4 Temmuz 2024 Perşembe

T-24 "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Şimdi Açık Radyo’nun sesine açık olma zamanı - Candan Yıldız-

Açık Radyo’nun “Kapalı Radyo”ya dönüştürülmesi, Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra’nın ömrünü verdiği gezegenin geleceğine ilişkin sesleri duyamamak demek.

RTÜK oy çokluğu ile 29 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun lisansını iptal etti.

“Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo”nun sesi kesildi.

İktidar yanlısı olmayan basın kuruluşlarını cezalandırma listesi oldukça kabarık olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Açık Radyo’nun sesini kesti. 1995 Haziran’ından bu yana, tam 29 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun yayın lisansı iptal edildi.

Bir yayın kuruluşunun yıllarca verdiği emek, bir kararla ortadan kaldırıldı. Üstelik tarihi bir ironiyle…

Kainatın en cılız seslerine bile “Açık” olan, o sesleri duyan radyoyu 'Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz” maddesinin ihlali ile ilgili verdiği “program durdurma” cezasını uygulamadığı gerekçesiyle susturdu.

Söz konusu idari para ve yayın durdurma cezasının gerekçesi 24 Nisan 2024 tarihli Açık Gazete programındaki ifadeler… RTÜK, Açık Gazete programına katılan konuğun “…Ermeni, yani Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcir ve katliamların, soykırım olarak adlandırılan katliamların 109. Yıldönümü, sene-i devriyesi. Bu yıl da yasaklandı biliyorsunuz Ermeni soykırım anması” şeklindeki ifadelerine programcı ya da programcıların düzeltme girişiminde bulunmadığı gerekçesiyle ceza verdi.

RTÜK Kanunu, “programlarının yayını veya yayınları süreli durdurulan medya hizmet sağlayıcı kuruluşun yaptırım kararının tebliğine rağmen kararın gereklerine aykırı olarak yayınlarına devam etmesi halinde yayın lisansının iptaline karar verilir” diyor.

Öğrendiğim kadarıyla, idari para cezası ve RTÜK’ün verdiği tarihlerde ve aynı yayın saatinde 5 program durdurma cezası ( 10-14 Haziran arası) elektronik olarak tebliğ edilmiş Açık Radyo’ya. E-Mail ile yapılmış sayılan 'tebligat'ların ne kadar hukuki olduğu tartışması bir yana, Açık Radyo, karar üzerine para cezasının ilk taksidini ödeyerek kararı uygulama adımını atmış. İdari yargıya başvuru sürecine ilişkin bir yorumla "program durdurma" kararının uygulamasını, yargı kararı eşliğinde planlamış olabilir Açık Radyo…

Karar oy çokluğu ile alındı. Karşı oy kullanan üyelerden bazıları “30 yıllık bir radyo, bağımsız, çoklu ortaklık yapısıyla yayın yapıyor, İstanbul gibi mega şehirde insanların nefes aldığı, çok renkli, çok sesli yayıncılık yapan bir radyo. Türkiye için varlığı bir şans. Ortada kötü bir niyet yok. Olsaydı idari para cezasının ilk taksidi ödenmezdi. Bu iyi niyete itibar edilmeli, kolaylık sağlanmalı” dese de lisans iptali kararı çıktı.

Lisans iptali demek yayın kuruluşunun fişini çekmek demek.

4 AKP, 1 MHP, 2 CHP, 1 DEM ve 1 İYİ Parti kontenjanından oluşan 9 kişilik Kurul, çeyrek asırlık bir yayın kuruluşunu, üstelik manifestosunda “Tüm çıkar gruplarından bağımsız, temel insan hak ve özgürlüklerini savunan, çok kültürlülüğü, kültürler ve kimlikler arası ilişkileri ele alan bir yayıncılığı amaçlıyoruz” diye yazan bir radyonun kapısına kilit vurdu. Bilenler bilir, dinleyen bilir…

Vasata mahkûm olmayan öyle bir yayıncılık geçmişine sahiptir ki Açık Radyo, örneğin bir yayında ABD’deki siyahların isyanını anlatan bir programı dinlerken dünyaca ünlü cazcı Nina Simone’nun Mississippi Goddam parçası ile tanışırsınız. Hem o şarkının öyküsünü öğrenir hem de o ezginin eşliğinde “Black lives matter-Siyahların hayatları değerlidir” hareketine yelken açarsınız. Matruşka gibi… Bilgiden bilgiye akarsınız.

İşte bu nedenle Açık Radyo’nun “Kapalı Radyo”ya dönüştürülmesi, Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra’nın ömrünü verdiği gezegenin geleceğine ilişkin sesleri duyamamak demek.

Gezegeni evlere kapatan bir pandemiye ilişkin tıp dünyasının en yeni en taze ne konuştuğundan haberdar olamamak demek, vasata mahkûm olmak demek.

RTÜK’ün lisans iptal kararı henüz Açık Radyo’ya ulaşmamış. Radyo karar ulaşıncaya kadar yayın yapabilecek. Radyonun avukatları da karara ilişkin gerekli itirazlarını, başvurularını yapacak. Zira mahkeme süreçlerinden sonra eğer mahkeme itirazı kabul etmezse radyonun cihazları mühürlenecek.

Sürecin nasıl işleyeceğini göreceğiz. Telefonla görüşüne başvurduğum CHP kontenjanından RTÜK Üyesi İlhan Taşçı“RTÜK, Açık Radyo idari para cezasını ödediği için kurumun bu tutumunu iyi niyetle yorumlaması gerekirdi. Zira Açık Radyo belki teknik aksaklık belki mevzuata hâkim olmama gibi nedenlerle program durdurma cezasını uygulamamış olabilir. 30 yıllık bir yayın kuruluşunun fişinin çekilmesi hem basın özgürlüğüne bir müdahaledir hem de farklı sesleri dile getiren platformları dinleyenler, izleyenler için çok büyük bir kayıptır” yorumunu yaptı.

Ne demişti Açık Radyo yola çıkarken; “Radyo, televizyon, gazete, dergiler, sıkıcı ve vasatçı. Hepsinden öylesine kuru bir gürültü çıkıyor ki, sonuçta, bir ‘kakofoni’den başka bir şey doğmuyor. Bir anlamda, kitle iletişim araçlarının gerçek bir iletişimsizliğe yol açması gibi bir paradoks söz konusu.”

Şimdi Açık Radyo’nun sesine açık olmanın zamanı…

                                                                      /././

Sinan Ateş cinayetinden taşan skandallar: Utanmayanların öpücüğü -Gökçer Tahincioğlu-

Görmek isteyen görüyor, geriye kalanlar kalabalık. Geriye kalanlar da konforlu yaşam alanını bırakmamak için haksızlıklara, adaletsizliklere göz yuman büyük bir kalabalıktan ibaret… Mutlu olsun onlar, keyifleri kaçmasın. Ama bilsinler ki bir cinayet sanığının, sanık sandalyesinden gönderdiği utanmaz öpücük de yarattıkları ülkenin sonucu…

Bugün aktif ve kritik bir devlet görevinde bulunmamasına rağmen korumalarla gezen, silah ruhsatı alan, çakarlı araçlarla gezen kim varsa hepsinden duyacağınız ortak yalanlar var:

“FETÖ, PKK, DHKP-C beni tehdit ediyor, namlunun ucundayım…”

Bu kişilerin söz konusu örgütler için en ufak bir öneminin olmaması da bir yana, bu komik ve büyük yalanın başka kanıtları da var.

Tek bir tehdit almamaları misal… Araştırın, göreceksiniz…

Ama burası Türkiye, anahtar sözcükler her zaman iş görür.

* * *

Sincan’da bu hafta başı görülmeye başlanan Sinan Ateş cinayeti davasının önemi, sadece bir eski Ülkü Ocakları Başkanı’nın Ankara’nın göbeğinde öldürülmesi ve bu cinayetin üzerinin örtülmesi için siyasetin, bürokrasinin seferber olmasından ibaret değil.

Bu dava, daha ilk duruşmada, devletin kritik noktalarındaki insanları çırılçıplak hale getiren, günahlarını görünür kılan bir özelliğe sahip olduğunu gösterdi.

Nasıl mı?

* * * 

Hasan Ferit Gedik, 2013’te, henüz 21 yaşında, İstanbul Gülsuyu’nda, mahallede uyuşturucu satılmasına karşı düzenlenen yürüyüşte faşist bir çete tarafından öldürüldü.

Sinan Ateş cinayeti davasında, fütursuzca gazetecileri tehdit eden, durmadan sağa sola laf atan, başına neyin ne kadar geleceğini son derece iyi bildiğinden gayet rahatça yalan söyleyen Doğukan Çep, bu cinayeti işleyen isimlerden biri. Gazetecilere dönüp öpücük gönderebilmesi rahatlığının kaynağı bu…

Bu cinayetten sonra diğer iki sanıkla birlikte aldığı ceza 35 yıl 4 ay…

Sinan Ateş cinayeti duruşmasında ise hukuki durumunu, “Firariydim ama besmele çekip tatile gidiyordum” diyerek açıkladı.

Dışarıya nasıl çıktı peki? Nasıl firari hale geldi?

Pandemi izniyle…

Slogan atsanız, terör suçlusu sayılıp aynı dönemde çıkamayacaktınız cezaevinden ama Doğukan Çep ve benzerleri rahatça salıverildi.

Devletin bize katillerin neden bu kadar kolayca salındığını açıklama yükümlülüğü yok mu? Tek gerekçe cezaevlerini ferahlatmak, daha çok öğrenci, daha çok solcu, daha çok işçi tutuklamak olabilir mi?

Bu mu ceza adaletiniz?

Bu mu yarattığınız toplum düzeni?

Bu kadar mı mühim sizler için o koltuklar?

* * *

Ama nasıl saklandı ki böyle bir isim, bunca zaman?

Bunu da sözlerinde bulmak mümkün…

Şöyle dedi Sinan Ateş duruşmasında:

"2013 yılına dönmem lazım. 2013 yılında İstanbul Gülsuyu’nde Gezi olaylarında kırmızı fularlı kız Ayşe Deniz Karacagil, Sinan Sağırlı, Cebrail Günebakan’ı vurduk. Bunlar MLKP terör örgütü üyesi. En son ESP’nin derneğine giriyoruz 10 kişiyi vuruyoruz. O zaman ESP’nin başında Figen Yüksekdağ var eş başkanı da Selahattin Demirtaş. Gazi mahallesinden oradan buradan DHKP-C’liler geldiler mahalleye yürüyorlar. Hasan Ferit Gedik ölüyor. Gedik sosyalist bir gençmiş, uyuşturucuya karşı yürüyormuş. Biz yakalandık, yargılanmaya başladık. Google Hasan Ferit Gedik yazın Allah için tabutun üstüne bakın. DHKP-C bayrakları. Biz bunları vurmuşuz, yargılanmaya başlamışız. Ayşe Deniz Karacagil, Gezi’ye gidiyor, Gezi de ağaç içinmiş ya. Ayşe Deniz Karacagil Gezi’den sonra Kandil’e gidiyor. Karayılan’ın yanında fotoğrafları var, Karayılan kızları sever. Sonra Ayşe Deniz Rakka’ya gidiyor, orada ölüyor. Vurduğum Cebrail Günebakan ve Sinan Sağırlı da 'Kobani’ye gideceğiz' diye Suruç'a gidiyor. Halbuki bunlar MLKP’de silah eğitimi alıyor. Çocuklara hediye götüreceğiz diye Amara Kültür Merkezi’nde pankart açmışlar, orada IŞİD öldürüyor. Bu şekilde davalarım düştü. CHP’nin milletvekilleri gelir, davalarımı sever."

* * *

Aslında şunu demek istiyor elbette: “Biz bu devlet için teröristleri vurduk kardeşim…”

Çep’in anlatımına bakarsak, şu tablo çıkıyor ortaya:

İstanbul’da bir savaş varmış, devletin askeri, polisi yenilmiş, savcısı, hâkimi yok olmuş, vatanı korumak bunlara kalmış… Onlar da işe nedense Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı çıkan gençlerden başlamış. Gerekeni yapmışlar. Terörist öldürmek sevapmış!

Tabuta örgüt bayrağı konuluyorsa, 21 yaşındaki bir çocuğun öldürülmesi meşru görülebilirmiş. Alkışlamamız, dua etmemiz lazımmış…

* * *

Çep, bir çırpıda kimleri vurduğunu övünerek anlatıyor.

Anlatacak tabii, cinayet işleyip, bu kadar insanı vurup da dört beş yılda serbest kalabilmek az iş değil.

Ama bunu nasıl başardığını, Sinan Ateş duruşmasından çok önce de görmek mümkün.

Hasan Ferit Gedik dosyasına baktığınızda bunu net biçimde görüyorsunuz. Üşenmeyin, küçük bir tarama yapın. Aynı çetenin 2013’ten önce de sonra da polisle nasıl ilişkiler geliştirdiğini, işlerini nasıl çözdüğünü, “ülkücüyüm” demenin ne kapılar açtığını göreceksiniz.

* * *

Hasan Ferit Gedik davası görülürken, Doğukan Çep’le birlikte yargılanan sanıklar, arkadaşları, dostları, cezaevinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup gönderdiler. Afrin operasyonu sırasında yazılmış olan mektup, besmele ile başlıyor, şöyle devam ediyordu:

 

“Sizin de cezaevlerinde emirlerinizi bekleyen ak değil ama kara da olmayan, şehadet şerbetine susamış, bir emriniz ile Afrin’de ve tüm hain yuvalarında savaşmaya hazır olan neferlerinizin olduğunu bilmenizi isteriz. Bir emrinizi bekliyoruz.”

* * *

Bu kadar, bu kadar kolay aslında.

Biraz kalabalık, biraz, “biz bu vatan için ölürüz” sözleri, biraz hamaset, biraz tehdit yeterli. Ve bir de devletten yardım alıp, insanların adreslerini isteyip, dövmeli, vurmalı, korkutucu olmalısınız. Sırtınızı sıvazlayan pek çok kişi olacak.

* * *

Gedik’in cenazesi, çıkartılan engeller nedeniyle üç gün boyunca defnedilemedi.

Vurulduğunda üzerinde olan kıyafetleri kaybedildi.

Olay anına ilişkin kamera kayıtlarının bir bölümü silindi.

Çete üyelerinin zaten dinlenen şahıslar olduğu, polislerle ilişkilerinin önceden bilindiği, haklarında hiçbir önlem alınmadığı ortaya çıktı.

Bu kadar ağır suçlara rağmen Doğukan Çep gibi bir isim tahliye edildi.

* * *

Sinan Ateş cinayeti, aslında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı gibi bir görevde bulunan, devlet nezdinde bile “dokunulmaz” sayılan bir ismin, bizzat bu ideolojiden geldiğini söyleyen insanlarca öldürülmesi nedeniyle çarpıcı. Cinayetin siyaset bağlantısı ve bunun açığa çıkmaması için gösterilen olağanüstü çaba nedeniyle ilgi çekici.

Ama asıl çarpıcı olan, bu devletin kime nasıl baktığını göstermesi.

Bu devlet tek bir ideolojiye mensup kişilere mi ait?

Bu ülke onların mı?

Anayasaya yazın, yasalara koyun bilelim… Yanıtları elbette biliyoruz da malumun ilanını istemek de hakkımız…

* * *

Doğukan Çep’in savunmalarını esas alırsak, Sinan Ateş’e, Hasan Ferit Gedik dosyasından aldığı cezanın kaldırılması için iki kez 200 bin lira verdiğine, buna rağmen bir gelişme olmayınca ve Ateş telefonlarına çıkmayınca bacağından vurmayı kararlaştırdığına inanmamız gerekiyor.

Olamaz mı, mümkün elbette.

Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış birine karşı bu eylemin yapılmasının örneği yok ama mümkün.

Ama devamında da şuna inanmamız gerekiyor.

Tam da aynı sıralarda Sinan Ateş’in adresinin bulunması için Ülkü Ocakları’ndan birilerinin emniyetten yardım aldığına…

Bu insanların tek derdinin Sinan Ateş’in evinin önüne pankart asmak olduğuna…

Ne hikmetse tetikçinin sadece bacaktan vurmak için iki polis tarafından Ankara’ya getirildiğine…

Tetikçinin çakar lambalı araçla kaçırıldığına…

Bütün bu davanın FETÖ organizasyonu olduğuna…

Ama bir yandan da Ateş’in aslında olay sırasında yanında bulunan kendi arkadaşları tarafından öldürüldüğüne…

Hepsine aynı anda inanmamız gerekiyor.

* * *

Oysa resim bize başka bir şey söylüyor.

Ateş’in yakınlarının açıkça dillendirdiği bir cümleyi…

“Bize bile bunu yapabilenler, sizlere neler yapmaz.”

Neler yapmadılar ve hala öylesine kendilerini haklı görüyorlar ki akıl almaz…

Uzağa bakmaya gerek yok, kapasitesi her yıl daha da artan cezaevlerine bakın.

Kimlerin cezaevinde tutulup, kimlerin serbest kaldığına…

Kimlerin tutuklandığına ve kimlerin dokunulmaz olduğuna…

Göreceksiniz…

Görmek isteyen görüyor, geriye kalanlar kalabalık.

Geriye kalanlar da konforlu yaşam alanını bırakmamak için haksızlıklara, adaletsizliklere göz yuman büyük bir kalabalıktan ibaret…

Mutlu olsun onlar, keyifleri kaçmasın.

Ama bilsinler ki bir cinayet sanığının, sanık sandalyesinden gönderdiği utanmaz öpücük de yarattıkları ülkenin sonucu…

                                                                        /././

Ateşle imtihan -Mine Söğüt-

“Dünyayı bir benim tercihlerim mi kurtaracak ya da batıracak” demişsinizdir. Ve bunları yaparak açtığınız alanlarda kapitalizmin faşizmle el ele vererek zaferini kutlayışını yılgınlıkla seyretmişsinizdir. O yüzden bugün gözünüzün önünde her yer ateşe veriliyor …

Hem solcu, hem demokrat, hem vicdanlı, hem adil, hem insan haklarından yana, hem barışçıl biri olup hem de mültecilere yapılan saldırılara “mantık” çerçevesinde buz gibi duygularla bakamazsınız.

Sorunu iktidarın hataları üzerinden okuyup, faşistlerin saldırganlıkları üzerinden rasyonelleştiremezsiniz.

Bugüne kadar savunduğunuz değerlerin sizden ağır talepleri olur.

Bir kıvılcım parladığı anda, kim haklı kim haksız diye düşünmeden, kim ne der diye hesap yapmadan, “ama” ile başlayan cümleler kurmadan kendinizi o ateşe atmanız gerekir.

Bu ülkeye gelen, gelebilen, şöyle ya da böyle bu ülkeye yerleşen, yerleştirilen mültecilere “Biz devlet olarak hata yaptık, vazgeçtik, anlaşmaları bozuyoruz, tavizleri geri çekiyoruz, pazarlıklardan yıldık, göz yummaları bırakıyoruz ve legal ya da illegal elde ettiğiniz tüm haklarınızı elinizden alıyoruz. Toplayın pılınızı pırtınızı, çoluğunuzu çocuğunuzu derhal geldiğiniz yere geri gidiyorsunuz” denilmeyeceğini bilirsiniz.

Devlete bunu söyletmek imkansızdır.

Ama mültecileri korkutmak, yıldırmak, hırpalamak, öldürmek ve olayı tehlikeli bir sivil çatışmaya dönüştürmek mümkündür.

İnsanları birbirine kıydırır ve ortalığı ateşe verirseniz, devlet hatta devletler anca o zaman çözüm için belki takkelerini ortaya koyarlar.

Ama o da belki.

“Birkaç ev ve işyeri yakılırsa… Kapılarına işaretler konulursa… Birkaç tanesi meydanlarda uluorta dövülür, bıçaklanırsa… Birileri mahallelerinde dolanır, bağıra çağıra havaya ateş açarsa… Görün bakın bakalım kalıyorlar mı daha buralarda…” diye düşünenlerin yarısı sağcıdır ve onlar bu fikre heyecanla sarılır; diğer yarısı da solcudur ve onlar da akıllarına gelen bu fikre düşmekten utanır.

Sonra çıkar birileri bu fikri gerçekleştirir.

O andan sonra söylenecek çok şey vardır ama eğer siz “solcu”ysanız  biraz üzüntü ve endişeyle ama daha çok öngörülü olmanın yersiz kibriyle “Bunun böyle olacağı belliydi” dersiniz.

Aslında bunun böyle olacağı değil bunun böyle olmasına yol açacak zaaflarınızın varlığı bellidir. Ama oralara dönüp bakmayı tercih etmezsiniz.

Hem kapitalist bir sistemin neferi olup hem de solcu olamayacağınızı kabul etmek istememişsinizdir.

Gelir dağılımının adaletsiz olduğu, fırsat eşitsizliğinin ayyuka çıktığı bir dünyada hayata tutunmak için verdiğiniz “mantığa dayalı tavizler” hep hoş görülsün istemişsinizdir.

Solculuğun, demokratlığın, adil olmanın, insan haklarına saygı duymanın savunduğu değerleri beğenmekle yetinmiş, benimsemek konusunda bir zorunluluk hissetmemişsinizdir.

“Dünyayı bir benim tercihlerim mi kurtaracak ya da batıracak” demişsinizdir.

Ve bunları yaparak açtığınız alanlarda kapitalizmin faşizmle el ele vererek zaferini kutlayışını yılgınlıkla seyretmişsinizdir.

O yüzden bugün gözünüzün önünde her yer ateşe veriliyor …

Ve siz hayatın sol köşesinde bir yerlerde durup “Kimseye bir şey olmasını istemem tabii ama bunun böyle olacağı belliydi” diyorsunuz.

Siz böyle dedikçe… iktidar yola gelmeyecek ama o iktidarın son derece hesapçı ve hatalı kararlarıyla rasyonelleştirdiği faşizm ve ırkçılık gaza gelecek.

Bazı katlanılması zor gerçekler vardır.

Hem vatansever olup hem de savaşa karşıyım diyebilirsiniz ama ancak bazı savaşlara karşı olabilirsiniz.

Savaşları haklı ve haksız olarak adil bir şekilde ayırmaya kalkabilirsiniz ama ancak bazı savaşlarda adil olmayı başarabilirsiniz.

Tarihi canınızın istediği yerden kendinize yontarak yazabilirsiniz ama kimseyi buna ilelebet inandıramazsınız.

“Hadi sağcı olalım, hem Türkçe bilmek de gerekmiyor” diye bir şaka vardır.

Kendinizi solcu hissediyorsanız, Türkçeyi kurallarına göre yazıp konuşmayı iyi biliyorsanız, bu zekice yapılmış şakaya gülebilir, sağcı ya da solcu olmak üzerine bunun gibi şahane başka şakalar da yapılabilirsiniz.

Ama sağ sol meselesinde sıra “ateşle imtihan”a gelince, işte orada durmak gerekir.

Dikkat edin, bir bakmışsınız… “Orada” duramamışsınız.

                                                                  /././

Mehmet Şimşek IMF’yi solladı: TÜİK tarihe geçti -Yalçın Doğan-

Gelirden en az pay alan nüfusun yüzde yirmisinde kişi başına düşen gelir ortalama 3 bin 600 dolar. En yüksek pay alan nüfusun yüzde yirmisinde ise, kişi başına gelir ortalama 26 bin dolar. Yedi katı bulan olağanüstü adaletsizlik.

Öncelikler arasında artık geriden gelen bir anlayış, enflasyonu körükleyen ana kalemin işçi ve memur ücretleri olması. Etkisi var ama, asıl devletin tüketim ve yatırım harcamaları, tasarrufta devletin rolü ön planda geliyor.

Ücretlerle ilgili anlayış 1970 ve 80’lerde Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) temel verilerinden biri. O yıllarda, Türkiye dahil, hangi ülkeyle anlaşma imzalasa, ücret artışlarında frenleme öncelik taşıyor.

Zamanla anlayış değişiyor, IMF’de ücret artışlarına frenleme yine var ama, ekonomik krizlerin çözümünde öncelik yapısal reformlarda.

Oysa, enflasyonla mücadelede Bakan Mehmet Şimşek için öncelik ücretlerde frenleme.

“Rasyonel politikalar”

4 Haziran 2023...

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin ne olduğu bilinmeyen politikaları sonrasında aynı Bakanlığa on üç ay önce Mehmet Şimşek atanıyor. Görevi devralırken, Şimşek:

“Rasyonel bir zemine dönme dışında seçenek kalmamıştır”.

Umutlu sözler. Yani, geçmiş dönem irrasyonel, akıl ve mantık dışı.

“Rasyonel zemin” ne?..

-Yolsuzluk iddialarının önlenmesi, tasarrufun sağlanması amacıyla İhale Yasası’nın değişmesi.

-Merkez Bankası’nın bağımsız kılınması.

-Kayıt dışı ekonomiye son verilmesi.

-Verilerinin inandırıcı olabilmesi için TÜİK’in şeffaf hale gelmesi.

-Kur Korumalı Mevduat (KKM) gibi, Hazine’nin en büyük yüklerinden birinin sonlandırılması.

-Kamu-Özel İş birliği çerçevesinde otoyol, köprü, hava alanı, hastanelere ödenen milyonlarca Euro tutarındaki garantilerden vazgeçilmesi, hiç olmazsa, TL’ye çevrilmesi.

-Büyük firmalara tanınan vergi istisnası, vergi indirimi ve vergilerin silinmesine son verilmesi.

-Gelir dağılımını bozan dolaylı vergilerin azaltılması.

-Milyonlarca insanın altında ezildiği kira sorununa kalıcı çözüm bulunması.

Mehmet Şimşek bir yıl içinde bunların hangisini yaptı?..

Dün Haziran enflasyonu açıklanıyor, daha açıklanırken petrol ürünleri zamlanıyor, ÖTV artıyor. Yüzde 38’lik elektrik zammı zaten gelmiş durumda.

Gelir bölüşümü iyice bozuldu

Ücretlilere ve emeklilere bu kadar yüklenmek zaten bozuk olan gelir bölüşümünü iyice bozuyor. Birilerinin yoksulluğu derinleşirken, birilerinin refahı artıyor.

Kimlerin?..

Gelirden en az pay alan nüfusun yüzde yirmisinde kişi başına düşen gelir ortalama 3 bin 600 dolar. En yüksek pay alan nüfusun yüzde yirmisinde ise, kişi başına gelir ortalama 26 bin dolar.

Yedi katı bulan olağanüstü adaletsizlik.

Bu durumda gözler Ocak ve Haziran aylarındaki yıllık ve altı aylık enflasyon oranlarına çevriliyor. Dolayısıyla, iktidarın dikkate aldığı TÜİK verilerine.

Çalışanların ve emeklilerin ücretleri o verilere göre hesaplanıyor. Ne var ki son yıllarda TÜİK oranları benzer hesapları yapan kuruluşların hep gerisinde çıkıyor. Dolayısıyla, ücret artışları düşük kalıyor, yoksulluk artıyor.

Ortalama fiyat listesini açıklamıyor

DİSK bağımsız kuruluşlarla TÜİK arasındaki farklı fiyat artış oranları karşısında harekete geçiyor.

6 Haziran 2022’de DİSK enflasyon hesaplamasının temelini oluşturan, TÜİK’in kullandığı madde sepeti ortalama fiyat listesinin açıklanmasını istiyor.

23 Haziran 2022’de TÜİK bu isteği geri çeviriyor.

4 Temmuz 2022’de DİSK Adalet Bakanlığı Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu’na itiraz ediyor.

3 Ağustos 2022’de adı geçen kurul da DİS’in itirazını geri çeviriyor.

11 Kasım 2022, DİSK bu kez İdare Mahkemesine dava açıyor.

31 Mart 2023, İdare Mahkemesi... Ve...

15 Mart 2024, o dava bu itiraz derken, Danıştay TÜİK’in madde sepetindeki ortalama fiyat listesini DİSK’e vermesine hükmediyor.

2 Mayıs 2024, iki ay önce, arada bazı yazışmalar, TÜİK akla ziyan bir açıklama gönderiyor DİSK’e:

“2022 yılı Mayıs ayından itibaren kurumumuz tarafından hesaplanmayan ve yayınlanmayan ortalama madde fiyatlarının halen kurumumuzda mevcut olmayışı nedeniyle, size gönderilmesi mümkün olmamıştır.”

Ne?..

Ortalama madde fiyatları yok mu?..

Ne?..

Peki, TÜİK o zaman enflasyonu neye göre, nasıl hesaplıyor?..

Ücret artışlarına temel olan hesaplama nasıl yapılıyor?..

DİSK bu skandal yanıt karşısında TÜİK yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunuyor.

Sonra?..

Sonrası malum!..

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Soruşturmaları Bürosu DİSK’in suç duyurusundaki gerekçeleri “soyut ve genel” bularak, soruşturmaya gerek duyulmadığına karar veriyor.

Ortalama madde fiyatları olmadan enflasyon oranını hesaplayan TÜİK’i kutlarken, “rasyonel zemine dönen” Mehmet Şimşek’i de kutlamak gerek!...


NOT: DİSK’in başvurularıyla ilgili kronolojiyi aktarırken, DİSK’in internet sayfasından yararlandım.

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder