4 Temmuz 2024 Perşembe

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Sivas’tan Kayseri’ye bir çizgi -Ergin Yıldızoğlu-

Sivas Madımak katliamının yıldönümünde, Kayseri’de patlak veren, hızla başka kentlere yayılan katliam girişimlerini izlerken aklıma geldi: Kuantum mekaniğinde, “dolanıklığın” (iki veya daha fazla parçacığın aralarındaki mesafeden bağımsız birbirine bağlı/ bağlantılı olması) salt mekâna değil zamana ilişkin bir durum, zamanın da bu “dolanıklığın” yarattığı bir illüzyon olabileceğine ilişkin bir tartışma var (https://www.cam.ac.uk/research/news. 12/10/23; New Scientist, 21/6/2024). 

SAÇMA GİBİ AMA...

Sivas ve Kayseri olayları arasında bir “dolanıklık” aramak belki saçma bir çaba. Ne ki Madımak yangınının, katliamın açtığı yaralar, 31 yıl sonra bile kanamaya devam ediyor. Orada bir kitlesel kalkışma ve pogrom söz konusuydu. Kimi yönlendirici aktörlerin varlığı bir provokasyona ve gizli servis (Gladio?) operasyonuna işaret ediyordu. Kayseri’de patlak veren olaylarda da bir kitlesel pogrom girişimi görülüyor. Bu olayların hızla birçok kente sıçraması da bir provokasyon, gizli servis operasyonu şüphesi uyandırıyor.

Bu iki pogrom arasında, atılan sloganlar, “ötekini” yakma arzusu gibi benzerlikler de var. Her iki olayda harekete geç(iril)en kitlelerin aynı “hakikat rejimi” içinde yaşadıklarını, benzer töre, sosyal çevre, dil ve kavramların/değerlerin (“habitus”un) ürettiği öznelliklerin “sürüleri” olduğu kolaylıkla görülebiliyor

Bu gözlemlerden hareketle, iki farklı zamanda ve mekânda, dünyanın ve ülkenin farklı hallerinde ortaya çıkan bu iki “olayı”, “zamanda dolanıklık” gibi bir metafor  aracılığıyla birbirine bağlamak bana o kadar da saçma gelmiyor. Sivas katliamının sorumlularını savunan avukatların siyasi kimliklerini, ait oldukları “habitus”u hatta “hakikat rejimini” düşünerek 1994 belediye seçimleriyle tırmanışa geçen siyasal İslamın bugün iktidarda olduğunu, bu 22 yıl boyunca, liderlerinin, entelijansiyasının, Sivas katliamı anımsanınca aldıkları tutumları, gösterdikleri düşünsel refleksleri de göz önüne alarak o “metaforun” içeriğini zenginleştirebiliriz. Dahası, Kayseri ve diğer illerde patlak veren pogrom girişimlerini, bunların maddi zeminini hazırlayan jeopolitik, kültürel hatta demografik mekân düzenleme (ya da yıkma) politikalarından soyutlayarak düşünmek de olanaklı değil.

"AH BİZ EŞEKLER"...

Sivas ve Kayseri olayları arasındaki “dolanıklığı” düşünürken ülkeyi bu noktaya getiren sürece destek vermiş olanları unutamayız. Şairin dediği gibi “Bunca bilgiden sonra, ne affı?” (Eliot, Gerontion- 1920).

O 22 yıl başlarken Avrupa Birliği, ABD, büyük sermaye AKP’yi destekliyor, liberal entelijansiya AKP’nin “Türkiye’de demokrasiyi normalleştirdiğini”, “demokratik devrimi tamamladığını” iddia ediyorlardı. Hatta AKP “Kürt sorununu” da çözecekti. Bunlar, siyasal İslamın hegemonya kurma sürecine “özgürlükleri” savunma adına yakıt taşırken “süreç olarak faşizmin” çoktan başlamıştı. Olanlara bakarak  “Tehlikenin farkında mısınız” diye soranlara, ulusalcı, “ulusalcı sosyalist” (NAZİ), darbeci gibi kavramlarla saldırıyorlardı. Rejimi değiştirecek, “süreç olarak faşizmi” adeta sıçratacak bir anayasaya “yetmez ama evet” demekten de çekinmediler. Büyük sığınmacı felaketini başlatan, insan bedenlerini diplomatik koz gibi kullanmaya olanak veren Suriye savaşına taraf olmayı da desteklediler. Bu kez uyaranları ırkçılıkla suçluyorlardı.

Ve hâlâ Sivas katliamının adını koyamıyorlar! Sivas’ta olanın adı “Çok kötü bir şey” değil, dinci, faşist bir katliam. O katliamda, siyasal İslamın kültürel hegemonya inşa sürecinin karşısında durabilecek, dinci faşizmin liberal işbirlikçilerinin “ayaklarına takılacak” 33 devrimci, laik kültürün yeri doldurulamaz “öncü savaşçıları” yok edildi. Bu “kültür savaşçılarının” en kıdemlilerinden, liberal entelijansiyanın daha sonra “ama aldatıldık” ağlaşmaları için de geçerli, “Ah biz eşekler” başlıklı ölümsüz ve evrensel öykünün yazarı Aziz Nesin son anda kurtulabildi.

Evet, Sivas ve Kayseri adeta bir “zamanda dolanıklık” örneği. O günden bu güne gelişin zeminini hazırlayan, son uğursuz gelişmeleri adeta kaçınılmaz kılan süreci, sorumlularını, izledikleri aklı iyi düşünmek, tutum alırken, “ideal olanın” kalıplarına tutsak bir “güzel ruh” olmaktan kaçınarak “somut durumun somut analizine”  dayanmak gerekiyor

                                                              /././

'Ekonomistin' dayanılmaz hafifliği muhalefetin kaçınılmaz ağırlığı -Ergin Yıldızoğlu-

Ekonomi salt “ekonomik” değildir; aynı zamanda siyasi ve kültüreldir. Bu gerçeği yadsıyan hemen kendisini etik sorunlarla yüz yüze bulur.

FAŞİZME ALET OLMAK VAR...

“Ekonomist” Olivier Blanchard, 2008-2015 arasında IMF baş ekonomistiydi, Halen MIT’de profesör. Fransa, seçimlerine giderken Blanchard, “X”te bir mesajında, kendisini sosyalist partiye yakın gördüğünü belirtirken Ulusal Toparlanma (Faşist) ve Yeni Halk Cephesi olarak şekillenen kamplaşma karşısında “Yeni Halk Cephesi’nin ekonomik programının Ulusal Toparlanmanınkinden daha tehlikeli  olduğunu” iddia etti: “UT’nin ekonomik programının mantık ve tutarlılıktan yoksun bir noel ağacı olduğunu iddia etmiştim... YHC’nin ekonomik programı ise çoğunlukla kendi içinde tutarlıdır, zenginden yoksula, firmalardan işçilere çığır açan bir yeniden dağıtıma dayanmaktadır (...) YHC’nin programı ‘Neden bu kadar tehlikeli?’ Solda iki tür program arasında ayrım yapmak çok önemlidir. Şansları eşitlemeye ve yaratma ve üretme güdülerini yok etmeden  (kapitalistin hevesini kırmadan-EY) yeniden dağıtmaya çalışan sosyal demokrat bir program, kabaca sosyalist partinin programı... ve ‘YHC’nin programı’.  “Bu seçimde... Göçmenlik, ırkçılık, dış politika, Ukrayna’ya destek gibi başka temel konular da var... Ben kendi kulvarımda, programların ekonomik yönleri üzerinde kalmaya çalışıyorum.”

Blanchard, faşist programı küçümsüyor. Halbuki faşist program her zaman üzerinde her şey olan bir noel ağacına benzer, ana akım partileri, “Bu saçmalık nasıl olsa yönetemez” diye büyük sermaye de “Nasıl olsa yönlendiririz” diye düşünür. Faşist hareketin niyetiyse “yönetmek” değil devleti ele geçirmektir. Blanchard bu kritik anda, “süreç olarak faşizmi” durdurabilecek bir programa, ama “Ben ekonomistim diyerek” karşı çıkıyor.

HALK DÜŞMANLIĞI RİSKİ

Blanchard’ın Türkiye versiyonları var: Bunlardan biri, asgari ücrete zam yapılmaması üzerine “Bundan iyisi olmaz... Ben olayın ekonomik boyutunu değerlendiriyorum” diyor. Böylece bu “ekonomist” de asgari ücretle yoksulluk sınırında yaşamaya çalışanların sıkıntılarına, krizin yükünün bunların sırtına yıkılmasına, bu durumun olası kültürel ve siyasi sonuçlarına kayıtsız kalıyor. Üzülmedim desem yalan olur ama şaşırmadım. O da şu saçmalığın tutsağı:

“Popülizme, romantizme gerek yok. Duymak istediğinizi değil, duymanız gerekeni söyleyelim” (...) Seçimlerde çok yanlış karar verdi Türk milleti. Bedelini çok ağır ödeyecek. Enflasyon çıkarken bir bedel ödenirse, düşürülürken 10 bedel ödenir. Kapıda iflaslar var, esnaf için siftahsız günler var, kepenk indirmeler var, artacak işsizlik var. Acı vermeyen çıkış yok bu cendereden.” Bu yalnızca saçma değil, çok acımasız ve bir o kadar da bayatlamış bir yaklaşım: Krizin faturasını krizi çıkaranın üstlenmesini isteyen “popülist romantik”. Bu ekonomist ise akılcı ve gerçekçi. Evet “gerçekçi” ama “kapitalist gerçekçi” bir bakış: Kapitalist sınıfın çıkarları gerçek, halk sınıflarının çıkarları romantik fantezi. Bu tepe taklak  “gerçeklikte” emekçi sınıfların taleplerini dile getirenler “elit” sayılıyor ve egemen sermayenin taleplerini dile getirenler “halk” hatta “ulus” oluyor.

Bu da bizi, “meselenin özüne” getiriyor: Kapitalist gerçekçi ekonomistler, halk sınıflarına bu kadar doğrudan ve acımasızca saldıran politikaları savunduklarına göre Türkiye kapitalizminin (aslında egemen sermayenin) krizi “yüzeyde” (fiyatlar-gelirler alanında) görünenden çok daha derindir. Egemen sermaye, bağımlı olduğu uluslararası mali sermayenin talepleri karşısında, kendisini ayakta tutan toplumsal dokuyu, rejimi yöneten siyasal İslamın sınıflarıyla ittifakını tehlikeye atmaktan kaçınamayacak kadar çaresizdir.

Bu koşullarda, emekçi-orta sınıf halkın çıkarlarını koruyacak, büyük sermayenin yükü üstlenmesini sağlayacak bir program, o krizi daha da derinleştirecek, egemen sermaye ile siyasal İslamın sınıfı ittifakının iktidarıyla çatışacaktır. Ne yazık ki böyle bir programı geliştirmek, ana muhalefet partisi CHP’nin sergilemekte olduğu,   “yumuşama, normalleşme” gibi reflekslerden (“Doğru adımlar, iyi tedbirler görüyoruz” gibi saçmalıklardan) çok farklı bir kararlılık ve cesaret gerekiyor.

                                                      /././

Suriyesizler! -Mehmet Ali Güller-

Kayseri olayları, başka illere sıçraması ve ardından Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye karşı tepkiler ve Türk bayrağı yakılması...

Şanghay’dan saat farkıyla izlediğim olayların ardından sosyal medyada yorumladım: “Türk bayrağını yakanlar Suriyeli değil Suriyesiz! AKP’nin Suriye’ye karşı desteklediği ve Suriye içinde kendi denetiminde kurduğu nüfuz bölgesinde yaşayan Suriye karşıtı Suriyesizler bunlar. Neden? Çünkü bölgenin zorladığı Ankara-Şam normalleşme çabasından rahatsızlar,  Kayseri’deki olayı bahane edip Ankara ile Şam’ı karşıt tutmaya çalışıyorlar. Daha önce de normalleşme gündeme geldiğinde, yine provokasyonlar yapmışlardı.”

İKTİDAR ÜÇ KERE SUÇLUDUR

Diğer yandan Erdoğan’ın Kayseri olayları konusunda muhalefeti suçlaması, tam bir hedef saptırmadır. Türkiye’de çıkmış ve AKP’nin bu politikası sürdüğü müddetçe çıkacak tüm olayların “asıl” sorumlusu iktidarın kendisidir.

Çünkü AKP sığınmacı sorunu konusunda üç kere suçludur:

1) İktidar, sınırları açıp Suriye’ye cihatçı gönderirken Türkiye’ye de sığınmacı doldurduğu için suçludur.

2) İktidar, Avrupa’ya gitmek isteyen sığınmacıları engelleyip, AB’yle fon karşılığında geri kabul anlaşmaları imzalayarak Türkiye’yi Avrupa önünde tampon ülke, göçmen ve sığınmacı deposu yaptığı için suçludur.

Tampon Ülke kitabımda (Kırmızı Kedi, 2021) anlaşmaları ayrıntılı yazdım. O anlaşmaları nasıl savunduklarını da... Başbakan Binali Yıldırım 2016’da “Türkiye olmasa mülteciler Avrupa’yı istila edecek” diyordu, Cumhurbaşkanı Erdoğan da 2019’da “Avrupa’nın huzurunu 4 milyon sığınmacıyı Türkiye’de tutmalarına”  bağlıyordu. Yani iktidar Avrupa’nın huzuru kaçmasın diye Türkiye’nin huzurunun kaçmasını, Avrupa istila edilmesin diye Türkiye’nin istila edilmesini sağlamış oldu!

3) İktidar, Şam’la normalleşme fırsatlarını sürekli elinin tersiyle iterek sığınmacıların dönüşünü fiilen engellediği için suçludur.

EMPERYALİST GÖÇ STRATEJİSİ

Unutulmasın: Göç ve sığınmacı sorunu başından beri sıradan bir “mazlumlara kapı açma” olayı değildi, üst boyutu “emperyalist göç stratejisi”, alt boyutu Erdoğan’ın çifte hedefiydi: Sığınmacıları hem Türkiye’deki ümmetçilik projesinde kullanacaklar hem de ÖSO (Özgür Suriye Ordusu’nun ismini sonra Suriye Milli Ordusu SMO yaptılar) üzerinden Suriye topraklarında “nüfuz bölgesi” kuracaklardı.

Yani Türkiye’nin sığınmacı sorununun kaynağı, ABD ve AB’nin emperyalist politikalarıdır, o politikalarla işbirliği yapan AKP iktidardır.

Bu tablo bizi sorunun hangi perspektifle ele alınması gerektiğine götürür:

TEPKİ SORUNUN KAYNAĞINA GÖSTERİLMELİ

Tepkiyi sorunun kaynağı olan ABD, AB ve AKP yerine sığınmacılara göstermek, büyük hatadır ve daha önemlisi olası sonuçlarıyla değerlendirilirse kendi kendimize tuzağa düşmektir. Tepki sorunun sonucuna değil, sorunun kaynağına gösterilmelidir.

Sığınmacı sorunu konusunda gösterilebilecek en iyi tepki, Ankara-Şam normalleşmesini savunmak ve iktidara Şam’la görüşmesi için baskı yapmaktır. (Üstelik önceki yazımda da belirttiğim gibi bu kez normalleşme konusunda bölgesel gelişmelerin dayatması da var.) Çünkü normalleşme hayata geçtiği takdirde:

1) Şam yönetimi tüm topraklarında egemen olacak, ABD sponsorlu PYD devleti olasılığı ortadan kalkacaktır.

2) Dünyanın dört bir yanından Suriye’ye Esad’ı devirmeye gönderilmiş/gelmiş  cihatçı örgütler tasfiye edilecektir.

3) Ankara kurduğu, beslediği ÖSO’yu dağıtmak zorunda kalacaktır.

4) Suriyelilerin vatanlarına geri dönüşü başlayacaktır. Muhalefet iktidarla normalleşme, yumuşama arayışı hatasını terk edip Türkiye’nin Suriye’yle normalleşmesi için iktidara karşı sertleşmeli, ağır siyasi baskı uygulamalıdır.

                                                      /././

Esad ile Erdoğan’ın mesajlarının arka planı -Mehmet Ali Güller-

Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye, gözlemci üye ve diyalog ortağı olan ülkelerden birer gazeteci olarak komisyonların etkinliklerini izlemek üzere Çin’deyiz ama aklım Suriye sınırında. Zira bu çok önemli sorunumuz için yine bir fırsat doğdu.

İzleyebildiğim kadarıyla kamuoyunun bir bölümü, Erdoğan’ın Esad’la yeniden görüşebileceğine dair mesajına, haklı olarak önem atfetmedi. Çünkü benzeri mesajlar, sığınmacı sorununun etkisiyle Mayıs 2023 seçimi öncesinde de vardı, hatta bakanlar düzeyinde harekete bile geçilmişti. Ama seçim bitince normalleşme mesajları da bitmişti.

Diğer yandan Erdoğan’ın mesajındaki bazı vurgular da kamuoyu açısından samimi bulunmadı. Bir kere hâlâ Esad yerine Esed diyordu. Ve daha önemlisi, sahadaki uygulamanın tersine, “Bizim Suriye’nin içişlerine karışmak gibi bir derdimiz asla yok” diyerek normalleşmeye “gerçeklik ve doğruluk” zemininde başlamıyordu (AA, 28.6.2027).

MOSKOVA: KOŞULLAR ÇOK ELVERİŞLİ

Ancak Erdoğan’ın mesajı, bu kez salt iç politik ihtiyaçtan değil, bazı bölgesel gelişmelerin dayatmasından kaynaklanıyor gibi.

Zira Erdoğan’ın mesajından bir gün önce Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad önemli bir çıkış yapmış ve Ankara’ya “adım atılmalı” işareti vermişti.

Esad, Rusya Devlet Başkanlığı Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrantyev’i kabulü sırasında şunları kaydetmişti: “Suriye, Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesine, bu sürecin egemenliğine saygı ve Suriye devletinin egemenliğini tüm ülke toprakları üzerinde yeniden tesis etme arzusuna dayanması halinde olumlu yaklaşmaktadır” (Sputnik, 27.6.2024).

Lavrantyev’in görüşmede normalleşme müzakereleri için “koşulların her zamankinden daha elverişli olduğunu” belirtmesi ise önemli ipuçları taşıyor.

Bu mesajdan üç gün önce, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan şöyle demişti: “Suriye ile ilgili Rusların ve bizim tarafın başardığı en önemli şey rejimle muhalifler arasında savaşın şu an itibariyle devam etmiyor oluşudur” (Habertürk, 24.6.2024).

Gerçi asıl başarı Atlantik baskısına boyun eğmeyen Esad yönetiminindir, saldırılara karşı vatan savunması yapan Suriye ordusunundur ve muhalifleri umutsuzluğa mahkûm eden Şam’ın kararlılığıdır ama başarıyı kim sahiplenirse sahiplensin, şu aşamada Suriye devleti ile Atlantik destekli muhalifler arasında bir çatışmanın yaşanmıyor olması, normalleşme için çok değerli bir zemindir.

ÜÇ BÖLGESEL GELİŞME

Gelelim hangi bölgesel gelişmelerin bu yeniden normalleşme eğilimli mesajları tetiklediğine, hatta dayattığına.

1) Kuşkusuz ABD sponsorlu PYD’nin devletleşme hedefli seçim arayışında olması, taraflara işbirliği dayatıyor. Esad’ın mesajındaki “egemenliğini tüm ülke toprakları üzerinde yeniden tesis etme” vurgusu önemli.

2) Bölge devletleri, ABD askerlerini bölgeden çıkarma kararı aldı ve bunu Washington’a dayatıyor. Bağdat, ABD’yi müzakere masasına oturtmayı başardı. Irak’tan çekilmek zorunda kalan ABD’nin, Suriye’de tutunma şansı zayıflar.

3) Türkiye ve Irak merkezli Kalkınma Yolu projesi, komşuları da kapsama potansiyeliyle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Hakan Fidan, Çin’deki temasları sırasında Körfez’i Avrupa’ya bağlayacak bu projenin Kuşak ve Yol ile entegrasyonunu dile getirmişti.

Kalkınma Yolu’nun hayata geçmesi yolun güvenliğine bağlı. Ve hem Ankara ile Bağdat hem de Tahran ile Şam, ABD sponsorlu teröre karşı ikili-üçlü işbirliği yapmaya başladı. Örneğin Irak İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sınır Güçleri Komutanı  Muhammed el Sıedi, Türkiye ve İran sınırlarının güvenliği için Ankara ile iki, Tahran ile altı aşamadan oluşan plan ve yöntem belirlediklerini açıkladı (CGTN Türk, 25.4.2024).

PAZARLIĞA KURBAN EDİLMEMELİ

Kısacası Moskova’nın belirttiği gibi “koşullar her zamankinden daha elverişli” ve yukarıda işaret ettiğimiz bölgesel gelişmeler Ankara Şam normalleşmesini dayatıyor. Mesele, dün bunu seçime kurban eden Erdoğan’ın şimdi de NATO zirvesi ile başlayacak Atlantik’le yeni pazarlığında kullanıp kullanmayacağı.

Ancak önemle belirtelim: Erdoğan bu fırsatı şimdi de kullanmazsa partisinin ve iktidarının gerilemesini daha da hızlandırmış olacak.

                                                         /././

Lityum darbesi nasıl önlendi? -Mehmet Ali Güller-

Bolivya’daki askeri darbe girişimi, bu ülkenin Çin ve Rusya ile kurduğu “eşit ekonomik ilişki”ye karşı ABD’nin denediği ikinci lityum darbesidir.

Batarya (pil) nedeniyle zaten iletişim teknolojisinin en önemli ihtiyacı olan lityum, özellikle son yıllarda elektrikli otomotiv sektörünün ihtiyacı da eklenince, çok daha önemli hale geldi. Lityumun fiyatı hızla arttı. Tahminlere göre 2040’a kadar lityuma talep 40 kat daha artacak.

Peki lityum nerede? Dünyadaki bilenen toplam lityumun 86 milyon ton olduğu hesaplanıyor. Lityuma en fazla sahip üç ülke ise şöyle sıralanıyor: Bolivya’da 21, Arjantin’de 19 ve Şili de 10 milyon ton. Yani toplam lityumun yüzde 60’ı sadece bu üç ülkede.

TESLA MARKALI DARBE

Ancak ABD açısından bir sorun var: Washington, “arka bahçesindeki” ülkelerle eskisi gibi sömürge anlaşmaları yapamıyor. Latin Amerika’da yükselen Bolivarcı dalga ile çok kutupluluk ve Küresel Güney’in uluslararası ilişkilere ağırlık koymasının birleşmesi, tıpkı Afrika’da olduğu gibi bu kıtada da ülkelerin ABD yerine Çin’le “eşit ilişki” modelini seçmesine neden oluyor.

2006 yılında Bolivya’nın ilk yerli devlet başkanı seçilen Eva Morales, 2019’a kadar yönettiği ülkede sadece okuma yazma oranını artırıp yoksulluğu azaltmadı, sadece ülkenin Gayri safi milli hasılasını dört kat büyütmedi; bunu sağlamak için öncelikle  ülkenin doğal kaynaklarını yöneten şirketleri kamulaştırarak sömürü düzenini değiştirdi.

Kamulaştırılmış bu devlet şirketleri 2019 yılında Çin’le çok önemli lityum anlaşması imzalayınca, ABD harekete geçti ve darbe yaptı. Lityum’a Tesla otomobili nedeniyle en çok ihtiyaç duyan Elon Musk’ın sosyal medyadaki o mesajı küstahçaydı ama açıklığı nedeniyle öğreticiydi: Bir sosyal medya kullanıcısı Musk’a “Asıl halkın çıkarına olmayan şey, senin lityuma sahip olabilmen için ABD hükümetinin Bolivya’da darbe yapmasaydı” deyince, Musk şu yanıtı vermişti: “Kime istersek darbe yaparız.”

ABD’NİN ÇİN-RUSYA RAHATSIZLIĞI

Evet, ABD 2019’da Bolivya’da lityum darbesi yaptı ve Morales’i devirdi. Ancak Amerikancı cuntanın Jeanine Anez hükümeti bir yıl sonra halka ve Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket Partisi’ne yenildi. 8 Kasım 2020’de Luis Arce hükümeti işbaşı yaptı, Morales 9 Kasım 2020’de Bolivya’ya döndü.

Morales’in eski Maliye Bakanı Arce, gerçi kimi konularda ondan ayrılsa da temel konularda kamucu çizgiyi sürdürdü. Bolivya, bu yıl Çin’le yeni bir lityum anlaşması daha imzaladı. Buna göre Çin 1 milyar dolarlık yatırım daha yapacaktı. Bolivya bu yıl ayrıca Rusya’yla da lityum anlaşması yaptı.

Yani ABD lityum için 2019’da Morales’i devirmiş ama hedefine ulaşamamıştı. Cuntacılar yenilmiş, Bolivya kamucu çizgisini sürdürmüştü: ABD’yle değil, Çin ve Rusya’yla işbirliği yapıyordu.

DARBEYE KARŞI GREV GÜCÜ

ABD Güney Komutanlığı (SOUTHCOM) Komutanı General Laura J. Richardson  iki yıl önce Atlantik Council’de şu mesajı vermişti: “Dünyadaki lityumun yüzde 60’i lityum üçgeni olan Bolivya, Arjantin ve Şili’de. ABD Büyükelçileriyle konuştuğumuzda görüyoruz ki Çin lityum konusunda bu bölgede çok gelişmiş ve çok agresif bir zeminde. Bölgenin bu stratejik doğal kaynakları ABD için ulusal güvenlik meselesidir. Bölgedeki rakip güçlere karşı oyunu hızlandırmamız gerekir” (Caner Çiftçi, cumhuriyet.com.tr, 27.6.2024).

İki yıl sonra ABD ikinci kez harekete geçti ama bu kez başaramadı: Bolivya İşçi Merkezi darbeye karşı süresiz grev ilan ederek, sosyalistler militan tutum alarak, halk alanlara çıkarak Amerikancı darbe girişimini önledi. Bitirirken önemli bir değişime işaret edelim. Emperyalist ABD, hegemonyası zirvedeyken 20 yüzyıl boyunca, Latin Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya, kolayca darbe yapıyor ve rejimleri değiştiriyordu. 21. yüzyılda ise hegemonyası zayıfladıkça Amerikancı darbelerin yerini, püskürtülen darbe girişimleri alıyor.

(Cumhuriyet) 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder