapacağı görüşme öncesi konuşmayacağını aktardı. Adalar Belediyesi’ne Büyükşehir’in el attığı konuşuluyordu zaten. Haziran ayındaki Akpolat-İmamoğlu görüşmesinde de yerel yönetimden çok İBB’nin inisiyatif kullanacağının konuşulduğuna dair iddia var.

Zaten Adalıların “Akpolat azmanbüsleri getiremezler, önlerine ilk önce ben yatarım demişti ama ortalıklarda yok” sözleri de bu söylentileri güçlendiriyor.

31 Mart seçimlerinde 6 bine yakın oy alan Ali Ercan Akpolat, “azmanbüslere” karşı toplanan 4 bin 500 imzanın kendisi içinde ne anlama geldiğini anlıyordur.

Avrupa’da göçmenlerin, daha önce sol partilere oy veren seçmenlerin aşırı sağa yönelmesinde sol ve sosyal demokrat partilerin sözlerinde durmamasının, seçmenleri unutmasının, solun seçmenlerini fiili olarak terk etmesinin payı büyüktür herhalde… Tarihi, kültürel dokusu ve sosyolojisi ile kırılgan olan Adaları dirençli kılanlar da şimdi kendilerine verilen sözlerin terk edilmesinin hayal kırıklığını yaşıyor. Pazar günü Çınar Meydanı’nda Yeryüzü Sofrası kuran Adalılar, Ekrem İmamoğlu’nun “Adalar halkıyla her konuyu paylaşıp, uzlaşma kültürüyle yönetme”  vaadini, sözünü tutmamasını hatırlatıyorlar. Ada sokaklarının narinliğini azman cüssesiyle kaplayan elektrikli minibüsler hizmete alınmadan önce de söz veriliyor ama tutulmuyor. 

Ada sakini Kamer Alyanakyan’dan dinleyelim:

“Adalar Vakfı Başkanı 12 Haziran’da bir duyum aldı. İhtimal vermedi ama yine de biz ihtiyatı elden bırakmadık. Adalar Belediyesi’nin Adalar kamuoyunu bilgilendirme amaçlı kurduğu Whatsapp grubundan sormaya başladık. Sorduk cevap yok. En sonunda bu konuyu kaymakamlıkla İETT görüşür bize aksetmez yanıtı aldık. O zaman kaymakamlığa sorun dedik. Grubu yazışmaya kapattılar. Bazılarınızın imzaları var başkanın da beyanatı var. Bu araçların önüne kendimi atacağım diye. İnatlaşmanın nedeni uzun vadeli rant planlarının olması… Son 5 senedir Adalar’ın imara açılması, yolların karayollarına dönüşmesi gibi bir korkumuz var.”

6-7 Eylül kıyımının Adalar’a nasıl sirayet ettiğini, insanların nasıl zorla göç ettirildiğini unutmayalım ki Adalar’ı korumayı amaçlayan her sivil eyleme neden kibir ve şüphe ile yaklaşıldığını anlayalım. Zira bir avuç ‘elit’ Adalının ‘halkı’ istemediği algısı son yılların kışkırtılan duygusu. İBB ve Adalar Belediyesi’nin bu konuda da sorumluluğu var. Bir olgu olarak var ki, eyleme katılan bir Adalı sosyal medyadan nasıl hedef alındıklarını anlattı:

“Bütün bu protesto çabalarını, Adalılar kendi steril hayatlarına kimse dokunmasın, kimse Adalar’dan faydalanmasın istiyorlar şeklinde kamuoyuna yansıtıp hedef gösteriyorlar. Bizim burada karşı olduğumuz şey şahsi fikrimizin uygulanmaması değil ki, katılımcı belediyecilik istiyoruz. Türkiye’nin dünyanın kültür varlığını korumaya çalışıyoruz. Sorumsuz yöneticilerin bu kültür varlıklarını yok etmesini, harcamasını önlemeye çalışıyoruz. Bugün biz azmanbüs olmasın, Adalar imara açılmasın derken kimse gelmesin demiyoruz. Adalar’ın bu dokusunu görebilsin, bu doku kaybolmasın diye uğraşıyoruz. Bizleri kötü, elitist diye tanıtıyorlar. Bu çok yanlış. Sosyal medyadan kötü tepkiler alıyoruz. Tehdit ediliyoruz. Evinize geleceğiz öyle yapacağız böyle yapacağız gibi… 8-9 gündür bu yaz sıcağında oturan insanlar aslında herkesin sahip olduğu bir değeri korumaya çalışıyor. Kendileri için bir şeyi korumuyorlar. Biz herkes için buradayız. “

İtirazları duymamanın, yerelin iradesini yok saymanın hep bir ekonomi politiği vardır. Adalılar bundan da endişe ediyor. Adalar’ın simgesi faytonların kaldırılmasından bugüne kadar gelen sürecin adım adım planlandığını düşünüyorlar. Ada sakini ressam Necdet Kutlucan’a kulak verelim: “Faytoncular bilerek ve plan dahilinde kaldırıldı. Faytonculardan bir eşkıya yaratıldı. İstenilse denetlenebilirdi. Alanında uzmanları bir araya getirerek bir yönetmelik çalışması yapmıştık. Bunlar uygulansaydı bu durumlar olmazdı. Şimdi o faytoncular ya korsan taksicilik yapıyorlar ya da araçlarda çalışıyorlar.

O dönem hayvan severler, kendilerine vegan deyip akülü araçlara binen karbon tüketen insanlar tarafından manipüle edildiler. İBB’nin önünde faytonlar kaldırılsın diye eylem yapanlar hem polis hem İBB tarafından korundular, kollandılar. Fayton karşıtları çevik kuvvet kontrolünde geldiler, burada eylem yapıp gittiler. Atlar kasaplara, hayvanat bahçelerine giderken ise bunların hiçbirini göremedik. Azmanbüs aslında pazılın bir parçası… İmar planlarının olması için bir aşama. Geç de olsa bir duyarlılık oluştu. Müdahale ettik. Biz bunu çekersek domino taşları dökülecek ve Adalar’ı kurtaracağız, Adalar yürüme yolu olacak. Gelenler de istedikleri gibi Adalar’ın tadını çıkararak dolaşacaklar. Adalar’ın biyoçeşitliliği, ekosistemi böylece korunmuş olacak. “

Son kalan İstanbul; Adalar’da yaşayan mimar, kentsel tasarımcı Semra Şenol da Adalar’la ilgili imar planı hakkında bilgi verdi:

“Geçen sene bizim imar plan sürecimiz vardı. O planlara itiraz ettik. Davalarımız sürüyor. Ulaşım da bu planın bir parçası aslında. Ama bütüncül değil parçalı bakıyorlar. Yapılması gereken öncelikleri yapmıyorlar. Adalar İstanbul’un gözbebeği ve rantın yüksek olduğu bir yer. Planlarda ada olmasına rağmen denizle ilişkisi kurulmamış. Yani denizle kara alanı arasındaki bizim kıyı dediğimiz alan tasdik sınırları dışında bırakılmış. Bu ne demek; biz kıyılarla ilgili bir şey düşünüyoruz ama bunu şimdi size açıklamıyoruz. Plan onaylansın sonra üstüne kıyı planları gelecek demektir. Kıyı planları gizlenmiş. Oysa imar planı bütüncüldür. Sadece konut ya da ticaret alanını planladım diyemezsiniz. 1/ 5000’lik planı Büyükşehir yaptı. 1/1000’lik uygulama detaylarının olduğu planı Adalar Belediyesi tam bitiriyorken Özel Çevre Kanunu çıkarıldı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlandı Adalar ve Marmara Denizi. Yani İBB ve Adalar Belediyesi by pass edildi. 100’den fazla dava açıldı. Bakanlık bunun üzerine bu kadar itiraz varsa bir yanlışlık var diyerek Adalar Belediyesi ile ortak revizyona gitti planda ama revize edilmiş halinde de kıyılar yine plan dışı kalmış. Sivriada, Kaşıkada ve Tavşanada’sı Adalar ilçe sınırları içerisinde olmasına rağmen onlar da planda yok. Bu adalardan biri şahsa ait. Sürekli imara açmak için girişimleri var. Acaba bu dayatmanın ardında bu olabilir mi, bilmiyoruz ki… Planda Adalar’a ziyaretçi istatistiği ile ilgili çalışma yapılmış. İETT Genel Müdürü 60 bin ziyaretçi geliyor, araç yetmiyor diyor.

O zaman 60 bin ziyaretçiye göre projeksiyon yaparsınız. Adalar için master ulaşım planı hazırlarsınız. Araçları buna göre belirlersiniz. Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu zaten motorlu araçları yasakladı. Yollarımız en fazla 6-8 metre genişliğinde. Böyle koca araçlar getiremezsiniz. Bir tasarım yarışması açarsınız, Adalar’ın dokusuna uygun araçlar için ihale yaparsınız. Diyorlar ki üç kez ihale açıldı katılan yok. Bunun üzerine Kıraça Holding’e ait Karsan’a verilmiş ihale. Bu araçlar onların üretimi. Ortada ulaşım planı yok. Bıktık 20 küsur senedir bu ülkede bilime hukuka uyulmamasından… Korkunç bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Çünkü kulaklarımızla duyduk, İmamoğlu halkla beraber katılımcı bir yönetim geliştireceğiz demişti. Bugün bize azmanbüsleri dayatıyorlar. Niyet okumuyoruz ama endişeleniyoruz. Acaba önce azmanbüsleri soktular, çünkü imar planı askıda, devasa inşaatlar yapacaklar, hafriyat kamyonları, beton mikserleri nereden geçecek? Azmanbüslerle yol genişletilecek, itirazlar bu sürede giderek azalacak. Sonra bir sabah bakacağız ki adamızda beton mikserleri turluyor. Buna mı hazırlık yapılıyor, bilmiyoruz ki…”

“Azmanbüsler”e karşı oluşan tepki nedeniyle mayıs ayı sonunda bir toplantı yapılıyor. Belediye Başkanı Akpolat, İETT Genel Müdür’ü İrfan Demet’i de o toplantıya davet ediyor. Tansiyonu yüksek üç saatlik bir toplantı yapılıyor. Toplantı sonunda İrfan Demet, izin süreleri dolduğu için elektrikli minibüslerin devreye alındığını, izin sürelerini uzatmak için başvuruda bulunacaklarını, bu sürede de araçları trafiğe çıkartmayacaklarını, ortak akılla bir çözüm üreteceklerini, bir ulaşım çalıştayı yapacaklarını söylüyor ama söz tutulmuyor. 27 Mayıs tarihindeki toplantıdan 19 gün sonra “azmanbüsler” Adalıların kâbusu oluyor.

Şeffaflık olmayınca, katılımcılık olmayınca, yerele rağmen işlere kalkışılınca şüpheler artar da artar. Yanıt vermemek, itirazları kale almamak zaten toplumun yıldığı bir yönetim anlayışı…

Yollardaki akülü araçlar, ki bir kısmı da kaçak ve denetlenmiyor, yayalar, çocuklar için risk oluşturuyor gerçekten. Bir de dev cüsseli Gebze-Harem’e benzer minibüsler devreye girince yayalara yürüme hakkı tanımayan bir kaos oluşuyor.

Bu itirazlar sürecek… Adalılar pazartesi gününü bekliyor. Eğer olumlu bir gelişme olmazsa eylemlerini İBB önüne taşımaya hazırlanıyorlar. Şeffaf ve katılımcı belediyecilik yoksa insanlar hep “Güvencin tedirginliğinde” yaşamak zorunda bırakılacaklar. Adalıların ruh hali tam da böyle…

                                                                /././

Konut kiralarında olası stopaj uygulaması önemli bir sorun doğuracak -Murat Batı-

Basına yansıyan taslak metinde yer alan düzenlemelerin hangilerinin Cumhurbaşkanı'nın onayından geçtiğini çok kestiremiyoruz ancak -yurt dışı harçlarındaki artış gibi- bazı düzenlemelerin Anayasa'nın muhtelif ilkelerine aykırı olduğunu belirtmem gerekiyor.

Vergiyle alakalı bir taslak metin geçenlerde basına sızdı. 104 sayfalık slayt/metinden oluşan bu taslağa her ne kadar reform denilse de gerçekte bu bir reform paketi olmayıp tahsilatı artırmak gayesiyle planlanmış değişiklikleri içeren bir metinden başka bir şey değildir.

Bir diğer husus ise bu taslak metinde genel olarak kanunla yapılabilecek düzenlemelere yer verilmiş olup özellikle Cumhurbaşkanı kararıyla yapılabilecek şeylere doğal olarak pek yer verilmemiştir. Daha basit bir ifadeyle bu taslak metin olur da Cumhurbaşkanının onayını alır yasalaşıp yürürlüğe girerse vergiyle alakalı düzenlemeler bu yasayla sınırlı kalmayacaktır. Örneğin Cumhurbaşkanı, bir karar ile KDV listelerini daraltabilir. Sonrasında kuvvetle muhtemel ama bu, taslak metinde (yasada) yoktu diye haberler dolaşacak. Şimdiden uyarayım, bu tarz düzenlemeler pekâlâ olacak.

Basına yansıyan taslak metinde yer alan düzenlemelerin hangilerinin Cumhurbaşkanı'nın onayından geçtiğini çok kestiremiyoruz ancak -yurt dışı harçlarındaki artış gibi- bazı düzenlemelerin Anayasa'nın muhtelif ilkelerine aykırı olduğunu belirtmem gerekiyor. Olur da taslak yasalaşırsa Anayasa'ya aykırılığını o zaman yazar tartışırız. Şimdi gelelim konut kira gelirindeki stopaj hadisesine…

İlk düzenleme: Konut kira gelirlerinin tamamının bankalar aracılığıyla ödenmesi hususu

Bu taslak metinde yer alan düzenlemelerden bir tanesi konut kira gelirlerine ilişkindir. İlk hedeflenen şey konut kira gelirlerinin tutarı ne kadar olursa olsun bankalar aracılığıyla ödenmesi hususudur. Şu anki uygulamaya göre iş yeri kira gelirinin tutarı ne kadar olursa olsun bankalar aracılığıyla ödenme zorunluluğu bulunmaktadır. Konutlarda ise aylık 500 lira ve üstünde olan kira ödemelerinin banka aracılığıyla ödenme zorunluluğu bulunmaktadır. Günümüz ekonomik koşullarına göre aylık 500 liranın altında kira kalmadığına göre bu düzenlemenin hayata geçmesi yerinde olacaktır.

Diğer düzenleme: Yüzde 20 stopaj uygulaması hususu

Sahip olunan konut ve/veya iş yerlerinin kiralanmasından elde edilen gelir, halk arasında kira vergisi olarak bilinen gayrimenkul sermaye iradı (GMSİ) olarak vergilendirilir. Gerçek kişilere ait hem konut hem de iş yeri kira gelirlerinden gelir vergisi (GMSİ) alınır. Ancak iş yeri ile konuttan alınan kiranın vergilendirilmesi birbirinden kısmen farklıdır. Örneğin 2024 yılında konut kira geliri elde eden gerçek kişiler (istisnai birkaç durum göz ardı edilmiştir) elde ettikleri kira gelirini (33 bin lirayı aşarsa) 2025 Mart ayında beyan eder ve hesaplanan vergisini de 2025 Mart ve Temmuz’da iki eşit taksitte öder. İş yeri kira gelirleri için ise durum farklıdır.

Şöyle ki gerek yasalarımızda gerekse de diğer düzenlemelerde kaynakta kesme, tevkifat ya da stopaj da denilen bir usul mevcuttur. Bu usul ücret ödemelerinde, faiz gelirlerinde, iş yeri kira gelirlerinde ve daha birçok yerde yapılmaktadır. Örneğin çalışana maaş ödenmeden önce vergisi kesilir (stopaj-tevkifat) sonra vergi dairesine ödenir. Bu yöntem iş yeri kira gelirlerine de uygulanır.

İş yeri kira gelirleri ile alakalı kiracı, kirayı mal sahibine vermeden önce yüzde 20 stopaj yapar ve kalan tutarı mal sahibine öder. Kesilen yüzde 20’lik tutar ise kiracı tarafından iş yeri sahibi adına vergi dairesine beyan edilir ve vergisi ödenir.

 Özetle dükkân sahibinin elde edeceği kira geliri ilk aşamada kiracı tarafından stopaj yoluyla kesilir ve vergi idaresine ödenir. Sonra da iş yeri sahibi stopaj kesilmeden önceki kira gelirlerinin 2024 yılı içinde toplam tutarı 230 bin TL’yi aşarsa kendisi de bunu bu kez 2025 yılında beyan eder ve hesaplanan gelir vergisinden kiracının ödediği stopajları mahsup eder. Mahsup sonucunda bakiye pozitif çıkarsa öder ancak bakiye eksi çıkarsa iade alır.

Uygulamada iş yeri sahibi ile kiracı, kira konusunda anlaşırken iş yeri sahibinin sıklıkla kullandığı ve herkesçe bilinen hem kiracıyı hem de vergi açısından devleti zarara uğratan stopaj sana ait uygulaması var. Yani iş yeri sahibi çoğu zaman sadece cebine girecek kirayla ilgilenecek, iş yeri kirasından yapılacak stopajla pek ilgilenmeyecektir. Bu noktada uygulamada sıklıkla çift kira kontratı yapıldığını duymaktayım; biri Maliye, diğeri ise kendileri için.

Uygulamada stopaj, iş yeri sahipleri tarafından sıklıkla kiracılara ödettirilmekte, bu durum iki ayrı kontrat yaratmakta gerçek kira değeri üzerinden stopaj yapılmamakta ve üstelik kiracının ödediği stopajlar sanki iş yeri sahibinin cebinden çıkmış gibi iş yeri sahibinin gelir beyanından mahsup edilerek iş yeri sahibine iade edilmektedir. Konut kira gelirlerinde de aynı sorun yaşanır mı? sorusuna cevap bulmamız elzemdir.

Yüzde 20 stopaj uygulaması gelirse aynı sorun devam edecek (mi?)

Taslak metne göre kiracı tüm kirayı bankalar aracılığıyla ödeyecek, banka önce yüzde 20 stopaj yapacak kalan tutarı ev sahibinin hesabına aktaracak. Örneğin kiranız aylık 5 bin lira ise bunu “2025 Ocak ayının konut kirası” açıklamasıyla X bankası aracılığıyla ev sahibine gönderdiğinizde X bankası 5 bin liradan yüzde 20 stopaj yapacak yani bin lirayı kesip 4 bin lirayı ev sahibinin hesabına gönderecek.

Ev sahibi de toplam brüt yıllık tutarı (örneğimize göre 5 bin*12 ay=60 bin lira) GVK m.103’teki üçüncü dilimi (2024 yılı için 580 bin lira) aşmaması durumunda isterse beyanname vermeyecek, aşarsa yıllık beyanname vermesi gerekecektir.

Ancak her ay stopaj sonrası ev sahibinin eline geçecek paranın azalması nedeniyle kuvvetle muhtemel iş yeri kira gelirlerinde olduğu gibi stopaj sana ait uygulaması burada da kendini gösterecek, kiranın bir kısmı bankadan bir kısmı elden alınacak ve ödenen bu peşin vergi de -mali literatürde verginin yansıması denilen şekliyle- kiracından alınma yoluna gidilebilecektir.

Şu anki uygulamada ev sahipleri aldıkları kirayı sonraki sene beyan etmekte istisna ve indirilecek giderler nedeniyle nispeten az vergi vermekte daha da önemlisi enflasyonun bu denli yüksek olduğu bu dönemlerde gelirin elde edildiği tarih ile verginin ödendiği tarih arasında da reel olarak çok ciddi bir değer kaybı olmaktadır.

Devlet, bu değer kaybından kaynaklı olarak bu tarz bir peşin vergi uygulamasıyla  alacağı vergiyi reel olarak korumak istemektedir ki bu anlaşılır bir husustur. Ancak vergi psikolojisinden bihaber şekilde kaleme alınmış bir çalışma olmuş bu; şöyle ki, ev sahibi eline geçecek paraya bakmakta, şayet vergi, stopaj yoluyla alınırsa vergi dahil tüm tutarı kiracıdan isteyecektir. Örneğin bir ev sahibi aylık 10 bin lira kira istediği dairesine -olur da stopaj uygulaması gelirse- 12 bin 500 lira (yüzde 20 stopaj dahil) isteyecek böylece ödemesi gereken 2 bin 500 liralık vergiyi kiracıya yansıtmış olacaktır.

Ayrıca taslak metinden konut kiralarına uygulanan istisna uygulamasının da kalkmayacağını, ayrıca gerçek ve götürü gider uygulamasına da devam edileceği görülmektedir. Bu iki uygulamanın devam etmesiyle birlikte yüzde 20 stopaj uygulaması yasalaşırsa yukarıda bahsettiğim stopaj sana ait uygulamasıyla birlikte verginin büyük kısmı kiracının sırtında kalacak ve daha da önemlisi mükellef olan ev sahibi adına kesilip ödenecek kira stopajı çoğu zaman kiracının sırtında kalacak ama ev sahibi bunu sonraki yıl beyan edip mahsup sonucunda iade bile alabilecektir.

Ezcümle bu düzenlemeyle devlet enflasyon karşısında alacağı vergiyi reel olarak korumak istemekte ama verginin kimin sırtında kalacağını pek önemsememektedir. Ve elbette ki bu durum konut kiralarını da maalesef etkileyecek ardından da kiracı-ev sahibi uyuşmazlıklarını da biraz daha tırmandıracaktır.

Daha da önemlisi iş yeri kiralarında uygulanan stopaj uygulamasının kaldırılması gerekirken/beklenirken konut kiraları da aynı problem içine çekilmeye çalışılmakta. Bu nedenle umarım bu uygulamadan vazgeçilir.

                                                                  /././

CHP Gölge Bakanlığı yanlış mı anladı? -Mustafa Durmuş-

Ülkenin birinci partisi konumuna gelmiş ve rüzgârı da arkasına almış olan bir muhalefet partisi, hızla yıpranmakta olan ve aynı zamanda ülkedeki ekonomik ve sosyal yıkımın sorumlusu olan iktidar partisinden (emekçiler lehine de olsa) talepte bulunmalı mıdır? Yani CHP muhalefet mi yapmalıdır, yoksa zor durumdaki iktidar ile işbirliği mi yapmalıdır? Yanıtlanması gereken asıl soru budur

Ülkedeki TÜFE’ye (tüketici enflasyonu) en büyük katkı en zengin kesimden geliyor, buna karşılık “enflasyonla mücadele” adı altında, ısrarla, en yoksulların tüketimlerini kısmaya dönük mali sıkılaştırma politikaları uygulanıyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, enflasyon dirençli halini sürdürürken, halk ezilmeye devam ediyor.

Şimşek-Karatepe görüşmesi

CHP’nin ekonomi ve maliyeden sorumlu Gölge Bakanı Prof. Y. Karatepe’nin iktidarın Ekonomi ve Maliye Bakanı M. Şimşek ile hafta başında yapacakları görüşmede; asgari ücret, emekli maaş zamları ve vergi düzenlemeleriyle ilgili bazı taleplerinin olacağı ileri sürülüyor. Karatepe’nin asgari ücretin ve emekli maaşlarının artırılmasını talep edeceğini ya da önereceğini tahmin edebiliriz.

Vergisel düzenlemelere gelince, Karatepe’nin kısa açıklamasından, asıl olarak mevcut dolaylı vergilerin payının azaltılması ve bu çerçevede kurumlar vergisi gibi dolaysız vergilerin payının artırılması, böylece vergide adaletin sağlanması gibi önerilerde bulunacağı anlaşılıyor.

Bu görüşme ile ilgili ki esaslı sorun var!

İlk olarak, ülkenin birinci partisi konumuna gelmiş ve rüzgârı da arkasına almış olan bir muhalefet partisi, hızla yıpranmakta olan ve aynı zamanda ülkedeki ekonomik ve sosyal yıkımın sorumlusu olan iktidar partisinden (emekçiler lehine de olsa) talepte bulunmalı mıdır?

Yani CHP muhalefet mi yapmalıdır, yoksa zor durumdaki iktidar ile işbirliği mi yapmalıdır? Yanıtlanması gereken asıl soru budur.

Yoksa iktidarın bugünkü krizin yegâne sorumlusu olduğu gerçeğini ortaya koyarak, muhalefet olarak kendi alternatif programlarını ve iktidar olduklarında bu çerçevede yapacaklarını tüm topluma, hem Meclis’te hem de Meclis dışında, anlatmalı ve halkı iktidarın en kısa zamanda demokratik yollarla değiştirilmesi gerektiğine ikna mı etmelidir?

Önce yeterince teşhir yapılmalı

Pakette daha önce var olan; borsa gelirlerinin ve yatırım fonlarının vergilendirilmesi, büyükşehir belediyeleri kapsamındaki basit usüle tabi mükelleflere tanınan muafiyetlerin kaldırılması ve 1’den fazla gayrimenkul sahiplerine ilişkin ek vergiler gibi önlemlerin paketten çıkartılması, buna karşılık yurt dışı çıkış harcını 10 kat artıran maddenin pakette kalması, iktidarın sermaye yanlısı bakışının en somut örneğidir.

Kısaca, iktidarın sermaye ve servet zengini yanlısı vergisel tercihlerini toplum nezdinde teşhir etmeden ve alternatif bir emekten yana vergi programını da sunmadan “gölge bakan”ın iktidarın bakanı ile görüşmesinin, “zor zamanlarda muhalefetin iktidara uzattığı bir el olarak” algılanması kaçınılmazdır.

Vergiler amaç değil, araçtır

İkinci olarak, vergiler, vergi politikaları bir araçtır, amaç değildir. Yani amaçtan bağımsız bir vergileme olmaz. Bu amaçların başında; ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadele (örneğin enflasyon), kaynakların etkin ve verimli kullanılmasının sağlanması, servet ve gelir dağılımı adaletsizliğinin azaltılması ve kalkınmanın finansmanı gibi amaçlar en başta gelir. Araçlarsa; vergi oranlarının artırılması, matrahların genişletilmesi, etkin vergi denetimleri ve vergi refomlarıdır.

Eğer şu anki amaç spesifik olarak enflasyonu aşağıya çekmek ve gelir ve servet dağılımında adaletsizliği azaltmaksa, muhalefetin önerileri dolaylı-dolaysız vergi ayrımının çok ötesine giderek daha radikal olmak zorundadır.

Çünkü bugün başta emekçiler ve emekliler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimini ezen sadece KDV, ÖTV gibi dolaylı verdiler değil, aynı zamanda Gelir Vergisinin sermayeyi, yüksek gelirliyi koruyan yapısıdır. Kurumlar Vergisinin toplanan her vergi gelirinin sadece yüzde 9-10’unu karşılıyor olmasıdır. Sermayeye, “muafiyet, istisna ve indirimler” adı altında sunulan yüzlerce milyar liralık vergi teşvikidir. Aynı zamanda elektrik, doğalgaz ve su faturaları gibi ağır faturalardır.

Verginin yükünü artık sermaye taşımalı

Bu nedenle de, verginin yükünü emeğin üzerinden alınıp, bu ülkede onlarca yıldır servetini büyüten tek sınıf olan büyük sermaye ve servet sahiplerinin üzerine bindirilmesi gerekiyor. Bu olmaksızın ne enflasyonla etkin mücadele edilebilir ne de vergileme yoluyla gelir ve servet eşitsizlikleri azaltılabilir.

Yapılması gereken; gelir ve servet dağılımını, dik artan oranlı gelir vergisi, aşırı kâr ve rant vergisi ve servet vergisi gibi vergilerle iyileştirmek, etkin vergi ve kamu harcaması denetimleri yürütmek, sermayeye tanınan istisna, muafiyet ve indirimleri ortadan kaldırmak, borsa başta olmak üzere finans sektörünü etkin bir biçimde vergilendirmek ve yeniden kamulaştırmalar yapmaktır.

Bunları iktidar partisinin yapmayacağı çok açık zira bu öneriler inandıkları neo-liberal düşünceye ve temsil ettikleri hâkim sınıfların çıkarlarına ters.

Gölge Bakanlığı doğru mu anlıyoruz?

Aşağıdaki tırnak içindeki metinler yapay zekâ tarafından üretildi:

“Birleşik Krallık'ta hem gölge bakanlar hem de gerçek bakanlar belirli konuları tartışabilecekleri, mevzuatı inceleyebilecekleri ve hükümet politikasını irdeleyebilecekleri parlamento komitelerinde yer alabilirler. Bu etkileşimler özel toplantılar olmamakla birlikte, diyalog için bir platform sağlarlar. Hem gölge hem de gerçek bakanların aynı kamuya açık etkinliklere, konferanslara veya yuvarlak masa tartışmalarına katıldığı durumlar olabilir. Bu etkinlikler bazen gayri resmi tartışmalara yol açabilir.”

“Yani gölge bakanlar genellikle normal görevlerinin bir parçası olarak asıl hükümet bakanlarıyla resmi toplantılar yapmazlar. Gölge bakanların ve gerçek bakanların rolleri ve sorumlulukları, sırasıyla muhalefetteki ve hükümetteki konumlarını yansıtacak şekilde farklıdır. Gölge bakan, ilgili hükümet bakanlarının çalışmalarını incelemek ve bunlara itiraz etmekle görevlidir. Resmi muhalefet partisinin bir parçasıdır ve hükümetten hesap sormayı, alternatif politikalar önermeyi ve hükümetteki potansiyel bir geleceğe hazırlanmayı amaçlar.”

Kısaca, gölge ve gerçek bakanlar arasında resmi toplantıların yapılmaması, hükümet ve muhalefetin rolleri arasında net bir ayrım olmasını sağlar. Bu ayrım parlamenter demokrasinin işleyişi açısından hayati önem taşır ve muhalefetin hükümeti gereksiz etki veya işbirliği olmaksızın etkin bir şekilde denetleyebilmesini mümkün kılar.”

O halde iki finansçı Mülkiyelinin bu görüşmesinden ne murat edebiliriz? CHP, müesses nizamın bir partisi rolünü sürdürerek, gölge bakanlık uygulamasını “iktidarın zor zamanlarında yanında olmak biçiminde bir işbirliği yapmak” olarak anlamış olmasın sakın? Eğer durum buysa muhalefetin hükümetin gölgesinde kalması kaçınılmaz değil midir?

(T24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder