Kemal Türkler’in kızından DİSK’e tepki: 'Babamın katillerini onaylayanlarla aynı masaya oturanlar...' -Burcu Günüşen-
DİSK Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler Soydan, DİSK’in babasının mezarı başında düzenlediği anmaya katılmayarak konfederasyon yönetimini protesto etti.Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler Soydan DİSK yönetimine tepki gösterdi, konfederasyonun babası için düzenlediği anmaya katılmadı.
Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de faşistler tarafından katledilişinin 44’üncü yılında mezarı başında anıldı.
DİSK’in düzenlediği anmaya katılmayan Nilgün Türkler Soydan sabah erken saatlerde babasının mezarı başında eşi ve babasının birlikte çalıştığı yakın dostlarıyla birlikte ayrı bir anma yaptı.
Daha sonra Kemal Türkler adlı X hesabından bir paylaşım yapan Nilgün Türkler Soydan, DİSK yönetiminin İYİP’in eski Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaretlerini hatırlattı.
DİSK’in son dönemdeki politikalarının kuruluş ilkelerine uymadığını belirten Türkler, "Babamın katillerini onaylayanlarla birlikte oturdukları aynı masalarda verdikleri TV görüntüleri herkes ve benim tarafından büyük eleştirilerle karşılandı. Bu eleştirileri dikkate almadılar. O nedenle onlara, babamın anma törenleri de dahil olmak üzere hiçbir yerde omuz vermeyeceğim" dedi. (https://twitter.com/i/status/1815298303631798430)
Konuya ilişkin soL’a konuşan Nilgün Soydan Türkler, DİSK yönetimine daha önce farklı zamanlarda tepkisini ilettiğini belirtti.
Meral Akşener’in 2014’te MHP milletvekili ve TBMM Başkan vekili olduğu dönemde, 7 TİP’li gencin ve Kemal Türkler’in katili Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine milletvekilleriyle birlikte katıldığını hatırlatan Nilgün Türkler Soydan, o dönemde buna karşı suç duyurusunda bulunduğunu ancak aslında bunu DİSK’in yapması gerektiğini söyledi.
O dönemde Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine katılan milletvekilleri hakkında “suçu ve suçluyu övmek”ten suç duyurusunda bulunan Nilgün Türkler Soydan “Ben suç duyurusunda bulunurken baştakilerin soruşturma açmayacağını belki biliyordum ama tarihe not düşmek gerekir diye bunu yaptım. Bunu DİSK yapmalıydı” dedi.
'Akşener DİSK'in kurucusu Kemal Türkler'in katilinin cenazesine katılmıştır'
“Bana göre ve benim gibi düşünen birçok insana göre DİSK şu anda işgal altında” diyen Nilgün Türkler Soydan “Ben solcu, devrimci bir babanın evladıyım, kesinlikle ben gidip Meral Akşener’in masasına oturmam. Meral Akşener, DİSK’in kurucusu Kemal Türkler’in katilinin cenazesine katılmıştır. Onlarla aynı şekilde düşündüğü bilinen bir gerçektir. Bunlar Meral Akşener’i ziyarete gitmişlerdir DİSK olarak” dedi.
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve konfederasyon yöneticilerinin iki kez Akşener’i ziyaret ettiğini hatırlatan Nilgün Türkler Soydan “Bugün DİSK’in sadece adının kaldığını, bu çatının altında olması gereken sendikacılığın yapılmadığını, izledikleri politikaların doğru olmadığını düşünüyorum” dedi.
DİSK’in Hak-İş ve Türk-İş ile asgari ücret konusundaki açıklama için bir araya gelmesini de eleştiren Nilgün Türkler Soydan “mikrofon açıkken başka, kapalıyken başka konuşanlar”la DİSK’in bir araya gelmesini “utanç verici” bulduğunu ifade etti.
/././
Dünya değişiyor -Oğuz Oyan-
Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor.
Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor. Hegemonya mücadelesi hegemonya çatışmasına doğru evriliyor. Batı emperyalizmi (Japonya ve G. Kore vb. dâhil), yeni hegemon adayını daha fazla güçlenmeden, daha doğrusu ekonomik ve askeri üstünlüğünü iyice pekiştirmeden baskılamak amacında. Biden veya Trump olmuş, hatta şimdi Biden’ın yerine yeni bir aday gelecekmiş fark etmeyecek. Belki Trump’ın Rusya yerine Çin’e biraz daha fazla yüklenmesi beklenebilir.
Sonuç gene de çok değişmez; çünkü sermayenin düzenini sürdürmesi için halkları birbirine düşürme ihtiyacı yeniden büyüme eğiliminde. Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemde çatışma ortamını ve sosyal zorlama dozunu arttırarak ayakta kalabilir. Bu sosyal zorlamalar, uluslararası düzlemde hukuki, siyasi, iktisadi ve özellikle askeri araçların emperyalizmin emrinde fütursuzca kullanımını, hatta çeşitli kışkırtmaları içerebilir.
Bu denli eşitsizlik üreten ve silahlanmaya bu derece yığınak yapan bir sistemin ve özellikle bu eşitsizlikten semiren ve silahlanma yarışından beslenen tarafının olayların edilgen seyircisi konumunda kalmayacağı açık olmalıdır. Elbette bu dramatik savaş kışkırtıcılığının kapitalizmin emperyalizm aşamasında ayrı bir niteliği ve anlamı var. Ama yöntemin kendisi kapitalizmden çok daha eski. Antik Roma’da, üstelik imparatorluk döneminin bile yüzyıl öncesinden başlayarak, “iltizam kumpanyaları” Roma devletini savaşa sürüklemek için önemli baskı unsurlarıydı. Çünkü yeni vergi toplama imtiyazları (iltizam alanları) elde edebilmek için yeni fetih alanlarına ihtiyaç vardı ve dönemin hâkim sınıfıyla ilişkili bu fırsatçı kumpanyalar fetih/savaş körükleyicisi olarak çalışırlardı. Yani şimdiki silah/petrol tekellerinin oynadığı rolü oynamış olurlardı. Elbette bu benzetmeyi kapitalist birikim modelinin tüm nicel/nitel farklılıklarını göz önünde bulundurarak yaptığımızı, eğer gerekliyse, vurgulamış olalım.
Uluslararası savaş örgütü NATO, Atlantik Anlaşmasının coğrafi sınırlarını aşarak Ortadoğu ve özellikle Batı Pasifik bölgesini ve giderek tüm dünyayı kapsamak ve böylece hegemonyası gerileyen ABD’nin dünya çapında müdahale aracına dönüşmek üzere yeniden yapılandırılmaktadır. 1982’ye kadar 16 üyesi olan NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra görünürdeki işlevini yitirmiş olması gerekirken 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşmış durumdadır. Ukrayna savaşını fırsat bilerek AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemiştir. Ancak 32 ülkenin de ABD’nin kuyruğuna takılması olasılığı o kadar yüksek değildir. Yeni savaş kışkırtıcılıklarının bir nedeni de bu kararsızlıkların aşılmasını ve NATO etrafında kayıtsız şartsız kenetlenilmesini sağlamak olabilecektir.
Türkiye’nin siyaseten ve iktisaden sıkışmış ilkesiz iktidar yapısının bu durumda çok güven vermediğini belirtmek gerekir. Ama Türkiye’nin coğrafi/siyasi koşulları şimdiye kadar belirli dengelerin korunmasını mümkün kılmıştır. Bakalım bundan sonrasında halkın “sol duyusu” iktidarın maceracı konumlanmalara girmesini durdurabilecek mi? Bunun başarılabilmesi, bundan böyle eylemli bir kitlesel halk tepkisinin örgütlenmesiyle sağlanabilir gözüküyor. Türkiye, soğuk savaş döneminden çok daha bilinçli kitlelere ve çok daha örgütlü bir barış hareketine ihtiyaç duyuyor.
Fransa ve Türkiye’de vergi tartışmaları
Fransa’da Yeni Halk Cephesi (NFP) hareketinin çok kısa zamanda örgütlenerek seçimlerde ilk sırayı alması kuşkusuz önemsiz bir olay değildi. Gerçi şu sıralarda konuşulan Macron’lu koalisyon seçenekleri bu hareketi sermaye eksenine daha fazla çekebilecek görünüyor. Bu kozmopolit “Cephe” tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğa ulaşabilseydi bile, Fransa’nın dış bağlantılarını ve özellikle de NATO eksenli yönelişini tersine çevirebilecek bir potansiyeli içinde taşımadığı belliydi.
Bununla birlikte, NFP’nin ekonomik ve sosyal programının vergilemeye ilişkin önerilerinin Türkiye’de “sosyal demokrasicilik” oynayan siyasal hareket açısından ağıza bile alınamayacak türden olduğunun alını çizmek gerekir. NFP, şu an beş dilimli olan vergi tarifesini 14 dilime çıkarmayı ve marjinal vergi oranlarını yüzde 1’den başlatıp yüzde 90’a kadar çıkarmayı önerebildi. Tamam Fransa’da da uygulama olanağı bulamayacaktır bu öneri, ama hiç olmazsa ortak reform paketine eklenebiliyor. Türkiye’deki mevcut gelir vergisi tarifesi de 5 dilimli olup yüzde 15’ten başlayan ve yüzde 40’ta sonlanan son derece basık bir sermaye-yanlı tarifedir. Üstelik dilim aralıkları dar tutulduğundan, ücretliler yılın ilk yarısında ikinci dilime, birçoğu da yılın ikinci yarısında üçüncü ve dördüncü dilime ve orana dâhil olmaktadır. Bu nedenle de Türkiye’de sözde artan oranlı olan gelir vergisinin yüzde 80’den fazlası GSYH’nin yüzde 30’u alabilen ücretlilere ödetilmektedir.
Bu tarifeye ilişkin olarak DİSK’in dilimlerin genişletilmesi ve ilk oranın ücretliler için yüzde 10’dan başlatılması dışında düzen partilerinin pek öneri geliştirdiği görülmemiştir. Örneğin, en üst oranın hiç olmazsa yüzde 60’a çıkarılmasını önermeye cesaret edebilecek bir anamuhalefet partisi görebilir miyiz? Bence göremeyiz. Çünkü o zaman sermaye örgütlerinin yoğun saldırılarına maruz kalacağını bilir ve bunu göze alamaz; her sınıfı birden idare etmeyi politika sananlar, köklü vergi reformu bile öneremezler. Kaldı ki, sermayeyi vergilendirmek için gelir vergisi tarifesini dik artan oranlı yapmak da yeterli olmazdı. Çünkü birçok sermaye geliri Özal döneminden beri artan oranlı tarifeye sokulmadan kendi “sedülünde” düşük bir stopaj oranıyla vergilendirilir. Dolayısıyla, sistemin bütününe el atmayan perakende çözüm olanağı artık yoktur.
Bu sırada Türkiye’de de görüşülen bir vergi paketi teklifi var. Komisyondan Şimşek olmadan şimşek hızıyla geçti bile. Paket epey budanarak Meclis’e gelmişti. Çünkü adettendir, bu tür teklifleri önce sermaye görür ve kırmızı kalemi elindedir. Vergi paketinden gelir beklentisi 226 milyar TL’den 150 milyar düzeylerine gerilemiş vaziyette. Bunun da 110 milyarının “küresel asgari kurumlar vergisi” (40 milyar) ve “yurtiçi asgari kurumlar vergisi” (70 milyar) üzerinden sağlanması bekleniyor. Buradan bakılarak bu paketin sermayeyi vergilendirdiği söylenebilir mi? Söyleyenler var elbette. Bu bir “yersen” durumu. Çünkü kurumlar vergisine yapılan bu eklentilerin büyük sermaye çevrelerini asla rahatsız etmediği (etse zaten önceden ayıklanırdı!), hatta tam tersine bu çevrelerce de desteklendiği bilinmeli. Küresel tekellerin asgari bir kurumlar vergisi (KV) ödemesi, büyük sermaye açısından vergi rekabeti eşitliği olarak algılanır; dolayısıyla bu önerinin bizzat bu çevrelerden gelmiş olması şaşırtıcı olmaz. Öte yandan Türkiye’de KV yükümlüsü yarım milyondan fazla şirket zarar beyan ederek vergi ödememektedir. Bunların fiilen hiç olmazsa yüzde 1-3 bandında vergi ödeyicisi olmalarını büyük sermaye neden istemesin ki? Yeter ki, kendisinin 1,5 trilyon TL’yi aşan ve yılsonunda muhtemelen 2 trilyonu dahi aşabilecek olan vergi istisna ve muafiyetlerine dokunulmasın. Sermayenin sadece KV istisna ve muafiyetleri 650 milyar TL’yi aşarken, bunlara hiç dokunmadan getirilen 70 milyarlık “yurtiçi asgari KV” neden rahatsız edici olsun ki?
Vergileme alanı, sınıfsal güç dengelerinin en fazla billurlaştığı alandır. Dolayısıyla, sınıfsal bir kol güreşini gerektirir. Emekçi sınıfların öncelikle bunun bilincine varması gerekir.
/././
Çiğli Belediyesi işçileri haklarını artık Ankara'da arıyor: 'CHP'deki liste savaşlarının kurbanı olduk' -Özkan Öztaş-
Haksız gerekçelerle işten çıkarıldıklarını savunan Çiğli Belediyesi işçileri direnişlerini Ankara'ya taşıdı; CHP Genel Merkezi önünden belediyeye seslendi: "İddia ediyorsan ispat edeceksin."
Yerel seçimlerin ardından onlarca belediyede işten çıkarmalar yaşandı. Yüzlerce işçi için yer yer "kamu tasarrufu", yer yer "ihtiyaç fazlası", yer yer de "ATM memuru" nitelemeleri yapıldı. Bazı belediyelerde ise işçiler bu gerekçelerin gerçeği yansıtmadığını söyleyerek eyleme geçti.Bu örneklerden biri CHP'li Çiğli Belediyesi. 147 işçi "işveren tarafından haklı sebep bildirilmeden iş akdinin feshi"ni içeren Kod-4 ile işten çıkarıldı. Belediye Başkanı Onur Emrah Yıldız işten çıkarılanlar için "ihtiyaç fazlası" derken işçiler sorunun belediyedeki eski ve yeni başkan arasındaki liste çekişmesinden kaynaklandığını söylüyor.
İşçiler belediye binası önünde başladıkları direnişlerini Ankara'ya taşıdı.
"Artık bir sonuç ve çözüm istiyoruz" diyen işçiler mücadelelerini ve taleplerini soL'a anlattı.
'İhtiyaç fazlası dediler ama işten çıkarıldığımız yerlerde işler aksıyor'
İşçilerin ilk itiraz belediye başkanının "ihtiyaç fazlası" savunmasına. İşçiler, veteriner hizmetlerinden fizyoterapi desteğine işten çıkarmaların yaşandığı birçok alanda faaliyetlerin aksadığını aktarıyor:
"Bizi ihtiyaç fazlası diye işten attılar ama çıkarıldığımız iş kollarında bir sürü aksama meydana geliyor. Mesele veteriner hizmetleri bölümünde çalışırken işten çıkarılmalar nedeniyle bazı örneklere yetişilemiyor. Bazen yaralı hayvanların ihbarı geliyor ama oraya sayıca yetersiz ekipleri gidince sağlıklı yürümüyor işler. Bazen hayvanları taşımak için şoförün falan araçtan inip desteğe geldiği falan oluyor. Yani kimse kendi işini de doğru düzgün yapamıyor. Sonuçta bazı şeyler uzmanlık alanı.
Mesela bir arkadaşımız kuaför. Kendisi yaşlı ve engelli bireylerin evlerine giderek belediye hizmeti olarak kuaförlük yapıyordu. Şimdi bunun ihtiyaç fazlası olma ihtimali var mı? Çok açık ki çıkarıldığımız yerlerde aksamalar meydana geliyor. Belediye fizyoterapi hizmetimiz var reklamı yapıldıktan bir gün sonra fizyoterapisti işten attı. Çok tuhaf bir durumla karşı karşıyayız gerçekten."
Haziran ayında işten çıkarılan 147 işçi, belediye yönetimine "işimizi istiyoruz" diye seslendi.'İddia ediyorsan ispat edeceksin'
İşten çıkarılan işçiler arasında 10 yıldır belediyede çalışan da var seçimlerden önce işe alınan da. Ancak işçiler esas sorunun işten atılmalar nedeniyle yaşanılan sorunlar olduğunu ifade ediyor.
"Şimdi bizi işten attıktan sonra 15 işçiyi geri aldılar. Sus payı gibi bir şey. Yani 147 kişi işten atıldıktan sonra 15 kişi işe dönse ne olur dönmese ne olur. Aramızda hamile olan işçiler de vardı babası kanser tedavisi gören de."
Bazı işçiler için "Zaten masa başındalar sahaya dahi çıkmıyorlar" denilirken, kimi işçiler için de "Belediyeye dahi uğramıyorlar, bankamatik memurluğu yapıyorlar" denilmiş. İşçiler bu iddiaları yalanlarken, bu tür ithamlarla anılmaktan duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar:
"Şimdi bize yan gelip yatıyorlardı diyorlar kibarca. Hangi çağda yaşıyoruz. Bunu iddia ediyorsan ispat edeceksin. Sonuçta çalıştığımız neredeyse her yerde kamera var. Bu iddialar doğru olsa hakkımızı aramaya yüzümüz mü olurdu? Bu iddiaların hepsi yalan. Sonra dediler ki 'Bunlar zaten işe bile gelmiyor, tek işleri aydan aya gelip maaşını almak.'"
Yahu bizim çalıştığımız bölümlerde girişlerde parmak okuma sistemleri var. Hangi gün geldik hangi gün gittik hepsinin kaydı var. Hadi bunu geçtim çoğu zaman sahada çalışırken saha amirleri gelip sahada parmak okuyucu ile çalışmalarımızı takip edip denetliyor. Bu iddiaların aslı astarı yok.
Sonra baktılar bu iddiaları ispat etmek mümkün değil, dediler ki belediyenin bütçesi yok. Bizi işten atmadan önce Haziran ayında bütçemiz iyiye gidiyor diye reklamlar yaptılar. Hadi bunu geçtim ihtiyaç fazlası dediler. Yahu bizim çıkarıldığımız yerlerde işler aksıyor. Bir vadede mutlaka yerimize birilerini almak zorunda kalacaklar. O zaman bizi niye işten attılar?"
'CHP içi çekişmelerin kurbanı olduk'
İşten çıkarılan işçilerin dile getirdiği bir diğer husus ise eski ve yeni başkanlar arasındaki "liste savaşları".
İşçilerin bir kısmı CHP üyesi. Aralarında CHP Çiğli Belediye Meclis Yedek Üyesi olan da var. İşçiler CHP'li iki başkanın çekişmesinde kendilerinin kurban edildiğini söylüyor:
"Seçimlere doğru gidilirken adaylar, aday adayları falan derken tabi listeler dolaşıyordu. Hatta Çiğli'de mavi liste ve beyaz liste diye iki liste vardı adayların. Her iki aday da CHP'li zaten. Belediye de CHP'den CHP'ye geçti sonuçta başkan değişti parti değişmedi. Ama gelgelim bu CHP içi çekişmelerde olan bize oldu.
Yeni gelen eskinin listesine, eski listelerin sahibi kaybeden listeye savaş açıyor. Senin işçin benim işçim tartışmaları yapılıyor. Bizler yıllardır bu belediyeye çalışan insanlarız. CHP içindeki tartışmaların, başkanlar arasında yaşanan çekişmelerin kurbanı oluyoruz. Bu durum acilen telafi edilmeli.
15 Temmuz'dan bu yana CHP Genel Merkezi önünde devam ettiğimiz direnişimiz devam ediyor. Artık bir sonuç ve çözüm bekliyoruz. Burada bu soruna çözüm bulamayan CHP sonra AKP'li belediyeler işçi çıkardığında sesini çıkarmasın. Memenen'de AKP'li belediye işçi çıkardığında esip gürleyen bizi görmezden geliyor."
Ailelerinden uzaktan direnişlerini sürdüren işçiler bir an önce iyi haberlerini alıp evlerine dönmeyi bekliyor.
/././
Tek gerçek çözüm: Şirketlere ve kârlarına el koymak! -Selahattin Kural-
Lafa "hep birlikte" diyerek başlayanların sunduğu çözüm, holding ve şirket sahiplerinin çıkarı için emekçilerin, çocukların, emeklilerin yaşamlarının gözden çıkarılmasından başka bir ifade taşımıyor.
Çocukken, zenginlerin parası halka dağıtılsa şu kadar insanın karnı doyar, herkes tatil yapar, babamın maaşı artar gibi basit hesaplar yapardık. Hemen herkesin aklından bu mutlaka geçmiştir. Geçmişten söz ediyorum ama zaman geçtikçe de bu yöntem değişmedi.
Elbette bunu nostalji olsun diye söylemiyorum. Yaşanan eşitsizliğin ortadan kaldırılması için hem insani hem de çok sade bir matematik hesabı olduğu için. Her şeyden öte tek gerçekçi çözüm buydu.
Mevcut düzen, karmaşık yapısına rağmen özünde çok basittir. Sermaye sınıfı, emeği sömürüp kendi birikimini arttırmak için işçi sınıfını ezer. Kârlar artar, patronlar yeni şirketler açar ve bu şirketlerle yeni kârlar elde etmeye devam ederler. Bu, kapitalizmin gelişmesi, sömürü ilişkisinin derinleşmesidir. Yani bu düzen geliştikçe emekçiler daha fazla sömürülüyor.
Yaşanan eşitsizliklerin, hayat pahalılığının artmasının ve ücretlere zam yapılmamasının nedeni olarak bu sadeliği baz aldığımızda, sorunun çözümü çok net: Patronlar olmasa, herkes refah içinde yaşar.
Bu sadeliği gerçekçi bulmayan veya sığ bir değerlendirme olarak görenler, patronların kârlarına bakarak mutlu oluyor ve ekonomik analizlerini bunun üzerinden yapıyorlar. Aslında bunlar, burjuvazinin maaşlı ekonomistleri, iktisatçıları ve uzmanlarıdır. Mesela birkaç gün önce popüler bir ekonomist, Akbank'ın açıkladığı kâra sevinip, "bravo" diye alkış tuttu.
Sadece onlar değil, bugün siyasi iktidar ve düzen muhalefeti, ülke ekonomisini düzelteceğiz diye tam da bu sömürü ilişkilerini devam ettirme yarışına girdi. Hatta bazen sergilenen performansa baktığımızda kim iktidar, kim muhalefet birbirine karıştı. Genel olarak yapılan siyasete bakınca tarafların, bu düzenin sorunsuz bir şekilde devam etmesi ve sermaye sınıfının egemenliğinin sürmesi noktasında mutabık kaldıkları anlaşılıyor.
Kemer sıkma politikaları, girilen bu yolun sonucudur. Halka, "hep birlikte çıkış istiyorsak gerekirse simit yiyeceğiz, aç kalacağız, daha çok vergi vereceğiz" gibi riyakarca sözleri dillendirmek, faturayı halka çıkarmaktan başka bir anlama gelmiyor.
Hep birlikte derken kimleri kapsıyor bu söylemler? Mesela bu ülkenin en büyük şirketlerinin başına çöreklenmiş olanları kapsıyor mu? Hayır. Çünkü hepsi kârlarını katlamaya devam ediyor. Onların derdi, bugün daha fazla para kazanmak ve daha fazla yeni alanlarda iş kurmak.
Demek ki lafa "hep birlikte" diyerek başlayanların sunduğu çözüm, holding ve şirket sahiplerinin çıkarı için emekçilerin, çocukların, emeklilerin yaşamlarının gözden çıkarılmasından başka bir ifade taşımıyor.
Burada tek kazanan var; şirketleri elinde tutanlar.
Nasıl bir büyüklükten söz ettiğimizi anlamak için sadece şu birkaç veriye bakmak yeterli olacaktır.
Çok konuşulan ve tartışılan kamuda tasarruf ile hedeflenen 3 yıl içinde 100 milyar lira tasarruf miktarı, Koç Holding'in 2023 yılı kârına yetişemiyor. Koç Holding'in 2023 yılı net kârı 117 milyar lira. Yani 3 yıllık tasarruf başarılı olsa bile bir Koç etmeyecek.
2023’te İSO 500’deki şirketlerin toplam faaliyet kârı 937 milyar lira olarak gerçekleşti. Bu şirketlerde çalışan bir işçi, 2023 yılında patronuna 1 milyon 166 bin lira kâr kazandırdı. Ortalama işçinin net ücreti ise 28 bin lira. Yine bu şirketlerin toplam varlıkları 2023’te 4,7 trilyon liraya çıktı. Şirketlerden alınması gereken 66,7 milyar liralık vergi ise ödenmedi.
Bankacılık sektöründe, BDDK’ya göre ülkemizde faaliyet gösteren toplam 62 banka bulunuyor. Bunun 12'si kamu, 22'si yerli özel ve 28'i yabancı sermaye. Sektörün 2023 yılı net kârı ise 603 milyar 634 milyon TL.
Bu veri listesini daha da uzatabilir, şirket varlıkları ve kârlarıyla halkın refah içinde yaşayabileceğine dair örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak geçerken sadece bankacılık sektöründeki net kârla, halkın sağlıklı ve güvenli bir şekilde yaşayabileceği 400 binin üzerinde konut inşaa edilebileceğini söyleyelim. Varın gerisini siz düşünün.
Okul yaşında olan çocuklar, şirketler kâr elde etmeye devam etsin diye okulunu bırakıyor; işçiler fazla mesai ücreti almadan uzun saatler çalışıyor; emekliler açlığa terk ediliyor…
Tüm bunlar ve dahası, Bakan Mehmet Şimşek'in çözüm diye sunduğu kemer sıkma politikalarının sonucu.
Önümüzde tek gerçek çözüm yolu bu eşitsizliği üreten, sürekli krize giren ve emekçileri ölüme götüren şirketlere, onların tüm varlıklarına ve kârlarına el koymaktır. Nasıl özelleştirmelerle şirketler bir günde patronların eline geçirildiyse, aynı şekilde bir günde el koymak.
TKP'nin ücret tartışmalarına karşı başlattığı “şirket varlıklarına ve kârlarına el koyacağız" mücadelesi, bugün yapılan tartışmaların ne kadar ikiyüzlü olduğunu ve gerçekçi çözüm yolunu göstermesi açısından çok önemli.
Halkın bütün sorunlarına merhem olacak bu devasa kaynak, şirket sahiplerinin elinden alınıp bütün yurttaşların ihtiyacı için kullanılmayı bekliyor.
/././
Direncin simgesi bir komünist kadın: Suat Derviş -Serpil Güvenç-
Bugün Suat Derviş'in 52. ölüm yıl dönümü. Direncin simgesi komünist bir gazeteci, yazar... Serpil Güvenç'in kaleminden, Suat Derviş'i okuyoruz...
Kol ve kafa emekçisi kadınlar, ülkemizin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde, erkek yoldaşlarıyla omuz omuza savaştılar. Özveriyle, inançla, yüreklilikle ve en önemlisi kendi kararlarıyla katıldılar bu zor yaşama. Her birinin yaşamı araştırılmayı, yazılmayı ve yeni kuşaklara tanıtılmayı fazlasıyla hak ediyor. Biz, Türkiye’de akademisyenlerin, gazetecilerin, sanatçı ve yazarların büyük baskılarla susturulmaya çalışıldıkları günümüz siyasal ortamını dikkate alarak, komünist bir kadın gazeteci ve yazarın yaşamını paylaşmayı seçtik: Suat Derviş. Ölümünün 52. yıl dönümünde, onu anlatmak istiyoruz.Asıl adı Hatice Saadet Baraner. Ülkemizdeki sosyalist, komünist birçok aydının yazgısını paylaşmış bir kadın yazarımız. Ömrünün büyük bir kısmının mahkemeler ve cezaevleri arasında mekik dokumakla geçtiğini biliyoruz.
Doktor bir babanın, aristokrat bir Osmanlı ailesinden gelme sanatçı bir annenin çocuğu olan Suat Derviş, otuza yakın roman, öykü ve politik eserin sahibi. Ankara Mahpusu on sekiz yabancı dile çevrilmiş. 1921’den itibaren Babıali’nin en başarılı muhabirlerinden birisi olarak gazetecilik yaşamına başlayan Derviş, 1927’de konservatuvar eğitimi için gittiği Almanya’da müzik çalışmalarını sürdürürken bir yandan Berlin Felsefe ve Edebiyat Fakültesine devam etmiş, bir yandan da Alman gazete ve dergilerinde yazılar yazmış.
‘Niçin Sovyetler Birliği’nin dostuyum?’
1932’de Türkiye’ye dönen Suat Derviş, 1936 yılında, Sertellerin çıkardıkları Resimli Ay dergisindeki yazılarıyla sol basın dünyasına adımını attı. Bunun yanında, Tan gazetesinde de kadın sorunları ve dış siyaset üzerine yazıları yayımlanıyordu. 1937’de SSCB’ye giderek Tan için uzun bir röportaj yaptı. 1941’de TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile son evliliğini yapan Suat Derviş ile eşi Baraner, 1940- 41 yılları arasında 26 sayı yayımlanan “Yeni Edebiyat” dergisini birlikte çıkardılar. Derviş, 1939’da ikinci kez gittiği SSCB ziyareti izlenimlerini içeren “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?” başlıklı incelemeyi 1944 yılında kaleme almıştır. Sovyet sisteminin övüldüğü, Türk- Sovyet dostluğunun kaçınılmazlığının vurgulandığı bu kapsamlı kitapta, SSCB’de tarım, sanayi, kültür, sanat, müzik, kadın ve çocuk sağlığı, eğitim alanlarında ulaşılan muazzam gelişmeler istatistiklerle ve ayrıntılı olarak aktarılmakta ve yorumlanmaktadır. Suat Derviş, bu başarıda, cephede ve cephe gerisinde Sovyet kadınının verdiği büyük mücadelenin payının önemini de betimler. Kendisine karşı yöneltilen “kıpkızıl komünist” suçlamalarını ise, geri adım atmaksızın şöyle yanıtlar:
“... Bu küçük risale ile, efendilerine sadık kölelik hizmetini yapmaya çabalamış olanlara hitap etmiyorum... Yirmi yılı aşkın bir süredir yazılarımı takip etmiş olan okuyucularımla, her Türk yazıcısı gibi kendimi hesap vermekle sorumlu hissettiğim Türk kamuoyuna hitap ediyorum ve altında imzam bulunan yazıların bütün sorumluluğunu taşımaktan gurur duyduğumu söylüyorum... Sovyetler Birliği’ne karşı olan dostluğum da saklamaya gerek duymadığım ve kemal-i cesaretle açıkladığım bir duygumdur.. Ve ben bu küçük kitabı ‘böyle bir dostluk hissetmiyorum’ diye kendimi savunmak için değil, bilakis, bu dostluğun ne kadar haklı ve doğru olduğunu ispat etmek, onun kaynak ve nedenlerini tahlil etmek için kaleme almış bulunuyorum.”
Türkiye, ırkçılığın ve anti-komünizmin kol gezdiği, siyasal iktidardan destek alan gerici kesimlerin ve gerici ve komünizm karşıtı basının iyice palazlandığı bir dönemden geçmektedir. TCK’nin 141-142. maddeleri, her zamanki gibi, sosyalist, komünist aydınlar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Böylesi bir ortamda, bu broşürün yazılması, büyük bir yüreklilik, kararlılık ve inanç gerektirmekte ve yazarını büyük bir bedel süreci beklemektedir.
Komünist aydının ekmek kavgası
Suat Derviş, tüm baskılara ve tehditlere karşın, romanlarını yazmayı sürdürür ama artık Babıali’nin kapıları ona kapanmıştır.
1944 TKP tutuklamalarında eşiyle birlikte gözaltına alınır. Sorguda ilk çocuğunu düşürür ve bir daha çocuk sahibi olamaz. Yardım ve yataklıktan açılan dava ise, “yazdığı yazılarla solcu fikirli bir kadın olduğunu gösterdiği” için 141. maddeye çevirir. TCK’nin 141/1. ve 161. maddelerinden suçlu bulunur ve sekiz ay kalır cezaevinde. Dışarıda yaşam daha da zordur. Yine de roman yazmayı, Reşat Fuat’a para göndermek ve kendi geçimini sağlamak için piyesler ve skeçler yazmayı sürdürür.
Ankara mahpusu
Tahliye edilen eşi Reşat Fuat 1951’de TKP tevkifatı kapsamında bir kez daha içeri alınır. Suat Derviş, bu kez Paris’e gider. Fransız dergilerindeki yazılarında Türkiye işçi sınıfını anlatan öyküler yazar. Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı olan “Ankara Mahpusu” eleştirmenlerce büyük övgü alır. Romanları birçok dile çevrilir.
1961’de Reşat Fuat’ın tahliyesiyle birlikte ülkesine dönen yazarın günleri, çektiği işkenceler ve cezaevi koşullarının çok yıprattığı eşine bakmakla geçer. Maddi sıkıntılar devam etmektedir ve yazarın kitaplarını kimse yayınlamaya yanaşmamaktadır. 1968’de Reşat Fuat’ı yitirir. Aynı yıl, Yeşilçam’da ilgi gören ve filme alınan Fosforlu Cevriye romanından gelen parayla biraz olsun nefes alan Derviş, evini 68 gençliğine açar. Bu arada Neriman Hikmet ve birkaç devrimci kadın arkadaşıyla “Devrimci Kadınlar Derneği”ni kurar. Dernek kısa bir süre sonra kapatılacak, Suat Derviş’in evi basılacak, gözaltına alınacaktır.
Sağlığını da iyice yitiren komünist kadının yaşamı 23 Temmuz 1972’de sona erer.
Bu yazı, haftalık Boyun Eğme dergisinin 66. sayısında yayınlanmıştır.
/././
Efenaz Lojistik'te iş güvenliği yok, ücretler eksik: Patrona göre 'gençler iş beğenmiyor' -YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-
Efenaz Lojistik işçileri iş güvenliğinin olmaması, hijyen eksikliği, eksik yatırılan ücretlerden şikayetçi. Patronsa kötü koşulları görmezden geldi, gençleri iş beğenmemekle suçladı.
Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bulunan Efenaz Lojistik kötü çalışma koşulları ve eksik ücretlerden şikayetçi.Şişecam, Pınar ve Europen gibi büyük üreticilerle çalışan şirketin sahibi iktidara yakınlığıyla dikkat çekiyor.
Efenaz Lojistik kurucusu ve EMŞAV Eskişehir İl Başkanı Mehmet Ali Çil. Fotoğraf: 2 Eylül GazetesiŞirket, 2020 yılında Mehmet Ali Çil tarafından kuruldu. Çil, aynı zamanda Emniyet Teşkilatı Vazife Malulü ve Şehit Aileleri Vakfı (EMŞAV) Eskişehir İl Başkanı. Vakıf, 2022 yılında HDP Genel Merkez binasında yapılan provokasyona öncülük etmişti. Grup, HDP’lilere hakaret ve tehditlerde bulunmuş, gruptan bir kişi “Dikkat edin bir gece ansızın gelebiliriz” demişti.
Çil, EMŞAV Eskişehir İl Başkanı olarak Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy’u da makamında ziyaret etmişti.
Sunduğu koşulları görmezden geldi, gençleri iş beğenmemekle suçladı
Mehmet Ali Çil, 8 Temmuz'da Eskişehir’in yerel gazetelerinden 2 Eylül’e verdiği demeçte kendi iş yerindeki koşulları görmezden gelerek gençleri “iş beğenmemekle” suçlayan sözler söylemişti:
“Bizim en çok sorun yaşadığımız konu işte ‘Ben üniversite mezunuyum o işi yapmam’ yaklaşımıdır. Peki ne iş yapmak istersin? İşte; masası olacak, arabası olacak, 8’de gelecek 4’de gidecek. Bu standartlara ulaşabilmesi için Türkiye’de ki sanayi kuruluşlarından bir 10 tane daha olması lazım."
Efenaz Lojistik Eskişehir’in yerel basını tarafından da “kentin önemli şirketlerinden birisi” olarak gösteriliyor.
İş tanımı yok, işi öğreten de yok
Şirketteki çalışma koşullarını soL’a anlatan Can, Efenaz Lojistik’in eski çalışanlarından biri. Can, fabrikada işçiler arasında belli bir iş tanımı olmadığını söylüyor:
“Fabrika demeye bin şahit ister, atölye bozması bir yer. Büyük markalara iş yapıyorduk ancak markaların kurumsallığını bu fabrikada görmek mümkün değil. Her şeyden önce yaptığım belli bir iş yoktu. Altı tane bant, hepsine kim bakarsa… Belli iş tanımları yoktu yani. Zaten yeni çalışana iş öğretme gibi bir durum da yok. Bir kere gösterirler, öğrendin öğrendin, yoksa azar yersin ustalardan.”
'Camın yüzümde patlamasından kıl payı kurtuldum'
İşletmede iş güvenliğinin alınmadığını söyleyen Can, kendi başından geçen ve istifasına neden olan bir olayı anlattı:
“İş güvenliği en büyük sorunlardan biriydi. İş güvenliği uzmanı arada yalandan gelip etrafa bakıyor, sonra gidiyordu. Benim istifa etmeme neden olan olay da iş güvenliğiyle alakalıydı. Paşabahçe’nin ürünlerini paketlerken koruyucu gözlük, eldiven gibi eşyalar verilmedi. O gün ben de dört kişinin işini yapıyorum. Camlar bandın sonunda biriktikçe patlıyordu. Eldiven, gözlük olmayınca haliyle durum daha da riskli oluyor. Bir kere camın yüzümde patlamasından kıl payı kurtuldum. Bu olay benim için son raddeydi. Bu olaydan sonra istifa edip çıktım.”
Ücretler eksik ama istihdam 'iki katına' çıkabilir
Son olarak hijyen koşulları ve ücretlere değinen Can, şirketin geç yatırdığı maaşlarda ekonomik sıkıntıları bahane olarak gösterdiğini kaydetti:
“Soyunma odaları, tuvaletler, mutfak inanılmaz kirli. Fabrika OSB’de bulunduğu için yemek söyleyemiyorduk, mecbur o kirli mutfakta, kirli çatal-kaşıklarla yemek yiyorduk.
Maaşlar bazen eksik ve geç yatırılıyordu. Üç-beş gün geç yatırıp ekonomiyi bahane olarak gösteriyorlardı.”
İşçilerin maaşlarının geç ve/veya eksik yatırmalarına bahane olarak “ekonomik darboğazı” gösteren şirketin kurucusu Çil, 8 Temmuz’da 2 Eylül gazetesine verdiği röportajda şu an çalıştırdıkları kadar işçi daha çalıştırabileceklerini söylemişti:
“EFENAZ’ın sunduğu imkânlar istihdam noktasında çok fazla. Her kesime, her çalışma modeline yönelik iş var bizde. Çünkü bizde toplamda 21 tane alt iş modeli var buraların hepsi farklı farklı iş yapıyor. Kendi yönetimimizde olan 35 bin metre kare kapalı alanımızın harici olarak söylüyorum. Şu an 1200 küsur kişiyiz. Biz 1200 kardeşimize daha istihdam sağlayabiliriz. Bunun önünde hiçbir engel yok. Yeter ki onlar eğitim hayatlarının yanında gerçek hayatı da öğrenmek istesinler. Aslında, ana konumuz bu gençleri hayata hazırlamak. Bizler onlara sanayide model model iş örnekleri sunuyoruz.”
GÜNDEM BAŞLIKLAR
TKP, 'şirketlerin kârları halkımıza feda olsun' diyor: İlk hedef Yıldız Holding
Emekçiler ülkenin bütün zenginliklerini yaratıp "kırıntıları" alırken büyük kârlar şirketlerin hanesine yazılıyor, onlar da bu kârları yeni yatırımlara yöneltiyor. TKP'ninse başka bir önerisi var.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-sirketlerin-karlari-halkimiza-feda-olsun-diyor-ilk-hedef-yildiz-holding-394306)***
Yeni Şafak ilan etti: 'Zenginsen sığınmacı değilsin'
Yeni Şafak, Türkiye'deki Suriyeli patronların derdine ses oldu. "Her gördüğünüz sığınmacı değil" başlıklı haberde, adeta "ırkçılık yaparsanız yapın ama zenginlere dokunmayın" çağrısı yapıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-safak-ilan-etti-zenginsen-siginmaci-degilsin-394299)
***
Menzilciler durağı da otobüsü de harem-selamlık ayırdı
KADIN-ERKEKMenzil Cemaati'nin köyünde otobüs durakları da otobüsler de harem selamlık ayrıldı. Kadın ve erkekler ayrı yerlerde bekleyip, ayrı kapılardan inip biniyor.
Geçtiğimiz yıl "Gavs" olarak anılan Abdülbaki Erol'un vefatının ardından Menzil Cemaati, üç oğlu arasında bölünmüştü. Bu durum, cemaat içinde tartışmaların ve iç ayrışmaların önünü açmıştı.
Menzil Cemaati'nin Adıyaman'daki köyünde tartışma yaratan bir uygulamaya geçildi.
Köyün Buhara Evleri isimli kısımda otobüs durakları kadın ve erkekler için ayrıldı. Paylaşılan fotoğraflarda kadınlarla erkeklerin ayrı duraklarda beklediği görüldü.
Harem selamlık uygulama bununla da sınırlı kalmadı. Kadın ve erkeklerin otobüslere de ayrı kapılardan inip bindiği ortaya çıktı. Kadınların arka kapıdan, erkeklerin ise ön kapıdan otobüse bindiği öğrenildi. Cemaate yakın Buhara Evleri sitesinde, kadın ve erkeklerin otobüste de kendilerine ayrılan alanda seyahat ettikleri bilgisi paylaşıldı.(derleyen: mstfkrc)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder