Bir hukuksal keyfilik daha AYM’den döndü -Ali Rıza Aydın-
Onlar ne diyor? Asıl olan kapitalizmin/emperyalizmin sürdürülebilirliği… Biz sermaye sınıfının araçlarıyız… Biz ne diyoruz? Sizin tüm mal varlığınız ve kârlarınız halkımıza feda olsun…
Başlıktaki iki konuya değinerek başlamakta yarar var. Birincisi keyfilik genellikle hukuksuzlukla birlikte tanımlanır. Bu durumda hukuksal keyfilik olur mu? İkincisi AYM tüm keyfilikleri durduran, eşitlik-özgürlük diyalektiğini eksiksiz gözeten bir anayasal denetim organı mıdır?
Hukuk içinde keyfilik… Olmaz olur mu? Hukuk kuralı hukuksuzsa, genel kabul görmüş hukuk devleti ilkelerine aykırıysa, göz göre göre Anayasaya aykırıysa, her okuyanın başka bir anlam çıkardığı belirsizlik içeriyorsa, yasama yetkisini tanımsız ve sınırsız biçimde idareye devrediyorsa ve bunlar gibi birçok alanda hukuksuz olanı hukukun içine yazıyorsa keyfilik hukukun içine girer. Bu biçimsellik yönü. Bir de eşitlik, özgürlük, adalet, ayrım yapmaksızın herkese uygulanan hak ve özgürlük, hukuku çifte standart uygulamama gibi kapitalizmin ekonomi politiği olan sömürüden kaynaklanan, kapitalist üretim ilişkilerinin ürünü olan, sermaye sınıfını yaşatıp emekçileri sömüren hukuk var ki özünde zaten keyfilik taşır. Sermaye sınıfına olabildiğince yol açar, emekçilerin denetimini patronların elinde tutar, emekçileri de haklarını dahi arayamayacağı bir batağın içinde tutsak eder. Esnek ve güvencesiz çalışmayı yazar, işten atılmayı ve işsizliği meşrulaştırır, düşük ücreti kanıksatır. Biz bu birinci durumu “hukuklu hukuksuzluk” diye özetleriz. Başka bir özeti de burjuva hukukudur. Atlamayalım, uluslararası sözleşmeleri, örneğin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ni de buradan okumak gerekir.
Her üretim ilişkisi kendi hukukunu ve kurumlarını yaratacağından anayasa denilen bağlayıcı ve üstün belge de yukarıda özetlediğimiz durumdan soyutlanamayacağından hukuklu hukuksuzluğun belgesi olması kaçınılmazdır. Anayasa Mahkemesi de bu Anayasayı yorumlama yetkisine sahip anayasal denetim organı olduğundan öyle her hukuksal hukuksuzluğun AYM’den dönmesini beklemek güzel bir rüyayı görürken uyanmak istememek gibi duvara toslar. Uyanamayacak tek durum ölümdür. Günümüzün AKP/Erdoğan/Tarikat Cemaat imzalı, sermaye-din karışımlı AYM’si eğer kimi döndürmeler yapıyorsa, artık hukuksal keyfilikler görmezden gelemeyecek derecede açık ve net ortada olduğu içindir. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerindeki iptaller, Can Atalay kararı son dönemin örnek kararları olarak duruyor. Kimi hak ihlalleri kılıflara sığmıyor. Bireysel başvuru istatistiklerinin uzun kuyruğu, bu iç denetime karşın İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önündeki Türkiye uzun kuyruğu da örnek olarak duruyor.
Hangi hukuksal keyfiliğin AYM’den döndüğü konusuna giriş uzadı. Konuyu, 6 Şubat 2023 depreminden hemen sonra 13.2.2023 günü soL’da yazdık.1 Anımsanacaktır, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce 11 Haziranda “imar barışı” reklamıyla İmar Kanununa eklenen geçici maddeyle (geçici madde 16); afet risklerine hazırlık gerekçesiyle ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla 31.12.2017 tarihinden önce yapılmış yapıların kayıt altına alınması ve sahiplerine yapı kayıt belgesi verilmesi öngörüldü. Ancak bu yapıların imarı için adım atılmadı. 6 Şubat depreminde üzüntüyle, acıyla yaşadığımız gibi, binalar yıkılarak can ve mal kaybına neden oldu.
Bu maddede ilginç ve şaşırtıcı bir durum vardı. Yapı kayıt belgesinin geçerlilik süresi, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı yapının yeniden yapılması veya kentsel dönüşüm uygulaması koşuluna bağlandı ama başka bir kayıtla.
Bu kayda göre, yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerli olacak geçici süre içinde yapı kayıt sistemine alınan yapıların depreme dayanıklılığı konusu malikin sorumluluğuna bırakıldı. Devlet “ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapıların deprem sorumluluğunu üstlenmem, bir an önce ruhsatlı yapınıza başlayın ya da başlatın” demeye getirerek geçici süre içindeki yapı kayıt belgeli yapıların afet sorumluluğunu yurttaşa yükledi.
Devletçe “imar barışı” adı altında yapı kayıt belgesi verilen yapılarda, yıkım durumunda sorumluk yalnızca bina sahibine yüklendi. Yani devlet yıkım batağının içinden kendisini tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkarmaya çalıştı, hem de kanun maddesiyle.
Konu, konuya ilişkin bir tebliğin iptali için açılan dava sonucu Danıştay tarafından itiraz başvurusu yoluyla AYM’ye taşındı. Habertürk'ten Fevzi Çakır'ın haberine göre AYM, yapı kayıt belgesi verilerek koşula bağlı af getiren bu maddedeki devletin sorumluluğunu yapı sahibine yükleyen kuralı Anayasaya aykırı buldu. Özetle “yalnızca bina sahibini sorumluluğu olmaz, ilgili kamu kurumlarının sorumluluğu devam eder” dedi.
AYM’nin gerekçeli kararı yayımlandığında ayrıntıları göreceğiz. Ancak bu kararla birlikte, daha önce açılmış olan birçok dava yeniden biçimlenecek, davalara yeni davalılar eklenecek, kanun hükmü olması nedeniyle ilgili idarelere açılmayan/açılamayan davalar açılabilecek. Konu deprem bölgesiyle birlikte Türkiye’nin birçok bölgesindeki milyonlarca yapı kayıt belgeli yurttaşı ilgilendiriyor.
Hukuklu hukuksuzlukların ortaya çıkarılması önemsiz sayılmaz. Öncelikle bu tür kararların, yargı denetiminin amacına ulaşıp ulaşmadığına bakılacak ki bu yalnızca kararın uygulanıp uygulanmayacağıyla sınırlı değil. Artık benzer hukuksuzlukların yapılmamasıyla da ilgili. Hiç olmazsa ayrımcılık yapılmamasıyla, hak ve özgürlüklerin gasp edilmemesiyle ilgili.
Kime söylüyoruz? Bu düzenin siyasetçilerine, yöneticilerine, görevlilerine…
Onlar ne diyor? Asıl olan kapitalizmin/emperyalizmin sürdürülebilirliği… Biz sermaye sınıfının araçlarıyız…
Biz ne diyoruz? Sizin tüm mal varlığınız ve kârlarınız halkımıza feda olsun…
Türkiye Komünist Partisi iki gündür, seçtiği bazı şirketlerin kapısına dayanıp eylem yapıyor. Parti dün AKP’li yılların şaşaalı inşaat şirketi Rönesans’ın Ankara’daki merkez ofisinin önündeydi, önceki gün ise zenginler kulübü listelerinde üst sıralardan hiç düşmeyen Ülker ailesi şirketlerinin yönetildiği İstanbul Üsküdar’daki Yıldız Holding binasının.
Eylemler ekonomik krizin büyük bir yoksullaşma dalgasıyla halkı perişan ettiği ve şirket bilançolarında dönem sektirmeksizin kâr açıklandığı sırada yapılıyor.
Eylemlerin başlangıç noktası Yıldız Holding oldu. Grubun en çok bilinen iki şirketi Ülker ve Şok Market geçen yıl 8,7 milyar lira net kâr elde etmişti.
Bu paranın bir bölümü ailenin vereceği yeni yatırım kararları için kaynağa, bir bölümünü de aile bireylerinin kişisel servetine dönüştü.
Oysa bu parayla neler yapılabilirdi?
Eylem sırasında tek tek sıraladı.
Tümüyle Ülker ailesinin zenginleşmesi için kullanılan, üstelik iki şirketin sadece bir yıllık kârı olan bu parayla 1 milyonun üstünde öğrenci bir yıl boyunca sağlıklı beslenebilir, 144 bin 365 ailenin bir yıllık gıda masrafı karşılanabilir, 1 milyon ton buğday alınabilir, 377 aile sağlığı merkezi açılabilir, 3 bine yakın aile hekimi bir yıl istihdam edilebilirdi.
İkinci eylemde ise Rönesans Holding’in 22,6 milyar liralık 2023 yılı net kârı için başka örnekler sıralandı. Bununla 2100 mahalleye kreş açılabilir, bu kreşlerde 210 bin çocuk eğitilebilir, 19 bin kişi istihdam edilebilir, 500 spor tesisi yapılabilir, 6 milyon 300 bin kişinin bir yıllık telefon faturası ödenebilir, 376 bin 667 üniversite öğrencisinin bir yıl boyunca 5 bin liralık bursu karşılanabilirdi.
Tüm bunlar hepitopu birkaç şirketin, sadece bir yıllık kârıyla yapılabilirdi. Yıllar ve yıllar boyu elde edilen kârlarla daha neler neler yapılabilirdi varın siz düşünün. Üstüne bir de bu şirketlerin varlıklarını, sahibi ailelere kazandırdığı serveti, sonra başka aileleri ve onların sahip oldukları şirketleri ekleyin…
Hakları mıdır?
Bizce değil.
Komünistler olan biteni, toplumun kolektif olarak sahip olması gereken zenginliğe, kelimenin tam anlamıyla “bir avuç” aile tarafından el konulması olarak tanımlıyor. Kalan milyonlar, ama az ama biraz daha çok aldığı aylık ücret karşılığında bu şirketlere para kazandırmak için çalışıyor, ya da bir sonrakine kadar işsiz kalıyor. Bu nedenle hakları değil.
TKP’nin eylemleri devam edecek. Mesele birkaç seçilmiş şirket değil. Kimisi AKP döneminde ihya olmuş, kimisi cumhuriyet tarihine yaşıt tüccarlıktan sanayi burjuvazisi olmuş, fark etmiyor. Bir bütün olarak bir sınıfı oluşturuyorlar ve ülkenin kaynaklarını yağmalayıp halkımızın emeğini sömürerek zenginleşiyorlar.
Bu zenginlik, İsviçre Bankası UBS’in geçtiğimiz haftalarda yayınladığı Küresel Servet Raporu’na çarpıcı biçimde yansıdı. Rapora göre Türkiye, kişisel servet artışında Dünya’nın bir numarası. İsviçreli bankanın verileri Türkiye’de kişisel servetin TL cinsinden yüzde 157’den fazla arttığını ortaya koyuyor. Bu orana en fazla yaklaşan iki ülke yüzde 20 ile Katar ve Rusya. Türk zenginleri, servetlerini %63,2 oranında arttırdıkları dolar bazında da listenin başını tutuyor.
Peki kim bunlar?
O şirketlerin başındaki aileler, finans, hizmet ve sanayi tekellerinin sahibi patronlar, onların yönetim kurulları, profesyonelleri…
Söz konusu rapor göre sayıları hepitopu 60 binin biraz üstünde. Türkiye nüfusunun on binde altısı. Rakamla yazarsak %0,06 kadarı. Zenginliğimizin üstüne çökenlerin içimizdeki oranı bu kadar işte.
UBS’in raporu yayınlandığı günlerde ABD merkezli Boston Consulting Group isimli kuruluş aynı içerikte bir başka rapor yayınladı. Orada ise serveti 100 milyon doların üstünde olan “süper zenginler” listesi var. ABD 26 bin, Çin 8 bin 300 süper zenginle ilk iki sırayı paylaşıyor. Üçüncü sıradaki Almanya’nın 3 bin 300 süper zengini ise ülkenin toplam finansal varlıklarının yüzde 23’ünü elinde tutuyor.
Adına piyasa düzeni diyoruz. Önce ülkelerinde, sonra tüm dünyada komünistlerin değişsin diye uğraşıp didindiği düzen bu işte.
Şirketlerin kişilerin elinde bulunmasıyla, onların zenginliğini çoğaltmasıyla derdimiz var. İnsan insanı bu şirketler eliyle sömürüyor çünkü. Oysa onlar insanlığın eşitçe paylaştığı zenginliği üreten merkezler olarak organize edilmeli.
Biz komünistler toplumsal düzeni buradan kavrıyoruz. Örneğin adaletsizliğin kaynağını burada, birilerinin başka birileri tarafından yaratılan zenginliğe sırf “üretim araçlarının sahibi olduğu için” el koyabilmesinde, yani sömürmesinde buluyoruz. İnsanın insanı sömürmesine son vermeden eşitlikten söz edilebilir mi diye soruyoruz.
Evet, o şirketlerle alıp veremediğimiz var.
Rakamlar ortada işte. Sadece bir yıllık kârlarıyla bile bir sürü sorun çözülebilir durumda.
O halde kârlarına ve varlıklarına el koyacağız. Yolu da belli, devletleştireceğiz. Çünkü her biri bu ülkenin zenginliği, halkın malı, emekçilerin alın teri.
/././
Kuralsızlık ve özgürleşme -Nevzat Evrim Önal-
Köklü bir değişimin önkoşulu, emekçi sınıfın siyasi iktidarı ele geçirdiği, yani artık kural koyucu haline geldiği bir politik sıçrama, yani sosyalist devrimdir.
Sınıflı her toplumda, ekonominin de siyasetin de maddi temeli sınıflar arasındaki mücadeledir. Bu maddi temelin üzerine inşa edilen hukuk, gelenekler ve benzeri yazılı olan ve olmayan tüm kurallar, sınıf mücadelesinin olağan koşullarda nasıl seyredeceğini, hangi öznelerin hangi eylemleri gerçekleştirmeye yetkili olduklarını, yani “oyunun kurallarını” belirler. Dahası, bu kural setleri aynı zamanda herhangi bir kuralın, kim tarafından, hangi koşullarda ihlal edilebileceğin bilgisini de içerir.1
Kapitalist toplumun doğuşuna vesile olan burjuva devrimlerinin en önemli meşruiyet kaynaklarından biri, önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, “hukuk önünde eşitlik” ilkesinin benimsenmesi, böylelikle her toplumsal sınıfın kendine has kanunlara tabi olduğu çoklu hukuk sistemlerinin terk edilmesiydi. Toplum yine sınıflıydı, yine egemenler ve ezilenler vardı, ancak artık yeni devlet altında hepsi yurttaştı ve aynı kanunlarla bağlıydı. Ulus devletler temelinde oluşmakta olan bu yeni dünya sisteminde yurttaş olmayanlara yönelik eylemlerin sınırları ise, bu kişilerin nerenin yurttaşı (örneğin sömürgeleştirilmiş topraklarda yaşayan bir “vahşi” mi, yoksa kendisini savunma becerisi olan bir başka modern devletin vatandaşı mı) olduğuna göre değişiyordu.
Aslında bu model, rekabetin yarattığı çelişkiyi içeride baskılayıp dışarı daha şiddetli yansıtma üzerine kuruluydu. Ulusların üzerinde bir kural sisteminin olağan koşullarda kurulmasının mümkün olmamasından dolayı uluslararası düzen ise kurallarla değil karşılıklı güç dengeleriyle ve bu dengelerin test edildiği, hayli sık yaşanan savaşlarla sağlanıyordu. Zaman içerisinde kapitalist sistem emperyalist aşamasına vardı, ulus devletlerin şiddet uygulama olanakları benzersiz boyutlara ulaştı ve birbiriyle rekabet eden emperyalist sermaye öbeklerinin arasında biriken çelişkilerin basıncı, muazzam birer kuralsızlık örneği olan iki dünya savaşıyla patladı.
Emekçi insanlık bombalardan güçlüdür; onun sermayenin bu kuralsızlaşma saldırısına verdiği yanıt Birinci Savaş’ın sonunda Sovyetler Birliği, İkinci Savaş’ın sonunda ise aralarında Çin’in de bulunduğu onlarca sosyalist ülke oldu.
Bu büyük yenilgi sermayeyi geri adım atmak zorunda bıraktı. Emperyalist dünya sistemi sosyalizm tehdidi karşısında, ABD hegemonyası altında çok daha kurallı hale geldi. NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, hatta Birleşmiş Milletler bu “kurallara dayalı uluslararası düzen”in kurumlarıydı. Ayrıca tüm kapitalist ulus devletlerin iç kurallar sistemi, sosyalizmin gerçek bir alternatife dönüştüğü yeni politik durumda sınıf uzlaşmasının tekrar kurulabilmesi için işçi sınıfına verilen ödünleri içerecek biçimde yeniden yapılanıyor; grev, kıdem tazminatı, ücretli yıllık izin gibi kazanımlar hukuki statü kazanıyordu.
Bu yeni kurallar sisteminde tabii ki her kural emekçilerin çıkarına değildi. Çoğunlukla işçi sınıfının ekonomik kazanımları, sosyalist siyaseti yasaklayan başka (hukuk içi ya da dışı) kurallarla dengeleniyordu. Ama bu dönemde tüm toplumsal sınıfların ve onları temsil eden öznelerin eylemlerinin sınırları daha katı çizgilerle belirlenmiş ve iki dünya savaşı çıkartmış olan kapitalizmin meşruiyeti böyle restore edilmişti.
***
Marx, Grundrisse’de şu olağanüstü tespiti yapar: “(…)Sermaye, onu sınırlayan engellerin ötesine geçmeye yönelik sonsuz ve sınırsız itkidir. Onun için her sınır [aşılacak] bir engel olmalıdır.” 2
Sermayenin doğal eğilimi kendisini sınırlayan kurallardan kurtulma yönündedir.
Bu tespiti doğrulayacak biçimde sermaye, İkinci Savaşın sonundan itibaren, kendi oluşturmak zorunda kaldığı kurallar sistemine paralel olarak ona muhalefet niteliğindeki neoliberal ideolojiyi de türetti. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geriledikçe kapitalist dünyada iktidara gelen ve işçi sınıfının hukuki kazanımlarını tasfiye etmeye başlayan bu saldırgan ideoloji, Sovyetler Birliği yıkıldığında iyice ipten kazıktan kurtuldu ve bütün dünyada bir kural yıkma dönemi başladı. Hatta ekonomi alanında bu dönemin temel kavramlarından biri, bilhassa finansallaşmanın önündeki engellerin kaldırılmasını imleyecek biçimde “deregülasyon”du.
İşçi sınıfı mücadelede geriledikçe kuralsızlaşma öyle bir hal aldı ki; hukuk önünde eşitlik bir kuraldan istisnaya, yok hükmünde bir ilkeye dönüştü. Artık kurallar neredeyse yalnızca egemen sınıfın zenginliğini genişletmek ve yoksulların mücadelesinden korumak için konuyor ve uygulanıyor. Zenginler neredeyse sınırsız bir eylem özgürlüğüne sahip, insan öldürdüklerinde dahi nadiren cezalandırılıyorlar ve irili ufaklı tüm kuralları işlerine geldikleri gibi çiğneyebiliyorlar. Sadece gündelik yaşantınıza baksanız bunun onlarca örneğini görebilirsiniz: Çakar takılan ve dilediği gibi emniyet şeridinden giden, hiçbir resmi görevi olmayan lüks arabalar, kodamanlar için kalkışı bekletilen uçaklar, malzemeden çalıp binlerce insana mezar olan binalar yapıp mahkeme bittiğinde elini kolunu sallayarak çıkıp giden müteahhitler, iş cinayetlerinde ölen işçilerin ailelerine ödenen kan paraları…
Buna ek bir gelişme ise şu: Egemenler herkesi bağlaması için oluşturulmuş kuralları bu şekilde serbestçe çiğnedikçe sadece kendi serbestlik alanlarını genişletmiş olmuyor; kurallar sistemini bütünüyle çürütüyor ve yoksul halkın gündelik yaşantısı da hızla bir kuralsızlık bataklığına gömülüyor. Egemen sınıf kendisini yeni koruma mekanizmaları oluşturarak bu bataklıktan izole edip güvenceye alıyor ve buranın yalnızca devrimcileşmemesiyle ilgileniyor. Hatta bazı örneklerde devrimcileşmesini engellemek için daha da kuralsızlaştırıyor; örneğin yoksul mahallelerde mafyalaşmaya göz yumuyor ve ucuz uyuşturucuların alım satımını fiilen serbest bırakıyor.
Bu dönüşümle eşzamanlı olarak, yoksullarda biriken tepki de sağcı despotluklar tarafından kapsanıyor. Örneğin Rusya’da Putin’in iktidarı, liberallerin karikatürize ettiği gibi George Orwell’in dandik kitaplarından fırlama, en ufak bir çatlak sesi ezen baskıcı bir devlet gözetimine dayanmıyor. Kaynağında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ayyaş Yeltsin yönetiminde yaşanan, insanların açlıktan veya sokakta donarak ölmesinin, kadınların “Nataşa” olup bedenlerini satmasının olağanlaştığı, Sovyetler Birliği’nden geriye kalan tüm zenginliklerin ise bir avuç hırsız tarafından üleşildiği sekiz yıllık kuralsızlık döneminin halen taze olan anıları ve Putin’in bu döneme son vererek Rus halkına kurallı, öngörülebilir bir yaşamı yeniden sağlayan siyasetçi olması bulunuyor.
***
Sermaye egemenliği, kendi çıkarlarını herkesin çıkarları gibi göstermek için egemen ideolojiyi kullanır ve bu ideolojiyi topluma yaygınlaştırırken öncelikle orta sınıflara benimsetir. Devlet kurumları ve medya gibi propaganda araçları kuşkusuz önemlidir, ama ideoloji toplumda esasen ajanlaştırılmış orta sınıf sayesinde “aklıselim”e dönüşür.
Ve İkinci Savaş sonrasındaki dönemde, liberalizmin galebe çalmaya başladığı 68 hareketinden bu yana yerleşik hale gelmiş en temel denklemlerden biri şudur: Kuralsızlık ꓿ Özgürlük.
Buna da gündelik yaşamdan yüzlerce örnek verebiliriz… İlkokullarda önlük, liselerde üniforma yasaklanır ve tuzu kuru liberal bunu öğrencilerin kişiliklerini özgürce ifade etmelerinin önünden bir engelin kalkması olarak alkışlar. Ama aslında engel insanların daha çocuk yaşta birbirlerine imrendirilerek ve özdeğer algıları sahip olduklarına bitiştirilerek moda esiri haline getirilmesinin önünden kalkmaktadır. Aynı liberal, bir deneyim özgürlüğü olarak uyuşturucunun yasallaştırılmasını savunur, öz savunma hakkını gerekçe gösterip bireysel silahlanma özgürlüğünü savunur, fuhuşun kadın için bir ekonomik özgürleşme yolu olduğunu savunur, kripto paraların devlet kontrolünde olmamasının finans alanını özgürleştireceğini savunur, herkesin internette anonim biçimde dilediği gibi atıp tutmasının ifade özgürlüğü olduğunu savunur.
Oysa bu savunulanların hepsi daha fazla esaretle sonuçlanmaktadır. Demek ki bunlar özgürleşme değildir.
İnsanın özgürleşiyor olduğunun en açık göstergelerinden biri, eyleminin arzulanan sonuçlara ulaşması ve öncüllerini aşmasıdır. Özgürleşme ve ilerleme, birbirinden ayrılamaz. Bu da, insan eylemi bilinçli ve dolayısıyla sonsuz karmaşıklıkta olduğu için kuralsızlıkla değil, doğru kurallarla sağlanır. Bilimsel yöntemin kural ve yordamları olmasa tek bir bilimsel buluş yapılamaz, örneğin insanın hastalıklardan özgürleşmesini sağlayan pek çok aşı geliştirilemezdi. Sanatın tüm dallarında neredeyse bütün büyük eserler sanatçıların, ekollerin ya da akımların kendilerine koydukları kurallar sayesinde ortaya çıktı. Atletlerin rekorlar kırmasına vesile olan spor oyunlarının her biri bir kural setine dayanır. Dahası, ikide birde değişmeyen ve herkesi bağlayan bir kural seti sadece koyduğu sınırlarla değil, o sınırların esnetilmesi ya da etrafından dolaşılması için gereken yaratıcılığı da tetikleyerek eyleme derinlik kazandırır.
Sermaye egemenliği, kendi eyleminin kuralsızlaşmasını meşrulaştırmak için kırk yılı aşkın süredir genel olarak toplumu kuralsızlaştırıyor ve bunun özgürleşme olduğunu savunuyor. Peki bu son kırk yılda bilimde, sanatta, sporda ve hepsinden önemlisi insanların refah düzeyinde, yani uygarlaşmanın temel göstergelerinde geçmişi kayda değer biçimde aşan bir ilerleme oldu mu?
Ve daha da önemlisi; bu ilerlemelerin sonuçlarına, örneğin yeni ilaçlara, insanlar ne kadar erişebiliyor?
***
Buraya kadar çizdiğimiz çerçevenin modern bireyde yarattığı çelişkileri tartışmayı önümüzdeki haftaya bırakalım ve insanlığın özgürleşme mücadelesi açısından nasıl bir siyaset ihtiyacına işaret ettiğini saptayıp, bitirelim.
Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi halkın temel arzusu, geçim derdi olmayan, mazbut ve öngörülebilir yaşantının mümkün olmasıdır. Bu kitlesel arzunun barındırdığı politik potansiyel tüm varoluşçu bireysel arzuların toplamından büyüktür ve sermaye, politik egemenliğini daima bu arzuyu demokrasi oyununda manipüle ederek yeniden üretir. Dolayısıyla bu sıradan arzunun nasıl karşılanacağına dair yanıtı olmayan bir devrimci siyasetin kalıcı ve büyük bir toplumsal değişiklik yaratması da mümkün değildir.
Kuralsızlaşma her şeyden önce yurttaş haklarını ortadan kaldırıyor ya da göreli hale getiriyor ve bu yolla sömürüyü, eşitsizliği, adaletsizliği şiddetlendiriyor. Öte yandan kapitalizmin işleyişi daha kurallı hale geldiğinde de bu kurallar son tahlilde ezilenlerin çıkarına olmuyor. Bu yüzden devrim mücadelesi ne daha kurallı bir kapitalizm savunarak, ne de tüm kuralların berhava olacağı bir kaos propagandası yaparak sonuç alabilir. Köklü bir değişimin önkoşulu, emekçi sınıfın siyasi iktidarı ele geçirdiği, yani artık kural koyucu haline geldiği bir politik sıçrama, yani sosyalist devrimdir. Emekçiler bunun hem mümkün hem de onların sıradan arzularının kalıcı biçimde karşılanmasının tek yolu olduğuna ikna edilmelidir.
- 1.Bu parlak tespit Anıl Çınar’a ait: “Hukuk doğası gereği ikilidir. Hukuk her zaman için moral ve etik boyutu, siyaseti, aktif özneleri ve hepsinin temelini oluşturan iktisadî ilişkileri imler. Hiçbir hukuksal düzen ya da normlar bütünü, özneler ve özneler arası ilişki, bu aktif ve yapısal boyutun iç içe geçişi olmadan gerçeklik kazanamaz. Hukuksal düzenin hangi maddesinin meşru biçimde çiğneneceğine bile işte bu hukuka sığmayan boyut yön verir. Hukuk kendisinin nasıl uygulanacağına olduğu gibi nasıl çiğneneceğine de yol gösteren bir referans noktasıdır.” https://gelenek.org/akp-siddeti-nerede-uyguluyor/.
- 2.Karl Marx, Grundrisse, Londra: Penguin Books, s.334.
- /././
soL uyarmıştı: Hatay'da TOKİ deprem konutlarındaki hatalar sıvayla kapatıldı -Özkan Öztaş-
İmalat hatasıyla gündeme gelen Hatay Samandağ'daki TOKİ inşaatındaki hatalar sıvayla kapatıldı. Yetkili firmadan açıklama gelmezken depremzedeler binaların denetlenmesini talep ediyor.Hatay Samandağ'da inşaatı süren TOKİ'nin deprem konutlarında ortaya çıkan görüntüler kamuoyunda tartışmalara sebep olmuştu. Her geçen gün inşaatlardaki yapım ve imalat hatalarına dair yeni belgeler ortaya çıkarken depremzedelerin yapılan binalara "deprem evleri" değil "mezar evleri" dediği ifade ediliyor.
soL'a konuşan inşaat işçileri durumun sadece Samandağ'dan ibaret olmadığını ve birçok yerde yapılan deprem konutlarının yıkılması için depreme gerek bile olmadığını ifade etmişti. Bugün ortaya çıkan görüntülerde ise yetkili firmanın herhangi bir açıklama yapmak yerine hataları sıvayla kapattığı görülüyor.
soL daha önce uyarmıştı: 'Gizleme ihtimalleri var'
Konuya dair daha önceki haberlerimizde olası bir imalat hatasının kapatılması olasılığına karşı uyarmış ve uzmanların acil denetim çağrısını dile getirmiştik.
Konuya dair soL'a konuşan İnşaat Mühendisleri Odası İkinci Başkanı ve İnşaat Mühendisi Selçuk Uluata, sorumluların ortaya çıkan haberlerden dolayı sorunları örtbas etme ihtimaline dikkat çekmişti. Uluata soL'a verdiği demeçte, "İlgili firmaların ya da sorumluların bu sorunları örtbas etmek için bilim ve tekniğe aykırı yöntemlerle gizleme ihtimalleri var. Dolayısıyla ivedilikle adım atılması gerekiyor. Fotoğraflar doğruysa eğer ciddi bir yapım ve denetim eksiği olduğu görülüyor." demişti.
soL'un ulaştığı yeni görüntülerde ise firmanın yapılan imalat hatalarına dair açıklama yapmak yerine hataları sıvayla kapattığı görülüyor.
'Burada toplu mezarlar inşa ediyorlar, gazetecileri inşaatlara yaklaştırmıyorlar'
Konuyu Türkiye'de gündeme taşıyanlardan biri de Hatay'da yayın yapan Sovtna Gazetesi.
Sovtna Gazetesi İmtiyaz Sahibi Ali Aslan soL'a verdiği bilgilerde inşaat alanlarının kolluk kuvvetleri tarafından korunduğunu ve basının içeriye girmesine izin verilmediğini ifade ediyor:
"6 Şubat Depremi'nde büyük acılar yaşadık. Şu an hâlâ depremde kaybolan çocuklarını bulamayan insanlarımız var. On binlerce kayıp verdik. Dört gün boyunca sesimizi duyan yanımıza uğrayan kimse olmadı, ölüme terk edildik.
Şimdi de bu konutları yapanlar utanmadan burada toplu mezarlar inşa ediyorlar. Bu firmaya müdahale edileceği yerde binalardaki eksikler sıvalama işlemi ile kapatılmaya çalışılıyor.
Akla vicdana sığmayacak şekilde insanları bir kez daha ölüme davet ediyorlar. Devletin kolluk kuvvetleri basının içeri girmesine izin vermiyor, bu utancı gizlemeye çalışıyorlar. Biz bir kez daha bu acıların yaşanmasını istemiyoruz ve bu konutlarda yaşatılmasına izin vermeyeceğiz."
Ali Aslan acilen yetkililerin binaları denetlemesini, numuneler alarak sonuçları kamuoyuyla paylaşmaları gerektiğini ifade ediyor.
Depremzedeler ve uzmanlar TOKİ'nin ve yerel belediyelerin ilgili firmaları hızlı bir şekilde denetleyerek kamuoyunu aydınlatmalarını talep ediyor.
/././
Beton sertleşmeden inşaata devam edilmiş: TOKİ deprem konutlarında neler oluyor? -Özkan Öztaş-
Deprem bölgesindeki yapıların denetimsiz olduğu ve yapım sürecinde usule uygun olmadığı iddialarını uzmanlar soL'a değerlendirdi: 'TOKİ acilen denetlenmeli ve açıklama yapmalı'
Geçtiğimiz gün Hatay Samandağ'da inşaatı süren TOKİ'nin deprem konutlarında ortaya çıkan görüntüler kamuoyunda tartışmalara sebep olmuştu. İnşaatlarda rant sistemi kurulduğundan bahseden işçiler yapılan binaların depreme dayanaksız olduğunu ifade etmiş ve bunu çeşitli fotoğraflarla ve belgelerle ispat etmeye çalışmıştı.
Konuya dair kimi verilere ulaşan soL, aldığı sonuçları uzmanlara sordu. İnşaat Mühendisleri Odası İkinci Başkanı ve İnşaat Mühendisi Selçuk Uluata ve İnşaat Mühendisi Neslihan Eroğlu bu verileri soL için değerlendirdi. Gelen ihbarlar ve iddialar ne yazık ki korkunç tabloyu doğruluyor. Yapılar usule uygun yapılmamış ve acilen denetlenmesi gerekiyor.
'Benzer bir durum İzmir'de de olmuştu'
Konuya dair soL’a konuşan İnşaat Mühendisleri Odası İkinci Başkanı ve İnşaat Mühendisi Selçuk Uluata, fotoğraflardan yola çıkarak yorum yapmanın eksik olacağını ve mutlaka bu tür örneklerde denetim ve incelemelerde bulunulması gerektiğini ifade etti. Uzmanlar özellikle gelen fotoğrafların iddia edildiği gibi depremzedeler için yapımı devam etmekte olan TOKİ Deprem Konutları olup olmadığını teyit etmek istiyor.
Uluata soL'a verdiği demecinde, "Buna benzer bir durum bir süre önce İzmir Aliağa’da meydana gelmişti. Oradaki itirazlar ve şikayetler doğrultusunda TOKİ harekete geçti ve gerekli müdahaleleri yaptı. TOKİ’nin deprem bölgesinde de benzer bir adım atması gerekir. Buna göz yummasını ve görmezden gelmesini beklemiyorum. Kabul edilebilir bir şey değil bu." dedi.
'Sorunlar örtbas edilmeden adım atılmalı'
Selçuk Uluata ayrıca bir önemli noktaya daha işaret ediyor. O da ilgili sorumluların ortaya çıkan haberlerden dolayı sorunları örtbas etme ihtimali. Bu da denetimler için acil adımlar atılması gerektiği sonucunu çıkarıyor. Selçuk Uluata bu ihtimali şu sözlerle değerlendiriyor:
"Ancak bir sorun var ki o da oradaki ilgili firmaların ya da sorumluların bu sorunları örtbas etmek için bilim ve tekniğe aykırı yöntemlerle gizleme ihtimalleri var. Dolayısıyla ivedilikle adım atılması gerekiyor. Fotoğraflar doğruysa eğer ciddi bir yapım ve denetim eksiği olduğu görülüyor.
Bu tür durumlarda ruhsat ve yapı izinleri kapsamında yerel belediyelerin de denetim yetkisi var. Dolayısıyla bu bahsi geçen yerlerde yerel belediyelerin de üzerine düşeni yapması ve denetlemesi gerekir.
Bizler de İnşaat Mühendisleri Odası olarak bu örnekleri yerinde görmek ve deneyimlerimiz doğrultusunda gerekli adımları atmak için üzerimize düşeni yapmak isteriz."
Fotoğraflardaki verilerin endişe verici boyutta olduğunu ifade eden uzmanlar bu tür durumlarda acilen adım atılması gerektiğini gerekirse risk barındıran yapıların inşasını durdurulmasını hatta gerekirse yıkılarak yeniden yapılması gerektiğini ifade ediyor.
'Betonun sertleşmesi beklenmeden imalata devam edilmiş'
Ortaya çıkan veriler aynı imalat hataları dışında kullanılan malzemelere dair de eksiklikler olduğunu gösteriyor. Bunların başında da demir ve çimento geliyor. Özellikle çimento üretim tesislerinin sunduğu veriler dökülen betonların değerlerinin düşük olduğunu gösteriyor.
Konuya dair soL'a konuşan İnşaat Mühendisi Neslihan Eroğlu özellikle ortaya çıkan görüntülerde betonun sertleşmesi beklenmeden devam eden imalata dikkat çekiyor. Ve mutlaka bu durumda yapılan binalardan numuneler alınarak kontrol edilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Eroğlu yaptığı açıklamada şunları ifade ediyor:
"Bölgedeki şantiyelerde çalışan arkadaşlarımızdan gelen görüntü ve bilgilere göre projelerin seri şekilde ilerliyor olması önemli teknik hatalara sebep oluyor. Bunlardan en önemlisi betonun priz ömrünü doldurmadan daha açık bir ifadeyle betonun sertleşmesi beklenmeden imalata devam edilmesi ve ek yüklerin bindirilmesidir.
Bir diğer sorun ağırlıklı olarak kullanılan C25/30 ve C30/37 beton sonuçlarının yönetmeliğin zaruri kıldığı TS 13515 ve TS EN 206 standartlarındaki asgari değerleri sağlamaması. Sağlamayan beton mukavemet değerlerine dönük sahalarda karot alınmak zorundadır ancak bu yönde bir süreç işletilip işletilmediği konusunda sağlıklı bilgilendirmeler yapılmıyor.
Hatay’ın Armutlu mahallesi gibi yıkımın fazla görüldüğü mahallelerde yıkım nedenlerinden biri zemin özelliklerinin hesaba katılarak tasarımlar yapılmamış olmasıdır. Bu mahallelerde yapılan yeni konut inşaatları için zemin özellikleri tespit edilerek, gerekli güçlendirme işlemleri yapılmalıdır. Ancak yine benzer belirsizlikler varlığını sürdürmektedir.
Gelen bazı görüntülerde segregasyon yani betonun homojen yapısını kaybederek malzemelerin birbirinden ayrılmasını görüyoruz. Gördüğümüz büyük segregasyon görüntülerinde ne tür tedbirler alındığı açıklanmalıdır.
Hepsinden önemlisi denetimlerin sıkı şekilde yapılmasıdır. Ancak ne ölçüde denetimler yapıldığı belirsizliğini korumaktadır."
Yerel belediyeler de birinci derecede sorumlu
Uzmanlar yaptıkları açıklamalarda konuya dair TOKİ kadar yerel belediyelerin de sorumlu olduğunu hatırlatıyor. TOKİ'nin böylesi bir ihmale izin vermeyeceğini öngördüklerini ifade eden uzmanlar bu tür durumlarda hızlıca denetim mekanizmasının devreye girmesini ve konuya dair kamuoyunu aydınlatacak açıklamalar yapılması gerektiği ifade ediliyor.
/././
Sur’un iki yüzü: Çelişki renklerle gizlenemiyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Diyarbakır’daki çelişkiler Türkiye’nin batısından alışık olduğumuz türden. Renklerle, turistik merkezlerle gizlenemeyen, AKP’li yıllarda katmerlenen ağır bir sınıfsal çelişki var Sur’da.
Dicle Nehri’nin kenarında, Karacadağ’ın lavları üzerine kurulu bir ilçe Sur. Hititlerden Bizanslara, oradan Osmanlı’ya kadar onlarca uygarlığa ev sahipliği yapan Sur’u ilk olarak kimin, hangi dönemde inşa ettiği bilinmiyor.Uğruna savaşlar yapılan, kanlar dökülen bir kentin savunma duvarı ve uzun süredir ilçe olan Sur, en kanlı çatışmalardan birine sadece birkaç yıl önce şahit oldu. 2015’te başlayan, 103 günlük sokağa çıkma yasağına neden olan ve “Hendek Savaşları” olarak bilinen Sur çatışmaları, Sur’un tarihi, kültürel ve demografik yapısına oldukça büyük hasar verdi. Savaşın ardından yaşamını yitiren, yaralanan, evinden olan, savaşın bir şekilde etkilediği yüzlerce insan kaldı geriye.
Çatışmalardan sonra başlayan inşaatlar, adeta eski Sur’u ortadan kaldırarak sermaye için yepyeni bir Sur yarattı. Ancak yaratılan yeni Sur, bir illüzyondan ibaret kaldı. Sur’un emekçi ve yoksul kimliği, en uzak görünen yerde bile kendisini hissettiriyor.
Diyarbakır'da 2015'te yaşanan 'Hendek Savaşları'nda meydana gelen yıkımın uydudan görüntüsü.Tarih ve hafıza silinmek istendi: ‘Benim doğduğum ev şimdi içeri giremeyeceğim bir kafe’
“Hendek Savaşları"nın ardından dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, yıkıntıya dönüştürdükleri Sur’u İspanya’da bulunan Toledo gibi yapacaklarını söyleyerek Sur’un dokusunu bozacaklarının, Sur’u sermayeye açacaklarının sinyalini vermişti:
“Bu şehirler 90’lı yıllarda çarpık ve kontrolsüz bir şekilde gelişen şehirler. Bu olaylar yaşanmamış olsaydı bile kentsel dönüşümün yapılması gereken yerlerdi. Sur, Silopi, Nusaybin ve benzer yerlere insanca yaşanabilecek konutlar yapılabilecek. Özellikle Sur’da bir taş üzerine taş konsa haberim olacak dedim. Tescilli Diyarbakır evleri, camiler, kiliseler, hanlar Diyarbakır’ın mimari dokusuna hiçbir zarar vermeden restore edilecek. Diyarbakır Sur’u öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek.”
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Sur’da “acele kamulaştırma” kararıyla sahiplerinin ellerinden alındı evler. Yıkımlar başladı, kentle Sur’un arasına brandalar çekildi, içeride ne olduğuyla ilgili soru işaretleri yerleşti akıllara. Yıkım sürecinin boyutları, ancak uydu görüntülerinde net olarak görüldü.
Sur’da savaştan önce de kentsel dönüşüm ihtiyacı vardı ancak AKP’nin yaptığı bundan farklı oldu. AKP, cilalanmış, tam boy sermayeye açılmış bir Sur yaratmak için harekete geçti.
Binlerce yıldır ayakta kalan, yüzlerce tarihi olaya tanık olan Sur sokakları, devletin oluruyla kimi şirketlerce baştan yapıldı. “Ticari sır” gerekçesiyle saklanan ancak o kadar da gizli olmayan, kimi AKP’ye, kimi bugün DEM Parti’de temsil edilen Kürt siyasetine yakın bazı şirketler Sur’daki yıkımı üstlendi. Emekçilere ev sahipliği yapan sokaklara villalar dikilecek, Sur’daki mahallelerin önemli bir bölümü Diyarbakır’ın çeşitli yerlerine, ekseriyetle diğer emekçi mahallelerine dağıtılacaktı.
Savaş yıllarında pek çok hastanın sağlık, öğrencinin eğitim, emekçinin de ulaşım ve benzeri hakkı aksadı. Yurttaşlar, başlarını sokacak bir ev dahi bulmakta zorlandı. Kimileri bir süre evsiz kaldı. Akrabalarının yanına yerleşenler, derme çatma kulübelerde yaşayanlar ve en nihayetinde doğup büyüdüğü yeri, Sur’u bırakmak zorunda kalan binlerce yurttaş ortaya çıktı. Beş yıllık süre zarfında Sur genelinde 334’ü tescilli olmak üzere 3 bin 569 yapı yıkıldı. 3 bin 569 yapıyla birlikte, binlerce Surlunun doğup büyüdüğü sokaklar da...
AKP Diyarbakır’ı yıkmaya o kadar alıştı ki 31 Mart yerel seçimlerine giderken AKP Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Halis Bilden, seçilmesi durumunda Diyarbakır’ı şantiyeye çevirme vaadinde bulundu: “Siz iki milyon Diyarbakırlı bu kardeşinize sahip çıkarsanız çok kısa sürede bu projelerimizin hepsini başlatacağız ve Diyarbakır’ımızı şantiyeye dönüştüreceğiz şantiyeye.”
Oğuz, mahallesinden edilen, yaşadığı alan “şantiyeye çevrilen” binlerce Surludan biri. Savaşın başladığı 2015’te liseye başlayan Oğuz o dönem kendisi ve ailenin yaşadıklarını anlattı:
“Sur’da çatışmalar ilk başladığında liseye yeni geçmiştim, evden ayrılmamız gerektiği söyleniyordu ama nereye gideceğimizi kimse söylemiyordu, kısaca ölümü veya sefaleti seçmemiz istendi. Beş yaşında bir kardeşim vardı, silah sesleriyle büyüdü, silah sesi duyduğunda, alıştığı için ürkmeyen yüzlerce çocuk büyüdü Sur’da.
Çatışmalar bittiğindeyse artık bir evimiz yoktu, devlet bize ‘Doğup büyüdüğünüz sokaklar artık sizin değil’ diyordu. Diyarbakır’ın en uzak köşesinde yeni evler verdiler, onu da borçla… Bizi kendi memleketimizden, topraklarımızdan kovdular. Benim doğduğum ev şimdi benim içeri giremeyeceğim bir kafe, büyüdüğüm mahalleninse tam olarak nerede olduğunu bazen karıştırıyorum.” Lüks markaların toplandığı mağazalardan bir tanesi
Suriçi’nde ticari kaygıyı ve güvenliği öne çıkartan bir yapılaşma politikası izlendi
Mimarlar Odası Diyarbakır Şube Eş Başkanı Arif İpek ile de Sur’daki kentsel dönüşümün geçmişini, nereye oturduğunu, Diyarbakır’ın özgün kültürüyle ne kadar uyuştuğunu konuştuk.
Savaşın ardından devletin Suriçi’nde izlediği yapılaşma politikasının güvenlik ve ticareti ön plana çıkardığını söyleyen İpek, sürecin aksaklık ve yanlışlarını anlattı:
“Suriçi’nde 2015 yani çatışmalı dönem öncesinde başlamış ve devam etmekte olan, Büyükşehir Belediyesi ve Toplu Konut İdaresi’nin başlattığı bir kentsel dönüşüm süreci vardı. 2015’te başlayan Sur savaşından sonra Suriçi’ndeki birçok mahallede gerçekleşen yıkımlar sonrasında burada çok ciddi zorunlu bir göç meydana geldi. Zorunlu göçle birlikte bu mahallelerde çok ciddi bir yıkım ve boşaltma gerçekleştirildi.
Savaşın bitmesinden sonra devlet Suriçi’nde çok farklı bir yapılaşma politikası izledi. Özellikle güvenliğin ön planda tutulduğu bir yapılaşma modelini öne çıkardılar. Neydi bunlar? Suriçi’yle özdeşleşen dar sokakların bir kenara bırakılıp daha geniş caddeler ve bulvar diyebileceğimiz genişlikte yerler oluşturuldu ve ticari güzergahlardaki insan yoğunluğunu arttırmak için yine geniş cadde ve sokakların oluşturulduğunu görüyoruz. Tabii bütün bu yapılaşma koşulları koruma amaçlı imar planına aykırı yapıldı. Suriçi’ndeki yıkım ve sonrasındaki yapılanma dönemi tersinden işleyen bir süreç oldu. Öncelikle bir yapılaşma; caddeler, sokaklar belirlenip sonradan yapılar bu planlara uyduruldu. Normal şartlarda yapacağımız yapıların plana uyması gerekirken burada tersi bir süreç işletildi; plan, yapı ve sokaklara uyduruldu.”
Sur’daki kentsel dönüşümün caddelere yansıması.‘Yeni yapılar Diyarbakır evlerini yansıtmıyor’
Suriçi’nde son dönemde inşa edilen yapıların Diyarbakır’daki yapı karakterine uymadığını söyleyen İpek, yeni yaşam alanlarında kent yaşamından ziyade ticari kaygıların ön plana alındığını, güzergahların buna göre şekillendirildiğini belirtti:
“Suriçi’nde özellikle son dönemlerde yapılan yapıların Diyarbakır’daki yapı karakteriyle hiç uymadığını herkes gözlemleyebilir. Suriçi’nde doğalından oluşan sokak dokusunun ne kadar tahrip edildiği, bambaşka bir şekle dönüştürüldüğü herkesçe malum. Suriçi’nin dar sokaklar, sıcaktan korunmak için yapıldı. Eski ve yeni sokaklarda yapılan hava sıcaklığı ölçümlerinde veya sokaklarda gezdiğimizde aradaki fark görülüyor. Yapı karakterine geldiğimiz zaman ise yine Diyarbakır’daki özgün yapılaşma koşullarından çok farklı bir yapılaşmanın olduğunu görüyoruz. Zaten burada uyulan tek bir nokta vardı, parselin şekli. Yani daha önceki yapının sınırıyla bugünkü yapının sınırları hemen hemen korunmuş görünüyor. Onun dışında ise korunan veya uyulan bir özellik görmüyoruz. Diyarbakır evlerinin özelliği içe yönelik yapılaşma iken şu an olan yapılarda bu özellik yok. Dışa, sokağa doğru açılmış pencereler ve betonarme yapılar, betonarme yapıların üstüne iki santimlik bazalt taş kaplama ile ‘eski bir Diyarbakır evi havası’ verilmeye çalışılmış olsa da yapıların özgün Diyarbakır evlerini yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Dediğim gibi bu planlar yapılırken birincisi güvenlikçi politikalar göz önüne alınmış, ikincisi ise buralarda bir yaşamın değil de bir ticaretin oluşturulması maksadıyla yapılaşmaların meydana geldiğini görebiliyoruz. Son dönemde buralarda yapılmış olan ticari güzergahların çok ön plana çıkarılması bu projenin bir sonucu. Diyarbakır’da daha önceden yaşamış, gezmiş insanlar yeni yapılaşma alanlarında gezdikleri zaman aradaki farkı hemen fark edebiliyor. Suriçi’ndeki yeni yapılaşmanın olduğu yerde kent yaşamının değil ticari bir kaygının ön plana çıktığını görüyoruz.”
Kültürel hafızanın silinmesi, sermayeye alan açılması ve ‘AKP sanatının’ yerleşik hale getirilmesi: ‘Sur Kültür Yolu Festivali ucube dönüşümü meşrulaştırmaya çalışmakta’
Türkiye Kültür Yolu Festivalleri, AKP’nin kendi “sanat” ve “kültür” anlayışını yerleşik hale getirmek için düzenlediği organizasyonlar olarak 2021 yılında başladı. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirilen festivaller, 2022 yılında Diyarbakır’da “Sur Kültür Yolu Festivali” olarak başladı.
İçkale Müze Kompleksi’nde açılan sergilerle başlayan festivalin açılışını Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy yapmıştı. Katılımcılar arasında Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Ahmet Misbah Demircan, Vali Ali İhsan Su, Sur Kaymakamı Asım Solak, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin kayyım Genel Sekreteri Abdullah Çiftçi, AKP Diyarbakır Milletvekilleri Mehdi Eker, Oya Eronat ve Ebubekir Bal, AKP MKYK Üyesi Alaattin Parlak ve AKP İl Başkanı Muhammet Şerif Aydın da bulundu.
Kapsamında konser, söyleşi, tiyatro, sergi, atölye çalışmaları ve film gösterimleri gibi etkinliklerin düzenlendiği festivalde Simge, Fatma Turgut, Murat Dalkılıç, Ferhat Göçer, Bengü, Yavuz Bingöl, Oğuzhan Koç ve Alişan gibi isimler konser verirken Nihat Hatipoğlu, Doğu Demirkol, Çoşkun Aral gibi ünlü isimler de etkinlikler yapıyor.
Meslek odalarının festivalle ilgili parmak bastığı nokta, Sur’da yaşanan savaş ve yapılan etkinliklerin Diyarbakır’ın kültürünü yansıtmaması.
Sur Kültür Yolu Festivali’nin oturduğu yeri Kürt coğrafyasındaki sanatsal gelişmeleri takip eden, çağdaş sanat alanında üretim yapan, aynı zamanda bölgede faaliyet gösteren Merkezkaç Sanat Kolektifi’ne üye olan Remzi Sever ile konuştuk.
Sözlerine AKP’nin kültür-sanat politikalarında tutturduğu milliyetçi-dinci çizgiye değinerek başlayan Sever, Sur Kültür Yolu Festivali’nin, AKP’nin kültür-sanat politikalarının Kürt kültürünün zenginliğinin yerine geçirmeyi amaçladığını söyledi:
“AKP’nin sanat ve kültür politikaları genellikle muhafazakâr ve milliyetçi bir temelde şekillenmiştir. Dini ve milliyetçi değerler ön plana çıkarılmakta, etkinliklerde bu değerlerin vurgulanması beklenmektedir. Sur Kültür Yolu Festivali de AKP’nin bu politikaları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Kürtlerin önemli bir kültür merkezi ve yerleşim alanı olan Diyarbakır’da Kürt kültürünün zenginliği ve çeşitliliğini görmek mümkündür. Ayrıca şehir binlerce yıllık tarihi dokusuyla da önem taşır. Sur Kültür Yolu Festivali, bu zengin kültürel mirası AKP’nin sanat ve kültür politikaları ile yer değiştirmeyi amaçlamaktadır.”
Sever, festivalin hem Kürt kültürünü asimile etmeyi hem de Sur’daki dönüşümü meşrulaştırmaya hedeflediğini söyledi:
“Festival, Diyarbakır ve Kürtler açısından AKP’nin Kürt kültürünü ve kimliğini nasıl asimile etmeye çalıştığının bir göstergesi olarak da görülebilir. Kürtlerin siyasi, kültürel ve toplumsal haklarının tartışıldığı bir dönemde, festivalin politik bağlamları ve etkileri hangi amaçlar doğrultusunda düzenlendiğini anlamak açısından önemlidir.
Sur, tarihi dokusuyla önemli bir kültürel mirasa sahip olmasına rağmen çatışma ve yıkım sonrası bu miras büyük zarar görmüştür. Ucube bir dönüşüm süreci sonrasında Sur Kültür Yolu Festivali, adeta bu ucube dönüşümü normalleştirmeye, kentin orijinal dokusuyla alakası olmayan bu ucubeleri meşrulaştırmaya çalışmaktadır. AKP'nin kültür ve sanat politikaları çerçevesinde şekillendirildiği bu festivalin amacı iddia edildiği gibi Diyarbakır ve Sur’da yaşayan insanların kültürel kimliklerini ve miraslarını yaşatmak değil daha çok bunu yok etmek asimile etmek amacı taşımaktadır.”
Sur’daki manzara Türkiye’dekinden farksız: Tarihi mekanlar dönüştürülüyor, çelişki renklerle gizlenemiyor
Yıkımın ardından 2021’de Sur’daki villalar satışa sunuldu. Ortada tam da düşünüldüğü gibi ne mahalleler ne eski Sur kalmıştı. Mülk sahiplerine 50-100 bin TL ödeme yapılıp inşa edilen evler, 740 bin TL gibi fiyatlarla satışa çıkarıldı. Satışa çıkarıldığı dönemde villalar ilan sayfalarında, “Tarih ve lüks iç içe”, “Diyarbakır'ın yeni yüzü” gibi ifadelerle paylaşıldı. Villaların fiyatı bugün 12 buçuk milyon TL’yi buluyor.
Bu villaların önemli bir bölümü kafe ve büyük markaların mağazası olarak kullanılıyor. Bu mekanların Diyarbakır kimliğini yansıtmadığı gerçeği, tek bir örnekle açıklanabilir. Henüz kurşun izlerinin durduğu, Eski Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin önünde öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’nin biraz ilerisindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin karşısında “Hendek Savaşlarından” sonra inşa edilen villalardan birinde bir kafe bulunuyor, ismi “London…”
“London” bir örnek. Biraz daha ileriye gidince art arda iki Espressolab, aynı yol üstünde Lacoste, Calvin Klein gibi uluslararası markaların mağazaları.
Şu günlerde Sur’da bulunan, Dört Ayaklı Minare’ye birkaç adım mesafede olan, 118 yıllık, PTT’nin Balıkçılarbaşı Şubesi olarak hizmet veren binanın kafe yapılmak üzere kiralanması gündemde. CHP ve DEM Partili Diyarbakır milletvekilleri ayrı ayrı verdikleri soru önergelerinde Sur’un kültürel mirasının yok edilmeye çalışıldığına değinirken, tarihi mekânın kimlere hangi süreyle kiralandığını veya kiralanacağını sordu. Tarihi PTT binası, Sur’un büyük kısmının yaşadığı kaderi en azından şimdilik yaşamıyor. Ancak geleceğinin ne olacağıyla ilgili soru işaretleri uzun süredir akıllarda.
Sur’a Çift Kapı’dan girip, ara sokaklardan yürüyerek Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ne gidecekler Türkiye’nin neredeyse her yerinden bilinen bir manzarayla, büyük bir sınıfsal uçurumla karşılaşacak. Aynı ilçede birkaç dakika yürüme mesafesinde adeta iki farklı dünya var.
Sonuç olarak Sur’da, haliyle Diyarbakır’da ve doğal olarak Kürt coğrafyasındaki çelişkiler Türkiye’nin batısından alışık olduğumuz türden. Renklerle, turistik merkezlerle gizlenemeyen, AKP’li yıllarda katmerlenen ağır bir sınıfsal çelişki var Sur’da
/././
Basın özgürlüğü ve sansür: Konuyu çok yanlış tartışıyoruz -Yiğit Günay-
Sansürün kaynağını yanlış yerlerde arıyoruz. Daha doğrusu, filin kuyruğunu tutuyoruz. Filin kendisini tartışmaya açmalıyız.
Dün Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü’ydü.
Basın özgürlüğü deyince ilk akla gelen başlıklardan biri, sansür. Ve, kanımca, Türkiye’de sansür meselesi çok yanlış tartışılıyor.
Eğer sansürü, halkın bilgiye erişim kanallarının kasten tıkanması olarak anlayacaksak, kaynağını yanlış yerlerde arıyoruz. Daha doğrusu, filin kuyruğunu tutuyoruz.
Filin kendisini tartışmaya açmalıyız.
* * *
İki hafta önce Free Web Turkey, 2023 yılının sansür raporunu yayımladı. Rapora göre geçen yıl 219 binin üzerinde bağlantı için erişim engeli getirildi.
Sayı büyük, dolayısıyla çarpıcı. Mahkemeler sürekli erişim engeli getiriyor ve bu ciddi bir sorun.
Üstelik, kararların büyük kısmı çok keyfi.
Yalnızca geçtiğimiz Pazartesi günü soL’a getirilen iki erişim engeli kararına bakalım.
Recep Ercan Keskin… Keskin Holding’in patronu. Altı yıl önce hayali ihracattan tutuklandı. Haliyle gelişme tüm basında haber oldu.
2022 yılında Keskin Adana 6. Sulh Ceza Hakimliği’ne başvurdu, hakkındaki haberlere erişim engeli getirdi. Diken gazetesinin sahibi olan Keskin Kalem Yayıncılık, kararı Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) götürdü. AYM, Aralık 2023’te yeniden yargılamaya hükmetti.
Adana’daki mahkeme, dosya önüne gelince ne yaptı? “Tamam” dedi, “madem öyle, erişim engeli kararlarını iptal edelim”. Sonuçta AYM kararı var ortada. Ama, Hakim Ertuğrul Semerci, sansürü sürdürmenin çok ilginç bir yolunu buldu. Mahkeme dedi ki “AYM bize içerik listesi göndermemiş, biz de baktık, Keskin Kalem şirketi zamanında bize itiraz başvurusunda bulunduğunda üç tane haber için başvurmuş, biz bir tek bunların erişim engelini kaldıralım, diğer onlarca haber engelli kalsın.”
Halbuki liste ellerinde, çünkü bizzat kendileri almıştı erişim engeli kararını. Ama yok, Hakim istiyor ki, listede haberleri engellenen Sabah, Takvim, BirGün, OdaTV, Cumhuriyet, soL, bütün yayınlar tek tek AYM’ye başvursun.
Aynı gün, bir diğer karar… Geçen hafta Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde personelinden refakatçisine yüze yakın kişi yemekten zehirlendi. Tabip Odası ve SES, soL’a konuyu anlattı. Yemek ihalesini alan firma, daha önce de zehirlenmelere yol açmıştı.
İşte o firma derhal Ankara 7. Sulh Ceza Hakimliği’ne başvurdu. Mahkeme, jet hızıyla erişimi engelleme kararı verdi. Kararın gerekçesi şu kadar:
“Kişilik hakları kişinin hür ve bağımsız varlığının önemli bir parçası olup; kişinin yaşadığı toplumda, ilişki kurduğu çevrede şerefi ve saygınlığını sarsacak, onu küçük düşürecek, yanlış tanıtacak, zora sokacak, düşmanca bir ortama itecek her türlü davranış kişilik haklarına saldırıdır. Yayın içeriğinde sarf edilen ifadelerin talep edenin kişilik haklarını ihlal ettiği sonucuna varıldığından talebin kabulüne…”
Şirket yüze yakın kişinin zehirlenmesine yol açmış, bunu haber yapan basın, şirketin “kişilik haklarını ihlal etmiş”. Kararda onlarca haber var, hangisindeki hangi ifade ihlal etmiş belli değil. Şirketler listeyi veriyor, hakimler şak diye engelleme kararı alıyor.
* * *
Bu erişim engelleme kararları esas olarak internetteki arşivi kadük hale getiriyor ve ciddi bir sorun.
İktidarın anlayacağı dilden anlatalım: 15 Temmuz sonrası Bank Asya’ya para yatıran herkes şüpheli hale geldi, birçoğu tutuklandı. Niye? E malum, Bank Asya Fethullahçılarındı.
Peki nasıl malum bu? Nereden bilmesi bekleniyordu parasını bu bankaya yatıran insanların bu gerçeği?
soL gibi yayınların yıllarca bu gerçeği yazmış olması sayesinde… İktidar göz bebeği gibi kolluyordu bu bankayı. Bank Asya da sürekli hakkındaki haberleri sildirseydi, arşivde gerçeğe erişim imkanı olmasaydı, iktidarın yargısı ne yapacaktı?
* * *
Ama işte, bu kısmı, filin kuyruğu…
Bir haberin oluşum sürecini şöyle düşünelim: Haber konusunun belirlenip haberin hazırlanması, hazırlanan haberin yayımlanması, yayımlanan haberin dağıtılması.
Erişim engelleri, bu süreçlerin üçü de tamamlandıktan sonra geliyor. Haber çıkıyor, yayılıyor, sonra bastırılmaya çalışılıyor.
Böyle bakınca, yeterince etkili olmadığı anlaşılıyor. Çünkü çok daha etkili mekanizmalar var.
Mesela, haberin dağıtılması aşaması… Burada Google, Facebook, Twitter gibi tekeller tamamen belirleyici ve hangi haberin kime erişeceğini, bir çeşit algoritma diktatörlüğü üzerinden mutlak olarak tayin etme gücüne sahipler. Burada tekil haberler değil, çok temel konular kısıtlanıyor. İşin bu boyutu, neredeyse hiç tartışılmıyor.
Belki “bu kısmı bizim de ‘erişimimizin ötesinde’, ABD tekelleriyle nasıl mücadele edeceğiz?” diyenler çıkabilir.
Onun da yolları var, ama, dileyenlere daha yakında, içimizde bir sansür mekanizmasını işaret etmeliyiz: Basının sermayeye göbekten bağlı olması.
Filin ta kendisi burada, halkın bilgiye erişimi esas tam burada kısıtlanıyor. Ve bu gerçeği, Türkiye Komünist Partisi’nin son çalışması bir kez daha gözler önüne serdi.
TKP, bu hafta bir çalışma başlattı. Halk “kemer sıkın” diye inim inim inletilirken, TKP Türkiye’nin büyük holdinglerinin akıl almaz kârlar elde ettiğine işaret ediyor, bu şirketlerin önüne gidip eylemler yapıyor, “halk adına el koyacağız” diyor.
Türkiye’nin en yakıcı meselesinde, çok etkili, herkesin ilgisini çekecek bir çıkış.
Şimdi…
Salı günü TKP, Şok marketlerinin, Ülker’in sahibi Yıldız Holding’in önündeydi. Çarşamba günü Rönesans’ın önündeydi.
Nerede çıktı haberler? Anlı şanlı “muhalif medya” mecralarından hangileri bu eylemleri haberleştirdi?
Niye yapmıyorlar? Çünkü bu şirketlerden reklam alıyorlar.
Türkiye’deki neredeyse hiçbir basın kuruluşu, okur ve izleyiciden gelen parayla kendisini çeviremiyor. Herkes bir şekilde sermayeye bağlı.
İşte esas sansür buradan çıkıyor. Daha ilk aşamada, haber konusunun tespit edilip haberin hazırlanmasında yaşanıyor. “O konuya hiç girmeyelim”, “O şirketi karıştırmayalım” deniyor.
Sermaye, ellerini hiç kirletmeden, sansürün en büyüğünü uyguluyor.
Medyanın ekonomik bağımlılığı sayesinde hem yargı kararlarından çok daha etkili bir şekilde, sistematik bir sansürü hayata geçiriyorlar, hem de anlı şanlı muhalif medyaya istediklerinde sızabiliyorlar.
Bu bazen holdinglerinin reklamları sayesinde oluyor, bazen de “Vuslat’ın sergisi” gibi “bakın biz çok moderniz” haberleri sayesinde.
Basın özgürlüğü için mücadele edilecekse, filin kuyruğunu tutmakta zarar yok.
Ama filin kendisini alaşağı etmek niyetiyle tutuyorsak.
soL-GÜNDEM
Komünistlerin 2. durağı Rönesans Holding: 22,3 milyar TL'lik yıllık kârla yapılacaklar sıralandı
“Holdinglerin mal varlıkları ve kârları halkımıza feda olsun!” başlığıyla başlayan eylemlerde Yıldız Holding'in ardından sırada Rönesans Holding vardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/komunistlerin-2-duragi-ronesans-holding-223-milyar-tllik-yillik-karla-yapilacaklar-siralandi)***
İBB'nin yeni zabıta şefi: Soylu'nun talimatıyla kafa kıran bozkurtçu eski Emniyet Müdürü Metin Alper
Eski Trabzon İl Emniyet Müdürü Metin Alper İstanbul Büyükşehir Belediyesi Zabıta Daire Başkanı oldu. Alper açıklamalarıyla daha önce defalarca haberlere konu olmuştu.(https://haber.sol.org.tr/haber/ibbnin-yeni-zabita-sefi-soylunun-talimatiyla-kafa-kiran-bozkurtcu-eski-emniyet-muduru-metin)***
AKP katliam yasasını dayatmak için kolayını buldu: 'İtiraz eden sahiplensin’
Sokak hayvanlarının toplanılarak katledilmesini içeren teklif komisyondan geçti. AKP tepkilere “itiraz eden sahiplensin” kolaycılığıyla karşılık veriyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-katliam-yasasini-dayatmak-icin-kolayini-buldu-itiraz-eden-sahiplensin-394327)***
Yeni Zelanda'da korkunç rapor: 200 bin kişi devlet ve dini bakım kurumlarında istismara uğradı
Yeni Zelanda'da kraliyet komisyonunun yürüttüğü soruşturma, ülkede 200 bin çocuk ve yetişkinin devlet ve dini bakım kurumlarında istismara uğradığını ortaya çıkardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-zelandada-korkunc-rapor-200-bin-kisi-devlet-ve-dini-bakim-kurumlarinda-istismara-ugradi)(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder