4 Temmuz 2024 Perşembe

Birgün "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Göçmen meselesi bizi neden geriyor? -Berkant Gültekin-

Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde bir çocuğun cinsel istismara maruz bırakılması üzerine ortalık birbirine girdi. Binlerce insan sokağa döküldü. Ne var ki iş yerlerini ateşe veren, araçları ters çevirenlerin ilgilendiği şey istismar değil, istismarcının kimliğiydi. Failin Suriyeli olması öfke patlamasının temel nedeniydi.

Kayseri İl Emniyet Müdürü’nün kalabalığı sakinleştirmek amacıyla istismar mağduru çocuk için “Türk değil” bilgisini paylaşmasının altında da bu yatıyordu. Mealen “Kendi kendilerine yapmışlar” mesajı veriyordu Emniyet Müdürü… Yani fail Suriyeli mağdur Türk olsa yakılıp yıkılabilirdi de çocuk Suriyeliyse fazla tepki göstermeye lüzum yoktu. Failin göçmen olmadığı durumlarda kitlesel suskunluğu beraberinde getiren de bu kimlik odaklı ahlak anlayışından başka bir şey değil elbette.

Türkiye’de "göçmen sorunu" çok boyutlu bir mesele. Bugün açıkça AKP’nin maksimalist ve fetihçi dış politika hedeflerinin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. 2011’de Suriye iç savaşı başlatıldığında Esad’ın da kısa sürede Libya’da Kaddafi, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek gibi bir final göreceği tahmin ediliyordu. Ancak emperyalistler ve AKP’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı. Savaş uzadıkça uzadı, saçaklandıkça saçaklandı. Savaşın sona ermemesi, savaşın yol açtığı sorunları da Suriye sınırlarının ötesine taşıdı.

Savaşla birlikte ortaya çıkan sorunlardan biri de göçtü. 2011 öncesi 22,5 milyon nüfusa ev sahipliği yapan Suriye’den, 13 yıllık iç savaş dönemi boyunca yaklaşık 7 milyon insanın başka ülkelere göç ettiği tahmin edilirken, işin buralara geleceği öngören Avrupa Birliği ülkeleri, savaşla beraber ortaya çıkan göç krizinden minimum düzeyde zarar görmek için çareyi Türkiye’yi “uç karakol” olarak kullanmakta bulmuştu.

'VİZESİZ AVRUPA' HAYALİNDEN BURAYA

AB 2013’te, Suriyeli göçmenlerin Yunanistan üzerinden kıtaya yayılmalarını önlemek amacıyla Ankara’nın kapısını çaldı. Erdoğan Başbakan, Davutoğlu Dışişleri Bakanı’yken Türkiye ile AB arasında, ‘Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni’ ve ‘Geri Kabul Anlaşması’ imzalandı. Anlaşma uyarınca Türkiye’ye, göçmenlerin Avrupa’ya gitmesini engellemesi karşılığında milyarlarca Euro ödenmesi kararlaştırıldı.

Bu gelişme iktidar ve medya tarafından genelde ‘vize serbestisi’ boyutuyla ele alındı. Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz geçişine ramak kalmış gibi bir ortam yaratılmaya çalışıldı. 2016’da varılan sığınmacı mutabakatı da buna paraleldi. Bu mutabakatta da Türkiye’ye vize serbestisi sağlanacağı öne sürüldü. Hatta Dışişleri Bakanlığı, “vize diyalog sürecinin öngörülen süre içerisinde vize serbestisi ile sonuçlanmaması halinde” Geri Kabul Anlaşması’nın tek taraflı feshedilebileceğini bile açıklamıştı.

Güya vize serbestisi ile biyometrik pasaport sahibi tüm Türkiye vatandaşları, 26 ülkeyi kapsayan Schengen bölgesine 180 günde üç aylık vizesiz giriş imkânına sahip olacaktı. Ancak aradan geçen yılların sonunda Türkiye, vatandaşlarını AB’ye vizeyle bile sokmakta zorlanırken kendisi de en kolay girilebilen ülkeye dönüştü. AB’nin göçmen sorununu paylaşmama dayatmasını kabul eden, Türkiye’nin sınırlarını ardına kadar açan ve ülkenin kapasitesinin kaldıramayacağı boyutlarda “misafir” kabul eden AKP, üstüne bir de birbirine yabancı etnik/kültürel kodların uyumlu yaşamasını sağlayacak bir entegrasyon politikası yürütmeyerek sokak çatışmalarına, linç provalarına giden yolun taşlarını döşedi.

GEÇMİŞİ HATIRLAMAK YETMEZ

Yaşananları doğru anlamak ve gerçek sorumluları tespit etmek için geçmişi hatırlamak zorundayız. Ancak geçmişi hatırlamak da bugünkü sorunları çözmeye yetmez. Çünkü sorun, bugün başkaca sorun ve çelişkilerle iç içe geçmiş durumda. Göçmen karşıtlığı farklı damarlardan besleniyor. Her birinin motivasyonu birbirinden ayrı ama yarattığı sonuç aynı.

Bunlardan en öne çıkanı, demografik yapının dönüşümünden doğan endişe. Özellikle seküler yaşam alışkanlıklarına sahip, laikliği içselleştirmiş çağdaş kesimler, göçmenlerin varlığını bir tehdit olarak değerlendiriyor. İktidarın göçmenleri, toplumun İslamcı tarzda dönüşümünü hızlandırmak için kullandığını düşünüyorlar. Hiçbir entegrasyon programının işletilmediği, göçmenlerin buradaki hayata nasıl dahil olacaklarına ilişkin bir planın hazırlanmadığı göz önünde bulundurulursa, haksız olduklarını söylemek zor. Erdoğan’ın “din kardeşlerimiz” vurgusunun da bundan bağımsız olmadığı aşikâr.

Göçmenlere dönük tepkinin bir diğer kaynağı ise ekonomideki dinamikler. Suriyeli göçmenler, Türkiye’deki iş piyasası için bir nimet olarak kabul edildi. Suriyelilerin ülkemizde işçi sınıfına eklemlenmesi, ücret düzeyi bakımından emeğin değerini de aşağı çekti ve emekçi sınıf arasındaki rekabeti büyüttü. Savaştan kaçan, başka bir memlekette korkuyla, binbir türlü endişeyle yaşamak zorunda kalan insanların işçileştiği her ülkede bu denklemin açığa çıkması normal.

Suriyeli işçiler bilhassa taşımacılık, inşaat, tekstil ve hayvancılık gibi sektörlerde hayli etkin hale geldi. Organize sanayi bölgelerinde de patronlar tarafından tercih edildiler. Durumu biraz daha iyi olanlar esnaflaştı. Bazıları iyi cirolar yakaladı. Bu da yerli esnafla Suriyeli esnaf arasında bir gerilim yarattı. Zaman içinde ekonomi bozulup şartlar sertleşince ise örgütsüz, sendikasız ve sınıf mücadelesi perspektifine sahip olmayan yığınların öfkesi milliyetçi kışkırtmalar ve yalanlarla da birleşerek ülkenin pek çok kentinde sığınmacılara yöneldi. Bu da işin bir diğer önemli boyutu.

Dolayısıyla göçmen sorununa yaklaşırken, meselenin salt milliyetçilikten, ırkçılıktan ibaret olmadığını, tüm karşı çıkışın lümpenlikten türemediğini, sınıfsal, ekonomik ve sosyal endişelere dayandığını, sağ akımların yalanın kışkırtıcı gücünü de kullanarak halkın öfkesini yanlış hedefe kanalize ettiğini, sağ söylemin etki alanından çıkamayan geniş halk kesimlerinin çözümü en kısa yolda gördüğünü anlamak gerekiyor. Solun yokluğunda meydanı boş bulan sağ, halkta biriken tepkiyi kullanarak kendine siyasi güç devşiriyor ve bunu yaparken toplumu daha da gericileştiriyor.

RİSKLER VE ÇÖZÜM

Anlaşılması gereken bir diğer konu ise ülkesine dönecekler, ileride Avrupa’ya gidecekler olsa ve bir ihtimal nüfus içindeki oranları azalsa bile Suriyelilerin, Türkiye’nin demografik yapısının bir parçası olmaya devam edeceği…

Bugün resmi verilere göre Türkiye’de 3,5 milyon civarı Suriyeli yaşıyor; gerçek sayının ise bunun çok daha üstünde olduğu tahmin ediliyor. Çok küçük yaşta gelenlerin yanında burada doğan yaklaşık 1 milyona yakın Suriyeli çocuk var. Bu çocuklar yurt olarak Şam’ı, Halep’i, Humus’u, Lazkiye’yi değil, İstanbul’u, Hatay’ı, Antep’i, Urfa’yı biliyor. “Yok ben anlamam, gidecekler” demek, işin etik boyutu bir yana rasyonel de değil. Öte yandan dışlayıcı, ötekileştirici her söylem, krizi daha derinleştirdiği gibi ileride daha büyük krizlere yol açacak karşıt bir Suriye milliyetçiliğinin de mayasını yoğuruyor.

Çözüm Suriye devletiyle diyaloğun kurulmasından, Geri Kabul Anlaşması’nın feshedilmesinden, Avrupa’ya göç kanallarının açılmasından, emeğin sınıf bilinciyle örgütlü hale gelmesinden ve elbette doğru bir entegrasyon politikasından geçiyor.

Milliyetçi şiddetin oyun alanına dönen bir ülkenin kaos girdabına hapsolacağı akıldan çıkarılmamalı. Türkiye’nin her meselede olduğu gibi bu meselede de solun aklına ve vicdanına ihtiyacı var. Aksi halde Kayseri Melikgazi’de, Antalya Serik’te yaşananlar süreklilik kazanır ve bu linç gösterisinin yarın hangi “makbul olmayanı” hedef alacağı belli olmaz.

                                                               /././

Giden Koca ve Özhaseki değil - Nurcan Bilge Gökdemir-

Özhaseki gitti yerine Kurum geldi, Koca gitti Memişoğlu geldi. Her biri Erdoğan’ın sureti olan bu isimler hiçbir şeyi değiştiremez, çünkü Tek Adam Rejimi’nde aslında giden Erdoğan yerine gelen yine Erdoğan.

31 Mart Yerel Seçimleri’nden sonra beklenen ve “oldu, olacak” denilen kabine değişikliğinin ilki gerçekleşti. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki gitti, yerlerine her boş koltuk için ismi gündeme gelen eski Bakan, İBB Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kurum ile İstanbul İl Sağlık Müdürü Kemal Memişoğlu geldi.

İki değişiklik Resmi Gazete’de yayımlandıktan, yeni bakanlar koltuklarına oturduktan sonra şimdi Ankara’da çok alışıldık bir oyun oynanıyor “Kabine toto”… Değişiklikler bununla sınırlı mı kalacak, kim gelecek, kim gidecek, değişiklik yapılacaksa ne zaman yapılacak? Değişiklikler genel merkez ve parti örgütünde de yaşanacak mı?

GİDECEKLERLE ‘BİTSE DE KURTULSAK’ÇILAR

Değişikliklerin bununla sınırlı kalmayacağı, yeri garanti görülen Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler dışında bazı bakanların diken üstünde olduğu konuşuluyor. Diken üstünde olanlar dışında “Bitse de kurtulsak” duygusunda olan bakanlar bulunduğu da kulislere yansıyan bilgiler arasında…

Ticaret Bakanı Ömer Bolat ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın isimleri bundan sonra değişmesi beklenen ilk isimler arasında sayılıyor. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın isimleri de konuşuluyor, özetle bir iki bakan dışında “kalıcı” denilen yok gibi…

İSİMLER ÖNEMLİ Mİ?

Bu kabine Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin ardından AKP’de aktif siyaset yapmayan ancak iktidarla uyumlu çalışacağı ölçüsüyle seçtiği sözde “teknokratlar”dan oluşan kabinelerin ikincisi.

Erdoğan’ın koltuğunu ancak ikinci turda kıl payı koruyabildiği 28 Mayıs 2023 seçimleri sonrası oluşturduğu kabine. Haziran 2023’te oluşan bu kabinede Erdoğan’ın dışında birincisinde de görev yapan sadece iki isim koltuğunu korumuştu: Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

Koca’nın görevini Kemal Memişoğlu’na devretmesiyle kabinede tek kıdemli bakan kaldı o da Mehmet Nuri Ersoy. Ki onun adı da değişebilecek bakanlar arasında anılıyor.

Tekrar 14-28 Mayıs seçim sürecine dönecek olursak Erdoğan, büyük güçlükle kazandıkları seçimin faturasını kabineye kesmiş, halkın desteğinin azalmasını önlemek için yeni bir sayfa açtığı izlenimi vermişti.

Bundan sonra 31 Mart Yerel Seçimleri’nde ikinci kez sandıkla karşı karşıya geldi ve ilk kez CHP’nin ardından ikinci parti konumuna düştü. Erdoğan yine en iyi bildiği senaryolardan birini sahneye koydu, faturayı kendisi dışındaki herkese kesmek…

Nisan başı itibarıyla hem parti yönetiminde ve parti örgütünde hem de yapılması beklenen değişiklikler yedi il başkanının görevden alınması ile başladı. Ardından da iki bakanla yollar ayrıldı. Özhaseki ve Koca gitti.

Her iki bakandan rahatsız olanlar olduğu gibi onların da rahatsızlıkları olduğu uzun zamandır biliniyordu. Özhaseki, Koca’dan farklı olarak siyasetin içinden gelen bir isim. AKP’nin önceli olan Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nden bu yana harekette değişiklik kademelerde görev alan  etkin isimlerden. Koca’nın AKP örgütünden gelen talepler dolayısıyla sorun yaşadığı, Özhaseki’nin AKP’nin her dönem yakın durduğu bazı kesimlerin ihale taleplerinde kolaylaştırıcı olmadığı, bu nedenle deprem konutu ihalelerinin aksadığı  gibi sayısız iddia kulislerde konuşuluyor. Bunlar Ankara kulislerinde genel kabul gören iddialar…

DEĞİŞİKLİKLER SÜRECEK

Bu bakanlara yenilerinin eklenmesi büyük ihtimal, genel merkezde, örgütte de değişiklikler yaşanacak. Erdoğan’ın kamuoyunu görüntüde de olsa ikna edebilecek isimler bulmakta güçlük çektiği biliniyor. Ancak zaten bu noktada kimin gelip kimin gittiği sadece filme heyecan katan sahneler. Filmin artık gizlenemeyen temel teması şu: Sistem artık iyice tıkandı, tek adam rejimi duvara dayandı, Türkiye sadece Erdoğan ve çevresindeki bir avuç bürokratın aklıyla yönetilebilecek bir ülke değil… Kimleri kurban ederse etsin, yerine kimleri getirirse getirsin Erdoğan da bu geminin artık yüzdürülemeyeceğinin farkında.

Erdoğan halkın desteğinin hızla azalmasında Başkanlık rejimine olan onayın azaldığını en iyi bilen olmasına karşın, vitrini düzenleyerek yoluna devam etmeye çalışacak, çünkü elinde başka bir araç da kalmadı. Ancak kabinedeki tüm isimlerin Erdoğan’ın birer sureti olduğu, tek başlarına inisiyatif kullanarak aldıkları tek bir karar olmadığı, yeni isimlerin tek başlarına temel sorunların çözümüne katkı sağlayamayacağı, bakanlıkların bizzat Erdoğan’ın Saray’da yuvalanan bürokratlarının kararlarıyla yönetildiği artık aşikâr. Mehmet Özhaseki gitti yerine Saray’ın sadık adamı Murat Kurum geldi, Fahrettin Koca gitti yerine Kemal Memişoğlu geldi. Özetle aslında giden Erdoğan, gidenin yerine gelen yine Erdoğan… Yönetim anlayışı aynı, siyaset tercihleri aynı…

                                                               /././

Akkuyu’nun üst düzey yöneticisi rüşvetten tutuklandı -Özgür Gürbüz-

Akdeniz’in el değmemiş koylarının ortasında yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı’nda bir skandal daha ortaya çıktı.

Tüm hisseleri Rusya’ya ait Akkuyu Nükleer A.Ş. adlı proje şirketinin Yönetim Kurulu Üyesi Gennady Sakharov, 28 Mart 2024 tarihinde Moskova’da rüşvet suçlamasıyla tutuklandı. Moskova’nın ilgili Bölge Mahkemesi, Telegram hesabından Sakharov’un parmaklıklar arkasındaki fotoğrafını paylaştı. Sakharov’un 15 yıla kadar ceza alabileceği söyleniyor.

Ne gariptir ki, Akkuyu Nükleer’in 12 Mart’ta yaptığı son genel kurul çağrısının bir maddesi de Sakharov’a ayrılmıştı. Gennady Sakharov’un Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa talebinin 29 Mart’ta yapılacak genel kurul toplantısının gündem maddelerinden biri olması kararlaştırılmıştı. Sakharov muhtemelen başına gelecekleri biliyordu ve istifaya zorlandı ya da gündeme kibarca “istifa etti” notu düşürüldü. Bir başka olasılık da Moskova’daki sürecin basına geç aksettirilmiş olması. Bu yazı hazırlanırken Akkuyu Nükleer’in sitesinde hâlâ Sakharov’un ismi Yönetim Kurulu üyesi sıfatıyla yer alıyordu. Ticaret sicil kayıtları da değişmemişti.                              ∗∗∗

Gennady Sakharov Akkuyu Yönetim Kurulu’nun beş üyesinden biriydi. Aynı zamanda Rusya’nın nükleer devi Rosatom Devlet Şirketi’nin sermaye yatırımları ve inşaatlardan sorumlu direktörüydü. Rosatom da bildiğiniz gibi Akkuyu Nükleer Santralı’nın sahibi, Rusya Federasyonu’na ait bir devlet şirketi.

Söz konusu suçlama rüşvet olunca elbette bunun Türkiye’ye uzayıp uzamadığı konusunda şüphelenmemiz gerekiyor. Tass Haber Ajansı, aynı suçlama kapsamında gözaltına alınan bir başka kişinin de ‘Elguji Kokosadze’ olduğunu belirtti. Kokosadze, Rusya’nın nükleer enerji alanında çalışan en büyük özel şirketlerinden biri olan Orgenergostroy’da Birinci Genel Müdür Yardımcısı idi. Sakharov’un Rosatom’un bir işiyle ilgili kontratı, Kokosadze’den rüşvet alarak Orgenergostroy şirketine verdiği iddia ediliyor. Bu şirket Rosatom’un daimi yüklenicisi diye biliniyor. Kokosadze’nin şirketinin üzerinde çalıştığı projeler arasında Akkuyu’nun da olduğunu belirtelim. Özetle söylersek meselenin Akkuyu’ya kadar uzanması mümkün.

∗∗∗

Nükleer enerji ve rüşvet konularının yan yana gelmesi kimseyi şaşırtmaz. 2000 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit hükümetinin iptal ettiği geçmiş projede de rüşvet söylentileri ayyuka çıkmıştı. Yukarıdaki rüşvet iddiası Akkuyu ile ilgili olmasa bile, nükleer endüstriyle ilgili. Dev ihalelerden, büyük paralardan söz ediyoruz. Konuşulan para miktarı büyüdükçe yolsuzluk olasılığı da o oranda artıyor.
Elimden geldiğince panel veya toplantılara katılıp, özellikle nükleer enerji konusunda bildiklerimi kamuoyuyla paylaşmaya çalışıyorum. Veriler, çevresel ve ekonomik değerler ışığında konuyu tartıştığımızda herkes nükleer santral ısrarının mantıklı bir açıklaması olmadığını görüyor. Sonra da bana şu soruyu soruyor: “Aynı elektriği güneş veya rüzgardan dört kat daha ucuza üretmek varken neden nükleer santralı tercih ediyorlar”. Ben de bu soruyu soranlara, “mantıklı bir açıklaması yok” diye yanıt veriyorum. Belki de ahlaklı bir açıklaması yoktur.

                                                                /././

'Sivas Elleri…' -Şükrü Aslan-

‘Sivas Ellerinde Sazım Çalınır’ diye başlayan türkü, Pir Sultan Abdal şiirinin, müziğe dökülmüş haliydi. Her yerde ama özellikle Alevi coğrafyada büyük ilgiyle dinlenen sözleri, Sivas’ın kahırlı öykülerinden birine gönderme yapıyordu. ‘Kul olayım kalem tutan eline, kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz’ diye başlıyor, ‘Münafıkın her dediği oluyor, gül benzimiz sararuban soluyor, gidi Mervan sad oluban gülüyor’ diye devam ederek, ‘Ey Hızır Paşa, hasret koydu bizi kavim kardaşa, Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz’ dizeleriyle bitiyordu. Bu türkünün sözleri sanki modern Hızır paşaların yarattığı tahribatların öyküsünü de anlatır gibi. Geleneğin içinden gelen ve türlü zulüm karşısında hayatta kalabilenleri memleketine ve ‘kavim kardaşa hasret bırakan’ türden.

∗∗∗

Şimdilerde ‘kavim kardaşa’ çok daha hasret Sivas, hemen her daim renklerin coğrafyasıydı. Sadece merkezinde değil, ilçelerinde de tüm inançlar ve dillerden izler bulmak mümkündü. Mesela Vital Cuinet’in yazılarından öğrendiğimize göre 19. yüzyılın sonunda Divriği ilçe ve köylerinde 24 bin 520 Sunni Müslüman, 12 bin 261 Alevi, 5 bin 385 Gregorian Ermeni, bin 796 Protestan Ermeni, 900 Katolik Ermeni ve 4 bin 45 Ortodoks Greek yaşıyordu. Kayıtlarda genellikle görünmeyen Aleviler Cuinet’in bu araştırmasında yer almıştı.

Gerçi Osmanlı devleti algısında Aleviler periferik bir gruptu ve görünmez kılınmışlardı ama kayıtlarında diğer ötekileri görmek mümkündü. Mesela Vilayet Salnamelerine göre 1907’de Sancak merkezinde 23 bin 167, Gürün’de 7 bin 581, Hafik’te 11 bin 308, Divriği’de 7 bin 725, Kangal’da 2 bin 488 ve Koçgiri’de 5 bin 283 Ermeni nüfus vardı. Yani daha 19. yüzyılda yayımlanan Sivas’ın ilk gazetelerinin Ermenilere ait olması tesadüfi değildi. Müslüman olmayan diğer kimlikler için de aynı durum geçerliydi. Mesela 1914’de Sivas merkezde 24 bin 540, Gürün’de 7 bin 788, Divriği’de 8 bin 354 Müslüman olmayan bir nüfus vardı. Cumhuriyetin 1927’de yaptığı ilk nüfus sayımında bile Ermenicenin en çok konuşulduğu ikinci şehir, İstanbul’dan sonra Sivas’tı.

Açık resmi verilere girmemiş olsa da il-ilçe merkezleri ve köylerin büyük bölümünde Alevi nüfus yoğundu ve şehir bu özelliği nedeniyle Alevi kimliği ile anılmıştı. Vaktiyle Osmanlı ve Safevi devletinin sınırlarında yer alması nedeniyle de Alevi-Sünni gerilimini her zaman en sert şekilde yaşamıştı. Bu gerilimin bir tarafında daima kendisini ‘Sünni Müslüman’ olarak tanımlayan devlet vardı ve bu ‘gelenek’ Cumhuriyet döneminde de devam etmişti. O kadar ki 1950’de çok partili seçime gidildiğinde bile, rejimi kuran CHP’nin 12 milletvekili adayından hiçbiri Alevi değildi. Oysa o seçimde Demokrat Parti milletvekillerinin ikisi Aleviydi. 1969 seçimlerinde Birlik Partisi aracılığıyla şehrin Alevi kimliği daha da belirgin hale gelmiş ve BP hem iki milletvekili çıkarmış, hem de il genelinde yüzde 16,7 oyla üçüncü parti olmuştu.

∗∗∗

Bugün izleri büyük ölçüde silinse de 1960’lı yıllarda Altıntabak, Alibaba ve Gökçebostan Sivas merkezin üç büyük mahallesiydi ve buralarda ağırlıklı olarak Aleviler yaşardı. Aleviler şehrin iktisadi-toplumsal hayatında da etkin konumdaydı. Fakat modern Hızır Paşalar Sivas’ın demografik yapısını ve dolayısıyla toplumsal dokusunu büyük bir adaletsizlikle tahrip etmeye devam etmişlerdi. Bu tahribatların sonucunda diğer renkler gibi Aleviler de adım adım Sivas’ı terk etmek zorunda bırakılmışlardı. 1973’de ölümünün ardından yapılan Aşık Veysel heykeli, kendi memleketinde değil de İstanbul, Gülhane Parkı’na konulmuştu. Özetle Alevilerin şehirde görünürlüğünü önlemek için dışlayıcı/tasfiyeci politika sürüp gitmişti. 3 Eylül 1978 Sivas’ta katliam girişimi de bu tahrip edici politika ve sürecin bir başka aracıydı.

Sivas, son darbeyi 1993 Madımak kırımıyla aldı. Bu kırımın en büyük sonucu Sivas’ı Alevi kimliğinden daha sert biçimde arındırmak oldu. Böylece Sivas, ötekilerin görünmediği bir şehir oldu. Madımak kırımını planlayanların arzuları da buydu belli ki. Şimdi kurak-çorak bir şehir olarak orada duruyor Sivas. Pir Sultan’dan başlayarak onlarca-yüzlerce Sivaslı ozanın türküleri duyulmuyor, şiirleri okunmuyor, sazları çalınmıyor ‘Sivas ellerinde’. Şehir yine var ama geleneksel ruhu artık yok ve toplumsal hafızası da orada değil, gökyüzünde inşa ediliyor. Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’da galası yapılan Madımak Hafıza Merkezi Projesi ile.

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder