13 Temmuz 2024 Cumartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -13 Temmuz 2024 -


Üç konfederasyon emek güçlerini seferber etmek için adım atmalı -İhsan Çaralan-

En son 2022’nin asgari ücretini konuşmak için 17 Kasım 2021’de bir araya gelen Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan ve DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu 4 gün önce (9 Temmuz 2024’te) bir araya geldiler ve 10 maddelik bir talepler manzumesi açıkladılar.

Temmuz başından itibaren bir araya geleceklerine dair haberlerden anlıyoruz ki, konfederasyon başkanları açıklamaya gelen bir haftalık sürede “enflasyon”, “ücret zamları” ve “vergide adalet” taleplerini formüle ettirmek için ortak bir çalışma yaptırmışlar.

Sendikal hareketi izleyenler bilmektedir ki, üç konfederasyonunun yaklaşık üç yıl aradan sonra bir araya gelişleri öyle pek de gönüllü değil. Tersine üç konfederasyon başkanı;

1- Son yıllarda iktidarın giderek azgınlaşan ve alt sınıflardan en üst sınıflara servet aktarma aracı olarak kullandığı enflasyonun “Erdoğan-Şimşek programı”na dönüştürerek “kemer sıkma”nın da ötesine geçip tüm emeği ile geçinenlerin boğazını sıkmaya başlamasının ilk adımlarının işçi ve emekçiler arasında yarattığı tepkilerin yaygınlaşması,

2- Sendika merkezlerinin emek mücadelesinin bu büyüyen sorunları karşısında bir araya gelerek bir şeyler yapmazlarsa tepkilerin kendilerini de hedefe koymaya başlayacağını görmüş olmalarından ileri gelmektedir.

PATRONLARIN PATRONU TÜSİAD’DAN ŞİMŞEK’E TAM DESTEK!

Son yılların gelişmeleri dikkate alındığında üç işçi sendikası konfederasyonu; öncesini bir yana bıraksak bile daha iktidarın 2023 Eylül ayında yayımlanan ve Erdoğan-Şimşek programının anlayışı ve başlıca önlemelerinin devreye sokulmasının gündeme alınacağının ilan edildiği “Orta Vadeli Program”ın (OVP) yayınlanmasından sonra “Burjuvazinin OVP’sine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerinden oluşan, tüm emek güçlerinin etrafında birleşebileceği bir talepler manzumesi” oluşturabilirdi. Oluşturmalıydı da. Ama bunu yapmadılar.

Evet bunu vaktiyle yapsalar iyi olurdu ama şimdi yapmaları da bir şeydir ve elbette önemlidir. Tüm emek güçleri tarafından “şu eksik bu fazla” tartışması gereğinden fazla öne çıkarılmadan önemsenmelidir!

Dahası emek mücadelesinden yana her çevre bu mücadelede kendilerine düşeni yerine getirmek için harekete geçmelidir!

Çünkü sermaye ve iktidarının saldırısı sistemin bütün yükünü emekçilere yıkmanın yanında işçi sınıfı ve emekçilerin yüz yıllık kazanımlarını ortan kaldırmayı da amaçlayan bir saldırıdır. Bu yüzden tüm emekçi sınıflar ve emekten yana güçleri doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim bu saldırı programının baş mimarı olan Hazne ve Maliye Bakanı Şimşek kamuoyundan sır gibi sakladığı programının “orijinalini” geçtiğimiz hafta TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD, TİM… gibi sermaye örgütlerinin yöneticilerine gönderdikten sonra önceki gün de patronların patronu TÜSİAD’a giderek hem programını savundu hem de onların öneri ve isteklerini birinci ağızdan dinledi.

Şimşek, konuşmasının merkezine “En zoru geride kaldı!” iddiasını koysa da TÜSİAD İstişare Kurulu Başkanı Ömer Arat ve TÜSİAD Başkanı Orhan Turan yaptıkları konuşmalarda Şimşek’e pek inanmış görünmediler. Arat ve Turan ekonomiden eğitime, hukuktan insan haklarına hemen her konuda iktidarı eleştirip Şimşek’e, “Keşke 10 yıl geriye gitsek” diye karşılık verirken kendilerine servet aktarmayı merkeze koyan Erdoğan-Şimşek programına tam destek vereceklerini de söylediler.

İKTİDAR TALEPLEREMİZE YANIT VERMEZSE NE YAPILACAK?

Gelinen yerde şu çok açık ki: Sermaye ve örgütleri iktidardan başka talepleri olsa ve bazı uygulamalarına itirazları olsa da Erdoğan-Şimşek programının arakasında birleşmişlerdir.

Bu koşullarda üç işçi konfederasyonunu 10 maddelik açıklamaları da işçi sınıfı ve emekçilerin, sendikalardan emek meslek örgütlerine, emekten yana siyasi partilerden şu ya da bu vesileyle örgütlenmiş tüm emek güçlerini bu talepler etrafında birleşip ortak mücadelesini gerektirmektedir. Nitekim gerek mücadeleci sendikacılar ve ileri işçi kesimlerinden gerekse emekten yana çevrelerden bu taleplere destek verilmektedir.

Tabi burada konfederasyonların bugüne kadar sınıfın ve tüm emekçilerin acil talepleri karşısında bile sessiz kalmalarını, ayrı ayrı tutum ifade ettiklerini bilen işçiler bu 10 talep için birleşmesini önemli buluyorlar ama, “Peki iktidar ve sermaye bu talepleri yerine getirmezse ne yapılacak?” diye de bir soru soruyorlar!

Bu çok temel bir sorudur? Çünkü konfederasyonların ifade ettiği sorunlar ve bu sorunlar karşısında emekçilerin talepleri konusunda az çok emekçiden, halktan yana iktisatçılar, sendikacılar ve siyasetçilerin bu taleplere bir itirazları yoktur. Tersine eğer üç konfederasyon taleplerin arkasında durup işçileri bu talepler için harekete geçirip mücadele etmeyi göze alırlarsa toplumun çok büyük kesimlerinin sadece gönül değil pratikte de desteğini alacaklardır.

GÖK KUBBEDE HOŞ BİR SEDA OLARAK KALMAYACAKSA…

Konfederasyonlar talepleri ortak ifade etmiş olmakla yetindiklerinde bilmelidirler ki bu 10 talep kubbede hoş bir seda olarak kalır!

Çünkü sendikalar diğer pek çok örgüt biçiminden farklı olarak işçi sınıfının gücünü kullanabilecekleri bir imkana sahiptirler. Eğer sendikalar öne sürdükleri taleplerin arkasına işçi sınıfının, emekçilerin örgütlü gücünü koymuyorlarsa bir bürokratik, hatta sınıf işbirlikçisi sendika örgütü olma konumuna düşerler.

Bu yüzden de eğer;

  • * Konfederasyonlar, onlara bağlı sendikalar,
  • * Her işkolundan ve her kademeden mücadeleci sendikacılar, her iş yerinde ve hizmet kurumundaki ileri işçiler ve emekçiler,
  • * Emek ve meslek örgütleri,
  • * Emekten yana siyasi partiler, akademisyenler, bilim ve kütür çevreleri,
  • * Merkezi ve yerel her ad altındaki emek güçleri talepleri etrafında birleşip ortak mücadelede yerlerini almak durumundadırlar.

Aksi halde taleplerin haklılığı ve doğruluğunun, konfederasyon başkanları tarafından en yukarıdan ilan edilmiş olması, emekçiler tarafından “çok güzel talepler” olarak övülmesi… sermaye güçlerinin ve iktidarının sermaye sistemin yükünü emekçilere yıkma saldırısını püskürtmeye yetmez.

Dolayısıyla üç konfederasyon attıkları bu adımla sadece kendilerini değil ülkedeki emekten yana tüm güçleri harekete geçirebilecekleri bir sorumlulukla da karşı karşıyadırlar. Bunu yapmaktan şu ya da bu gerekçelerle geri durmaları, ilan ettikleri 10 talebin önemi yanında emek mücadelesinde edindikleri pozisyonu da heder edecektir.                                          /././

Şimşek öncesinde de, Şimşek sonrasında da hep aynı mantık -İzzettin Önder-

Şimşek öncesinde faiz inadı vardı. Aniden kur yükseldi ve fiyatlara yansıdı. Kur Korumalı Mevduat cambazlığı ile korumaya alınanlar dışında toplumun tüm kesimleri fakirleşti. Hükümetin can simidi olarak Şimşek geldi ya da gönderildi, ilk beyanatında her şeyin yanlış olduğunu ve düzeltileceğini söyledi. Evet, bir şeyler değişir gibi oldu. Fakat sistem değişmeden kafa da değişmemiş olduğundan aynı politika farklı görüntüde uygulanmaya başladı. Umarım, artık burjuva iktidarlarının nelere kadir olduğunu anlayabiliriz de, biraz olsun nefes alabileceğimiz daha makul siyasi açılımlara yöneliriz.

Hiç birinin geçerliliği olmayan farklı sebeplerle faiz baskılanırken kimileri milyonlarına milyon kattı. Yerli paradan kaçanlara tarihte görülmemiş avantajlar tanınarak servetleri korundu. Emekçileri ise, ne gören oldu, ne de sesini duyan. Politika tarihine bir burjuva hükümetinin yapabileceği en soyguncu politika olarak geçecek olan bu safhayı tarihe gömelim ve bugünkü sorumuza dönelim. Bu arada, ezilen emekçi dostlarımız siyasi iktidara bir şekilde yanıt vermeye çalıştı, fakat bu haklı çaba, yoksulluklarını partiye rüşvet karşılığı satma haysiyetsizliği engeline takıldı. Ne var ki, tüm tökezlemeleri yandaş çıkar-oy mübadillerin ülke aleyhine geliştirdikleri öz çıkarcı davranışları ile açıklamak da yeterli olamaz. Kapitalizmin teslim aldığı toplumsal bilinç fazla bir desteğe gereksinim duymadan kendi altarını –kafa kesme masası-  özenle korur, hatta gerekli durumlarda geliştirir dahi. Nitekim NATO zirvesi dönüşü, toplantıdan da yağ çıkarırcasına, bölgemizin savaş tehdidi ile karşı karşıya olduğu açıklandı. Tehditler olmasa iktidarlar nasıl ayakta kalabilirler ki, sanki tehditleri yaratanlar kendileri değilmiş gibi!

Şimşek geldi işler düzeldi mi? Evet, bir kesim için düzelme yoluna girdi. Fakat aynen geçmişte de olduğu gibi, bu yol diğer kesimin ciğerinin sökülmesi pahasına gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Para babaları için Türkiye pazarı tedricen düzeltiliyor; TÜİK’in olağanüstü gayretleriyle fiyat baskılanması gerçek ya da kâğıt üzerinde sağlanmaya çalışılıyor. Emekçiler ve emekliler insanlık dışı şiddetle baskılanıyor. Sermaye ise olağanüstü avantajlarla korunuyor. Buna ilaveten, bazı belediyelerin el değiştirmesinden sonra ibret ve nefretle gördüğümüz özellikle merkezi ve yerel kamu kurumlarında yaşanmış ve merkezi yönetimde hala yaşanan akıl almaz israfın yükü çalışanların üzerine yazılıyor. Yatırım yapılmadan sermayenin servet değerinin korunması ve kamu dairelerinin olağanüstü israfı ülke gelirine katkı yapan harcamalar değildir. Aşırı borçlu konumumuz yanında, ekonomik verimliliğin yükseltilemediği ülkemize gelebilecek yabancı para ancak borç itfasında kullanılıp, faizi ile ülkeyi terk edecektir. Bu durumu kazanç olarak görmek, anı kurtarıp, atiyi riske atmaktır. Var olan siyasi kadronun yaptığı da zaten budur.

Şimşek de, eleştirdiği geçmiş politikalara başka açıdan eklemlenerek süreci değiştirmeden devam ettirmektedir. Programın ana omurgasını emeği baskılamak ve ekonomiye katkısı olmayan kesime iktidarı ayakta tutabilecek kadar politik soslu mali destek sağlamanın dışında tüm kaynakları adaletsiz vergi ve harcama politikaları ile yerli ve yabancı sermayeye yöneltmektir. Bu arada anlamsız ve plansız şekilde betona gömülen kaynakların oluşturduğu, torunlarımıza dek sarkacak borç yükü de işin cabası. Ne var ki, burjuva mantığında bu politikada bir yanlış yoktur. İşte Şimşek’in asgari ücreti baskılamasının ana sebebi, sermayeye olabildiğince bol kaynak tahsisidir.

Şimşek baskılama politikalarını enflasyonu denetleme görüşüne oturtmaktadır. Oysa enflasyon baskılanamaz, çünkü enflasyon parasal bir sorun olmayıp, ekonomik işleyişin çok çeşitli alt bölümlerindeki reel bozukluklardan kaynaklanan gerçek bir sosyo-ekonomik sonuçtur. Günlük yaşamımıza enflasyon olarak yansıyan nihai görüntünün arkasında, kamu kesimi açığı ve cari açık aktarım mekanizmalarıyla yansıyan derin sorunlar bulunmaktadır. Ekonominin derinlerinde oluşan söz konusu patolojilerden kaynaklanan enflasyona siyasi yaşam süresinde çare üretemeyen hükümet, şimdilerde de Şimşek simidinin arkasına saklanarak toplumu baskılama yoluna gitmekte ve maalesef fıtratı gereği sömürücüyü değil, sömürüleni baskılamaktadır.

Enflasyona talep baskısı tanısı koyan hükümet elindeki en etkin dizgini kullanmaktan çekinmemektedir. Gerek asgari ücret, gerek emekli ödentileri, hatta memur maaşları ekonomide bir ücret skalası oluşturur. Hükümet çevreleri ve Şimşek tüm ifadelerinde talep baskısı ve ücret konusuna ağırlık koyduğuna göre,  öyle anlaşılıyor ki, ücret skalasının bozulmaması tek hedeftir. Ücret skalasında bir alanın yükseltilmesi tüm diğerlerini de aynı yönde tetikleyerek skalanın yükseltilmesine yol açar. Ücret artışları açık beyanlarla yapıldığından, firmaların fiyatlara yaptığı zam aksine, skala yükselişleri bilgisi anında toplumda yaygınlaşır. Enflasyon açısından ise, beklenti ya da fiyat artışı psikolojisi çok etkilidir. Hükümetin korkusu, böylesi bir fiyat artışı olabileceği beklentisini, dolayısıyla enflasyon beklentisini kırmaktır. Bu hedeflere yönelik servet vergisi, servet beyanı ya da sermaye üzerine ağır vergi önerileri kapitalizmin işleyişimi anlayamamış kesimlerin safiyane önerilerinden öteye gidemez. Kapitalizm ailesinde öz-kardeşler gözetilir, tüm yük üvey kardeşler üzerine yıkılır. İşin kuralı budur, bunu lütfen çok iyi düşünelim! 

Ücret ve gelirler politikası sosyal alanda gelir dağılımını etkileyerek, toplumsal davranış kalıpları, toplumsal etik değerleri vb gibi toplumsal moral değerler üzerinde zamanla silinmesi güç çok derin izler bırakan hassas süreçlerdir. Ne var ki, elindeki tek manevra aracını bir türlü bırakamayan, zira iktidar koltuğu kadar, devlet korumasını da terke asla niyetli olmayan hükümetin başka çıkışı da, maalesef, gözükmemektedir. Bu yoldan tek çıkış, AKP hükümetinin ferasetinde değil, ezilen ve sömürülen emekli ve emekçi halkımızın ve durumdan rahatsızlık duyan toplumun elindedir.                             /././

Ölüleri saymak, yoksulları saymak, sayılar ve insanlar -Pınar Öğünç-

Geldiğimiz noktada bir yandan sayı olmaya çalışıyoruz, diğer yandan da şu hayatta sadece sayı olmadığımızı kanıtlamaya.

*

Geçen hafta bazı sayılar güncellendi. Sadece tarihsel bir güncelleme değil bu, bir tashih.

Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin Gazze Sağlık Bakanlığı'ndan edindiği bilgilere göre 19 Haziran 2024 itibarıyla İsrail’in Ekim 2023'teki işgalinden bu yana hayatını kaybedenlerin sayısı 37 bin 396'ydı. Bu elbette İsrail devletinin itiraz ettiği bir sayı. Koşullar nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı'nın veri toplaması çok güç. Hastanelerde ölenler ya da ölü olarak getirilenler gerçekçi bir toplam etmeyeceğinden zamanla güvenilir medya kaynaklarından ya da ilk müdahale ekiplerinden alınan bilgiler de eklenmeye başlandı. Kimliği belirlenemeyen cesetler ayrı raporlanıyor, ki 10 Mayıs'a kadarki toplam ölü sayısının yüzde 30'u kimliği belirsiz Filistinlilerden oluşuyor. 

Uluslararası bağımsız kuruluşlar verileri düzenlemek, doğru bir tasnif yapabilmek için farklı yollar deniyor. Üçte birinden fazlası yerle bir olmuş Gazze Şeridi'ndeki binaların molozları hâlâ gün yüzü görmemiş kadın, erkek, çocuk ölüleriyle dolu. Ayrıca işgalin çatışma uzantısı olan sağlık sorunları, salgın, açlık gibi nedenlerle hayatını kaybedenler de mevcut. Bakanlığın bildirdiği 37 bin 396 ölüm bu bilgilerle değerlendirilerek sahadan gelen verilerle birleştirildiğinde sayının “186 bin veya daha fazla” olduğu tahmin ediliyor. 2022 yılında yapılan nüfus sayımına göre bu, Gazze Şeridi'ndeki toplam nüfusun yüzde 7,9'una karşılık geliyor.

Filistin, İsrail ve Lübnan merkezli bağımsız kişi ve kurumların katkısıyla şekillenen bu dehşet uyandırıcı sayılar, saygın tıp dergilerinden The Lancet'te geçen hafta yayınlanan bir makalede yer aldı.

*

6 Şubat depremini bir yıl sonra İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın ağzından sunulan resmi verilerle hatırlayalım: “120 bin kilometrekarelik alanda 11 il, 124 ilçe, 6929 köy ve mahallede ağır yıkımlara neden olan bu depremlerde 53 bin 537 canımızı yitirdik, 107 bin 213 vatandaşımız da yaralandı.”

Gerçekçi bir bakışla, bunun hayatını kaybedenlerin gerçek sayısı olmadığını tahmin ediyor, biliyoruz. Peki o zaman kaç? Deprem sonrası 300 bin cep telefonunun, 183 bin kredi kartının hiç kullanılmadığına dair iddiaları hesaba katarak, depremin merkezindeki ya da çeperindeki tecrübesine dair çıkarımlarda bulunarak insanlar tahmin etmeye çalışıyor; biz kaç kişiyi kaybettik?

*

Cinayet oldukları ortaya çıkmasın diye iş kazalarına dair veri yok. Covid'den kaç kişi öldü bilmiyoruz. Sınırlar dahilindeki ve haricindeki operasyonlarda ölen, yaralanan askerlerin gerçek sayısına güvenen yok. Kırk yıla yayılmış “Kürt meselesi” kaynaklı ne sivil ölümlere, ne de çatışma sürecinin doğrudan ya da dolaylı sonuçlarına dair bilanço var elimizde. Her ay kaç kadın erkek şiddeti yüzünden ölüyor, bağımsız kadın girişimleri olmasa yaklaşık sayılara bile ulaşamayacağız.

Bu ülkede bazı ölüler tam sayılmıyor.

*

Neoliberal iktisat, biraz da hesaplama “sanatıdır”; zaten bu düzenden kazananları kollayan politikaların yıkıcı sonuçlarını hafifletmek için, baktığınızda kâğıt üzerinde doğru işlemlere dayanan tablolar sürerler önünüze. Oysa neyi esas alarak, hangi verileri görünmezleştirerek o işleme başlandığı önemlidir.

Türkiye'nin “saymakla” mükellef kurumu TÜİK'in son verilerine göre iş işsizlik yüzde 8,4’e gerilemiş. Buna kim inanır? DİSK Araştırma Grubu'nun son açıklamasına göre ise geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 25,2. Zamana bağlı eksik istihdam bir yılda 1 milyon 39 bin kişi artmış durumda. Resmi olarak işsiz sayılanların yüzde 87’si işsizlik ödeneği alamıyor. Genç kadınlar işsizler kategorisinde hâlâ çok geniş bir yer tutuyor; yüzde 33,9'u işsiz!

İşsizlik oranı önemli ama çalışanların da neredeyse yüzde 70'inin asgari ücret seviyesinde kazandığını bu sayılarla birlikte düşünmek gerekiyor. Asgari ücret, emekli maaşları deseniz enflasyon karşısında açlık hudutlarına yakınlar. Velhasıl bu ülkenin ezici çoğunluğu bıçağı kemiğinde hissederken bir de şuna inandırılmaya çalışılıyor: Her şey iyi gidiyor. Derdin dert değil. Aslında sen yoksun.

*

İsviçre bankası UBS'nin en taze Küresel Servet Raporu'na göre, kişisel servet artışında yaklaşık yüzde 157'lik büyüme ile Türkiye dünyada ilk sırada. Bu zaferi, gıda enflasyonundaki birincilikle birlikte düşünebiliriz.

*

Fazlaca rakam doldu bu yazıya. Genelde insan hayatlarının istatistikleşmesine, tablo kutucuklarına sığıştırılmış rakamlara indirgenmesine içimiz elvermez. O toplama eklenecek 1'in içinde ismi, çocukluk anıları, yaraları, ne bileyim çilleri, habis yanları, komik fıkraları olan canlı bir insan vardır. “Sayı değil insan” diye düzeltme gereği duyarız.

Bir yandan da 1 olarak dahil edilmediğimiz toplamlar vardır, hiçe sayanların denklemlerinde varlığımızı kanıtlamak istercesine bir sayı olmak isteriz.

                                                           /././

Rezerv yapı alanı sorunsalı: Samandağ -T.Gül Köksal-

6306 sayılı yasada geçen ve geçen yılın son düzenlemeleri ile hukuki zemini güçlenen rezerv yapı alanı, Türkiye’de bir kentleşme pratiği olarak uygulanıyor. Bugün söz konusu uygulamanın nasıl da kent hakkının içini boşalttığını Samandağ örneği üzerinden anlatacağım. Ve bu sorunsala karşı demokratik güçlerin ve meslek örgütlerinin Samandağ’a odaklanmasına dikkat çekmeye çalışacağım.  

2012’de yürürlüğe giren 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında” Kanunun -güncel kullanımıyla “Kentsel Dönüşüm” Yasasının- 2. Maddesinde geçen “rezerv yapı alanı” tanımı, riskli alan ve yapılarda oturanların öncelikli hedef olarak yerinde iskân edilmesi yerine, yeni yerleşim alanlarına yönlendirme hedefi taşır (1). Fevzi Özlüer’in gayet isabetli yorumuyla “rezerv yapı alanı kavramsallaştırmasının dışarıda tuttuğu tek bir kara parçası bulmak mümkün olmadığı gibi, yapılaşma biricik ve temel hedef haline gelirken, yasanın amacı olarak gösterilen sağlıklı ve güvenli yaşama çevreleri oluşturma hedefi de bu bağlamda kaybolur”.

7 Kasım 2023’te ilgili yasadaki değişiklik ile, rezerv yapı alanı olarak tarif edilen yeni yerleşim alanı ibaresi kalktı ve zaten halihazırda da uygulandığı gibi, artık her yer imar alanı oldu. Yasanın çerçevesi hakkında güncel bir değerlendirme için Nehna’daki Ceyhan Çılğın söyleşisine bakılabilir (2).

6306’nın güncel haline ek olarak, 24 Şubat 2023’te ilan edilen 126 no’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (3) ile de imar planını gerektiren imar kanunu ve diğer hukuki düzenlemelerin önü kesildiğinden şu an sahada Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) serbestçe hareket ediyor (4). Burada detaya giremeyeceğim başka hukuki müdahalelerle de önümüzdeki süreçte deprem sahasında yeni bir kentleşme laboratuvarı tesis edildiği açık.

Geçen hafta Hatay/Antakya kentsel sit alanında kültürel miras ve müşterek değerlerimize yönelik hamleler hakkında söz ettiğim laboratuvar ortamı Samandağ’da şöyle işliyor;

13 Nisan 2024 tarihli Samandağ’da “bir imkânsızı hayal edelim” dediğim yazıda (5) ele aldığım üzere, Samandağ sadece depremden etkilenen bir yer değil, aynı zamanda bir sol ittifakın yerel yönetimi kazandığı, halkının haksızlıklara karşı direngen olduğu, doğal-kültürel değerleri ile güçlü bir yer. Diğer yandan deprem öncesinde de kentleşme hususunda çeşitli sorunlar yaşamış, feodal ilişkilerin de sürdüğü, çeşitli çatışmaları olan bir yerleşim.

Rezerv yapı alanı konusu Samandağ’da güçlü bir tartışma konusu. Halkın bir kısmı açıktan rezerve hayır derken, bir kısmı da bazı kentleşme sorunlarının çözüleceği veya kişisel çıkarları nedeniyle rezerve evet diyor. Hayır-evet-havet gibi karşılık bulan gerekçeler hayli detaylı. Rezerv alan sınırlarının muğlak tutulması, neredeyse dedikodu biçiminde alan tariflerinin dile gelmesi veya sınırların sürekli değişmesi vb. belirsizliklere, gündelik yaşamı giderek zora sokan kent sorunları eklenince haliyle halkın rezerv konusunda kafası da karışıyor.

Halk nezdinde bir kutuplaşma yaratan rezerv yapı alanı uygulamalarının, bilimsel, hukuki ve ekonomi-politik yönleriyle halka ayrıntılı olarak açıklanması gerektiği açık. Samandağ’da oluşturulan mahalle meclisleri bunun uygun bir zemini. Geçen hafta işaret ettiğim Barınma Hakkı Platformu’nun taleplerini bu ortamlarda yaygınlaştırmak mümkün (6).

Tam da bu noktada rezerv sorunsalına karşı demokratik güçlerin ve meslek örgütlerinin Samandağ’a odaklanması gerekiyor. Zira “Samandağ laboratuvarının” iktidar lehine kazanılması hususunda dikkate değer hamleler var.

Örneğin 7 Temmuz 2024 tarihinde yeniden ÇŞİD Bakanı olan Murat Kurum’un Samandağ’ı ziyaretini politik olarak dikkatli bir şekilde okumak gerekiyor. Kurum’un önceki bakanlığı döneminde imar afları, Emlak Konut’un sermayeye sunulması, İliç’te maden tekellerine izin vermesi, yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı iken yaptığı açıklamalar ile Türkiye’nin kentleşmesindeki pozisyonu ortada. Özlem Songül Abayoğlu’nun haberi gayet detaylı bir şekilde Kurum’un imar icraatlarını işaret ediyor (7).

Kurum, deprem illeri ziyaretinin Samandağ ayağındaki 9 dakikalık konuşmasında halkın itirazlarını teskin edecek biçimde bir konuşma yapıyor ve 6. dakika civarında sözü Samandağ Belediye başkanı Emrah Karaçay’a veriyor (8). Karaçay’ın konuşmasında geçen “siyaset üstü, samimi, çözüm odaklı kentleşme” ifadeleri Samandağ’a sol-sosyalist kentleşme birikiminin ivedilikte sunulmasına işaret ediyor.

Zira Samandağ yerel yönetim ittifakından TİP’in kent ve yerel yönetimler çalışma grubunun hazırladığı ilkeler ve yol haritası (9) ile hiç de örtüşmeyen bu ortama başta ittifakın güç odakları, TMMOB meslek odaları ve yerelin konuyu dert edinen kişileri olmak üzere hepimizin destek olması gerekiyor. Çünkü bu laboratuvar ortamını derhal halklar lehine, kent hakkına bağlamak şart.

Bir yandan Samandağ 1/100.000’lik planları yapılırken halen zemin etütleri yapılmamış, halihazır haritalarının çıkarılmamış, rezerv sınır tariflerinin havada uçuştuğu ve dahası geçiş aşaması yapılaşmasının doğru düzgün sağlanmadığı ve gün be gün türlü kent suçlarının inşa edildiği bu yerleşimde TMMOB çatısı altındaki meslek örgütlerinin, artı TTB, Barolar Birliği vb. ile Hatay Akademik Meslek Odaları’na (HAMOK) katkı sunması lazım ki, yerel yönetim tüm birimleriyle güçlenebilsin. 

Sadede gelirsem; Evrensel’e yazdığım ilk kent hakkı yazısında işaret ettiğim gibi (10), kent hakkı bir talep siyaseti aracı değil, bir mücadele zemini ve bunu ancak güçlerimizi birleştirerek sağlayabiliriz…

-----------------------------------------------------

1.http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfmsayfa=mimarlik&DergiSayi=380&RecID=2972#:~:text=“REZERV%20YAPI%20ALANI”&text=Kanuna%20göre%20rezerv%20yapı%20alanı,belirlenen%20alanları%2C”%20olarak%20tanımlanmıştır.

2. https://www.nehna.org/post/yeni-baslayanlar-icin-kentsel-donusum-yasasi-deprem-riski-mi-i-mar-ranti-mi

3. https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/19.5.126.pdf

4.https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/depremzedeye-cozum-getirmeyen-cumhurbaskanligi-kararnamesi-mulkiyet-haklari-bakimindan-da-risk-olus-83595

5. https://www.evrensel.net/yazi/94662/bir-imk-nsiz-hayal-edelim-2-samandag

6. https://www.evrensel.net/yazi/95151/hataydan-istanbula-deprem-gercekleri-3

7.https://www.evrensel.net/haber/522414/rantcilarin-favori-bakani-murat-kurum?utm_source=newslettervesaire&utm_medium=email&utm_term=2024-07-11&utm_campaign=+Alenen+soygun+

8. https://www.youtube.com/live/oNRSeZqQaec

9. https://tip.org.tr/wp-content/uploads/2024/02/tip-bilim-kuluru-kent-yasami-ilkelerimiz-yol-haritamiz.pdf

10. https://www.evrensel.net/yazi/94403/baslangic-radikal-kent-hakkina-dogru

                                                         /././

Parayı Çin verdi, düdüğü UEFA çaldı -Yücel Özdemir-

Haziran ortasında başlayan ve 14 Temmuz'da sona erecek Avrupa Futbol Şampiyonası'nda, çoğunluk kimin şampiyon olacağına, hangi futbolcunun başarılı, hangisinin beklentilerin altında kaldığına odaklanmış durumda. Ancak maçların oynandığı stadyumlardaki reklam panolarından ekranlara yansıyanlar da dikkat çekici. Bunların başında ise şampiyonaya sponsor olan tekeller geliyor. Şampiyona Almanya'da oynandığı için Alman tekelleri durumdan yararlanarak markalarını dünyaya tanıtmanın peşinde. UEFA ile yapılan ana sponsorluk anlaşmasında dikkat çeken Alman tekelleri Telekom, Deutsche Bahn, Adidas, Ergo, Lidl, Wiesenhof ve Bitburger. Ancak Alman tekellerinden daha fazla dikkat çeken ise Çin tekelleri AliExpress, AliPay, BYD, Hisense, Vivo. Alman basınında yer alan haberlere göre UEFA'nın toplam 13 uluslararası sponsorunun 5’i Çin'den. Bu da sponsorların yaklaşık yüzde 40'ının Çin tekeli olduğu anlamına geliyor.

Daha önceki turnuvalardan farklı olarak Çin tekellerinin ekranlarda fazla görünmesi, üstelik tam da AB'nin Çin ile ticari ilişkileri sınırlandırmayı, gümrük duvarlarını yükseltmeyi tartıştığı bir döneme denk geliyor.

Avrupa Futbol Şampiyonası'na sponsor olan Çin tekellerinin faaliyet alanları ve hedefleri şu şekilde:

AliExpress: Amazon'a benzer internet üzerinden satış yapan dünyanın en büyük tekellerinden biri olan AliExpress, 2010 yılında kuruldu ve Alibaba Grubu'na ait. Şirket tam 16 dilde faaliyet sürdürüyor ve dünyanın her yerine internet üzerinden satış yapıyor. Birçok işlemde gönderme parası almıyor. Bu nedenle Amazon başta olmak üzere birçok batılı tekele rakip. Bu nedenle dünyanın diğer bölgelerinde de aktif olmak, satış yapmak için uluslararası bir platform olan şampiyonada en fazla sponsorluk harcaması yapan şirketlerden birisi oldu.

AliPay: AliExpress gibi Alibaba Grubu'na ait olan AliPay, aplikasyon üzerinden ödeme işlemleri yapıyor. İnternet üzerinden yapılan alışverişler AliPay ile ödenebiliyor. Kullandığı alanlar ise oldukça yaygın. Çin dışında 8 milyona yakın müşterisi var. Önümüzdeki dönemde batılı kapitalist ülkelerde mali açıdan krizlerin yaşandığı durumda Çin devletinin desteğini alan AliPay, genişleyen bir ödeme platformu olabilir.

BYD: Çin'in en büyük otomobil tekeli olan BYD, son yıllarda yan kolu BYD Company Ltd. tarafından üretilen elektrikli araçları Avrupa pazarına satmasıyla dikkat çekiyor. Avrupa'daki otomobil tekellerinin en önemli rakiplerinden birisi. Önümüzdeki yıllarda Avrupa'daki pazar payının büyümesi bekleniyor. Bunun farkında olan AB, 5 Temmuz'dan itibaren Çin'den gelen elektrikli araçlardan daha fazla gümrük vergisi alınmasını kararlaştırdı. Alınacak vergi oranı yüzde 19.9 ile 37.6 arasında değişiyor. Çin, DTÖ bünyesinde bir çözüm bulmaya çalışıyor. BYD yaptığı sponsorluk sayesinde Avrupa'da daha fazla tanınırken, yüksek vergiler satışını engelleyebilir. Vergiye rağmen başta Almanya olmak üzere AB tekelleri tarafından üretilen araçlardan ucuza mal edilmesi durumunda pazar kavgası sertleşmeye devam edecek.

Hisense: Çin'in liman kenti Qingdao'da merkezi bulunan ve elektrikli ev aletleri üreten Hisense, dünyadaki en büyük tekellerden biri olma özelliği taşıyor. Özellikle televizyon üretiminde isim yapmış durumda. Üçüncü kez UEFA tarafından düzenlenen Avrupa şampiyonasına sponsor olan tekelin 80 bin çalışanı var. Spor, Hisense'in küresel büyümesi ve dünya çapında marka bilinirliği oluşturması için kilit önem taşıyor.

Vivo: Çin'in en büyük telefon üreticisi olan tekel, 2020'de de Avrupa Futbol Şampiyonası'na sponsor olmuştu. Yaptığı reklamlar sayesinde tekel tarafından üretilen telefonlar dünya çapında tanınmaya başlandı. 2023'ün sonundaki verilere göre dünya telefon pazarının yüzde 7,4'ü Vivo tekelinin elinde. Keza 2018'de Rusya'da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası'nda da sponsor olmuştu. Yaptığı sponsorluklar dünyadaki pazar payının artmasına yardımcı oldu.

TOPLAM GELİR AÇIKLANMADI

Daha önce büyük spor müsabakalarında yaptıkları reklamlar sayesinde pazar paylarını arttıran Avrupa ve ABD'li tekellerin son yıllarda Çin tekellerinin gerisinde kaldığı görülüyor. Bunun başlıca nedeni ise Çin firmalarının devlet desteği nedeniyle ekonomik olarak daha güçlü olmaları. Ekonomik açıdan rekabet koşulları zorlaştığı için Çin'de insan hakları ihlallerinin yapıldığı ve sponsor tekellerin de bu politikanın parçası haline geldiği eleştirileri yapılıyor. Ancak bütün bunlara rağmen, UEFA verilen maddi destek nedeniyle Çin tekellerinden vazgeçmiyor. Bu şampiyonada UEFA'nın ne kadar sponsorluk geliri elde ettiği ise belirsiz. Resmi bir açıklama yapılmış değil.

Fransa'daki Euro 2016’da sponsorluk ve lisans ücretlerinden elde edilen gelir yaklaşık 480 milyon euroya ulaşmıştı. 2018'de Rusya'da düzenlenen Dünya Kupası'nda ise sponsorluk geliri yaklaşık 1,6 milyar ABD doları olmuştu. Pandemi nedeniyle 2021'de yapılan İngiltere'deki Euro 2020 ise 500 milyon avroluk sponsorluk geliri elde etti. Bu yıl miktarın daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder