4 Temmuz 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

“Bakan” neye bakar, kime bakar? -Ali Rıza Aydın-

“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor.

Sağlık Bakanı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanı değişiklikleri gündemde epey yer aldı. Biraz başkanlı rejimden önceki “bakanlar kurul”lu uzun dönemde siyasi kimlikli bakan”a verilen önemden, biraz AKP iktidarındaki çatlaklardan, biraz “tek adam” rejimine tepkiden, farklı başka birazlardan gündeme oturması olağan gibi gözükmekle birlikte artık üst düzey kamu görevlisi değişikliği seviyesinde bir durumla karşı karşıyayız. 

Anayasa gereği cumhurbaşkanı tarafından atanan ve görevden alınan, TBMM üyesiyse üyeliği sona eren bir bakanın, TBMM önünde andiçmesi ya da görevleriyle ilgili suç işlemesi durumunda özel usullü sürecin ardından Yüce Divanda yargılanması “bakan”a önceki dönemin önemini yüklemeyi gerekli kılmıyor. Kaldı ki dünkü Resmi Gazetede yayımlandığı gibi birçok üst düzey kamu görevlisi görevden alınabiliyor, yer değiştirebiliyor. 

Önemin devam ettirilmesinin yukarıda belirttiğim gibi birçok nedeni var ama en tehlikelisi siyasal iktidarı, -yaptıkları onca hukuksuzluğa, adaletsizliğe, olumsuzluğa ve bozmaya karşın- meşrulaştırmaya yaraması. Kaldı ki özde birbirlerinden ayrımı olmayan (Koca-Memişoğlu, Özhaseki-Kurum gibi) kişiler düşünüldüğünde, İstanbul büyüklüğünde bir ilde büyükşehir belediye başkanı seçimini açık ara kaybetmiş bir kişinin bakan olarak atanması düşünüldüğünde, piyasa ve tarikat bağlantıları düşünüldüğünde bu meşrulaştırmanın tehlikesi daha da artıyor. 

Düzenin iç çelişkilerine elbette ilgisiz kalınamaz ama ilgi asıl çelişki unutulmadığı zaman anlam kazanır. “Bakan”nın “başkan”a, “başkan”ın “siyasal iktidar”a, “siyasal iktidar”ın “egemen sermaye sınıfı”na bağımlı olduğu, ekonomi politiğin “sömürü” olduğu ortamda iç çelişkiler sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki asıl çelişkiyi unutturmamalı. 

Bakan değişikliklerine ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararının Resmi Gazetede yayımlandığı 2 Temmuz 2024 günü, aynı Resmi  Gazetede yer alan kimi kararlar ve bir Kanun değişikliği anlattığımı doğrular bilgi ve belgeler sundu.  Düzenin öne çıkarılan günlük olayları içinde sıkışıp kalınmaması, sınıfı bilinciyle analize ve eyleme yönelinmesi gerektiğini gösteren bu kararlar arasında “arazi toplulaştırılması”, “RES’ler için acele kamulaştırmalar”, “özelleştirmeler” var. Birkaç gün önce de “bazı alanların orman sınırı dışına çıkarılması” kararı yayımlandı. Bunlar hep toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyete ve girişime açılmasını öngörüyor. 

2 Temmuzda yayımlanan (7518 sayılı Sermaye Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair) Kanunsa “her şey sermaye için” politikasının hep merkezde durduğunu anımsatan bir tokat niteliğinde. Teknolojide yaşanan değişimin finansal piyasalara yerleştirilmesi amacını güden Kanun kripto varlık platformlarının dağınıklığının giderilerek düzenleme ve güvence altına alınması gerekçesine sığınarak masum gösteriliyor ama asıl masum gösterilenler emekçileri ve emek gücünü denetim altında tutan sermaye sınıfı. 

“Uluslararası çatı kuruluşlar” konuyla yakından ilgiliyse uyumlaşmamak olmaz. “Sermaye piyasası araçlarının kripto varlık olarak ihracı” piyasayı zenginleştirecektir ki emekçiler sömürülmeye devam ederken kripto varlıkların yaygınlaştırılması sermaye sınıfı yönünden önemlidir. Kanunun özü bu.

Kanun gerekçesinde değinilen “uluslararası çatı kuruluşları” anımsatmadan olmaz:  Finansal İstikrar Kurulu (Financial Stability Board - FSB), Mali Eylem Görev Gücü (Financial Action Task Force - FATF), Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (International Organization of Securities Commissions - IOSCO), Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund - IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (Organisation for Economic Co-operation and Development - OECD), Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements - BIS), Avrupa Birliği (European Union). 

“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor. Ne sağlık, eğitim, şehircilik, enerji bakanları değişti ama bu alanlarda piyasa, yağma, talan, sömürü değişmedi. Ne çalışma bakanları değişti ama emekçilerin esnek, ucuz, güvencesiz çalıştırılması, sendikaların çalışanları gerçek temsilinden uzaklaşıp düzenle uyumlaşması değişmedi. 

AKP öncesini de anımsamadan olmaz. Ne siyasi partiler değişti ama NATO’ya, Dünya Bankasına, emperyalizme, özelleştirmelere, sermaye sınıfına, kapitalizmin ekonomi politiğine bağımlılık değişmedi. 

Bir iç siyasi cinayete (Sinan Ateş) gösterilen güncel ilgi, yıllardır artık sayamadığımız yüzlerce siyasi cinayet ve katliamın ortada bırakılmasını, zamanaşımına uğratılmasını çözmeye, görünürdeki ve gerçek failleri cezalandırmaya dönüştürülemedi.   

Yasama ve yargı organlarının sermayenin ve siyasal iktidarın uydusu olması değişmedi. Cumhuriyetin ve laikliğin yıkımı durdurulamadı. 

Sermayenin özgürlüğü uğruna, “eleştiri özgürlüğü”ne sığınılarak, hukuk ve yargıya sığınarak emekçiler yok sayıldı.

Burjuva düzeninde emek ve bilgi durumuna, kıdem, kariyer ve liyakata baskın gelen bir siyasal/çıkarsal/bireysel/değersizleştiren çalışma sistemi uygulanıyor, çalışma örgütlenmesi emek sömürüsüne uygun planlanıyor ve hukuksal durum buna uygun hazırlanıyor. Kapitalist emek süreci devlet ve siyaset örgütlenmesini de etkiliyor.

Sömürücü düzen tüm baskısı ve şiddetiyle sürüyor. Bunun nasıl, nereye kadar süreceği sorusunun yanıtı düzen güçlerine, onların değişim ve dayatmalarına, bireyselleştirerek kandırmalarına, kuyrukçuluk muhalefetine bırakılamaz. Yanıtı emekçilerin sınıfsal savaşımı ve örgütlü gücü verecek.

                                                                /././

Üçüncü taraf -Nevzat Evrim Önal-

İnsanlığın kurtuluşu üçüncü tarafta. İnsanlığın kurtuluşu, “İkisi de değilim. Komünistim.” diyenlerde.

Modern ebeveynlere çocuklarıyla çatışmaktan kaçınmaları için onlara “seçenek sunmaları” öneriliyor. Diyelim ki çocuk “pasta isterim” diye tutturdu, siz çocuğa “pasta masta yok ıspanak yiyeceksin” derseniz, çocuk işi inada bindirebilir ve hızlıca “zıkkımın kökünü ye” noktasına varılabilir. Ama bunun yerine çocuğa “ıspanak mı yemek istersin, yoksa pırasa mı?” diye sorduğunuzda, seçeneklerden hiçbiri çocuğun istediği olmasa da, yarattığınız seçim algısı mecburiyetin yarattığı isyan duygusunu yumuşatıyor ve çocuğun uyumlu davranma olasılığını artırıyor.

Çocuk psikologları bu yöntemin ergenliğe kadar etkin biçimde kullanılabileceğini söylüyor ve bana sorarsanız bu konuda yanılıyorlar; zira içinde yaşadığımız ekonomik ve siyasal düzen insanları ergenliğe kadar değil tüm hayatları boyunca esasen bu yöntemle yönetiyor.

İnceleyelim.

                                                           ***

Burjuva demokrasisi güle oynaya kurulmadı. Bugün kendilerini dünyanın en demokratik ülkeleri ilan eden İngiltere, ABD, Fransa gibi birinci kuşak kapitalist ülkelerde genel oy hakkı büyük mücadelelerle kazanıldı. Egemenler demokrasiyi kendilerine saklamak istiyor, yoksul emekçilerin oy hakkına sahip olması fikri karşısında dehşete kapılıyorlardı. Ne var ki, yeni toplumun ezilenleri ne silah zoruyla ölümüne çalıştırılan kölelerdi ne de soylu efendilerinin toprağına bağlı köylüler gibi dağınık ve politik açıdan güçsüzdü. Milyonlarca yoksulun akın akın gelip yığıldığı ve emeğini en fazla ücret veren patrona satmaya çalıştığı sanayi kentlerinde, kitleleri “yasal” siyasetin dışında bıraksanız da dayanışma sandıkları kuruluyor, daha yüksek ücretler için grevler örgütleniyor, kitlesel eylemler yapılıyor, özetle toplumun temel ekonomik işleyişine dair siyaset fiili sınıf mücadelesinde gerçekleşiyordu. 

Üstelik mutlakiyetçi eski rejimler yıkılıp burjuva demokrasileri kurulurken yeni egemenler eski egemenlere karşı ezilen kitlelerin desteğini almış; bu destek Amerikan ve Fransız devrimlerinde yoksulların eski rejime karşı silahlanıp ayaklanması biçiminde gerçekleşmişti. Şimdi, sömürgeci III. George’u kuyruğuna teneke bağlayıp postalamış Amerikan ırgatlarına ya da XVI. Louis ile müsrif karısı Marie Antoinette’in kafasını kesmiş Fransız baldırı çıplaklarına “yeni egemen biziz, artık bize koşulsuz itaat edeceksiniz” demenin hayli tehlikeli tarafları vardı ve bilhassa Fransız burjuvaları bunu 1830 ve 1871’de deneyimleyerek öğrenmişti. Ezilenlerin eski yöntemlerle siyasetin dışında tutulması artık imkansızdı.

Burjuvazinin başlıca erdemlerinden biri esnekliktir. Zamanla kaçınılmaz olan araçsallaştırıldı; burjuva demokrasisi, egemenler arasındaki rekabetin politik alanı olmanın dışında, ezilenlerin rızasının üretilme alanı olma fonksiyonunu da üstlendi.

İngiliz demokrasisinin tarihi, buna dair en açıklayıcı örneklerden birini sunar: Bugün halen yürürlükte olan meşruti monarşinin kuruluş aşamasında siyaset esasen iki parlamentoda (Lordlar ve Avam kamaraları) ve iki siyasi parti (Muhafazakâr ve Liberal) arasında yürüyordu. İngiliz işçi hareketi ise 19. yüzyıl boyunca oy verme hakkının zenginlerin ayrıcalığı değil evrensel olması için mücadele etmiş ve sınırlı kazanımlar elde etmişti. Daha ilerisi ancak işçi sınıfı dünya çapında bir güç haline geldiğinde sağlandı: I. Dünya Savaşı’nın tetiklediği devrim dalgası Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla sonuçlanırken, İngiltere’de de İrlanda bağımsızlığı etrafında yoğunlaşan bir rejim krizine neden oldu. Bu dönemde yalnızca İngiliz işçi sınıfı (ve kadınları) evrensel oy hakkını kazanmakla kalmadı, iki partili sistemde de Liberal Parti yerini İşçi Partisi’ne bırakmak zorunda kaldı.

Ne var ki bu da yeni bir “iki seçenek” durumuydu. İşçiler kendi bağımsız çıkarlarını savunarak burjuva demokrasisine alternatif bir siyaset alanı yaratmamış; burjuva demokrasisi esneyip yeni koşullara uygun hale gelmişti. 

Nitekim koşullar tekrar değiştiğinde, İngiliz demokrasisinde hızla bir yeniden uyarlanma yaşandı: Yetmiş dört yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı ve dünyanın üçte birinde iktidarda olan işçi sınıfı bu iktidarı kaybetti. Bunun sonucunda dünya çapında karanlık bir emperyalist saldırganlık dönemi açıldı. Oluşan yeni duruma 1997’de iktidara gelen İşçi Partisi de hızla uyum sağladı ve Başbakan Tony Blair yönetiminde İngiltere, ABD Başkanı George Bush’un “haçlı seferi” benzetmesiyle başlattığı ve milyonlarca insanın hayatını kaybettiği kanlı Afganistan ve Irak işgallerine tereddütsüz katıldı. 

İşçi Partisi 2010’da iktidarı kaybetti ve iç kriz sayılabilecek bir döneme girdi. Ne var ki, bu ortamda dahi koşullar için biraz fazla “solcu” sayılabilecek Jeremy Corbyn genel başkanlığa geldiğinde adamı uyduruk bir antisemitizm suçlamasıyla linç ve ihraç etti. Zira kendisine benzeyen bütün partiler gibi onun da misyonu seçmenlerinin iradesini siyasete yansıtmak değil, egemen sınıfın halka sunduğu “iki seçenekten biri” olmaktı ve İngiltere’nin emperyalist sermaye sınıfı kendisini hiç de halka geleneksel anlamda “sol” bir seçenek sunmak zorunda hissetmiyordu.

Buradan (ve sayısız benzeri durumdan) çıkartılması gereken ders şu: Ezilenler ancak üzerlerindeki egemenliği yıkan bir devrim yaparak siyasi özgürlük elde edebilir. Zengin azınlığın egemen, yoksul çoğunluğun ezilen olduğu bir ekonomik düzende, egemenler zaman zaman bir takım siyasi ödünler vermek ve ezilen kitlelerden gelen taleplere demokraside yer açmak zorunda kalabilir; ama iş burada kaldığı ve egemen düzen devrilmediği müddetçe, yoksulların bu kazanımları mutlaka geçici olacak, ilk fırsatta geri alınacaktır. 

                                                            ***

Öte yandan, “iki seçenek” ile “danışıklı dövüş” birbirine karıştırılmamalı. Burjuva siyasetinin kanatları sadece halka sunulan seçenekleri değil, aynı zamanda birbiriyle rekabet halindeki sermaye öbeklerinin çıkarlarını da yansıtır ve aralarındaki rekabet, sermayenin kendi iç rekabeti kadar gerçektir. 

Son dönemde çok gündemde olan bir örneğe bakalım: ABD’de seçimler yaklaşıyor ve durum büyük bir siyasi krize gebe. Trump narsist bir ruh hastası ve Biden bakıma muhtaç bir ihtiyar olsa da, ne Trump salt kendi çıkarlarının peşinde bir kötü adam ne Biden alelade bir kukla. Yükselen Çin ekonomisinin yarattığı rekabet basıncı karşısında nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği başta olmak üzere pek çok konuda, emperyalist ABD sermaye sınıfının içindeki farklı yönelimleri temsil ediyorlar. 

Ne var ki, bu yönelimlerin ikisi de Kasım ayında yapılacak seçimlerde oy verecek sıradan insanların çıkarlarına aykırı. Yoksul emekçiler, kendileri iktidarda olsalar pasta yiyebilecekken, ıspanak ile pırasa arasında seçim yapmaya zorlanıyor.

Ya da Türkiye’yi ele alalım. Bizde iki partili bir sistem yok ama düzen doğalında buraya doğru işliyor. Örneğin son yerel seçimlerde hemen her seçim bölgesinde ilk iki partinin toplam oyu yüzde 80’in üzerinde ve üçüncü partilerin oyu tek tük birkaç yerellik dışında yüzde 5-6’yı geçmiyor. Emekçi halk değişim umudunu kaybettikçe ve siyasallaşma düzeyi düştükçe, düzen siyaseti “iki seçeneğe” sadeleşiyor.

Üstelik muhafazakâr sağ ve sosyal demokrat sol olarak tanımlayabileceğimiz bu iki seçenek, konu bireysel özgürlükler olduğunda zıtlaşabiliyor; ama toplumsal eşitlik olduğunda hiçbir fark sunmuyor. İktidar “asgari ücrete zam yok” diyor, muhalefet sömürüyü daha da şiddetlendirecek “bölgesel asgari ücret” önerisi yumurtluyor. İktidar göstere göstere yoksulları daha da yoksullaştıracak ve zenginlerin çıkarlarına hiç dokunmayacak bir vergi paketi hazırlıyor, muhalefetten yarım ağızla dahi “yahu asıl şirketleri vergilendirin” sesi gelmiyor.

Çünkü ikisi de egemen düzenin partisi ve kapitalizmin bugünkü olgunluk düzeyinde emekçilerin yararına olacak her şey sermayenin zararına olmak zorunda.

Bu Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın her yerinde egemen düzen emekçi halka, onu ilgilendiren her başlıkta kendi çıkarlarına aykırı iki seçenek dayatıyor. Bu köşede mücadele edeceğimizi söylediğimiz okumuş karanlığın temsilcileri olan liberal sahtekârlar, faşist demagoglar, kendi kum havuzundan çıkmayan tatlı su korsanı hümanistler ve benzerleri, emekçi halkı bu iki seçenekten ya birine ya diğerine ikna etmek için çalışıyor. Ekonomi yönetimi, göçmen sorunu, dış politika… Bunların tümünde burjuva demokrasisi insanları çocuk yerine koyuyor ve ikiyüzlü liberallerin çok sevdiği bir lafla tanımlarsak, adlı adınca bir “vesayet rejimine” dönüşüyor. 

                                                             ***

İktidar ve muhalefet. Muhafazakâr ve liberal. Otoriter ve demokrat. Elitist ve popülist. 

Hatta, sağ ve sol.

Bu ikilikler sahte değil ama tümü düzene ait, düzene içkin. Ne herhangi biri bir diğerinin gerçekten karşıtı, ne de herhangi biri emekçi halkın sorunlarının gerçek çözümü. Emekçi halkın çıkarları düzenin dışında duruyor ve devrim gerektiriyor.

Tarih boyunca ve bugün, devrim her zaman “üçüncü taraf” oldu. Fransız devriminde önce soylulara ve rahiplere karşı “Üçüncü Zümre” (Tiers-État), sonra monarşistlere ve ılımlılara karşı Jakobenler, sonunda monarşistlere ve liberallere karşı Paris Komünü. Rus devriminde Çarcılara ve Menşeviklere karşı Bolşevikler. Türk devriminde saltanatçılara ve mandacılara karşı Kemalistler…

Ama devrim tarafı bir “seçenek” değildir. Kimse devrime “seçmen” olmaz. Devrimci ayaklanma, insanları çocuk yerine koyan, güdülecek koyun gibi gören düzenin dayattığı ikiliğin kökten reddedilmesi, kurulu siyaset masasının devrilmesidir.

Günümüzde düzen, dünya savaşından bahsedecek kadar emekçi insanların çıkarına aykırı hale gelmiş durumda. Dünyanın her yerinde toplumun en zenginleri mitolojik öykülerdeki tanrılardan daha lüks hayatlar yaşıyor ve her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Dünyada, Türkiye’de, mahallemizde, işyerimizde, her yerde durum aynı.

Bu yüzden, “iktidara mı, muhalefete mi oy veriyorsun?”, “otoriter misin, demokrat mısın?” hatta “sağcı mısın, solcu musun?” sorularının tümünün reddedilmesi, aşılması gerekiyor. Çünkü insanlığın kurtuluşu üçüncü tarafta. İnsanlığın kurtuluşu, “İkisi de değilim. Komünistim.” diyenlerde.

                                                                 /././

Vatandaş İsrail'le ticareti protesto için kola döktü, kola Erdoğan fotoğrafına sıçradı diye dava açıldı! -Özkan Öztaş-

Bursa'da bir vatandaşın İsrail'e yapılan ticareti protesto etmek için yaptığı AKP binası önünde "kola dökme" eylemine hakaret davası açıldı: Gerekçe, dökülen kolanın Erdoğan'ın fotoğrafına sıçraması.

Bir garip "Cumhurbaşkanlığına hakaret" davası Bursa'da başladı. Gerekçe Erdoğan'ın üzerine kola dökmek.

Bursa’da AKP Gemlik İlçe binası önünde, İsrail’in Filistin halkına yönelik katliam politikalarını protesto eden iki kişi gözaltına alınmıştı.

Bursa Barosu'nun yaptığı açıklamaya göre Mehmet A., Kasım ayında İsrail'in Filistin halkına uyguladığı katliam politikalarını protesto etmek ve İsrail ile ticaretin devam etmesine tepki göstermek için AKP Gemlik İlçe binası önüne Coca Cola döktü. Bu eylemi kameraya alan Yıldırım D. ile birlikte gözaltına alınan Mehmet A., bir günlük gözaltının ardından adli kontrol tedbiri uygulanarak serbest bırakıldı.

Ancak, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın neticesinde, "Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafına Coca Cola geldiği ve kamu malına zarar verildiği" gerekçesiyle protestocular hakkında halkı kin ve düşmanlığa tahrik, Cumhurbaşkanına hakaret ve mala zarar verme suçlarından iddianame düzenlendi.

Gemlik 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülecek davanın ilk duruşması 16 Ekim 2024 tarihinde yapılacak.

'Erdoğan'a hakaret bahane: İsrail'i protesto etmek suç sayıldı'

Konuya dair açıklama yapan Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Av. Kemal Özgür Yetkin, "Bu dava, demokratik haklarını şiddete başvurmadan kullanan müvekkillerimize karşı açılmış bir hukuksuzluk örneğidir. İsrail'i protesto etmek için şiddete başvuran ve yasadışı eylemlerde bulunanlar hakkında herhangi bir dava açılmazken, müvekkillerimiz sadece demokratik tepkilerini dile getirdikleri için yargılanmaktadır" dedi.

Yetkin, açıklamasında ek olarak şunları söyledi: "İsrail'in Filistin halkına uyguladığı soykırıma varan katliamlar nedeniyle İsrail ile ticaretin sonlanması için demokratik tepkisini şiddete başvurmadan gösteren müvekkiller hakkında, eylemin AKP ilçe binası önünde gerçekleşmesi nedeniyle açılmış olan bu dava tam bir hukuksuzluk örneğidir."

                                                                 /././

Hekimlik Andı sansürleniyor: ‘Toplumsal düzen ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili’  -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Pek çok tıp fakültesinde Hekimlik Andı’nın fakülte idareleri tarafından sansürlenmesine karşın öğrenciler sansürü hep bir ağızdan deliyor. Sansürü, tıp fakültesi öğrencileriyle konuştuk.

AKP’nin akademiye hâkim olması, akademik anlamda pek çok kısıtlamayı beraberinde getiriyor. Tıp fakültesi öğrencilerinin okuduğu “Hekimlik Andı” olarak da bilinen Hipokrat Yemini’nindeki belli kısımların sansürlenmesi de bu akademik kısıtlardan biri.

Son olarak Ordu Üniversitesi’nde yaşanan sansür, öğrencilerin tepkisini çekti. Yeminin “Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, milliyet, politik düşünce, ırk, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime…” diye geçen kısmından “cinsel yönelim” ifadesi çıkarıldı. Dekan Yardımcısı Tuba Gül tarafından uygulanan sansürü öğrenciler hep bir ağızdan “cinsel yönelim” diyerek deldi. Öğrencilerin sansürü delmesinin ardından veliler de alkışlarla öğrencilere destek verdi. Olayın ardından kokteyl için hazırlanan alandaki kuru pasta, su ve meşrubatlar kaldırıldı.

Hipokrat Yemini’ne yapılan sansürün önemli bir kısmını “cinsel yönelim” oluştursa da yemine uygulanan sansür bununla sınırlı değil. “Onur” yerine “namus” kelimesinin getirilmesi, “etnik köken” kısmının sansürlenmesi de Hipokrat Yemini’nde değiştirilemeye ve yok sayılmaya çalışılan diğer kısımlar.

Yemine uygulanan sansür Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir bölümüne yayılmış durumda. Hipokrat Yemini’ne sansür uygulanan okullar arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi de bulunuyor.

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Tıp Fakültesi dönem 3 öğrencisi Abdurrahman Sever, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Şeyma Tiryaki ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bu yılki mezunu Ozan Arslan ile uygulanan “Hekimlik Andı sansürünü” konuştuk.

‘Laik akademiye saldırı’

Sever, AYBÜ’de edilen yeminin laik akademiye yapılan saldırılardan biri olduğunu söyleyerek sözlerine başladı. AYBÜ’nün gerici kişi ve kurumlarla kurduğu ilişkilerle gericiliğin akademideki kalesi haline geldiğini söyleyen Sever, öğrencilerin de ellerinde bir koz olduğunu hatırlatarak sözlerini noktaladı:

“Geçtiğimiz günlerde okulumuzun düzenlediği mezuniyet töreninde edilen yemin laik akademiye yapılan saldırılardan birisiydi. Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı ve kapsayıcı olmayan bu yemine öğrencilerden tepki geldiyse de yönetim tarafından ciddiye alınmadı ve bu gerici metin öğrencilere dayatıldı. ‘Onur’ yerine ‘namus’ kelimesinin konulması, cinsel yönelimin tanınmaması gibi ayrıştırıcı ifadelerle hekimleri hekimliğin etik değerlerinden uzaklaştırmaya çalışılmakta. Okulumuz Ülkü Ocakları’yla yaptıkları etkinliklerle, eski AKP milletvekili rektörleriyle, Kızılay Başkanı öğretim üyeleriyle, 'evrim yok tekâmül var' konferanslarıyla, dua tilavetli mezuniyet törenleriyle adeta gericiliğin akademideki kalesi haline geldi. Bu gericiliğe karşı elimizdeki en önemli kozumuz güçlü, örgütlü ve sıkı bir şekilde laiklik savunusu yapan bir öğrenci örgütü.”

‘Mesleğimizin değerlerine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemeliyiz’

AKP gericiliğinin LGBT bireylere karşı düşmanlığını hatırlatan Tiryaki, bu gerici ortama karşı hekimlere sorumluluk düştüğünü ifade etti. Tiryaki, hekimlik mesleğine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemek gerektiğini söyledi:

“Hekimlik Andı, fakülteyi bitiren hekimlerin kendilerine ve topluma verdiği sözler bütününü ifade eden evrensel bir metin. Son yıllarda üniversite yönetimlerinin metin içinde geçen ‘cinsiyet, cinsel yönelim ve etnik köken’ kavramları metinden çıkarmaya çalışmasına ve öğrencilerin ise hekimlik andının orijinal haline sadık kalarak hep bir ağızdan okumasına tanık oluyoruz. Yönetimlerin uygulamaya çalıştığı sansürün dayanağı tabii ki AKP gericiliği, bugün gelinen noktada LGBT karşıtı yürüyüş yapılmasına izin veren ve her fırsatta hedef gösteren bir hükümetten bahsediyoruz.

Burada en büyük sorumluluk biz hekimlere düşüyor. Mesleğimizi icra ederken karşımızdakinin insan olmasından başka hiçbir tanımın önemi olmadığını, bu mesleğe adım attığımız andan itibaren çıkarsız, ayrım gözetmeksizin ve eşit bir şekilde yerine getirmemizin gerekliliğini unutmamamız; mesleğimizin değerlerine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemeliyiz.”

‘Bu sansür yaşadığımız toplumsal düzenle ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili’

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi bu yıl mezunlarından Ozan Arslan'sa, Hekimlik Andı’nda belli kısımların çıkartılmasının üniversite yönetimlerinin yetkileri dahilinde olmadığını söyledi. Arslan, yaşananların mevcut düzen ve iktidarla bağlantılı olduğunu ifade etti:

“Hekimlik Andı’nın sansürlenmesi ilk kez bu yıl başımıza gelmiyor. Hekimlik andını kısaca evrensel düzeyde kabul gören meslek ilkelerini tanıdığımıza, hekimliğimizi buna uygun biçimde icra edeceğimize, hastalarımız arasında ayrımcılık yapmayacağımıza dair verdiğimiz bir söz olarak tanımlayabiliriz. Bu antta yer alan ‘etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim’ kısmı, birkaç yıldır, bazı üniversite yönetimleri tarafından buna yetkileri olmadığı halde çıkarılıyor. Yani evrensel bir geçerliliği olan Hekimlik Andı bir düzeyde sansüre uğratılarak suç işleniyor. Bu suçta sorumluluğu olan tıp fakültesi dekanlarının ve üniversitelerde yönetici düzeyde bulunan birçok akademisyenin aynı zamanda hekim olmaları sebebiyle antta yer alan etik kurallara tabii olması ise oldukça ironik. Elbette bu sansür yaşadığımız toplumsal düzenle ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili.”

'Bu düzeni değiştirme sorumluluğumuz var'

Arslan, sözlerine AKP’li yıllarda sağlıktaki piyasacı dönüşümü anlatarak devam etti:

“Hekimlik Andı özelinde gerçekleşen bu skandallar gericiliğin tıp alanına ve hekimlik mesleğine ilk saldırısı değil. Özellikle AKP iktidarı döneminde sağlık, gerici bir dönüşüme uğratıldı. Özelleştirmeler ve özel hastanelerin teşvik edilmesi yoluyla sağlık sistemi baştan aşağı piyasanın insafına bırakıldı. Toplumun sağlık hizmetine erişimini zorlaştıran 'hasta garantili' şehir hastaneleri ile yerli ve yabancı çok sayıda sermaye grubu zengin edildi. Bilimsel açıdan geçerliliği olmayan tıbbi uygulamalar devlet eliyle teşvik edildi. Türkiye bir 'sağlık turizmi' ülkesine dönüştürüldü. Daha birçok örnek sayılabilir. Bu gerici dönüşüm, Türkiye kapitalizminin sağlık alanını kâr edilebilecek bir sektör olarak görmesinin ve buna ihtiyaç duymasının sonuçlarıydı. Bu dönüşümü ancak hekimlerin zararına ve hekimlere rağmen gerçekleştirebilirlerdi. Bir tarafta derinleşen sömürü, şiddet; bir tarafta tıp fakültelerini de hedef alan gericilik bu dönüşümden hekimlere düşen paydır.”

Hekimlik Andı’nın başlangıcı ve bitişini hatırlatan Arslan, bu andı içmenin belli sorumluluklar yüklediğini söyledi:

“Ne mutlu ki, tıp öğrencileri ve genç hekimler kendilerine reva görülen koşulları kabul etmiyor. Hekimlik andının sansürlendiği tüm törenlerde genç hekimler bu uygulamaya direnerek mesleğimizin onurunu korudu. Hekimlik andı ‘Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak; yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma...’ diye başlar, ‘Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, ant içerim’ diye sonlanır. Mevcut koşulları biraz önce anlattım. Bu koşullarda mesleğimizi ilkelerine uygun biçimde icra etmek için mücadele etmek zorundayız. Yaşamımızı insanlığın hizmetine adayacağımıza dair ant içtiysek, toplumun sağlığı ve esenliği için değil, bir avuç zenginin karı için var olan bu düzeni değiştirme sorumluluğumuz var.”

Hipokrat Yemini veya Hekimlik Andı’nın kısa tarihi ne, güncel hali nasıl?

Hekimlik Andı’nın tarihi hekimlik tarihine dayanıyor. Yazılı olarak bilinen ilk hekim andı yaklaşık M.Ö. 3000’de İmhotep tarafından yazıldı. Eskülap ve Hipokrat ile sürdü. 2.Dünya Savaşı sonrası, 1948’de kabul edilen Dünya Tabipler Birliği Cenevre Bildirgesi’nde “Din, ulus, ırk, parti politikaları ya da toplumsal durumla ilgili değerlendirmelerin görevimle hastamın arasına girmesine izin vermeyeceğim” ifadesi yer aldı.

Hekimlik Andı son olarak 2017 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından güncellendi. Hekimlik andı, böyle bir tarihsel süreçte ortaya çıktı; hekimlerin kendine, mesleğine ve topluma verdiği bir söz olarak gelenekselleşti.

Hekimlik Andı’nın güncel hali:

“Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak;
Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,
Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime, Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime,
İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,
Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime,
Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,
Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma,
Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime,
Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime,
Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma,
Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime,
Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağıma,
Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, ant içerim.”

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder