5 Temmuz 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" -5 Temmuz 2024-

Grevi engelle, sözleşme hakkını baltala: Enflasyon şoku sendika 

istatistiklerine yansımadı -Emre Alım-

Yüksek enflasyona rağmen toplu sözleşme güvencesiyle çalışan veya yasal olarak greve giden işçi sayısı artmadı. İşçilerin ezici çoğunluğu sendikalı olmanın imkanlarından faydalanamıyor.

"Sendikalarımız ve konfederasyonlarımız yine bizim dönemimizde rahat bir nefes alabilmiştir. İşçilerde sendikalaşma oranı 2024 Ocak istatistiklerinde yüzde 15’i geçti, memurlarda sendikalaşma oranı ise yüzde 74 oranına yükseldi. Her toplu görüşmemizde yeni imkânlar getirerek, memurlarımızın haklarını iyileştirmeyi sürdürüyoruz."

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a ait bu sözler tam 3 ay önce söylendi. İşçileri karşısına alan Erdoğan, emeğin müdafaasının AKP'li yıllarda sağlandığını savundu.

Ancak geçtiğimiz hafta güncellenen Çalışma Hayatı İstatistikleri aksini söylüyor. İşçilerin ezici çoğunluğu sendikalı olmanın imkanlarından faydalanamıyor, yüksek enflasyona rağmen greve giden işçi sayısı artmıyor. 

Çalışma Bakanlığı, 2023 bitiminde sendikalaşma oranının yüzde 15 olduğunu açıklamıştı. Bu oran özel sektörde yüzde 7'lere kadar geriliyor. Yani özel sektörde yaklaşık olarak 1 milyon sendikalı işçi bulunuyor.

Ancak bu 1 milyon kişinin hepsi sendikalı olmanın nimetlerinden faydalanamıyor. Bakanlığın güncellediği son verilere göre, 2023'te özel sektörde Toplu İş Sözleşmesi (TİS) ile çalışan işçi sayısı 404 bin. İstatistikler bu sayının uzun süredir aynı seviyede seyrettiğini gösteriyor.

Grafikteki zikzaklar TİS'lerin genelde 2 yılda bir yapılmasından kaynaklı. İki yıllık sözleşmelerin yığıldığı noktalarda sayı artıyor.

AKP'li yıllarda grevin adı yok

TİS sürecinde 60 gün müzakere süresi bulunuyor. Bu süre içerisinde imzalanmayan sözleşmeler "uyuşmazlık" kategorisine yazılıyor. Uyuşmazlık sürecinin sonunda çoğunlukla TİS imzalanıyor. Aksi durumda grevin kapısı aralanıyor. 

2023'te özel sektörde greve çıkan işçi sayısı 866 oldu. Bu sayı resmi olarak 521 işçinin greve çıktığı 2022'den yüksek gibi görünse de 10 yıl öncesine kıyasla ihmal edilebilir bir düzeyde. Üstelik bu resmi grevlerin bir kısmı prosedür gereği sürüyor. Kağıt üstünde yıllara uzanan grevler bulunuyor.

                       Son 5 yıldır özel sektörde greve çıkan işçi sayısı 1000'i geçmiyor.

'12 Eylül'de kurulan düzen aynen devam ediyor'

İstatistikleri değerlendiren Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite üyesi Alpaslan Savaş, sonuçları "12 Eylül'ün başarısı" olarak yorumluyor.

Grev sayısındaki düşüşün 10 yıldır sürdüğüne dikkat çeken Alpaslan Savaş, iktidarın 2012 yılında "12 Eylülcülerden kalma kanunları değiştiriyoruz" diyerek yenilediği Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasasını hatırlatıyor:

"Bugüne dek birçok yasa değişikliği oldu. 2012'deyse kapsamlı bir değişiklik yaptılar. Ama iki şeye dokunmadılar. Biri grev kapsamının darlığıydı. 12 Eylül'den sonra greve gidilmesi zorlaştırılmıştı. Bu değişmedi. İkincisi, işçilerin toplu sözleşmeyle çalışmasının, sendika seçmesinin önündeki engeller. Bugün e-devlet üyeliklerine müdahale var, işten atılmalara yeterli tedbir yok. Böylece yüzde 7-8 olan toplu sözleşme kapsamındaki işçi oranı korundu. Sendikal alanda toplu sözleşme, grev, yetki tespitleri vs. bunlara baktığınızda 12 Eylül 1980'den sonra kurulan düzen aynen devam ediyor."

Kırılma nerede yaşandı?

2000’lerin başından, yani AKP’li yılların başlangıcıysa bambaşka tablo çiziyor. Türkiye’de 2003 yılında, özel sektörde sendikalaşma oranı, SGK verilerine göre, yüzde 57,5. Bu oran 2009 yılında yüzde 60 sınırına dayanıyordu. Ardından 3 yıl veriler açıklanmadı. 2013'te Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın verileri açıklamasıyla sendikalaşma oranının yüzde 8,8’e düştüğü görüldü.

'Grevde beklenen artış yok, anlaşma süresi uzamış'

İstatistiklerde dikkat çeken bir diğer noktaysa, yüksek enflasyonla geçen son 3 yılda TİS'le çalışan veya greve çıkan işçi sayısında önemli bir artışın yaşanmamış olması.

Alpaslan Savaş'a göre, veriler bu üç yılda grev sayısında artış yaşanmasa da TİS görüşmelerinin uzadığını gösteriyor:

"2021-2023'deki rakamlara bakarsak grev sayısında beklenen artış yok. Onun yerine anlaşma süresi uzamış. Bunların büyük bir kısmı sonra anlaşmayla sonuçlanıyor. Greve çıkan işçiyle uyuşmazlığa kalan işçi arasındaki dev fark da bunu gösteriyor. Diğer grafikte maviyle gösterilen 60 günde anlaşmayla sonuçlanan TİS'leri, kırmızıyla gösterilen uzlaşılamayan yani uzayan süreçleri anlatıyor."

        Uyuşmazlık sayısındaki artış, son yıllarda TİS süreçlerinin uzama eğilimi gösterdiğine işaret ediyor.

Patronlar istedi, AKP yasakladı

Öte yandan işçilerin greve çıkmasının önünde doğrudan engeller de bulunuyor. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na göre bankacılık hizmetleri, petrokimya, doğal gaz üretimi, şehir içi ulaşım, Savunma Bakanlığı ve orduda çalışan sivil işçilerin grev yapması yasak. 

Bir diğer grev yasaklama yöntemi de Cumhurbaşkanı tarafından verilen "erteleme" kararları. AKP'li yıllarda yüzlerce grev "milli güvenliği bozduğu" iddiasıyla ertelendi. Ertelenen grevler 60 günlük erteleme süresi sonunda yeniden başlatılamıyor. Taraflar erteleme süresi içinde anlaşamazlarsa uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından çözülüyor. Bu nedenle grev ertelemesi fiilen grev yasağı anlamına geliyor.

Bu yasaklamalardan en çok faydalananlar genellikle en büyükler oldu. 2019 yılında TÜPRAŞ’ta başlayan eylemler, sektörde grev yasağı olduğu için Yüksek Hakem Kurulu'nda bitmişti. Buradansa enflasyonun altında ücret zamları çıkmıştı.

TÜPRAŞ geçtiğimiz hafta açıklanan "En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu" listesinde birinci sırada yer alıyor. 2023 yılında 484 milyar lira ciroya ulaşan şirket, 63 milyar lira kâr etti. İşçi başına elde edilen kâr 12,5 milyon lira oldu. 

                                                                /././

Emekçi çocukları çalışma kamplarına: MEB 'okul' ve 'çocukluk' kavramlarını bitiriyor -Burcu Günüşen-

Çocuk işçiliğini yaygınlaştırmaya devam eden MEB fabrikaların içinde de okul açabilecek. Zanaat atölyeleriyle de ortaokul seviyesindeki çocuklar sermayenin hizmetine hazırlanıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı geçen hafta yaptığı yönetmelik değişikliğiyle zorunlu eğitimdeki çocukların sermayeye ucuz işgücü olarak sunulmasına yönelik adımlarına bir yenisini ekledi.

Yeni yönetmelikle bakanlıkla işbirliği protokolü imzalayan işletmelere ait bina, fabrika ya da üretim merkezlerinin içlerinde de okul açılabilecek.

MEB’in kurum açma, kapatma ve ad verme yönetmeliğinde yapılan değişiklik 28 Haziran’daki Resmi Gazete’de yayımlandı.

Düzenlemeyle yönetmeliğe “İş birliği protokolleri kapsamında kurum, kuruluş ve işletmelere ait bina, fabrika veya tesisler ile organize sanayi bölgeleri, Ar-Ge ve üretim merkezleri içinde Bakanlıkça belirlenen fiziki şartları sağlaması koşuluyla örgün veya yaygın eğitim kurumu açılabilir” fıkrası eklendi.

Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) programı kapsamında lise düzeyindeki çocukları 4 gün işyerlerinde 1 gün okulda çalışmaya sevk eden MEB, program kapsamında en az 9 çocuğun iş cinayetlerinde yaşamını yitirmesine karşın çocuk işçiliğini yaygınlaştıracak adımlarına devam ediyor.

Bakanlığın bir başka adımı da ortaokul öğrencilerine yönelik, 10 ilde Zanaat Atölyeleri pilot uygulamasını başlatmak oldu. Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Nazif Yılmaz dün Ankara Etimesgut’taki bir meslek lisesinde zanaat atölyesi adı altında ortaokul öğrencilerine yönelik açılan kursu ziyaret etti. Yılmaz öğrencilerin bu kurslara velilerinin rızasıyla, okul dışı zamanlarda katılacaklarını ve eğitimin ardından bir başarı belgesi alacaklarını söyledi. Yılmaz öğrencilere verilecek başarı belgesinin onları “bir meslek edinme yolculuğunun parçası yapacağını” söyledi. 

Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Nazif Yılmaz Ankara Etimesgut'ta, Cezeri Yeşil Teknoloji Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nde ortaokul öğrencilerine yönelik Zanaat Atölyesi'nin açılışına katıldı.

Türkiye’de 14 yaşın altında çocukların çalışması yasak. Zanaat Atölyeleri’ne gidecek çocuklarsa 13 ve 14 yaş ortalamasında olacak.

'Çocukluk kavramına saldırı'

İstanbul’da bir meslek lisesinde görev yapan öğretmen Hasan Doğan ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanı Fide Lale Durak ile MEB’in bu yeni adımlarını konuştuk.

Hem Doğan hem de Durak “çocukluk” kavramına yönelik bir saldırı olduğunu vurgulayarak hedefte emekçi çocuklarının olduğunu söyledi.

Meslek lisesi öğretmeni Hasan Doğan’a göre MEB, topyekün bir değişikliğe tepki duyulacağı için, adım adım yönetmelikleri değiştirerek piyasacılığın önündeki engelleri patronlar için kaldırıyor.

Doğan “Normalde zaten organize sanayi bölgelerinde özel mesleki okullar açmak mümkünken yayınlanan yeni yönetmeliğe göre işletmelerin içinde, örneğin fabrikanın bir bölümünde örgün ve yaygın eğitim kurumlarının açılmasının artık mümkün hale geldiğini düşünüyorum” dedi.

'Eğitim hayatından koparılan her çocuk aslında istismar edilerek çocuk kimliği elinden alınıyor'

Bakan Yusuf Tekin’in tarikatlarla protokoller imzalarken aynı zamanda Koç grubuyla da protokol imzaladığına dikkat çeken Doğan’a göre, eğitimde dinselleşme ve piyasacılık, esasen aydınlanmayla birlikte inşa edilen çocukluk kavramını hedef alıyor:

Bakın tarihin belli dönemlerinde çocukluğun bitişi okuma yazma bilmekle özdeşleştirilmiş. Eğitim hayatından koparılan her çocuk aslında istismar edilerek çocuk kimliği elinden alınıyor. İster çocuk işçilik, isterse ‘erken yaşta evlilik’', her ikisi de tarihin gerisine düşmek anlamına geliyor. Elbette ilk hedefte yoksul emekçi çocukları var. 

Türkiye’de eğitim genellikle istihdamla birlikte tartışılıyor. Türkiyeli patronların memleket meselesi dedikleri esasen sınıf yanı sömürü meselesidir. Bu nedenle eğitim ve istihdam ilişkisini yoksul emekçi çocukları üzerinden kuran ve mesleki eğitimi adeta bir işçi bulma bürosuna dönüştüren bir yönelim egemen. 

Çocuk işçilikte rıza üretiminde yol aldıkça yaş sınırı da aşağı doğru düştü. Hatta bugün MEB’in sosyal medya hesaplarından duyurduğu Zanaat Atölyeleri ortaokul 7. ve 8. sınıfları hedeflemekte. Bu sayede lise seçimlerine etkide bulunmayı hedefliyorlar.”

'Belli ki çocukların okuldan işyerine giderken vakit kaybetmeleri dahi istenmiyor'

İş sağlığı ve güvenliği uzmanı Fide Lale Durak da bilimsel eğitim alamayan, ucuz işgücü olarak görülen çocukların hayatlarının çalındığını belirtti.

İş sağlığı ve güvenliği uzmanı Fide Lale Durak'a göre fabrika içinde açılmış okula giden bir çocuk için okul ve iş aynı anlama gelecek.

Türkiye’de aslında çocuk işçilik yasak değil. “Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” adlı bir yönetmeliğimiz bulunuyor. 

Bu yönetmelik “çocuk işçi”yi 14 yaşını bitirmiş, 15 yaşını doldurmamış, ilköğretimini tamamlamış kişi olarak tanımlıyor. Mevzuata göre 15-18 yaş arası işçilerse çocuk değil genç işçi sayılıyor.

Yönetmelik çocuk ve genç işçiler için çalışma saatlerini, çalışabilecekleri iş kolları ve çalışma sürelerini tanımlıyor, okula giden çocuk işçiler için çalışma zamanlarının okul dışındaki saatleri kapsaması gerektiğini, bu saatlerin de günde en fazla iki saat haftada on saat olabileceğini belirtiyor. Yönetmelikte çocukların çalıştırılabileceği yerleri düzenleme yetkisiyse Milli Eğitim Bakanlığı’na veriliyor.

Mevzuatta “usulünce çocuk işçiliğin olduğu”nu söyleyen Durak yeni yönetmelikle Bakanlığın işletmeler içerisinde okul açma yetkisi de elde ettiğine dikkat çekti.

Durak “Belli ki çocukların okuldan çıkıp iş yerine giderken yolda vakit kaybetmeleri dahi istenmiyor. Hatta bu okulların mevcut işletmelere işçi yetiştirmek üzere kullanılacağını düşünmemek için sebep dahi yok. Buna göre, örneğin fabrika içinde açılmış okula giden bir çocuk için okul ve iş aynı anlama gelecek. Özellikle çalışmak zorunda kalan yoksul ailelerin çocuklarının eğitimi iyi işçiler olmak üzere yeniden tasarlanıyor. Bilimsel eğitim alamayan, ucuz iş gücü olarak görülen çocukların hayatları çalınıyor” dedi.

'Bu işyerlerinde çocukların kazaya uğramaması şaşırtıcı olandır'

Konuya iş güvenliği açısında bakıldığındaysa Durak’a göre bu işletmelerde çalıştırılacak çocukların iş kazasına uğramamaları şaşırtıcı olacak.

Bir işyerinde iş güvenliğinin uygulanmasının önündeki en büyük engelin “zaman baskısı ve maliyet” olduğunu belirten Durak “Zaman baskısı nedeniyle güvensiz davranmaya itilen işçiler, zaten güvensiz olan çalışma koşullarında kolayca kazaya uğrarlar. Çalışma koşullarının güvensizliğinin sebebi ise güvenli koşulun maliyet gerektirmesidir. İş güvenliği uzmanları bu zor koşullarda en azından işçilerin farkındalığını artırmaya ve kendisini kazadan sakınabileceği şekilde çalışanları eğitmeye çalışır” dedi.

Çocukların hayatlarının hiçe sayıldığını dile getiren Durak şöyle konuştu:

Her şeyin oyun olarak görülebileceği yaşlarda çalışmak zorunda bırakılan çocuklar güvenli davranışın ne kadar farkında olabilir ya da henüz ergenliğini yaşamakta olan gençler iş güvenliği kurallarıyla ne denli barışık olabilir? Üstelik bu yaştaki çocuklar üzerlerinde zaman baskısı yaratan amirlerine isteseler de karşılık veremeyeceklerdir. Bu işyerlerinde çocukların kazaya uğramaması şaşırtıcı olandır. Maalesef çocuklar, kötü koşullara başkaldırmayan, ucuz işgücü olarak görülüyor ve hayatları hiçe sayılıyor.”

İstanbul Esenyurt'ta 14 yaşındaki Arda Tonbul MESEM kapsamında çalıştığı işyerinde başı sac bükme makinesine sıkışarak yaşamını yitirmişti.

'Zorunlu eğitim zorunlu çalışma yerlerine dönüşüyor'

Çocukların çalışma saatlerinde ve iş kollarında da yeni bir düzenlemenin beklenebileceğine işaret eden Fide Lale Durak “Böylece çok daha geri bir çalışma sistemi yasal hale mutlaka getirilecektir” dedi ve ekledi:

“Okul ve işyerinin aynı mekana dönüştüğü bu düzenlemede okulun tamamen ortadan kalkabileceği ve bu açıdan çocukların zorunlu eğitiminin zorunlu çalışma yerlerine dönüşebileceğini görmemiz gerekiyor. Bunun çalışma kamplarından ne farkı var?”

                                                           /././

Partiler ve kapitalist sınıf -Mesut Odman-

Emperyalizm aşamasında liyakatin önem taşıdığı alanlar daralmış, onun yerini biat almıştır: liyakat yerine biat. Kafiye de yerindedir üstelik!

Yaşadıklarımdan, tanık olduklarımdan, okuyup yazdıklarımdan çıkardığım bazı genellemeleri yazmaya çalışacağım. Hiç değilse birkaçının tartışılmaya değer olduğunu sanıyorum.

Sermaye sınıfının kendi içinden bireylerle ve doğrudan doğruya kendisinin kurup geliştirdiği partilerle siyaset sahnesinde görünmesi, bu sınıfın pek fazla başvurmadığı bir yoldur. Önde gelen kapitalistlerin başında bulunduğu partilerin tek başlarına ya da aynı biçimde kurulmuş yahut başka sınıflardan politikacıların egemenliğindeki partilerle birlikte, demokrasinin gereği sayılagelmiş seçim yarışlarına girme, hükümet pazarlıkları yapma türünden işlerle uğraşmaları sık sık karşılaşılan durumlar değildir. Ara sıra karşılaşılmaz değildir; ama onlar daha çok kendi yanlarında saf tutmalarını sağladıkları ve zamanlarının tümünü ya da çoğunu bu işe ayıran politikacılar eliyle bütün bir ülke yönetimini gerçekleştirirler. Burada gerçekleştirme sözcüğü, ülke yönetimin doğrudan ve dolaylı yollarla   denetlenmesi, yönlendirilmesi, belirli ilke ve önceliklerin gözetilmesi anlamındadır.

Ülkeyi yöneten politikacıların zaman içinde kapitalist sınıfın üyeleri arasına girmeleri, bu saptamayı geçersizleştiren bir durum sayılmaz. Onlar kapitalistlere hizmet ederek  kapitalistleşenlerdir. Bunun için bizim halkımızın güzel bir deyişi vardır: Bal tutan parmağını yalar, derler. Bu deyimin sadece geç kapitalistleşmiş olanlarda, dolayısıyla daha önce o yola girip su başlarını tutmuş ve kurallarla kurumları yerleştirmiş olanlara göre “yolsuzlukların” çok daha fazla karşılaşıldığı ülkeler için geçerli olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu yanlışı kapitalizmden başka dünya bilmeyen ya da istemeyenlerin sıkça yaptıklarını görüyoruz. Aslında kapitalizmi eleştirir görünmekle birlikte onun en hasını arayan iyi niyetlilerdir bunlar ve cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiğini ya bilmezler ya unuturlar. Oysa, kimi zaman eski deyişleri kullanmanın da bir tadı olduğunu düşünerek söyleyebiliriz, yolsuzluk kapitalizmde mündemiçtir; onda içerilmiştir, ondan ayrı düşünülemez.

Öte yandan, kapitalist sınıf genellikle tek ata oynamaz. Biraz sonu belirsiz kumar havası verdiği için  ülkeyi bütünüyle yönetme işinin yanlış anlaşılmasına yol açabilecek bir anlatım bu. Yine de doğrudan işin içine girmeden yönetmeyi anlatmak bakımından elverişli görünüyor. Bizim ülkemizde bu tek ata oynamaktan kaçınma alışkanlığının Türkiye kapitalizminin ilk imparatorluğunun kurucusunda görüldüğü söylenir. Söylenir diyorum; çünkü, şu anda yazılı bir kaynak gösterebilecek durumda değilim. Doğruluğuna güvenmekte sakınca bulunmayan bir söylentidir, diyelim. Bununla birlikte, kurucu babanın, yahut artık torunlar da iş başında olduklarına göre, kurucu dedenin diyebiliriz, CHP’li bilinmekle ya da öyle düşünülmekle birlikte o partinin “rakibi” konumundaki partiye de adamını yerleştirmek gibi bir alışkanlığının olduğu hep söylenmiştir. CHP’nin yeni yönetiminin “normalleşme” açılımı, neden eski kapitalistlerimizdeki bu alışkanlığın hatırlatılıp kolaylaştırılması yönünde bir adım olmasın?

Partilerle bağlantı kurma konusunun birden çok partiyle ilgili olarak düşünülüp hayata geçirilmesi, kapitalistler açısından, hem bireysel ve sınıfsal çıkarların korunup geliştirilmesini hem de bir bütün olarak düzenin denetlenmesini kolaylaştırıcı etkilere yol açabildiği için önemlidir.

Aynı kolaylığın bir benzerini, ilkinin doğal uzantısı olarak, partiler düzeyinde değil partilerden bağımsız olarak ortaya atılıp toplumda yaygınlaşması desteklenen yaklaşımlar, ekonomik ve siyasal programlar bakımından da görmek mümkündür. Buralarda önemli olan, öncekilerde olduğu gibi, yapılabiliyorsa abartılmış bir farklılık görüntüsü içinde sağlanan benzerliklerdir. Böylelikle, aslında kapitalizmin dışına çıkmayan, ama baş döndürücü zenginlikte bir farklılıklar yanılsaması yaratılmış olur. Bunun inandırıcılığını sağladığı varsayılan ise sınıflardan bağımsız olduğunun vurgulanmasına özen gösterilen bir tür tarafsız yargıcılar kurulunun imzasını taşımasıdır. Bilim, akademi, üniversite ve benzeri adlarla anılırlar. Hiç toplanmasalar da sürekli toplantı halindedirler. Bunların varlığı, kuşkusuz başka işlevlerinin yanı sıra, bu inandırıcılık için önemlidir. İnandırıcılık sık sık kaba gücün yardımını gerektirse de, öyledir, önemlidir.

Kapitalist sınıfın ve genellikle tek tek onun ortalama sınıfdaşlarına oranla gelişkin bireylerinin siyaset sahnesini uzaktan yönetip yönlendirme tercihlerindeki oyuncu seçimleri de benzer bir çeşitlilik eğilimi gösterir. Buna nicelik açısından bir yeterlilik sınırı koyma, nitelik açısından ise farklılık görüntüsünü yeterince sağlamanın yanı sıra kapitalist düzene bağlılığın ve üstlenilecek role uygunluğun sınanıp izlenmesine yarayacak düzeneklerin geliştirilmesi kaygıları eşlik eder. Bu kaygıların karşılanması genellikle yaşamsal önemdedir. Ancak, kapitalist düzenin süresi ve şiddeti bakımından olağandışı bunalım koşullarına girmesi, bu öneme uygun düşmeyen esnemeleri gündeme getirebilir.

Şu son cümle, bana yirmi küsur yıl önce bir soL Meclis toplantısında yaptığım konuşmayı hatırlatıyor. Orada ülkemizde kapitalist sınıfın artık kabullenmek zorunda kaldığı bir siyasi kadro yoksulluğu içinde bulunduğunu belirttikten sonra bu sınıfın yaklaşık son yarım yüzyılda yetiştirebildiği önemli politikacı sayısının ikiyi geçmediğini ileri sürerek şöyle demiştim: “(…) verdikleri son görüntüler bakımından bunların biri pek çaresiz kadro yenileme arayışları sırasında kendi kalelerine attıkları golle saf dışı bırakılmasıyla, öbürü ise biyolojik ömrünün sonlarında, belki de insanlık dışı nitelemesini hak edecek zorlamalarla ayakta tutulurken sergilediği doğal, ama acınası zaaflarla belleklerde kalacaktır.”

Bu tahminin ya da öngörünün bir ölçüde olsun doğrulandığı kanısındayım. O siyaset adamları artık yoklar ve yukarıdaki cümlede belirtilenden çok farklı olmayan bir sonla karşılaştılar. Ondan hemen sonraki cümlemin ise daha açık bir doğrulanışına tanıklık ettiğimizi sanıyorum: “Son birkaç onyılda yaşananlar, ‘siyaset boşluk kaldırmaz’ deyişindeki boşluk kavramının pek göreceli olduğunu göstermiştir. Burjuva diktatörlüğünün, aynı anlama gelmek üzere, burjuva demokrasisinin sanıldığı kadar geniş olmayan imkânları çerçevesinde boşluk doldurulmakta ve yine de varlığını sürdürmektedir.”1

Kapitalist sınıf açısından siyaset sahnesindeki oyuncuların yetişkinliği eski önemini yitirmiş  görünüyor, demek istiyorum. Muhalefet etme iddiasındakilerin her kilidi açacak bir anahtara dönüştürdükleri “liyakat”, kapitalizmin rekabetçi döneminin ilkesidir. Emperyalizm aşamasında liyakatin önem taşıdığı alanlar daralmış, onun yerini biat almıştır: liyakat yerine biat. Kafiye de yerindedir üstelik!

  • 1.Buradaki alıntılar için bkz. Türkiye için Sosyalist Seçenek, 21 Nisan 2002, İstanbul, toplantı tutanakları, Nazım Kültürevi Kitaplığı, s.115-16.
                                                                                  /././
Serik'te 17 yaşındaki El Naif öldürüldü, patronlar ertesi gün 'Suriyeliler niye işe gelmedi' dedi -Özkan Öztaş-
Serik'te 17 yaşındaki Suriyeli gencin öldürüldüğü olaylarda WhatsApp grupları üzerinden örgütlenildi. Serikli vatandaşlar, ertesi gün işleri aksayan patronların "Nerede bunlar" diye sorduğunu aktardı.
Antalya'nın Serik ilçesinde 17 yaşındaki Suriyeli işçi Ahmet Handan El Naif'in sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmesi, Türkiye'de artan yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın acı bir yansıması oldu.

Evine yapılan baskından kaçıyordu, sokak ortasında yakaladılar

30 Haziran 2024 tarihinde Kayseri'den başlayarak ülke genelinde birçok şehirde Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılar gerçekleşti. Bu saldırılar, evleri ve işyerlerini hedef alarak ciddi hasarlara yol açtı.

Antalya'nın Serik ilçesinde yaşanan olayda 17 yaşındaki Suriyeli Ahmet Handan El Naif, evine yapılan baskından kaçarken üç motosikletli tarafından önü kesilerek bıçaklandı. Genç işçi olay yerinde hayatını kaybetti. Bu vahşi cinayet, toplumda büyük infial yarattı ve kamuoyunda geniş yankı buldu. Olay sonrası Serik Sulh Ceza Hakimliği tarafından konuyla ilgili yayın yasağı getirildi, ancak cinayet sosyal medyada ve haberlerde geniş yer buldu.

El Naif'in cenazesi Antalya Adli Tıp Kurumu morgundaki otopsi işlemleri ardından ailesi tarafından akşam saatlerinde alınarak, Suriye'ye götürüldü. El Naif'i öldüren 3 kişiyse tutuklandı. Öldürenlerin 3'ü de 18 yaşından küçük.

Serik'te aralarında çocuk ve kadınlarında da olduğu 40 sığınmacınınsa karakolda tutulduğu, geçici koruma kimliği olmayanların sınır dışı edileceği öğrenildi.

Suçluların kimliği ve saldırının arkasındaki motivasyon henüz kamuoyunda netlik kazanmamış olsa da, olayın yabancı düşmanlığı ve nefret saikiyle işlendiği düşünülüyor. AKP'nin on yılları aşan Suriye politikalarının geldiği yer, ülkedeki herkesi kaygılandırmış durumda. 

17 yaşındaki Suriyeli Ahmet Handan El Naif

Gündüz köle gibi çalıştırıp akşamları sofralarında yemek yerken bastılar

Antalya, Suriyelilerin daha çok tarımda ve sanayide çalıştıkları bir kent. Patronlar turizm sektöründe Suriyelileri çalıştırmayı pek tercih etmiyor. Genelde sera, bahçe ve tarım arazilerinde çalışan Suriyeli göçmen işçiler, tarım işlerinin yanı sıra sanayi ve inşaat sektöründe de emek veriyor. 

Serik'te tarım işçisi olarak çalışan Suriyeliler, günlük yaşamlarında hem ekonomik hem de sosyal zorluklarla boğuşuyor.

Ahmet Handan El Naif de onlardan biriydi. Henüz 17 yaşında ve okuması gereken çağda tarımda ve benzeri alanlarda çalışıyordu. 

soL'a konuşan Serikli bir işçi, olayın yaşandığı günün ertesinde birçok Suriyelinin korktuğunu, gidebilenlerin uzak yerlerdeki yakınlarına gittiğini, kalanlarınsa evden ayrılmayarak çıkabilecek olaylardan kendilerini korumaya çalıştıklarını ifade etti. 

Bir diğer Serikli yurttaş "Olaydan sonra Suriyelilerin çalıştığı özellikle de inşaat, sanayi ve tarım alanlarında ciddi aksamalar meydana geldi. Dün sokakta Suriyelileri kovalayanlar bugün gelmişler 'neden işe gelmediler' diyor. Bir de olaylar akşam saatlerinde yaşanıyor. Gündüz köle gibi çalıştırıyorlar garibanları akşamları da gidip sofralarında basıyorlar" diye anlatıyor yaşananları.

'WhatsApp grupları kurup milleti galeyana getirdiler'

soL'un ulaştığı bilgilerden biri de yaratılan linç ortamları için WhatsApp grupları oluşturulduğu bilgisiydi. soL'a konuşan bir başka yurttaş "Şimdi Serikliyim ben. Ailem falan buralı. Akşam evdeyiz olaylar oluyor, biliyoruz, duyuyoruz. Otururken bir anda amcamın telefonuna bir mesaj geldi. Tanıdığı biri eklemiş. Bir grup kurmuşlar. 400-500 kişi var grupta. Oradan yazıyorlar işte 'şuraya gidelim, buraya gidelim, evler şurada, buradaki evleri basalım' diye yazıyorlar. Grupta ayrıca 'şu sokakta polis çok, meydana polis gelmiş, TOMA bekliyor oradan gitmeyin' falan diye de yazanlar oldu. Korktuk biz. Çık dedim amcama. Sonra bunu polise bildirdik. Ekran görüntülerini falan bildirdik" ifadelerine yer verdi.

                                                           /././

Tehlikenin farkında mısınız? -Rıfat Okçabol-
Birkaç yıl sonra çocuklarımızın AKP anlayışını benimsemekten başka bir şansı kalmayacaktır. Laik eğitimi savunan öğretmen örgütlenmesi olmayacaktır. Tehlikenin farkında mısınız?

Bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluş yıllarının bir başarısı, Konya Orta Öğretmen Okulu’nun Ankara’ya taşınıp 1930’larda Pedagoji bölümü açılarak Gazi Eğitim Enstitüsü’ne dönüştürüp öğretmen okullarının niteliğinin artırması ile 1940’ta da Köy Enstitülerini açmasıdır. Bu okullardan genelde cumhuriyet değerlerine sahip çıkan, halktan ve emekten yana olan yurtsever öğretmenler mezun olmuştur. Bu öğretmenler sayesinde "fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür" olarak yetişen gençler 1960 ve 1970’lerde her türlü sömürüye karşı olmuşlar ve ülkenin bağımsızlığını savunmuşlardır. Bu öğretmenlerin çoğu laik ve bilimsel eğitimi savunan örgütlerde toplanmışlardır. Bu öğretmenlerden ve öğrencilerden en çok şikayet edenler ise Süleyman Demirel iktidarları ile silahlı kuvvetlerin sağcı kanadı olmuştur. S. Demirel, laik ve bilimsel eğitim yanlısı öğretmenlere karşı milliyetçi dense de nasıl oluyorsa aynı zamanda Amerikancı olan örgütlenmeleri desteklemiştir; öğretmen okullarında kadrolaşmıştır. Genelkurmay başkanlığından cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay, ülkenin geleceğinin bağımsızlıktan yana olan gençlere değil de imam hatiplilere bırakılmasını istemiştir. 12 Mart 1971 muhtırasını veren silahlı kuvvetler de, bağımsızlık yanlısı gençlerin üzerine hışımla ve vicdansızca gitmiştir. Yine de 1980 darbesi öncesinde laik ve bilimsel eğitimi savunan öğretmen örgütlerindeki üye sayısı, diğerlerinin iki katından fazladır.

12 Eylül darbesini yapan Amerikancı subaylar, öğretmen yetiştirme işini eğitim bakanlığından alıp üniversitelere devretmiştir. Rektörlerle dekanların çoğunu laik ve bilimsel eğitime mesafeli olan Türk-İslam sentezi anlayışında olanlardan seçmiştir. Kapatılan öğretmen okullarındaki ilerici kadrolar tasfiye edilirken, diğerlerine yeni yapılanmada görev verilmiştir. 12 Eylül darbesi ve sonrasındaki piyasacı ve gerici politikalar nedeniyle, 2002’de, AKP iktidara geldiğinde, laik ve bilimsel anlayışa uzak olan eğitim örgütlerinin üye sayısı (143.391), laik ve bilimsel eğitimi savunanların üye sayısına (149.383) çok yaklaşmıştır.

Bu arada, YÖK Başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam zamanında, 1994’te Dünya Bankası (DB) ile "Hizmet Öncesi Öğretmen Yetiştirme Projesi" başlatılmıştır. Bu proje DB’den alınan krediyle ve DB uzmanlarının öncülüğünde yürütülmüştür. YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz zamanında, bu proje sonunda DB uzmanlarının önerisiyle yapılandırılan ve DB-YÖK modeli denebilecek bir öğretmen yetiştirme modeli taslağı 1997’nin ilk aylarında gündeme gelmiştir. Bu taslakla ilgili en kapsamlı eleştirileri, eğitim enstitüsünden eğitim fakültesine dönüşen kurum mensupları yapmıştır. Eleştiriler, modelin geçmiş deneyimlerden ders alınmaması, öğretmenin mesleki niteliğine ve genel kültürüne önem verilmemesi ve ülke koşullarına uygun olmaması gibi konularda yoğunlaşmıştır. Model hakkında tartışmalar sürerken R. Okçabol, laik ve bilimsel eğitimi savunan sendika yetkililerine, “Bu model uygulandığında üye bulamayacaksınız” gibilerinden serzenişte bulunmuştur. Ancak haklı ve yerinde eleştiriler yapan eğitim fakültelerinin dekanları bile bu modele 20 Mart 1997 tarihli YÖK toplantısında onay vermiştir . Bu taslak, önemli eleştirilere aldırmadan 1997 Kasımında uygulanmaya başlanmıştır.

Bu model 2002-2003 öğretim yılından itibaren mezun vermeye başlamıştır. AKP iktidarında atanan öğretmenlerin hemen hepsi bu modelde yetişmiş öğretmenlerdir. Bugün gelinen noktada laik ve bilimsel eğitime karşı olan sendikalardaki üye sayısı 638 bine çıkmışken laik ve bilimsel eğitimi savunanların sayısı ise 242 binde kalmıştır.

AKP, belki de bu nedenle, 2002 öncesine göre her şeyi değiştirdiği halde, bugüne kadar öğretmen yetiştirme sistemine pek dokunmamıştır. Ancak 2004’te, öğretmenleri aday öğretmen, öğretmen ve başöğretmen gibi ayırıp onların güç birliğini engellemek ve yandaş öğretmen yetiştirme hedefiyle 5204 sayılı bir yasa çıkarmıştır. Bu yasanın öğretmenleri bölen maddeleri Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptal edilmiştir.

Bilindiği gibi AKP, zaman zaman kendi kültürel değerlerini topluma benimsetememekten yakınmaktadır. 4+4+4 yasası, dershane yasası, yönetmelik değişiklikleri, imam hatiplere yapılan yatırım, Liseye Geçiş Sitemi, 2017 müfredatı ile öğretmen adaylarının mülakatla alınması bu amaca ulaşmak için getirilmiştir. Laik ve bilimsel eğitim karşıtı sendikalar bu yönde AKP’ye yardımcı olmaktadır. Ancak laik ve bilimsel eğitim anlayışına sahip öğretmenler, öğrencilerin çağdaş değerler kazanmasına yardımcı olmaya devam etmektedir. AKP’nin temel sıkıntılarından biri, sistemde var olan laik ve bilimsel anlayış sahibi olan öğretmenlerdir.

2017 müfredatından daha gerici olan "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli"nin uygulamaya konması, eğitim bakanlığının 2023 sonu ve 2024 başlarında yayımladığı kitaplar ve 2024-2028 strateji planı, AKP’nin gericileşmeye yeni bir hız vermek istediğini göstermektedir.

Bilindiği gibi, 30 Nisan 1992 tarih ve 3797 sayılı yasa eğitim bakanlığının görevlerini açıklayan ve Milli Eğitim Akademisinin kurulacağını açıklayan bir yasadır. O zamanların yaklaşımına göre bu akademi yalnız eğitim yöneticisi yetiştirecekti. AKP 14 Eylül 2011 tarihinde 3797 sayılı yasayı iptal edip 652 sayılı KHK ile bakanlığı yeniden yapılandırmıştır. 652 sayılı KHK ile iki yıl önce çıkardığı 7354 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu"nda Milli Eğitim Akademisi kurulmasıyla ilgili maddeye yer vermeyen AKP’nin, şimdi "Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu Taslağı"nı gündeme getirmesi de gericileşmenin okullarda kök salması içindir.

Bu taslağın en olumsuz yanlarından biri, akademinin öğretmen/eğitimci yetiştirecek olmasıdır. Taslağın 27. maddesine göre akademinin bir görevi, "Bakan tarafından verilecek diğer görevleri yapmak"tır. Bu madde akademinin ‘akademik’ birim olarak değil, AKP’nin siyasetini uygulayacak bir birim olarak tasarlandığını göstermektedir.

Taslağın 28. maddesi ile bakanın/ bakan yardımcısının başkanlığında, Akademi Başkanı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı, Personel Genel Müdürü, bir YÖK üyesi, Bakan tarafından üniversiteler ile farklı kuruluşlardan belirlenecek üç temsilciden oluşacak "Akademi İzleme ve Yönlendirme Kurulu" oluşturulacaktır. Bu yapıdaki kurul, Akademinin bir AKP’li kuruluş olarak tasarlandığının kanıtıdır.

AKP’lilerden oluşacak bu kurul, doğal olarak AKP yandaşı öğretim elemanlarını istihdam edecektir. Yöneticileri ve öğretim kadrosu AKP’li olan bu akademi, herhalde AKP’li öğretmen/eğitimci yetiştirecektir. 4+4+4 yasasının, müfredat değişikliklerinin ve seçme sınavı değişikliklerinin yapamadığı işi bu akademi yapacaktır: Gelecek yıllarda emekli olacak laik ve bilimsel anlayıştaki öğretmenin yerini bu akademiden mezun öğretmen alacaktır. Birkaç yıl sonra çocuklarımızın AKP anlayışını benimsemekten başka bir şansı kalmayacaktır. Laik eğitimi savunan öğretmen örgütlenmesi olmayacaktır.

Tehlikenin farkında mısınız?

                                                               /././

Sedir ormanında mermer ocağına halk geçit vermedi! -Yusuf Yavuz-

Kaş’taki sedir ormanında açılması planlanan mermer ocağı için bugün yapılacağı duyurulan Halkın Katılımı (ÇED) Toplantısı, halkın tepkisi nedeniyle yapılamadı.

Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Çamlıova köyündeki sedir ormanında mermer ocağı açmak isteyen ancak iki yıl önce orman idaresinin olumsuz görüş vermesi üzerine ÇED süreci sonlandırılan firmanın ısrarı bu kez de halk engeline takıldı.

Sedir ormanı ve sedir tohum meşceresi olan bölgede mermer ocağı açmak için ısrar eden özel şirket Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne yeniden ÇED başvurusunda bulunmuştu. Bugün saat 14.00’de yapılacağı duyurulan ÇED toplantısı öncesi Çamlıova köyünde bir araya gelen yöre halkı, mermer ocağı girişimine tepkisini gösterdi. Halkın tepkisi üzerine ÇED toplantısının yapılamadığı tutanakla kayıt altına alındı.

Çamlıova köylüleri başta olmak üzere Kaş ilçe merkezi ve civar köylerden gelen vatandaşlar ayrıca tutanak hazırlayarak 250’ye yakın imza ile mermer ocağı istenmediğini kayıt altına aldı.

Vahşi madencilik sedir ve ardıç ormanlarını tehdit ediyor

Türkiye’nin önemli doğal sedir yayılış alanlarından biri olan Antalya’nın Kaş ilçesinde vahşi madencilik sedir ve ardıç ormanlarını tehdit ediyor. Eski adı Lengüme olan Kaş’a bağlı Çamlıova köyü de sedir ormanlarının yoğun olduğu bölgelerden biri. Lengüme Orman İşletme Şefliği’ne de adını veren bölge aynı zamanda sedir tohum meşceresi olarak ayrılan doğal miras alanlarından biri.

Sedir ormanlarının kalbinde 100 hektarlık mermer ruhsatı

Ancak Lengüme sedir ormanlarının bulunduğu bölgede 100 hektarlık alanda mermer ruhsatı verildi. Özel bir madencilik şirketi, sedir, ardıç ve çam ağaçlarından oluşan verimli orman içerisindeki ruhsat sahası içerisinde ilk etapta 24,90 hektarlık alanda mermer ocağı açmak için Mart 2022’de ÇED başvurusu yapmıştı. Ancak Antalya Orman Bölge Müdürlüğü mermer ocağı açılması planlanan arazinin sedir, ardıç ve çam ormanlarıyla kaplı verimli orman olması nedeniyle ÇED süreci başlatılan projeye olumsuz görüş verdi. Bunun üzerine mermer ocağı için başlatılan ÇED süreci durduruldu. Proje sahibi şirket ise bu kararın iptali için dava açtı ancak Mahkeme davayı reddetti.

Olumsuz görüş verdi, mahkeme reddetti, şirket ısrarcı

Sedir ormanında mermer ocağı açmak için ısrar eden şirket, proje alanına 200-250 metre mesafede çalılık ve kayalık bir alan tespit ettiğini savunarak geçtiğimiz Mayıs ayında yeniden ÇED başvurusu yaptı. Projeyi uygun bulan Antalya Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü ise 28 Mayıs 2024 tarihinde yaptığı duyuruda, Çamlıova köyündeki mermer ocağı projesi için ÇED sürecinin başladığını, 4 Temmuz’da Halkın Katılımı (ÇED) Toplantısı yapılacağını duyurdu.

Halk, 'halkın katılımı' toplantısını protesto etti

Yöre halkının tepkisini çeken mermer ocağı girişimine karşı bugün Çamlıova köyünde bir araya gelen yöre halkı, projeyi ve ÇED toplantısını protesto etti. Çamlıova köylülerinin yanı sıra civar köyler ile Kaş ve Kalkan’dan yaklaşık 250 kişi taşıdıkları döviz ve pankartlarla tepkisini yansıttı. Kaş Belediyesi Meclis Üyeleri ile çeşitli siyasi partilerin temsilcilerinin de katıldığı ÇED protestosunda konuşan Kaş Çevre ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Murat Akoy, burada yaptığı konuşmada projeyle ilgili süreci anlattı. Mermer ocağı açılmak istenen bölgede sedir ormanı ve sedir tohum meşceresi olduğu için Orman idaresi tarafından olumsuz görüş verildiğini dile getiren Akoy, ÇED süreci iptal edilen proje için ilgili firmanın yeniden ÇED başvurusu yaptığını söyledi.  

'Masa başında ruhsat verenlere verecek toprağımız yok'

Mermer madenciliği için 1000 dekarlık orman arazisinde ruhsat verildiğine işaret eden Dernek Başkanı Akoy, şunları dile getirdi:

“Bu geçerse ne olacak? Bir tane ağaç bırakmayacaklar. Orman içinde keklikler, dağ keçileri, ceylanlar, hepsi zarar görecek. Onun için Çamlıova köylüleri ve Kaş’tan buraya gelen herkes bu işe hayır diyor. Her sene su kaynaklarımızı kaybediyoruz. Bu ormanlar yeryüzünün akciğerleri. Bu alanları çocuklarımız için, geleceğimiz için korumak zorundayız. Masa başında oturup da yaşam alanlarımıza ruhsat verenlere, bu 100 yıllık, 400 yıllık sedir ağaçlarımızı para olarak görenlere verecek bir karış toprağımız yok.”

Tepkiler üzerine ÇED toplantısı yapılamadı

Halkın tepkisi üzerine, halka projeyle ilgili bilgi vermeyi amaçlayan ÇED toplantısı yapılamadı. Toplantının yapılamadığı ilgili kurum temsilcisi tarafından tutanakla kayıt altına alındı. Yöre halkı da yaklaşık 250 ıslak imzalı tutanakla toplantının yapılamadığını kayıt altına aldı. ÇED sürecini yürüten Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne iletilmek üzere hazırlanan tutanakta, halkın sedir ormanında mermer ocağı açılmak istenmesine karşı gerekçeleri dile getirildi.

Mermer ocağı açılmak istenen bölge tohum için ayrıldı

Mermer ocağı açılmak istenen bölge 1970’li yıllarda tohum meşceresi olarak ayrılan alanları da kapsıyor. Fidan üretimi amacıyla ayrılan bölgede 239 hektarlık kızılçam, 155 hektarlık da sedir tohum meşceresi bulunuyor. Sık ve bakımlı orman alanı olan bölge ayrıca flora ve fauna bakımından önemli bir biyoçeşitlilik sahası olarak biliniyor. Mermer ocağı açılması durumunda hem orman dokusuna hem de biyolojik çeşitliliğe zararlar verileceği belirtiliyor.

(soL)


                                                               


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder