27 Temmuz 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -27 Temmuz 2024-

 

Demokrasinin beşiği, sermayenin çöplüğü -Aydemir Güler-

Demokrasinin beşiği diye öğretilen Batı coğrafyası uzun zamandır bir sermaye çöplüğüdür ve oylara, sandalyelere tanınan önem geri çekilmiştir.

Yeni Halk Cephesi Fransa seçimlerinin ikinci turunda en çok oyu aldı, ama Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron solcu başbakan atamaya ayak sürüyor. “Olimpiyatlardan sonra bakarız” dedi en son…

Bu laubaliliğin dayandırıldığı tez, devlet ve hükümet başkanları arasında çatışmanın olmaması gerektiği. Benmerkezciliğin veya oportünizmin mazereti, bu argümandan ibaret. Bizde 2015’te tekrar seçim yaptıran Erdoğan’dan çok mu farklı?

Orası başkadır, demokrasi var, kurumlar güçlü falan demeyin. Macron’un istisnai bir sefilliği yansıttığını da zannetmeyin. Ünlü Rotschild’de bankacılık yapmış olan Macron’a haksızlık edilmemelidir. Batı demokrasisinin artık erişebildiği siyasetçi kalitesi budur. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştur! 

Trump’ın, suikast girişiminden sonra “İran’ı haritadan silerim” dediği, Kıbrıs harekâtının yıldönümü vesilesiyle Türkiye ve Yunanistan yetkililerinin “bir gece ansızın gelebiliriz” mesajlarını teati ettikleri vasat altı bir dünyada yaşıyoruz. Macron, sol seçim kazanmadı ki, demiş; çok mu? Sol mecliste hükümeti onaylayacak sayıya ulaşamadığına göre…

İyi de, hani parlamenter demokraside oy kutsaldı? Ne oldu seçmen iradesine, seçme hakkına, yurttaşlığa?

Demokrasinin beşiği diye öğretilen Batı coğrafyası uzun zamandır bir sermaye çöplüğüdür ve oylara, sandalyelere tanınan önem geri çekilmiştir.

Fransa’dan başlamıştık… Onlarca yıldır bu ülkede siyasetin çarklarını “ırkçılık tehlikesi” suluyor. En utanç verici olan, 2002 seçimidir. Birinci turda sağcı Chirac yüzde 20’ye, ırkçı Jean-Marie Le Pen yüzde 17’ye dayanmıştı. İkinci turda memlekette hayli tutan bir slogan (Votez escroc, pas facho! ) “faşiste değil hırsıza oy ver!” olmuştu. Nitekim hırsız yüzde 82’yi geçti, başkan oldu. 

Kimse abartmıyordu; hırsızlığı tescilliydi. Jacques Chirac Paris Belediye Başkanlığı sırasında 28 hayali danışmana maaş ödediği için hüküm giymişti! Demek ki demokrasilerde kara para ırkçı tehditle aklanabiliyordu. 

Hatta “daha fazla faşistlik” yaşanacağına, “daha az faşistlik” yaşansın da denebilirdi! Dendi de… Chirac’la aynı partiden Sarkozy’nin bir sonraki başkanlık döneminden akıllarda kalan, banliyölerdeki yoksul siyah ayaklanmasıdır. 21.yüzyılda Fransa’ya devlet terörünün alasını yaşatan Cumhurbaşkanının, kazandığı seçimde Ulusal Cephe’nin oylarının bir bölümünü devralmış olması rastlantı değildi. 

Durun; olup biteni daha açık yazayım: 

  • Fransız sermayesi ve egemen güçler, ülkenin eksenini daha sağa kaydırmak istiyorlardı. 
  • Irkçı öcüsüne başvurarak makul sayılan bir sağcılığın önü açıldı. 
  • Sonra; madem ırkçıların söylemi toplumda karşılık bulmuştu, “makul sağcılık” da bu söylem, program ve olası icraattan ödünç alabilir, faşizmle sınırlarını muğlaklaştırabilirdi. Halk böyle istiyordu! 
  • Sermayenin asıl niyeti, gecikmiş bir neoliberalizmden esinle kamuculuğu ve emekçi haklarını çökertmekti. Yaptılar. 
  • Haliyle, hele Fransa gibi bir ülkede buna karşı da tepkiler yükseldi. Şimdi o tepkileri, demagojik muhalefetin ustası ırkçılar hasat ediyor. 
  • Ve başa dönüyoruz! Irkçılık tehlikesi o kadar büyük ki, herkesin birleşmesi gerekiyor. Öyle dendi. 

Şimdi Macron solcu başbakan boykotunu bile ırkçılığı önlemekle gerekçelendirirse şaşmayalım. Cumhurbaşkanıyla başbakan uyumsuz olursa, maazallah öcüler gelir!

Bu arada beklenen oluyor. Kitlelerin ideolojilere, partilere, siyasal programlara bağlanması zayıflıyor. Fransa’da üç seçmenden birinin seçimle ilgilenmemesi artık normal. Bu durumda aslında ikinci turun birleşik solu on seçmenden birinin oyunu almış oluyor. Bu onda biri de sosyal demokratlar, radikaller, popülistler, yeşiller, -isimlerine bakarsanız- komünistler paylaşıyor… Genel olarak solun, yukarıda özetlenen yakın tarihte yer bulamamış olmasının nedeni de açık olmalıdır. Fransa’da kapitalist düzenin egemenlerinin piyasacı ve faşizan yöneliminin hayata geçirilmesi için solun kenara çekilmesi gerekiyordu. “Düzen solu” diye boşuna demiyoruz. En genel haliyle sol mücadele edip de yenilmedi. Söyleneni yaptı, kenara çekildi! 

Macron’a kızmayın. O sadece, solun kenarda kalmaya devam etmesini öneriyor. Hele Olimpiyatlar bir geçsin! 

Fransa konumuz değil örneğimiz. İngiltere’de de Temmuz başında seçim yapıldı. Muhafazakârlar kaybetti, solun kazandığı söylendi. Katılım yüzde ellinin az üstünde kaldı, yani dibe vurdu. Etnik azınlıkların daha yoğun olduğu bölgelerde oy kullanma oranı ortalamanın yedi puan altında gerçekleşti. Müslümanların yoğun yaşadığı bölgelerde daha da düşük... Anlaşılan İşçi Partisi, toplumun geniş kesimlerinin siyasetin en ilkel ve yetersiz formu olan sandıkla bile ilişki kurmakta zorlandığı bir seçimi kazandı! 

ABD seçime gidiyor. Orada zaten alışıldığı üzere, seçmenlerin ancak yarısının katıldığı başkanlık seçimini adaylardan biri az farkla kazanır. Yani dünyanın bir numaralı süper gücünün yönetimi taş çatlasa seçmenlerin dörtte biri tarafından seçilir. 

Bu ortamda isteyen tartışsın dursun! Bakalım Kamala Harris ırkçılığı su götürmeyen Trump’ın geri dönüşünü önleyecek bir demokrasi rüzgârı estirebilecek mi? Trump’ın, militarizm şampiyonu Biden’ın hem siyah hem kadın yardımcısına “aşırı solcu” dediğini duymuş olmalısınız! 

Parlamenter demokrasi kitle politizasyonunu sandığa yönlendirirdi ve bu haliyle yurttaşların siyasal örgütlenme ve katılım hakkına yapısal bir sınır çekerdi. Bu kısıtı, tarihte yalnızca örgütlenen emekçilerin verdiği sınıf mücadelesi kırabilmiştir. Emekçilerin sistematik biçimde geriye itildikleri günümüz demokrasisinin çöplüğe dönmesine şaşmamak gerek.

                                                              /././

Dünya görülmedik bir insani kriz içinde, ama ne yapacağımızı biliyoruz -Erhan Nalçacı-

Bu bunalımın ortasında en değerli şey emekçi sınıfların siyasi öncüsünün ne yapacağını adım adım bilmesidir.

Dünya tarihi boyunca insanlık şimdiye kadar görülmedik bir kriz içinde. Tam olarak boyutlarını kavramasalar da insanlar krizi hissediyor, birçok kez ümitsizliğe ve boş vermişliğe düşüyorlar. İnsanların bir kısmı ise aklı krizin kendisi tarafından teslim alınmış ve kendilerine biçtikleri saçma rolden başkasını görmüyor.

Sorunların bu kadar dağ gibi biriktiği ve büyük açmazların olduğu yerde bir öznenin ne yapacağını bilmesi kadar değerli bir şey yoktur.

İnsanlığın içine düştüğü krizi ana hatlarıyla belirtip “ne yapılacağını bilme” meselesine gelelim.

  • Kapitalizm bir kez daha dünyayı bir emperyalist paylaşım savaşına sürüklüyor

Son yapılan NATO zirvesi egemen sınıfların savaş hazırlığını bir kez daha teyit etti. Herkes Avrupa devletlerinin Rusya ile bir savaş için hazırlandığını söylüyor.

1700’lerdeki Yedi Yıl Savaşları’ndan bu yana dünya egemen sınıfları insanlığı tekrar tekrar dünyanın sömürülmek üzere yeniden paylaşılmasına dayanan savaşlara sürüklüyor. Dünya savaşlarında on milyonlarca köylü ve işçi çocuğuna bir öldürme oyunundaki gibi kıydılar.

Şimdi genelkurmayların savaş simülasyonlarını bilmiyoruz, saklıyorlar çünkü. Ama bu sefer öldürme oyununa yüz milyonları dâhil ettiklerini tahmin edebiliriz.

Natanyahu gibi bir caninin ABD parlamentosunda ayakta alkışlanması dünyanın nasıl bir ahlaki çöküş içinde olduğunu bize gösteriyor. 

Tekelci sermaye iktidarları sadece insanlığa kan vaat ediyor.

  • Ulus devletlerin bütünleşmesi sağlanamıyor

Dünyanın şu anki kültürel düzeyi burjuvazilerin egemenliğindeki ulus devletlerin bütünleşmesini gerektirdiği halde bu başarılamıyor. Avrupa Birliği, Güney ve Orta Amerika’da kurulan birlikler, Yeni İpek yolu…

Emperyalist rekabet, devletlerin yayılmacı hırsları, toplumsal eşitsizlikler ve egemen sınıfların bencilliği insanlığın yeni bir evreye girmesini engelliyor.

Üç yüz milyona yakın insan yüzlerce yılın birikmiş toplumsal eşitsizliklerine karşı çaresizce güneyden kuzeye göç etmeye çalışıyor, sınırlar bir ölüm yolculuğuna dönüşüyor.

Köle ticaretinden sömürgeciliğe, borçlandırmadan pazar olarak kullanmaya kadar sömürü yöntemleri ile dünya zenginliğini kuzeye yığan sermaye sınıfı bu ayrıcalığını korumak için emekçi sınıfları milliyetçi bir popülizme sürüklüyor.

  • Çevre ve iklim sorunu kapitalizm tarafından çözülemiyor

Kapitalizmin yarattığı çevre sorunu ve iklim değişikliğinin geldiği boyut tüm insanlığı tehdit ediyor. Giderek ısınan dünya sel ve kuraklık felaketleri ile boğuşuyor.

Sorunun son yüz yıl içinde çok yoğun bir şekilde petrol ürünlerinin kullanılmasına indirgenemeyeceğini biliyoruz. Çevre ve iklim sorunlarının altında yatan temel neden sermayenin yarını düşünmesine izin vermeyen kâr hırsı ve açgözlülüğüydü.

Kentlerin otomotiv sermayesi tarafından şekillendirildiği günümüzde elektrikli arabalara geçiş de sorunu çözmeyecek, sadece sorunun içeriğini ve boyutunu değiştirecek.

Ayrıca şimdiye kadar plastik sorunu gibi birikmiş çevre ve iklim felaketlerini çözmek için büyük kamusal kaynakları aktarmaya halleri ve vakitleri de yok. Devlet bütçelerinin önemli bir kısmı çevre sorunlarını daha da kötüleştirerek içinden çıkılmaz hale getiren silahlanma harcamalarına veya sermayenin rantiye kısımlarına gidiyor.

  • Kapitalizm yapay zekâyı insanlığın yararına kullanılacak bir olgu olmaktan çıkarıyor

Sonunda üretici güçlerin gelişimi insan beynine göre bellek ve hız açısından çok daha yüksek kapasiteye sahip makinelerin üretilme olasılığını doğurdu.

Bu gelişmenin anlam sorununa düşmeden insanlığın yararına kullanılması çok mümkün. Ama bunu kapitalizm başaramıyor ve bir yerde kapitalizmin sınırını çiziyor.

Yapay zekânın insanlığın yararına kullanılması ancak insanın çok yönlü gelişimini önceleyecek bir toplumsal düzen tarafından başarılabilir.

Oysa kapitalizm sadece geniş emekçi yığınlarını işsiz ve geleceksiz bırakmıyor, onları madde ve internet bağımlılığına sürüklemiyor. Sermaye sınıfı emekçilerin aklına doğrudan saldırıyor. İşte Türkiye’deki müfredattan bilimsel verilerin çıkarılması ve yerine dogmaların doldurulması. İşte “orta sınıfların” enerji transferi, astroloji vb. sahte bilim düşkünlükleri.

Sermaye sınıfı kitleleri savaşa sürüklenmekte isteksiz görünce yapay zekâyı insansız silahlar olarak cepheye sürüyor. Adeta sermaye sınıfının dünyadaki tüm emekçi sınıflara saldırısında bir araç olarak yapay zekâ öne çıkıyor.

Ne yapacağımızı biliyoruz

Bu bunalımın ortasında en değerli şey emekçi sınıfların siyasi öncüsünün ne yapacağını adım adım bilmesidir.

Tüm savaş hazırlıkları, yayılmacı hırslar, emekçilerin hiçbir isteğinin gerçekleşmediği tekelci sermaye diktatörlükleri…

Bunlar bir yandan düzeni koruyan zırhı güçlendirir. Öte yandan zayıflatır. Dünyanın her yerinde aynı şeklide değil, bazı uluslarda düzen daha çok çatlar ve bir süre için korumasız kalır. Emekçi sınıfların öncü siyasetleri bazı ülkelerde emekçi halkı etrafında toplayarak iktidarı elde etme imkânı bulur.

Sosyalist iktidarların sayısı çoğaldıkça aralarındaki dayanışma, devrimlerini koruma ve diğer uluslardaki sermaye sınıflarını iktidardan indirme şansı artar.

Sosyalizme geçen uluslar bugünün olanakları ile hızla bütünleşirler.

Sosyalizm günümüzde sadece bir zenginlik toplumu olarak değil bir tasarruf toplumu olarak örgütlenir. Önceliğin emekçi halkın mutluluğu, eşitliği ve refahı olan bir toplum doğayı korumayı hedefler. Kolektif yaşantı ve üretim örnekleri dünyayı kaplar. Kapitalizmin biriktirdiği sorunları aşmak için büyük toplumsal fonları ve bilimsel/teknik yaratıcılığı harekete geçirir.

Bugün bir ahlaksızlık ve çürüme yatağı haline gelmiş olan Birleşmiş Milletler süreç içinde bir Sosyalist Dünya Cumhuriyeti’ne dönüşür.

Her şey insanın çok yönlü gelişimi içindir. Yeni insan bilimi, sanatı, estetiği, tekniği en üst düzeyde kavrar ve üretir. Yapay zekâ her seviyede merkezi planlamanın bir aracı olarak işlev görür.

Düzen tarafından üretilen binlerce çeldiricinin arasından sıyrılıp yüzünüzü bize dönün. İnsanlığın geleceği ve tek şansıyız çünkü.

                                                               /././

Yıldırım Koç’un yazı dizisi vesilesiyle: 'Eski TKP', Sovyet Rusya ve Milli Mücadele üzerine bazı hatırlatmalar -Gözde Kök-

Eğer ortada tüm bir anti-komünist külliyatın bizleri inandırmak istediği gibi basit bir tabiiyet ilişkisi olsaydı ortada gerilimsiz bir ilişki olurdu.

Araştırmacı yazar Yıldırım Koç kendisine ait web sitesinde  bir süredir “eski TKP”, Sovyetler Birliği ve Türkiye’de Milli Mücadele bağlamında bir yazı dizisi yayınlıyor. Yıldırım Hoca’nın TKP tarihine ilgisi son zamanlarda okuduğu belge derlemeleri nedeniyle canlanmış görünüyor. Yayınlanmış belgelerden ve dönemin tanıklıklarından “özenle” seçilmiş alıntılardan hareketle kaleme alınan bu yazılar tarihi TKP’ye ve Sovyet Rusya’ya yönelik ağır ithamlardan oluşuyor. Öyle ki insanda TKP tarihine bir nedenle  savaş açılmış izlenimi uyandırıyor. Bu ağır ithamlar özetle TKP’nin o dönem Sovyetlerin Anadolu’daki aparatı olduğu, dönemin komünistlerinin ülkeyle hiçbir gerçek bağlarının olmadığı, Türkiye’de Milli Mücadele liderliğini devirip Sovyet Rusya’nın egemenliğini tesis etmek üzere çalıştıkları yönünde. “Domuzdan post, Sovyet Rusya’dan dost olmaz” diyen Koç, Sovyet yardımlarının Bolşeviklerin Anadolu’ya yönelik  hiç de dostane olmayan planlarının bir parçası olduğunu düşünüyor. Sovyet Rusya’nın Çerkez Ethem’i Milli Mücadele liderliğine karşı yönlendirdiği ve hatta Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya geçişinin Ethem’in isyan tarihiyle çakıştırıldığı, bunlarda muvaffak olamayınca Sovyet Rusya’nın Yunanistan hükümetine Anadolu’da işgal ettikleri yerlerde kalmaları için yardım teklifi götürdüğü iddiası var.

Aslına bakılırsa bu iddiaların hiçbir orijinalliği bulunmuyor. Tarihe  bakıldığında bir kısmının köklerini doğrudan Milli Mücadele yıllarına ve Cumhuriyetin ilk dönemine götürmek mümkün. 1920 yılının sonunda Ankara’da başlayan komünistleri tasfiye sürecinde Ankara merkezli Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası üyelerine yöneltilen ya da dönemin Sovyet düşmanlığı ile öne çıkan Ali Fuat (Cebesoy) gibi figürlerinin hatıratında bulunabilecek suçlama ve argümanlar. Daha sonra Türk-Sovyet ilişkilerinin karaya oturduğu II. Dünya Savaşı yıllarından itibaren gelişen resmi tarihin ve nihayet anti-komünist propagandanın merkezi unsurları: Sovyetlerin Türkiye’yi istila planları ve komünistlerin kökü dışarıda oluşu üzerine çeşitlemeler.

1920’lerden itibaren komünistlerin cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı fiziki saldırılara, onların meşruiyetini yok etmek amacıyla yürütülen yalan ve iftira kampanyalarının eşlik ettiği bilinen bir gerçektir.

Bu tarihsel arka plan ortadayken Yıldırım Hoca’nın hangi motivasyonla bu yazıları kaleme aldığı daha fazla merak konusu haline geliyor. Sonuçta dostça kabul edilemeyecek bu “eleştirilerin” yazarı yıllarını işçi sınıfının hak mücadelesine vermiş “bizim safta” bir aydın...

Bu noktada ilk akla gelen açıklama şu: Yıldırım Koç’un konumlanışını da karakterize eden “millici" siyasi akıl yürütme burjuva milliyetçiliğinden bağımsız bir işçi sınıfı siyasetini hayal edememektedir. 1920 Anadolusu’nda Mustafa Kemal’in öncülüğünde örgütlenen bağımsızlık hareketinin Türkiye’yi ileri taşıdığı tartışmasız bir gerçektir. Ancak son tahlilde mülk sahibi sınıfların iktidarı ile sonuçlanan bir devrimci süreçte komünistlerin kendi programlarıyla siyaset yapmasını gayri meşru görmek başka bir şeydir. Bu yaklaşımın sonucu komünistlerin milli mücadeleyi baltalamak istediği, bozgunculuk yaptığı ve bir dış gücün ülkede egemen olması için çalıştığı yönündeki tezlerin, bunların tarihsel gerçekliğe tekabül edip etmediği konusunda çok da titizlenmeden, alıcısı haline gelmek oluyor.

“Millici” konumlanışın bir diğer sonucu uluslararası siyaseti “devlet çıkarlarının çarpışma" alanından ibaret görmek. Buna göre devletler “ulusal çıkar” olarak tanımlanan ve tüm toplumun çıkarlarını yansıttığı iddia edilen hedefler doğrultusunda hareket ederler. Bu doğru olmakla birlikte milliciler şu soruyu sormaz: Kimin devleti? Ulusal çıkar tanımı nasıl şekilleniyor? Yıldırım Koç da bu soruyu sormadığı için örneğin savaş sonrası tekelci emperyalist dünyanın egemen ülkesi pozisyonunu koruyan İngiltere ile çiçeği burnunda işçi devletini Anadolu’ya eşit derecede tehdit olarak değerlendiriyor. Buradan bakınca Koç tarihsel bağlama ve olgulara fazla yaslanmak zorunda hissetmeden Sovyet Rusya’yı istilacı bir güç olarak gösteren tezlerin alıcısı haline geliveriyor.

Burada komünistlerin ve onların tarihinin eleştirilemez olduğundan söz etmiyoruz. TKP’nin ilk kurulduğu dönemdeki örgütsel dağınıklığı, siyasi birikim eksikliği ve ideolojik bulanıklığı, Sovyet Rusya ve Komintern’le zorlayıcı ilişkileri ve tüm bu koşullarda etkili bir siyaset yürütme konusunda yetersiz kaldığı ortadadır. Bu anlamda tüm dünyanın ve bölgemizin alt üst olduğu son derecede karmaşık bir dönemde TKP’nin sancılı kuruluş öyküsünü anlamaya dönük samimi bir çaba ilerletici olabilirdi. Ancak yüz yıldır tekrarlanan anti-komünist tezlerin bir kez daha piyasaya sürülmesi ilerletici olmak bir yana amaçları konusunda ciddi soru işaretleri yaratmaktadır.

Bu noktada Yıldırım Koç’un yazı dizisine sinmiş ön kabullere ilişkin bazı hususları açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.

Anadolu’da komünizm

1920’li yılların başında Anadolu’da komünizmin dikkate değer bir örgütsel gücü yoktur, ancak Ekim Devrimi’nden kaynaklanan gerçek bir meşruiyeti vardır. Bolşevikler cihan harbinden çıkmaları ve çıkarken çarlığın tüm iddialarından vazgeçtikleri gibi kirli anlaşmaları ifşa etmiş olmalarıyla sempati yaratmışlardır. Bu gerçeğin kanıtlarına çok sayıda belgede, hatıratta ve meclis tutanaklarında rastlamak mümkündür. Bu bağlamda komünistlere Anadolu’ya uzaydan düşmüş muamelesi yapmak saçmadır. 1920’lerin başında, eşitlik ve özgürlük adına yayılan fikirlerin etkisi altına giren, bu fikirlerin ülkenin içine düştüğü korkunç durumdan bir çıkış kapısı gibi gören ve elbette bu fikirleri kendince yorumlayan çok sayıda işçi ve aydın komünizm yoluna girdi. Bir kısmı komünist öbekler içinde örgütlendi ve samimi bir mücadele verdi. Bu insanları Anadolu toprağına yabancı birer Sovyet ajanı olarak görmek tarihsel gerçeklerle örtüşmemektedir.

Sovyetlerin Türkiye politikası ve Milli Mücadele’ye Sovyet desteği

Dünyada ilk kez dünya kapitalizmini esastan tehdit eden bir güç iktidara taşınmıştır. Bu kapitalizmin güçlü merkezlerine karşı bağımsızlık savaşı veren tüm halklar açısından hem siyasi denklemi olumlu yönde değiştirmiş hem de büyük bir moral destek sağlamıştır. Bu bağlamda Sovyet Rusya’nın Milli Mücadeleye desteğini, çok önemli olmakla birlikte maddi yardımlara indirgemek tarihsel gerçeğin bilinçli bir çarpıtmasından başka bir şey değil. Büyük Millet Meclisi iktidarının askeri zaferlerin yanı sıra Sovyetlerin siyasi desteği sayesinde İngiltere ve müttefikleri karşısında pazarlık gücünü arttırdığı nasıl inkar edilebilir?

Yıldırım Koç Sovyet yardımlarının gizli bir gayesi olduğunu ima ediyor. Herhalde bundan kasıt Anadolu’nun bolşevikleştirilmesidir. Bu iddia tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde örtüşmüyor. Sovyetlerin Anadolu’yu bolşevikleştirme planına ilişkin tek bir belgeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü böyle bir plan yoktur. Sovyet belgelerine baktığınızda şu çok açıkça görülür: Hala emperyalistlerin desteklediği Beyaz ordulara karşı mücadele etmekte olan Bolşevikler için emperyalistlerin Anadolu’da durdurulması hayati önem taşımaktadır. İlle Sovyet Rusya’nın çıkarından söz edeceksek bu çıkar 1920 yılında öncelikle Sovyet iktidarının savunulmasıdır. Kızıl Ordu’nun Anadolu’ya uzanması gibi bir gündem yoktur.

Anadolu’da ortaya çıkan Milli Mücadele liderliğini desteklemek ise 1920 yılı içinde netleşen kesin bir stratejik karardır. Bolşevik liderler Türkiye’nin o günkü vaziyetinde hiçbir şekilde bir sosyalist devrim potansiyeli görmezler. Kapitalizm gelişmemiştir, işçi sınıfı zayıftır. Türkiye için en gerçekçi proje Mustafa Kemal liderliğinde Sovyet dostu radikal burjuva bir devrimdir. Bolşeviklerin Türk komünistlere telkini Milli Mücadele liderliğini tanımaları, Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeleri, bunu yaparken bağımsız varlıklarını korumaları ve örgütlenmeleridir. Belirleyici olan bu politik yönelimin dışında elbette Bolşevik parti ve Komintern içinde farklı görüşler olabilir. Ancak bunların hiçbiri Sovyetlerin Milli Mücadele liderliğinin alternatifi olarak komünistleri hazırladığı gibi saçma bir iddianın ispatı olarak öne sürülemez.

Bolşeviklerin Anadolu’daki hareketi ilk tanımaya başladıkları evrede İttihatçı liderlerle temas ettikleri, 1919-20 evresinde Enver Paşa’yla dirsek temasını sürdürdükleri bilinmektedir. Bu Milli Mücadeleyi kimin omuzlayacağıyla ilgili yaşanan doğal bir karışıklığın sonucuydu. İttihatçıların Anadolu’da devam eden örgütsel gücü ve İttihatçı liderlerin etkisi hesaba katıldığında bu anlaşılır hale gelir. Sovyetlerin kararı Anadolu’yu emperyalistlere karşı en iyi ve en kararlı kim savunacaksa onu desteklemek yönündedir. 

Öte yandan Bolşeviklerin planlarının Çerkez Ethem’e kadar uzandığını söylemek bir komplo teorisinin ötesine gidememektedir. O günkü Sovyet politikası açısından bu iddianın ayakları tamamen havadadır. Bunu ispat edecek ciddi bir tarihi kayıt da yoktur. Sovyet Rusya Ankara’daki Meclis hükümetinin altını oymaya değil, Ankara’daki direnişin bir an önce başarılı olmasına konsantre olmuştur. Kaldı ki Sovyetlerin o dönemde Anadolu’nun iç siyasal dengelerine müdahale edebilmesinin ciddi sınırları vardır. Ankara merkezli iktidar denkleminde Sovyetlerin birilerini iktidara taşıma, ya da başkasını  iktidardan düşürme gibi bir tasarrufu olabileceği görüşü hayal mahsulüdür, Türkiye’de  anti-komünist tarihçiliğin en tanıdık ve  en fantastik tezidir. 

Sovyetlerin komünistlerin Anadolu’da güçlenmesini istemesi, bunu desteklemesi ise az önce işaret edildiği gibi güncel bir iktidar alternatifini hazırlama anlamı hiçbir şekilde taşımamaktadır. Bilindiği üzere Sovyet Rusya elçilik kanalıyla ve elçilikteki Komintern temsilcileri aracılığıyla Ankara’da 1920 yılında kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı desteklemektedir. Kurulduktan sonra hükümetin baskılarına uğrayan ve örgütsel hayatı çok kısa süren Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın üyeleri Çerkez Ethem’le işbirliği yaptıkları gerekçesiyle tutuklanmışlardı. O dönem kararlı biçimde süren komünist avı için kullanışlı bir argümandır bu. Ancak bunun doğru  olduğunu ispat edecek herhangi bir veriye sahip değiliz. THİF’in Çerkez Ethem’e tavır aldığı yayınlarında ve toplantı tutanaklarında açıkça görülmektedir. THİF Çerkez Ethem’i resmi TKP’nin sorunu olarak görmekte ve isyanının da İttihatçıların işi olduğunu düşünmektedir. Mustafa Suphi’lerin dönüşünün Ethem’in isyanıyla çakıştırıldığı iddiası da diğerleri gibi dönemin gerçeklerini yansıtmaktan  uzaktır ve bu türden bir iddiayı saniyesinde çürütecek onlarca belge bulunmaktadır. Stalin dahil olmak üzere Bolşevik yöneticilerin Suphi ve yoldaşlarının Türkiye’ye geçiş planına ne kadar rezervli oldukları bilinmektedir. Bırakın Ethem’le eşgüdüm sağlamayı, TKP’lerin dönüş planı bununla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dizi nedenle ertelenmiş ve dönüşüme uğramıştır. Bunların hepsini belgelerde görmek mümkündür. Ancak asıl anlaşılması gereken husus böyle bir komployu – Suphilerin dönüşü ile Ethem’in isyanını çakıştırmak- Sovyetlerin o günkü Türkiye politikası içinde anlamlandırmak mümkün değildir.

Sovyetlerin Anadolu’da savaş sürerken Yunanistan hükümetine Ankara hükümetine karşı işbirliği teklifi götürmüş olması iddiası çok tuhaftır. Sovyetler Ankara’daki hükümete yüzde yüz sadakat göstermek zorunda değildir elbette, ancak sınırlarında bütün gücüyle İngiltere’ye karşı bir bariyer oluşturmaya çalışan Sovyet Rusya’nın İngiliz destekli Yunan hükümetine Milli Mücadeleyi yok etmek üzere yardım teklif etmesi için Bolşeviklerin iktidardan düşürülmüş olması gerekirdi. Böylesine bir iddianın gerçekliğine az da olsa bir inanç besleniyorsa, bunun bilimsel olarak  o günkü Sovyet politikasına hangi anlamda hizmet ettiğini ikna edici bir biçimde ortaya koymak ve söylentilere değil doğrudan arşiv belgelerine dayanmak gerekir.

Sovyetler Milli Mücadele sırasında o kadar Ankara yanlısıdır ki, yeni kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ni Anadolu’daki işgale karşı koyması için cesaretlendirmiş, bütün Komünist Enternasyonal toplantılarında Kurtuluş Savaşı’na destek çizgisi savunulmuş, daha da ileri gidilerek işgal sırasında Yunan birliklerinin işlediği suçlar uluslararası kamuoyuna sistematik bir biçimde taşınmıştır.

TKP ve Sovyet Rusya

Son olarak Yıldırım Koç’un özellikle üzerinde durduğu TKP, Sovyetler ve Komintern ilişkileri hakkında da bazı hususları hatırlatmak gerekmektedir. Şuradan başlayabiliriz: Komünistler “milletlerin” değil, ezilenlerin kurtuluşu için çalışırlar. Bu anlamıyla “millicilerin” ısrarla siyasi komplo, güç ve çıkar ilişkileri çerçevesinde görmek istedikleri enternasyonal dayanışma ilkesini benimsemişlerdir. Ancak TKP’nin de üyesi olduğu Komintern geleneğinde her partinin öncelikle kendi ülkesindeki devrimci dönüşümleri gerçekleştirme sorumluluğu vardır. Bunun o ülkenin toplumsal dinamikleriyle gerçek bir buluşma yaşamadan gerçekleştirebileceğini düşünen tek bir komünist bile bulamazsınız. TKP’nin kurucu unsurları da bu açıdan istisna değildi. Ne Bakü’de TKF kuruluş kongresini gerçekleştirenler, ne İstanbul grubu ne de Ankara merkezli olarak komünist hareketi örgütleme işine girişenler ülke gerçeklerine yabancı, ayakları bu topraklara basmayan dışsal unsurlardı. Bağımsızlık mücadelesinin canı gönülden destekçisi oldular, ona kan taşımak için de ellerinden geleni yaptılar. 

Kendi programları doğrultusunda siyaset yapmak istemeleri, örgütlenmeleri, Milli Mücadele liderliğinden siyasi ve örgütsel olarak bağımsız kalmak istemeleri suç muydu? Ne münasebet... O günkü koşullar ve iktidar mücadelesi içinde komünistlerin saf dışı edilmiş olmaları onların eylemlerini tarihsel olarak gayrimeşru kılmamaktadır.  TKP’lilerin vatanı Moskova değil Türkiye’dir. Anti-emperyalist savaşa destek vermeyi o günün öncelikli görevi olarak görmeyen tek bir komünist bulamazsınız. Ancak komünistler aynı zamanda bağımsızlık kazanıldığında gerçek bir toplumsal kurtuluşun temellerini atmak için yollar aramaktadır. Yıldırım Koç’un cımbızladığı Moskova’nın vatan olduğu yönünde en fazla metaforik anlamı olan ifadeler kadar komünistlerin kendi ülkelerine yönelik sevgisini, bilgisini ve bağlılığını gösteren ifadeler arşiv içinden çıkacaktır. Komünistleri vatansız ilan etmenin tek gerekçesi ülkelerinin mülk sahibi sınıflarıyla uzlaşmaya, sınıf işbirliğine yanaşmamaları olabilir. Neticede Rus ve Türk komünistleri, Milli Mücadeleye önderlik eden burjuva sınıfının iktidarında, emperyalistlerle belli bir vadede uzlaşma aranacağını öngörmüşlerdir. Bu öngörü ilerleyen yıllarda doğrulanmakla kalmamış, "milli çıkar" adına Amerikancılık yapabilen anti-komünist çizgiyle mücadeleyi derinleştirmiş, tutarlı bir yurtseverliğin komünistler tarafından üstlenildiği bugünlere taşımıştır.

Moskova’ya tabiiyet ve komünistlerin vatanı

“Tabiiyet” ve “vatan” meselesini biraz daha açmak iyi olabilir. 1920’nin dünyasında Moskova’nın tüm dünya komünistleri için bir ağırlık merkezi olduğu açıktır. Ortada kazanılmış bir devrim, ciddi bir siyasi birikim vardır. Bunun da ötesinde devrim sonrası zorlayıcı iç savaş ve ekonomik kriz koşullarında dahi hayata geçmeye başlayan toplumsal dönüşümler sadece başka ülkelerin komünistleri için değil değişim isteği ve umudunu taşıyan herkes için esin kaynağı olmuştur. Örneğin 1920 Ankara'sında Meclise uzanan halkçılık cereyanını Ekim Devriminin etkisinden bağımsız düşünebilir miyiz?

Türkiye’de 1920-23 aralığında gerçekleşen devrimin sınıfsal bileşiminin tüm geri çeken yanlarına rağmen radikal bir siyasal kopuşa imza atabilmiş olmasında Sovyetlerin hiç mi izi yoktur? Durum buyken TKP’lilerin insanlığı ileri taşıyacak büyük bir hamleye imza atmış olan Bolşeviklerle kompleksiz bir ilişki içinde olmalarında şaşırtıcı bir durum yoktur. Oradan gelen görüş, öneri, siyasi ve maddi yardımı da gizleme gereği duymamışlardır. Tüm bu söylenenler Moskova’yla ilişkilerin zorlayıcı bir karakter taşımadığı, zaman zaman TKP’ye ayak bağı olmadığı anlamına gelmemektedir. Eğer ortada tüm bir anti-komünist külliyatın bizleri inandırmak istediği gibi basit bir tabiiyet ilişkisi olsaydı ortada gerilimsiz bir ilişki olurdu.

Oysa durum bu değildir. Taraflardan biri, Bolşevikler, Türkiye’de devrimle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarın Sovyetlere dost kalmasını Sovyet iktidarının korunması açısından hayati önemde görmektedir. Diğeri, TKP, burjuva devriminin henüz sönümlenmediği ve emperyalistlerle ülke içindeki gerici güçlerden korunması gereken bir ülkede, daha ileri devrimci atılımlar için arayışlarını sürdürmek zorundadır. Ancak bunun için yeterli siyasi birikim ve örgütsel güçten yoksundur ve üstelik sürekli devlet baskısı altındadır. Öte yandan her iki tarafın pozisyonu da kendi içinde tutarlı ve meşrudur. Buradan tabiiyet değil, bir yandan dayanışma, diğer yandan gerilimin karakterize ettiği karmaşık bir ilişki çıkmaktadır.

Neticede TKP’nin kurucularının “başarısızlığı” ile ilgili olarak faturayı TKP-Moskova ilişkilerine kesmek konuyla ilgili kavrayışımızın gelişmesine herhangi bir katkı sunmamaktadır. Ancak verili tarihsel koşulların kısıtlayıcılığı içinde, en genel anlamda eşitsiz gelişmenin sınıflar mücadelesi açısından büyük bir çeşitlilik ve aynı zamanda bir karmaşa yarattığı, öte yandan devrimci krizin geri çekilmiş bulunduğu bir anda, nelerin mümkün olup nelerin olamadığını analiz etmek ilerletici olabilir. Söz konusu objektif koşulları tanıyıp bunların yarattığı kısıtlar içinde daha başka ne yapılabilirdi sorusunu sormak elbette meşrudur ve bu çerçevede yapıcı bir eleştirinin de önünü açar.

                                                                /././

Tütün tekelleri açıkladı: Satış ve kârlarındaki artışta Türkiye kilit rol oynadı -Meryem Vitni-

Philip Morris International ve British American Tobacco'nun yayımladığı iki rapor bu yılın ilk yarısında sigara satış ve gelirlerindeki artışta Türkiye'nin "olumlu etki" ve "katkı"sına işaret etti.

Geçtiğimiz günlerde, dünya tütün devleri Philip Morris International (PMI) ve British American Tobacco (BAT) 2024 ikinci çeyrek ve yarıyıl sonuçlarını açıkladılar. Dünya tütün oligopolünün bu iki lideri, hissedarlarına ve potansiyel yatırımcılara övünçle hem sigarada hem de yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerinde hacim, ciro ve kâr artışı duyurdular. Raporlarda dikkat çeken bir faktör, 2024’ün sigara satışları ve gelirlerinde önceki dönemlere göre kaydedilen artış ve iyileşmelerde Türkiye’nin oynadığı kilit rol. 

Kullanıcılarının yarısını öldüren ve yaygınlaştığı toplumlarda salgın boyutlarında halk sağlığı etkisi olan sigaranın tüketiminde ilkin Batı’da baş gösteren daralma son on yılda tüm dünyaya yayıldı; dünya sigara piyasası yılda yüzde 2-3 oranında kan kaybeder hale geldi. DSÖ verilerine göre, küresel tütün kullanım sıklığı 2000 yılında yüzde 32,7 iken, 2020’de yüzde 21,7’ye düştü; 2030’da yüzde 18,1’e gerileyeceği tahmin ediliyor.

Daha önceki yazılarımızda (burada ve burada) belirttiğimiz üzere, ulusötesi sigara şirketlerinin bu gidişata dur deme stratejisi, yeni nesil tütün ve nikotin ürünü geliştirmek, piyasaya sürmek ve elverişli koşullarda düzenlenmesini sağlamak oldu. Bunun için geliştirilen “zarar azaltım” anlatısına göre, şirketler sigaranın öldürdüğünü artık itiraf ediyor, “içen derhal bıraksın, bırakamayan yeni nesil ürünlere geçsin” diyor, hükümetler desteklerse sigara piyasasından hızla çıkacaklarını, sözde daha az zararlı yeni ürünlere yöneleceklerini muştuluyorlardı. 

Ne var ki, 2024 yarıyıl sonuçları bu anlatıdan farklılaşan ilginç bir tablo koyuyor ortaya. Evet, yeni nesil ürünler çeşitleniyor; hacim ve ciro olarak hızla büyüyor, ancak, Türkiye’nin de “dikkate değer” katkısıyla, dünya sigara piyasası beklentinin aksine küçülmüyor, hatta PMI verisine göre o da büyüyor ve şirket ciro ve kârlarının hâlâ en büyük bölümünü oluşturuyor.

PMI: 'Türkiye’nin dikkate değer pozitif katkısı'

Aşağıdaki tablo, çeyrekler itibariyle PMI’nin küresel sigara satış performansını ortaya koyuyor. Görüleceği üzere, negatif seyreden yıllık satış hacmi, son dönemde durağanlaştıktan sonra 2024’ün ikinci çeyreğinde ilk defa pozitife geçmiş. Şirketin konu hakkında yaptığı resmi açıklama şöyle: “[birçok piyasada sigara satışları düşerken] fiyat artışlarına rağmen, sigara satışları Türkiye’nin ve Kuzey Afrika’nın dikkate değer pozitif katkılarıyla yüzde 0,4 oranında artmıştır”. Tablo ayrıca, fiyatlama serbestisinin sağladığı olanaklarla, hacimdeki düşüşlere rağmen, net ciroda sürekli artış kaydedildiğini de gösteriyor.

BAT: 'Türkiye’nin olumlu etkisi'

BAT’ın açıklamasında da Türkiye önemli yer tutuyor. Son dönemde ABD, Vietnam ve Bangladeş’te kaydedilen hacim düşüşleri, Sudan’da tedarik zincirinin kesilmesi, bazı Afrika ülkeleri ile Rusya ve Belarus’tan çıkışlar nedeniyle şirketin sigara satış hacminde son bir yılda kaydedilen düşüşün, Türkiye, Brezilya, Pakistan ve Endonezya’daki hacim büyümesi ile kısmen telafi edildiği belirtiliyor. BAT, Türkiye’nin kâr artışına etkisini ise şöyle açıklıyor: “Birleşik Krallık, Türkiye, Meksika ve Romanya'nın olumlu etkisiyle faaliyet kârı yüzde 5,3 arttı ve bu artışlar diğer piyasalarda yaşanan kayıpları fazlasıyla telafi etti.”

Açıklamaların ardından 24 saat geçmeden şirket hisselerinin işlem gördüğü Londra ve New York borsalarında hisse senetleri yüzde 3 oranında değer kazandı.

Türkiye’de piyasa açmazı: sigara şirketleri, tüketiciler ve iktidar

Türkiye’de kayıtlı ve kayıtsız sigara tüketiminde yıllardır devam eden yükselişi ve 2023 yılında kaydedilen rekoru ele aldığımız yazımızda konu ile ilgili üç taraf tanımlamıştık. Bunlardan ilki, başta PMI ve BAT olmak üzere, Türkiye ve dünya piyasalarını elinde tutan ulusötesi sigara şirketleri. Dünyada sigaranın ateşi sönerken, Türkiye’de uyguladıkları fiyatlama ve saldırgan pazarlama stratejileriyle 2024’ün ilk yarısında da daha fazla ölüm satmayı başardıkları görülüyor. 

İkinci taraf, şirketlerin piyasa hakimiyeti karşısında edilgenleştirilmiş, bağımlılık girdabına sokulmuş tüketiciler. Öyle anlaşılıyor ki, 2024’ün ilk yarısında da Türkiye’de bu şirketlerin üretip sattığı sigaraları tüketenler Londra’da, New York’ta borsa yatırımcılarının yüzünü yine güldürmüşler, şirketlerin başka yerlerde karşılaştıkları kayıpları telafi etmelerine yardımcı olmuşlar.

Üçüncü taraf ise, ülkemizde dünya trendinin aksi yönünde tütün tüketimi atışı ve bunun yol açtığı toplum sağlığı felaketi yaşanmasının baş sorumlusu 22 yıllık AKP iktidarı. 9 Haziran 2024 tarihinde çeşitli ülkelerden gençler ve sporcularla Vahdettin Köşkü’nde bir araya gelen Erdoğan, “tavizsiz tavrımız neticesinde ülkemizde sigara kullanımında az da olsa bir gerileme yaşandığını müşahede ediyoruz,” demişti. soL’da yayınlanan konu hakkındaki haberde, 2023 ve öncesi resmi tüketim verilerinin Erdoğan’ı yalanladığının altı çizilmişti. Şimdi ise, PMI ve BAT’ın açıklamaları, 2024’ün ilk yarısında da, söz konusu “müşahede”nin tamamen asılsız, gerçeklikten kopuk olduğunu ortaya koyuyor.

Sözde “İngiliz modeli”, “İspanyol modeli” hikayeleriyle ayakta tutulmaya çalışılan bu politika trajikomediye dönüştü. Üretimi kışkırtıp, tüketicinin iman gücüyle sigaradan uzak durmasını beklemek çoktan iflas etti. Buna karşın, sigara tüketiminde durdurulamayan yükselişin çaresini yeni nesil ürünlerde aramanın büyük hata olacağını, bu çerçevede şirketlerin tüm baskısına rağmen yeni nesil ürünlere üretim ve ticaret ruhsatı verilmemesinin bir başarı sayılması gerektiği tekrar dile getirmek, ancak bu ürünlerin yasadışı piyasasının gitgide büyüyen boyutlarının ve gitgide yaygınlaşan kullanımının başarıyı büyük ölçüde gölgelediğini, piyasanın teslim edildiği birtakım çetelere büyük kazançlar sağlanırken, şirketlerin peşinde oldukları yasallaştırma için zemin hazırlandığını da belirtmek gerekiyor.

Kaynaklar: 

https://www.pmi.com/investor-relations/overview/event-details?EventId=2… 
https://www.bat.com/investors-and-reporting/results-centre

                                                              /././

Bir Kıbrıs yazısı daha -Mesut Odman-

Sadece Kıbrıs’ta, patagonyada, orada burada değil, şu canını çıkardıkları yeryüzünün her yanında sosyalizm yoksa ne çözüm vardır, ne yaşanmaya değer bir hayat.

İlkini Aydemir Güler yazmıştı, ikincisini iki gün sonra Engin Solakoğlu. Ben geçen hafta yazmış olsaydım, önceliği almış olurdum. Fırsatı kaçırdım. Bununla birlikte, fena olmadığını görüyorum; çünkü her iki yazı da konuya ilişkin doğru bilgi edinmek isteyenlere başlangıç olmanın ötesinde pencereler açıyordu, dolayısıyla benim oralara girmem gerekmeyecekti. Eh, o zaman sen niye yazıyorsun sorusu akla gelebilir. Benimki o yazıların ortaya koyduğu bakış açısından yararlanarak kendi yaşantılarımdan izleri, belki biraz öyküleştirilmiş biçimde aktarma çabası olacak. 

Elli yıl önce 20 Temmuz sabahında başlatılan askeri harekât, her şeyden önce, bana o günlerde doğmuş kızımı hatırlatır. Ankara’da birçok hastanenin savaş ihtiyaçları için ayrıldığı yolundaki abartılı ve yanlış haberlerin yayıldığı bir zamandı. Çok geçmeden, o yalan yanlış haberleri unutturan güzeller güzeli bir bebek gelmişti.

Daha sonra, ikinci harekâtın gerçekleştirildiği 14 Ağustosun ardından bizim Yalçın Hoca’nın savaşta öldüğü haberi dolaşmıştı Ankara’da. Öldüğü değil de, “şehit düştüğü” elbette. Saatlerle anlatılabilecek bir süre içinde yalanlanmıştı haber. Bizim asteğmen komutanın güneye doğru ilerlerken, ne kadar ileri gitmişse artık, arkasındaki birliklerle bağlantısının kopuşuyla ilgili bir yanlış haber olduğu anlaşılmıştı. Oldukça gecikmiş bir askerlik yapıyordu kendisi. Ama gaziliği de eksik etmemiş oldu bu sayede. Gazi kimliğinin fotoğrafını sonradan kitaplarından birinde mi ikisinde mi kullandığı da olmuştur.

Benim böyle bir gazi arkadaşım daha vardır. Aynı liseden mezun olduktan sonra üniversite okumak üzere Ankara’ya geldiğimiz, onun Siyasal’a benim ODTÜ’ye gittiğim, sonradan pek güzel öykülerini okuduğum bir arkadaşım. Adını yazmıyorum. Sorup iznini alma şansım yok. Bağlantımız çoktandır kopmuş durumda, yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum. Yine de ikinci harekât sırasında emrindeki erlere kırk tembihten sonra kısa bir süre bir mağarada bırakmak zorunda kaldığı tutsakla ilgili olayı bana anlattığında nasıl bir şaşkınlık yaşadığımı unutamıyorum.

Bizim üniversitede Kıbrıslı Türk öğrenci sayısı az değildi. Bazılarıyla üniversite yurtlarında aynı odalarda kaldığım da olmuştur. Aralarında ilerici, devrimci diyebileceğimiz arkadaşlar da bulunmakla birlikte, bir an önce mezun olup kapağı Londra’ya atmaktan başka düşüncesi olmayanlar da eksik değildi. Onlarla sohbet ederken, yahu çocuklar, ayıp değil mi, sizi yetiştiren halkınıza karşı hiç mi sorumluluk duymuyorsunuz diye hâlâ geçerliliğini yitirmediğini sandığım argümanlarımıza açıktan karşı çıkmazlardı, ama çoğunun bildiklerini okuduğunu sonradan öğrenmişizdir. 

Onlardan birinin bizim fakültedeki ders programlarına ilişkin keskin bir eleştirisini hiç unutmam: “Nedir bu kardeşim yaa! Hep Markiz, hep Markiz! Biraz da Keynescik anlatsınlar!”

Markiz dediği Marx ya da Marksizm. Açıklama gerekir mi, bilmem. Daha önemlisi, söylediğinin gerçeklerle bağı çok zayıftı. Her hoca, her derste Marx falan anlatmazdı kuşkusuz. Öyle olduğu için o zaman da tartışma gereği duymamış, gırgıra vurmakla yetinmiştik.

Rauf Denktaş’ın oğlu Raif de bizim fakültede öğrenciydi o sıralar. Bizden birkaç sınıf küçüktü. Ama onunla bir ilişkimiz, arkadaşlığımız olmadı. Müzikle falan uğraştığını da yıllar sonra işittik. Ama 1985 yılının sonlarında olmalı, talihsizliğinin yanı sıra kuşkulu bir trafik kazasında ölüp gitti Kıbrıs’ta.

Benim Kıbrıs’la yeniden ilişkilenmem, 1978 yılının yaz aylarında oldu. Çalıştığım kurumun bir benzerini Kuzey Kıbrıs’ta kurup geliştirmek üzere bize başvurmuşlardı. Temmuz 1974’ten sonraki Kıbrıs Türk Federe Devleti oluşumu gerçekleştirilmiş, ama henüz KKTC ortaya çıkmamıştı. Türkiye’dekine benzer kurumlar oluşturuluyordu. Örnek olsun, bir planlama kuruluşu vardı; ama adı DPT değil, DPÖ (Devlet Planlama Örgütü) idi. Zaten Ecevit’in Kıbrıslı Türkler üzerindeki en belirgin etkisinin öz Türkçecilik olduğu söylense, çok da yanlış olmaz. Siyasetçilerin ve bürokratların Ecevit’inkine benzer bir Türkçe konuştukları ya da konuşmaya çalıştıkları hemen fark ediliyordu. 

İki haftaya yaklaşan o inceleme gezisinin benim açımdan ikili bir yanı olmuştu. Bir yandan, resmi heyetimizin bir üyesi olarak çeşitli kuruluşlardaki toplantı ve görüşmelere katılıyor; bir yandan, çalışmalara ara verilip heyet üyelerine serbest zaman bırakıldığında, ben bazılarıyla orada yeni tanıştığım, bazılarıyla Türkiye’den gelmeden önce bağlantı kurup sözleştiğim genellikle genç yaştaki ilericilerle vakit geçiriyor, birtakım işler yapıyordum.

Resmi görüşmeler sırasında tanıdığım önemli kişilerden biri, bizim arkadaşların “Kuzey Kıbrıs’ın Sabancısı” dedikleri Ramiz Manyera idi. Bu adlandırmanın hemen ardından da eklemişlerdi: Benzetmeyi başka türlü anlama, sizin Sabancı’nın benzeri anlamında değil, ekonominin iki numarası anlamında söylüyoruz.” demişlerdi. Atak, becerikli bir iş adamı olarak sunuluyordu. Sermaye örgütlerinde yöneticilik görevleri üstlenmişti. Onun ve çeşitli kuruluşların verdikleri akşam yemeklerinde bizim Kıbrıslı Türklere özgü olduğunu anladığımız şöyle bir özellikle de karşılaşmıştık: Tam rakı sofrası denilecek zenginlikte sofralar kuruluyor, ama rakı yerine viski ikram ediliyordu. Öyle olmadığını bildiğimiz  viskinin bir sofra içkisi olarak sunulup tüketildiğini orada gördük. En azından benim için öyle oldu.

Serbest zamanlarımızda ise ben heyetten sıvışıyor, Kıbrıs’ı ve halkını tanımama yarayacak işler yapmaya bakıyordum. Bunu da kendi dağarcığımı zenginleştirmekten çok ya da onun yanı sıra, o sıralar hâlâ çalışmakta olduğum Yürüyüş dergisi için yazı hazırlamak amacıyla yapıyordum. Nitekim, derginin 4 Temmuz 1978 tarihli 169. Sayısında yayımlanan uzunca bir izlenimler yazısı çıktı önce. Bir hafta sonraki sayıda ise o zamanlar Kuzey Kıbrıs’ın soldaki iki partisinin CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi) Genel Başkanı Özker Özgür ve TKP (Toplumcu Kurtuluş Partisi) Genel Başkanı Alpay Durduran ile yaptığım bir söyleşi yayımladık. O söyleşide, Baf ilçesine bağlı Vretça köyünde doğduğu ve öğretmenlik yaptığı için Vretçalı Hoca diye anılan Özker Özgür şunları söylemişti: 

Emperyalizm iki toplumda da var olan enosisçi-taksimci unsurlardan yararlanmış; toplumların çatışmasını sağlamak için onları kullanmıştır. Oysa, bizim kanımıza göre, bugün en geçerli çözüm bağımsız, bağlantısız, üslerden arınmış, toprak bütünlüğü korunmuş, federal bir Kıbrıs devletidir.” 

Özker Özgür 1976’dan sonra yirmi yıl kadar parti başkanlığını yürüttükten sonra ayrılmış, başka bir parti kurmuş, 2005 yılında da ölmüştür.

Onun 46 yıl önce söylediklerine Aydemir’in yazısından bir ek yapmak gerekiyor:

Türkiye gündemine sadece manipülasyon amaçlı sokulan Kıbrıs’ta solu ve solculuğu ayırt eden sosyalizm hedefinden başka bir şey olamaz. Kıbrıs’ta çözüm sadece sosyalizm seçeneğinden türeyebilecektir. Bugünün verili güç dengelerine bakıp bu yaklaşımı gerçekçi bulmayanlar çok çıkacaktır. Ama diğeri, ‘kapitalizm altında bir çözüm’ fikri, artık hiç mi hiç yoktur…

Öyledir; çünkü, sadece Kıbrıs’ta, patagonyada, orada burada değil, şu canını çıkardıkları yeryüzünün her yanında sosyalizm yoksa ne çözüm vardır, ne yaşanmaya değer bir hayat.

                                                            /././

Yerli ve milli nükleer denizaltı, hayal mi gerçek mi? -Ogün Eratalay-

Akkuyu nükleer santral gündemiyle beraber silah sanayii haber çevrelerinde çekingen de olsa gündeme gelen yerli ve milli nükleer denizaltı meselesini sizler için mercek altına aldık.

Akkuyu'daki nükleer santralin gündeme gelmesiyle birlikte ülkemizde çok sık gündem olmayan nükleer enerjinin kullanımına dair haberler ve yorumlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan birisi de bünyesinde nükleer reaktör barındıran (askerî tabirle nükleer tahrikli) denizaltılar. Çokça dile getirilmeyen bu konu, Deniz Kuvvetleri Dergisinin Ocak 2024 sayısındaki bir yazıyla ulusal basına biraz da çekinceyle düştü. Hatta haber yapan site derginin künyesinde bulunan "Dergideki makaleler, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının resmi görüşünü yansıtmaz, yazarlarının şahsi fikirlerini kapsar." ibaresine de vurgu yaparak bir bakımdan kendilerini de "sağlama aldı".1

Yazının 'bahanesi' Fransız nükleer denizaltısı

Dergide yazan aktif bir subay, Deniz Yarbay Deniz Aytan. Fransa'nın yeni nesil Barracuda sınıfı nükleer tahrikli denizaltısını anlattığı uzunca ve teknik yazının sonunda bizim de önemsediğimiz şu "mesajı" veriyor:

Türk Deniz Kuvvetleri tarafından yakın gelecekte hayata geçirilmesi planlanan millî nükleer tahrikli denizaltı projesinden faydalanmak üzere; Fransa’nın denizaltı inşa projesinden kazandığı tecrübelerin elde edilerek çıkarımlar yapılmasının, kaynakların verimli kullanılmasına fayda sağlayacağı ve projeye yönelik öngörülemeyen risklerin daha ortaya çıkmadan çözülmesinde yararlı olabileceği anlaşılmaktadır.

Burada yazar Deniz Kuvvetlerinin nükleer denizaltı projesi olduğunu, halihazırda benzer bir projede önemli bir deneyim biriktiren Fransa ile işbirliğine girilerek teknolojik bilgi ve deneyimlerin edinilmesini salık veriyor.

Nükleer denizaltı nedir, nasıl çalışır?

Denizaltılar nükleer enerjinin gündeme gelmesinden önce kara araçlarında yaygın olarak kullanılan içten yanmalı motorlarla çalışmaktaydı. Günümüzde de nükleer olmayan denizaltılarda genellikle dizel motorlar kullanılmakta, pervaneler için ihtiyaç duyulan itme kuvveti ve denizaltının içindeki teknik aksam ile yaşam üniteleri için gerekli elektrik bu sayede üretilir. Dizel motorlar elektrik motorları ve elektrik bataryalarıyla eş güdümlü olarak çalışır. Yüzeydeyken dizel motorlar çalışırken, su altındayken elektrikli motorlar ve bataryalar devreye girer. Kimi durumlarda şnorkel verilen sistem sayesinde yüzeyden hava alınarak su altında da bulunulabilir. Dizel motor çalışmak için havaya ihtiyaç duyduğu için denizaltının su altında kalma süresi sınırlıdır, belirli bir sürenin ardından yüzeye çıkmak durumunda kalır.

Çok temel olarak kontrollü bir nükleer reaksiyon sonrasında kesintisiz bir elektrik üretim prensibine dayanan nükleer reaktörlerin denizaltının çok sınırlı iç hacmine uygun tasarlanmasıyla beraber nükleer tahrikli denizaltılar hayata geçmiştir. Nükleer reaksiyonun havaya ihtiyaç duymamasından dolayı denizaltının su yüzeyine az önceki örnekte anlatıldığı gibi sık şekilde çıkmasına gerek yoktur. Başlı başına bu durum nükleer denizaltılara diğer denizaltılara oranla büyük bir avantaj sağlar.

                                                  Nükleer tahrik basit şeması

Nükleer denizaltı üreticileri kimlerdir?

Genel olarak bakıldığında nükleer denizaltı üreticileri gelişkin denizcilik ve nükleer enerji teknolojisine vakıf ülkelerin şirketleri tarafından üretilmekte olduğu görülür.. Bu kurumlar yasal olarak özel şirketler olsa da silah sanayisinin çok özel bir yerinde bulunmalarından ötürü ulusal hükümetlerle eşgüdüm halinde çalışmaktadır.

                      Dünyada önde gelen nükleer denizaltı tasarımcıları/üreticileri

Türkiye denizaltı üretiminde ne durumda?

İsterseniz şimdi Türkiye’nin bu alanda ne durumda olduğuna bakalım. Türkiye en son TCG Anadolu örneğinde görüldüğü üzere gemi ve denizaltı üretiminde oldukça önemli bir eşiği geçmiş durumda. Bu tür deniz araçlarının genel olarak imalatı, yüksek teknoloji ürünleri ve tahrik üniteleri (motorlar) dışında büyük oranda yurtdışındaki ham maddelere bağlı olmakla beraber tamamen yapılabilmekte. Son dönemde aldığı uluslararası gemi ihaleleriyle öne çıkan Aziz Yıldırım’ın sahibi olduğu Dearsan, Tuzla’daki önemli tersanelerden Desan, Anadolu, Koç Holding’e bağlı RMK Marine, Antalya’da yerleşik Ares örneklerinde görüldüğü gibi pek çok irili ufaklı tersane gerekli altyapıya sahip. Bununla beraber özellikle STM şirketi denizaltı imalatında son dönemde Pakistan donanmasına ait denizaltıların tamir, bakım ve geliştirilmesi konusunda önemli deneyim biriktirmiş durumda. Fransız yapımı Agosta sınıfı denizaltıların bakımını tamamlayan ve MİLGEM milli gemi projesinde de yer alan firma, STM 500 adı verilen denizaltı projesini yürütmektedir. Bunun dışında Deniz Kuvvetleri envanterindeki denizaltılarda genel olarak Alman teknolojisi kullanılmakta. Reis sınıf denizaltılarda yapılan geliştirmelerde Aselsan, Roketsan, Aydın yazılım, Milsoft, Tübitak, STM, Havelsan ve Koç Sistem gibi firmalar aktif yer aldı. 

                      ABD Donanmasındaki ilk nükleer denizaltı Nautilus’un nükleer reaktörü

Pekiyi olası denizaltımızın nükleer olması mümkün mü?

Burada önemli olan nokta Türkiye’deki silah sanayii firmalarının bu konuda neredeyse hiçbir deneyimi olmamasında. Nükleer enerjinin daha yeni yeni ve sadece teknik operasyon açısından gündemimize girmesinin dışında nükleer reaktör tasarımının çok özel bir kapalı hacim için tasarlanması sanıldığı kadar kolay değil. Nükleer reaktörlerin yapıları ve çalışma mantıkları gereği yüksek teknoloji ürünü komuta kontrol sistemleri, acil müdahale ve emniyet sistemlerinin denizaltıya entegre edilmesi bir deneyim meselesi. Örnek vermek gerekirse bugün denizaltıların ötesinde savaş gemileri ve uçak gemilerinde nükleer reaktör kullanan ABD Deniz Kuvvetleri, destroyerler, uçak gemileri, kruvazörler ve denizaltılar için Westinghouse, Bechtel, General Electric gibi dev şirketlerle aynı anda paralel şekilde çalışmaktadır. Muazzam bütçelerin ayrıldığı projelerde yeni prototipler denenmekte ve sistem sürekli olarak aktif çalışan sistemlerde denenerek geliştirilmektedir.

Bir bilinmez daha: Nükleer yakıt

Nükleer bir reaktörün çalışması için elbette nükleer reaktör yakıtına ve sistemin çalışması için diğer ham maddelere ihtiyaç elzemdir. Bu açıdan bakıldığında Akkuyu nükleer santral haberleriyle heyecanlanan bazı çevreler, sanki Türkiye’nin elinde nükleer yakıt olacakmış gibi düşünüp hayallere dalabilmektedir. Sistem çalışma prensibi gereği diğer bileşenlerin ötesinde zenginleştirilmiş Uranyum-235 (U235) izotopuna ihtiyaç duyar. Nükleer silah yapımında da kullanılan bu hammaddenin küresel olarak tedariki çok çeşitli kurallara ve anlaşmalara tâbidir. Doğada serbest olarak bulunmayan, çeşitli elementlerle birleşerek uranyum minerallerini oluşturan element dünyada başlıca Avustralya, Kazakistan, Kanada, Rusya, Güney Afrika, Çin, Brezilya ve Nijer tarafından çıkarılmaktadır. Uranyumun nükleer reaktör hammaddesi olarak kullanılabilmesi için de zenginleştirme adı verilen bir proses gereklidir. Çok karmaşık bir süreç olan zenginleştirme sürecinde uranyum, diğer minerallerden ayrılarak uranyum oksit haline getirilir (U3O8) sonrasında uranyum heksaflorid gazına (UF6) çevrilir. Gaz, mikroskopik delikleri bulunan engellerden geçirilerek veya merkezkaç kuvveti uygulanan sistemle U235 izotopu zengin içerik elde edilir. Elde edilen zengin bileşen uranyum dioksit (UO2) olarak katı hale getirilir ve basınç altında nükleer reaktör yakıt çubuğu formuna getirilir.

Akkuyu’nun konuyla ilgisi nedir?

Elektrik üretimi için faaliyet gösteren bir nükleer reaktörde hızlı nötronlar uranyum fisyon adı verilen tepkimede parçalayarak yüksek miktarda enerji ortaya çıkarır. Bu enerji ile sistemdeki su ısıtılarak buhar elde edilir ve yüksek basınçta türbin pervanelerini çevirmesi sağlanarak elektrik üretilir. Reaksiyonun yan ürünü olarak ortaya çıkan sezyum ve iyot izotopları radyoaktif olmakla beraber nükleer yakıt değildir. Dolayısıyla bir nükleer reaktörün Akkuyu’da faaliyette olması, Türkiye’nin nükleer bir reaktörü çalıştıracak nükleer yakıta erişebileceği anlamına gelmemektedir. Kaldı ki, yapılan anlaşmalar uyarınca Akkuyu tamamen Rus Rosatom firmasına aittir.

Sonuç yerine

Konunun özü itibariyle oldukça teknik bir yazıyı bu aşamaya kadar okuyan okur yerli ve milli nükleer denizaltının üretilmesinin ne kadar zorlu süreçler içerdiğini görmüş olmalıdır. Türkiye sermayesi, silah şirketleri ve AKP iktidarı eğer bu başlıkta da bir adım atacaksa TOGG başlığında ve ilk Türk astronot olarak lanse edilen Alper Gezeravcı örneğinde görüldüğü şekilde hareket etmesi beklenir. Dolayısıyla konunun ardındaki temel sorunlar, emperyalizme bağımlılık ilişkileri ve teknoloji üretim süreçlerindeki yanlışlıklar, eksiklikler görmezden gelinecek, emperyalist bir devletin işaret edeceği şirketle ülke çıkarları aleyhine bir takım ilişkilere girilerek pek muhtemel son teknoloji olmayan bir sistem entegre edilecek ve onların denetiminde sınırlı bir kullanıma sahip bir silah ortaya çıkabilecektir.

Burada elbette Türkiye sermayesinin böylesi bir projeye "milli çıkarlardan" çok kâr açısından bakacağını hatırlatmak lazım. Tersane örneklerinde adı geçen firmalar halihazırda oldukça iştah kabartıcı siparişler almaktadır. Bu anlamda iç pazarın dışında Balkanlar, Kuzey ve Sahraaltı Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Güneydoğu Asya pazarlarında boy gösterilmektedir. Sermaye, denizaltı (nükleer veya dizel) pazarında küresel aktörlerle yarışacak bir atılıma henüz girmeyecekse de yine başta Türkiye donanmasına satış garantili şekilde ilk adımlar atılacak, etki edilmek istenen pazarlara giriş yapılabilecektir.

Emperyalizme bağımlılık ve Avustralya örneği

Türkiye sermayesinin bölgesel bir emperyal güç olma hevesleri kapsamında böylesi heveslere kapılmasının sonunda başımıza geleceklerin bir benzeri yakın zamanda Avustralya’nın başına geldi. Avustralya, Güneydoğu Asya’da Çin’e karşı örülmeye çalışılan ABD yanlısı eksenin önemli aktörlerinden. Ancak kendi donanması için Fransa ile işbirliği yapmak isteyen ülke benzeri görülmedik bir süreçle karşılaştı. Başta ABD olmak üzere bazı çevreler Avustralya’ya baskı yaparak Fransa ile imzalanan dizelle çalışan denizaltı sözleşmeleri iptal ettirildi. Bunun yerine Avustralya’nın ABD ve İngiltere’nin ikili anlaşmalar kapsamında uygun göreceği nükleer denizaltıları tedarik etmesi karar altına alındı!

Denizli'de tekstil işçilerinin tuvalette geçirdikleri zaman maaşlarından düşürülüyor -Özkan Öztaş-

Denizli'de tekstil sektöründe çalışan işçilerin yaşadıkları bir fabrikadan çok esir kampını andırıyor. İşçilerin tuvalette geçirdikleri zaman dilimi maaşlarından düşürülüyor.

                                           Patronların tuttuğu tuvalet çizelgesi

Denizli tekstil sanayisinin güçlü olduğu şehirlerin başında geliyor. Sektörde çalışan on binlerce tekstil işçisinin olduğu ifade edilen kentte sendikalaşma ve örgütlenme oranları ise tam tersine parmakla sayılıyor. Hal böyle olunca da tekstil patronlarına gün doğmuş oluyor.

İşçileri çalışma kamplarındaki esirler gibi gören patronlar, işçilerin örgütsüzlüğünden yararlanarak akıl almaz uygulamalar devreye sokuyor. İşçilerin tuvalette geçirdikleri süreleri ay sonunda toplayıp, toplam dakikayı alacakları maaştan düşürmek ise bunların başında geliyor. 

Teksif Sendikası Örgütlenme Uzmanı Ali Bayram ve tekstil işçileri de, Denizli'deki tekstil fabrikalarında yaşanan sorunları ve verdikleri mücadeleleri soL'a anlattı. 

'Tuvalet başında nöbetçi var girenin çıkanın dakikasını tutuyor'

soL'a konuşan işçiler, kimi fabrikalarda işçilerin tuvalette geçirdikleri zamanın çizelgeyle takip edildiğini ve böylelikle ay sonunda tuvalette geçirilen zamanın hesaplanarak maaştan düşürüldüğünü belirtiyor. Bir işçi uygulamayı şöyle anlatıyor: "İnanılır gibi değil ama gerçek. Tuvaletlerin başında zaman zaman bir çizelge yer alıyor ve işçilerin bunu doldurması isteniyor. Bazen de çizelgeyi bir başka görevli tutuyor. Evet elemanın görevi içerde geçirdiğimiz zamanı kaydetmek."

Denizli'de tekstil sektöründe çalışan emekçilerin sorunlarını dile getiren Teksif Sendikası Örgütlenme Uzmanı Ali Bayram ise bu uygulamanın basit bir "maaş planlaması" olmadığına dikkat çekiyor. 

Bayram, "Bu basit bir gelir hesabı değil. Yani işçinin tuvalette geçirdiği üç dakikaya sadece üretimden uzak kaldığı için dert etmiyor patronlar. Böyle bir mali hesaptan ibaret olsa her şey tuvaletin başına görevli dikerek ayrıca maaş vermezlerdi herhalde. Amaçları işçileri korkutmak, sindirmek, 'bakın tuvaletteki zamanınıza kadar takip ediyoruz' demek. Yoksa işçilere verdikleri para üç kuruş. Bu açıdan bir zarar etme durumları olduğunu düşünmüyorum. 10 yıllık işçilere 22-23 hadi bilemedin 25 bin lira maaş veriyorlar. Sektör çok kötü durumda. İşçilerin örgütsüzlüğü ve sendikasızlığından faydalanıyor tekstil patronları. Biz de buna karşı mücadele veriyoruz" diyor.

'İşçiler fabrikaya tok gelip aç gidiyor'

Fabrikalarda yaşanan sorunların bundan ibaret olmadığı malum. 

Yemekhanelerde verilen yemeklerin yeterli ve besleyici olmadığını belirten bir tekstil işçisi, "Bazen önümüze dört kaşık pilav koyuyorlar. Biz fabrikaya gelirken evde karnımızı doyuruyoruz. Yoksa burada aç kalıyoruz. Çoğumuz buraya tok geliyor, aç gidiyoruz. Yemekler az, çoğu zaman da kötü. O yüzden yemek konusu epey kötü diyebilirim" diyor.

Koşulları diğer sektörler ve şehirlerdeki durumlarla kıyaslayan Ali Bayram şunları söylüyor: 

"Bu durum çok can sıkıcı. Şimdi tekstil sektörü zaten işçilerin kötü koşullarda çalıştığı sektörlerin başında geliyor. Ama Denizli'de çok ayrı bir durum var desem abartmış olmam. Sonuçta tekstil işçilerin sendikal mücadelesi için Türkiye'nin dört bir yanını geziyoruz. Ama Denizli'de mevcut tüm sorunların katmerlisi yaşanıyor. Mesela bazen bazı işçi arkadaşlarla görüşmeye çıkıyoruz. Bazen dışarda buluşup sendikal eğitimler veriyoruz ya da sendikaya üye olmaları için görüşüyoruz. Bu işçilerle sohbet ederken fark ettik ki işçiler fabrikadan aç karnına çıkıyor. Gün boyunca doğru düzgün bir şey yiyemiyorlar. Ya yemekler çok kötü ya da çok yetersiz. İşçilerle buluştuğumuzda işçiler önce karınlarını doyuruyor, sonra görüşmelerimiz başlıyor. Çünkü fabrikalardan işçiler aç çıkıyor."

'10 yıldır bir hafta sonu bile ailemle kahvaltı yapamadım' 

Çalışma koşullarının yanı sıra vardiya düzeninden de şikayetçi tekstil işçileri. 

Günde 3 vardiya çalıştıklarını ifade eden bir işçi, "Öyle ek mesai falan diye bir şey yok. Hepsi zorunlu. Adamlar 'şu gün geleceksin' deyince, o gün gidiyorsun. Ben 10 yıldır çalışıyorum burada. Bir hafta sonu dahi ailemle, çocuklarımla şöyle bir oturup kahvaltı yapamadım. Aldığım parayı sorarsanız, asgari ücretten azıcık fazla. Çok çalışıp çok kazandığın bir durum yok yani. Şimdi buradaki işimden ayrılsam elimden başka iş de gelmez, yine tekstil işinde çalışırım. Sektör hep böyle" sözleriyle anlatıyor yaşadıklarını.

'Hesaba yatan maaşımızı elden patrona tekrar teslim ediyoruz' 

Asgari ücret 17 bin lira. Açlık sınırı ise 20 bin liraya dayandı. Böyle olunca patronların azıcık utanıp, sıkılıp açlık sınırından aşağıya maaş vermemesi bekleniyor ama durum hiç de öyle değil. 

Tekstil fabrikalarında çalışan bir işçi bu sorunu şu sözlerle anlatıyor:

"Ben mesela 22 bin lira maaş alıyorum resmiyette. Ama maaşım yatınca asgari ücretten üstünü alıp şirkete geri teslim ediyorum. Benim gibi tüm genç işçiler aynı sorunu yaşıyor. Çoğu zaman zaten İş-Kur üzerinden devlet destekli maaşlar yatırılıyor. Sektöre yeni giren işçilerde ya da yeni açılan şirketlerde genelde durum böyle. Ama onun da bir kısmını geri elden teslim ediyoruz patrona." 

                           İşe alım listesi gereken evraklar arasında E-Devlet şifresi de yer alıyor.

İşe alım belgelerinde bir not: E-Devlet Şifresi

İşe alımlarla alakalı sorunlara dikkat çeken işçiler aynı zamanda firmaların işçilerden talep ettiği belgeler arasında E-Devlet şifresinin de yer aldığını ifade ediyor. 

"Bizi sendikaya üye olmayalım ya da firmadan habersiz üye olursak E-Devlet üzerinden istifa ettirilebilsin diye E-Devlet şifrelerimizi de işe girerken istiyorlar. Amaçları burada işçilerin asla sendika üyesi olmaması" diyor sorunu anlatan bir işçi.

Teksif Sendikası Örgütlenme Uzmanı Ali Bayram ise sendikasızlaştırmanın şirketlerin elini güçlendirdiğini ancak işçilerin mücadele etmeye kararlı olduğunu anlatıyor:

"Sendikalar olmayınca, işçiler yalnız olunca istedikleri gibi at koşturabiliyor şirketler. O yüzden de işçiler sendikalı olmasın diye ellerinden geleni yapıyorlar. Mesela burada yarısı da İtalyan şirkete ait Filidea Tekstil'de benzer sorunlarla karşılaştık. Sendikalı oldukları gerekçesiyle işçiler işten atıldı. Sendika olmasın, işçiler haklarını aramasın istiyorlar. Biz kararlıyız. Neredeyse 50 gündür mücadele ediyoruz. Hakkımızı almak için gerekirse İtalya'ya kadar gitmeye kararlıyız. Denizli'de bu düzenin bundan sonra böyle gitmeyeceğini belirtmek isterim. Burada mücadelemizi büyütmek için elimizden geleni yapacağız."

                                                               /././

Liseye Geçiş Sınavı 2024 -Rıfat Okçabol-

Çünkü bir eğitimcinin temel görevi öğrenciye kendi inancını aşılamak değildir. Eğitimcinin görevi, öğrencinin kendi iradesine sahip çıkacak özgür bir bireye dönüşmesine yardımcı olmaktır. 

Liseye Geçiş Sınavı (LGS) ile ilgili sonuçlar, ilköğretimin röntgeni gibidir. Her yıl en az 600-700 bin kadar çocuk ilkokula başlamaktadır. Bu nedenle ilköğretimi bitiren öğrenci sayısı ile LGS’ye giren öğrenci sayısının da her yıl artması beklenmektedir. Oysa LGS’ye giren öğrenci sayısı son yıllarda artacağına düşmüştür. Örneğin LGS’ye, 2019’da 1.290.555 öğrenci başvurmuşken, 2024’te başvuran sayısı 1.038.544 olmuştur (Çizelge 1). Bu durum ya zorunlu öğrenim çağında olan yüzbinlerce çocuğun okula gitmemesinden ya da ilköğretimi bitiren öğrencilerin herhangi bir nitelikli liseyi (sınavla öğrenci alan liseyi) kazanma umudu olmamasından kaynaklanabilir. Bakanlık bu sorunun üzerine gidip çözmek zorundadır.  Çizelge 1’deki verilere göre bir sorun da, LGS’ye başvurduğu halde sınava girmeyenlerin sayısı, geçmiş yıllara göre azalmışsa da, 2024’te 45 bin olmuştur. Bu kadar öğrencinin parasını ödediği sınava girmemesi, bakanlığın üzerinde durması gereken bir konudur. 

              Çizelge1. LGS’ye Başvuran, Giren ve Girmeyen Sayıları 2022-2023-2024

LGS’nin ortaya çıkardığı en önemli sorunlardan biri de, bakanlığın sınavla öğrenci aldığı liselerdir. Öncelikle bakanlığın bu liselere “Nitelikli lise” demesi temel bir sorundur: Bakanlığın 200 bin kadar öğrenciyi nitelikli dediği lisede okuturken bir milyona yakın öğrencinin niteliksiz liselerde okuduğunu içine sindirebilmesidir (Çielge 2). Bu konuyla ilgili ikinci temel sorun, nitelikli lise sayısının ve kontenjanlarının yıllardır anlamlı düzeylerde artırılmamasıdır; hatta bazı liselerde kontenjanların sınırlanmasıdır. Artırım yapıldığında da genelde imam hatip ve meslek liselerinin yeğlenmesidir. Bu durum bakanlığın öğrencilerin bilimsel derslerin ağırlıkta olduğu nitelikli liselerde okumalarını istemediğini düşündürmektedir. Bakanlığın bilimsel ve sanatsal dersleri çoğaltacağına dini içerikli ders çeşidini artırması, bu düşünceyi güçlendirmektedir. 

                Çizelge 2. Sınavla Öğrenci Alacak Lise Kontenjanları 2022-2023-2024

LGS’lerin ortaya çıkardığı bir önemli sorun da, ilköğretimin kansere dönüşen nitelik sorunudur. Üstelik bu sorun, iktidar tarafından tedavi edilemez hale gelmiştir. Sınava giren 992.906 öğrenciden yalnızca 352’si tüm soruları doğru yanıtlamıştır! Öğrencilerin LGS de aldıkları testlerdeki başarı ortalamaları, son üç yılda olduğu gibi (Çizelge 3) yıllardır istenilen düzeyin çok altındadır. Öğrencilerin göreceli olarak en başarılı oldukları alan, tamamıyla ezbere dayanan din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersidir. İlköğretimi bitiren tüm öğrenciler LGS’ye girmiş olsa Çizelge 3’teki doğru yanıt ortalamalarının çok daha düşük olacağını da unutmamak gerekir. Geçmiş yıllarda ilköğretimin niteliği konusunda seyirci olan bakanlığın son yıllarda tutum değiştirdiği görülmektedir: Öğrencinin fen ve sosyal bilimler alanındaki başarısını yükseltecek önlemler almak yerine okulları imamhatipleştirmek ve DKAB dersindeki başarıyı yükseltmek amacıyla yeni dini içerikli dersler açmakta ve dinci kuruluşlarla işbirliğini alabildiğince yaygınlaştırmaktadır. 

                                   Çizelge 3. 2022-2023-2024 LGS Doğru Yanıt Ortalamaları

Dünyanın hiçbir yerinde, dini öğretim ülkenin geleceği için öne çıkarılan öğretim türü değildir. Herkes Mersin’e giderken bizim bu konuda da tersine gittiğimiz görülmektedir: Gazetelere yansıyan haberlere göre, öğrencileri imam hatip liselerine yönlendiren öğretmenlerle imam hatip lisesini seçen öğrencilere ödül verilecektir. İstanbul’da bir ilçe milli eğitim müdürü okul müdürlerine, “Bir öğrencinin imam hatipli olmasının nesilleri etkileyen bir İslami hizmet olacağının şuurunda olan arkadaşlarla özel görüşelim” mesajını göndermiştir. Bu ilçe milli eğitim müdürünün, herhalde geleceği parlaktır ve yakın zamanda en azından genel müdürlüğe terfi edecektir. Ancak bu tür sözde öğretmenlerle/ eğitimcilerle çocukların ve ülkenin geleceği karartılmaktadır. Çünkü bir öğretmenin/ eğitimcinin temel görevi öğrenciye kendi inancını aşılamak değildir. Öğretmenin/eğitimcinin görevi, öğrencinin kendi iradesine sahip çıkacak özgür bir bireye dönüşmesine yardımcı olmaktır. 

                                                            /././

Hastanenin ameliyathane ve yoğun bakım servisindeki klimalar 24 saatten uzun süre bozuk kaldı -Yekta Armanc Hatİpoğlu-

Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ameliyathane ve yoğun bakım servislerinde klimalar uzun süre bozuk kaldı. Skandalla ilgili Sağlık Müdürlüğü ve SES farklı şeyler söyledi.

Kavurucu sıcaklarla boğuşan Diyarbakır’da bulunan Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yoğun bakım ünitesi ve ameliyathane servisinde klimaların 24 saatten uzun süre çalışmadığı ortaya çıktı. Hastane çalışanlarının aktardığına göre 24 Temmuz günü bozulan klimalar 25 Temmuz’da onarıldı. Klimalar onarılana kadar geçen sürede ise hastalar ameliyata alınmaya devam etti.

Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılında yayınladığı “Sağlıkta Kalite Standartları” rehberine göre ameliyathane oda sıcaklığı 20-23 °C olmalı, ameliyatın türüne ve ihtiyaca göre 18-26 °C arasında ayarlanabilmeli, bağıl nem minimum yüzde 30, maksimum yüzde 60 olmalı.

Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sağlıkta Kalite ve Akreditasyon Daire Başkanlığı’nın yayımladığı “Sıcaklık ve Nem Takip ile İlgili Sağlıkta Kalite Standartları” başlıklı metne göre yoğun bakım odasının sıcaklığı da 18-26 °C arasında, bağıl nem oranı yüzde 30-yüzde 60 arasında ayarlanabilir olmalı. Sağlık Bakanlığı’nın standartlarına göre yenidoğan yoğun bakım ünitesinin sıcaklığı yine aynı şekilde 18-26 °C arasında, bağıl nem oranı yüzde 30-yüzde 60 arasında ayarlanabilir olmalı.

24 Temmuz’da Diyarbakır’da gündüz sıcaklığının 40 °C olduğu düşünüldüğünde ameliyathane ve yoğun bakım sıcaklığının olması gerekenin çok üstünde olduğu tahmin edilebiliyor.

İl Sağlık Müdürlüğü ‘3 saatte çözüldü’, hastane çalışanları ve SES ‘24 saatten uzun sürdü’ diyor

Konuyla ilgili görüş almak istediğimiz ilgili birim doktorları, “sürgün edilme” gerekçesiyle konuşmayı kabul etmedi. soL’un ulaştığı Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü ise problemin üç saat içinde çözüldüğünü iddia etti. Ancak konuştuğumuz ameliyathane personeli ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Şubesi sorunun 24 saati aşkın süre devam ettiğini kaydetti.

Güneydoğu Ekspres’ten Güneş Ocağa’nın haberine göre ise hastanenin yoğun bakım ünitelerinde klimalar 24 Temmuz’dan iki gün önce bozuldu. Yurttaşların İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Bakanlığı ve CİMER’e yaptığı şikayetler, haberin yayımlandığı 24 Temmuz gününe kadar herhangi bir karşılık bulmadı.

‘Ameliyathanelerde 32 derecenin üstünü gördük’

SES Diyarbakır Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri, aynı zamanda Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi ameliyathane çalışanı Ahmet Konak ile skandalın ameliyathane ayağını konuştuk.

SES olarak ameliyathanelerde yaptıkları ölçümlerde 32 derecenin üstünü gördüklerini söyleyen Konak, bu sıcaklıkların ameliyathanede olması gerekenin üstünde olduğunu kaydederek sözlerine başladı:

“24 Temmuz sabahı mesaiye geldiğimizde ameliyat odalarının sıcaklıklarının olması gereken derecelerin çok üstünde olduğunu orada çalışan arkadaşlar bize aktardı. SES olarak ameliyathanelerde yaptığımız çalışmalar neticesinde odadaki sıcaklıkların 32°nin üstünde olduğunu, bu sıcaklığın ameliyathane odalarında olması gereken derecelerin çok üzerinde olduğunu tespit ettik.”

‘Bu ortamda 10’a yakın hastanın ameliyat edildiğini öğrendik’

Konak, sıcaklık standartlarını karşılamayan ameliyathane ortamında 10’a yakın hastanın ameliyat edildiğini söyledi:

“İlk olarak hastane yönetiminden klimalardan sorumlu idareci ile görüştük. Yaptığımız görüşmelerde klimalarda bir arıza olduğunu ve bunun çalışmasını yaptıklarını bize aktardılar. Biz de doğal olarak bu derecelerde hasta alınmayacağını, bu kadar yüksek sıcaklığın enfeksiyona sebep olacağı söyledik. Bu ortamda 10’a yakın hastanın ameliyat edildiğini öğrendik. Öğrendikten sonra öncelikle ameliyathaneden sorumlu anestezi doktoruyla görüştük, daha sonra ameliyat yapan doktorlarla iletişime geçtik ve vakaların derhal durması gerektiğini iki tarafa da aktardık. Ameliyathanedeki sorun 24 saatten uzun sürdü, şu an herhangi bir problem yok. Ancak sorunun üç saatte çözüldüğü gerçeği yansıtmıyor.”

Hastanenin ilk skandalı değil

Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi geçtiğimiz günlerde başka bir skandalla yine gündem olmuştu.

Diyarbakır'daki Dicle Üniversitesi'nde Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Cenap Ekinci, 2020 yılında koronavirüs döneminde hastanede bazı hastalar üzerinde denenen "Türk Işın Tedavi Yöntemi" nedeniyle yaşamını yitirenler olduğunu iddia etmişti.

Diyarbakır Barosu, iddialara ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuştu. Diyarbakır Tabip Odası ise sürecin takipçisi olacaklarını ifade ederek, kaç hastanın uygulamaya maruz bırakıldığını bakanlığa sormuştu.

soL, söz konusu dönemde Bilim Kurulu üyesi olan İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Alpay Azap'a konunun kurulda gündeme getirilip getirilmediğini sormuştu. Koronavirüs dönemindeki çalışmaların bakanlık onayıyla yapıldığını hatırlatan Azap, konunun kurulda gündeme getirilmediğini dile getirmişti.

                                                              /././

Malatya’da depremin izleri silinmedi: Plansız göç nedeniyle ilçelerin nüfusu patladı -Yekta Armanc Hatİpoğlu-

6 Şubat depreminin ardından yüzbinlerce yurttaş zorunlu göç etti. Malatya’nın da etkilendiği büyük deprem, bazı ilçelerin kapasitesinden fazla göç almasına neden oldu.

Devletin geç müdahalesi gibi pek çok skandalla akıllara yerleşen, 11 ilin etkilendiği 6 Şubat depreminin ardından binlerce yurttaş yaşamını yitirmiş ve yaralanmıştı. Pek çok yurttaşın akıbeti hâlâ bilinmiyor.

Yaşamını yitiren ve yaralanan yurttaşların yanı sıra yüzbinlerce yurttaş da zorunlu şekilde başka kentlere ya da kendi illerindeki ilçelere göç etti. Depremden sonra gerçekleşen plansız ve zorunlu göç, göç alan kentlerdeki yaşamı olumsuz etkiliyor. Depremzede yurttaşların önemli bir kısmına göç ya da konteyner kent dışında başka yol gösterilmiyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı 2023 yılı nüfus istatistikleri, 6 Şubat depreminden etkilenen 11 ilin 6’sında kayıtlı nüfusun düştüğünü ortaya koyuyor. TÜİK’in açıkladığı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre Hatay, Malatya, Kahramanmaraş, Adıyaman, Adana ve Osmaniye’de kayıtlı nüfus düştü. 6 kentte toplam 307 bin 814 kişi adreslerini başka kentlere taşıdı. En fazla göç veren kent Hatay olurken, ikinci kent Malatya oldu.

Malatya da başta Kahramanmaraş ve Hatay olmak üzere depremden etkilenen ve depremin izinin silinemediği kentlerden. Şehrin en işlek caddelerinde Kışla Caddesi’nde dahi depremin etkileri oldukça yoğun hissediliyor. Hâlâ devam eden yıkımlardan dolayı toz bulutları içinde kalan sokaklara, devletin depremden sonra esnaflara verdiği 21 metrekarelik dükkanlar eşlik ediyor.
Depremin etkilerini ve şimdiki durumu konuşmak için tozla kaplı Kışla Caddesi’nde bulunan bir mefruşat dükkanına girdik. Şanslıydık çünkü diğer esnaflar konuşmaya pek gönüllü olmadı, çoğunluğun yüzünde bıkkın bir ifade vardı, kimisi “Zaten görüyorsunuz, söyleyecek bir şey yok” dedi. Aynı bıkkın ifade mefruşatçılarda da vardı ancak içlerini dökercesine konuştular.

                                     Malatya Kışla Caddesi'ndeki yıkımdan bir görüntü

‘Böyle düzelme ihtimali sıfır’

soL’a konuşan 30 yıllık mefruşatçı Ali, dükkanlarını siftahsız kapattıklarını söyleyerek sözlerine başlıyor. Devletin esnafa verdiği 21 metrekarelik dükkanlara da değinen esnaf, “Devletin verdiği dükkân 21 metrekare, neye yarıyor? En fazla üç tane yorgan koyarsın” diyor.

Ali, muhatap bulamadıklarını; valilik, AFAD ve belediye arasında mekik dokuduklarını söylüyor:

“30 yıldır esnaflık yapıyoruz, böyle bir dönem görmedik. Siftahsız kapatıyoruz. Milletin alım gücü yok. Yüzde doksanlık bir değişim var. Depremde evimiz, dükkanımız yıkıldı. Burayı bir vatandaş verdi bize. Devletin verdiği dükkân 21 metrekare, neye yarıyor? En fazla üç tane yorgan koyarsın.

Bu durumun böyle düzelme ihtimali sıfır. Düzelmesi için bir şey yapılmıyor. Valiye gidiyorsun AFAD’da, AFAD’a gidiyorsun valiye yönlendiriyor, başkası belediyeye… Muhatap bulamıyoruz.”

Mefruşatçının bu sözleri ve şehir merkezindeki durum, göçün yurttaşlara nasıl dayatıldığını gösterir nitelikte. Hekimhan; Arapgir, Pütürge ve Arguvan gibi depremden sonra göç alan Malatya ilçelerinden biri. Hekimhan’ın depremde neredeyse hiç hasar almaması Sivas’a yakın bu ilçenin tercih edilme nedenlerinin başında geliyor.

Hekimhanlı yurttaşlar, alınan göçün sadece ilçe merkezini değil köyleri de etkilediğini, kelimenin tam anlamıyla Hekimhan ve Hekimhan’a bağlı her yerleşimin ağzına kadar dolduğunu, göçün ilk aşamada trafik sorununa neden olduğu ve kira fiyatlarını arttırdığını söylüyor.

Hekimhanlı yurttaş: Köyler bile göç alıyor

Mesude Çakar, 54 yıldır Hekimhan’da yaşıyor. Göçün ilçeye etkilerini anlatan Çakar, sözlerine depremzedelerin göçten başka seçeneği olmadığını ancak göçün Hekimhan’daki yaşamı ciddi ölçüde zorlaştırdığını söyleyerek başlıyor:

“Depremden sonra insanların başka seçeneği kalmadı, buralara geldi ama buradaki yaşam ciddi ölçüde zorlaştı. Eskiden Hekimhan’da çarşının bir ucundan diğer ucuna rahatça giderdik, şimdi adım atamıyoruz; her yer insan ve araba dolu. Eskiden 2 bin liraya ev bulurken şimdi 10 bine çıktı, ev bulmak zorlaştı. Eskiden tam gün eğitim varken şimdi ikili öğretim var. Sebze meyveye ulaşım zorlaştı. Bina sayısı arttı, her yer ev oldu.”

Çakar, Hekimhan merkezin yanı sıra köylerin de göç aldığını, köylere yeni evler yapıldığını kaydediyor:

“Köylere de göç arttı. Bizim köy Karamahmut, şimdi mahalle olarak geçiyor, depremden önce dışarıya göç veriyordu. Şimdi buraya bile yeni evler yapılıyor, dışarıdakiler buraya geliyor. Sadece burası da değil çevre köyler de göç alıyor. Başta dediğim gibi insanların başka seçeneği yok ama burası da kapasitesinin çok üzerinde göç alıyor.”

(soL)                                                        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder