Gökçe Akçelik (1977 - 2024) -Kaan Sezyum-
Geçen gün Türkiye için bir dönemin, bir neslin sesini kaybettik. Belki bilmezsiniz, belki daha önce duydunuz, belki de farkındasınız, Replikas grubunun değerli müzisyeni Gökçe Akçelik aramızdan genç bir yaşta ayrılmak zorunda kaldı. Ölümün zamansızlığı ve erkenliği yaşa, zamana ve mekana bakmıyor. Ölümün olduğu yerde her şey anlamsızlaşıyor, bir anlığına, sonra da çok uzun bir süreliğine donuyor… Üzülmekten ve memlekete sıkılmaktan çok daha kötü bir şey bu. Keşke her şey birden bitse, her şey yok olsa da bu acıya katlanmasak diyorsunuz ama acılar ancak sahiplenerek azalıyor. Hayatın anlamı ölümün olması, arada geçen şeyler ise sizin o kısa ve anlık yaşamınıza katabileceğiniz güzellikler. Başka bir şey de yok. Bir bakteriden, tavşana benzeyen bir buluttan ya da çok uzaktan geldikten sonra kıyıya vuran dalgalardan başka bir şey değiliz. Çok da anlamlandırmanın anlamı yok. Kendinizi tatmin için “öbür tarafa” da inanabilirsiniz tabii ama bu da sizi motive etmiyorsa yapacak bir şey yok. Organik hayatını tamamladıktan sonra öbür taraftan haber eden, arayan, mektup atan, çaldırıp kapatan da pek gözlemlenemedi henüz. Bari birileri el sallasa…
1990’lı yılların ortalarında, henüz üniversitelerinde okuyan bir takım İstanbullu gençler olarak, ortaokuldan ve liseden gelen alışkanlıklarımızla, hobilerimizle biz de müzik yapmaya, yazı yazmaya, bir yerlerde çalışmaya başlamıştık. O yıllarda da her şey çok güzel değildi. Terör, işkence, -şimdikilerin yanında günlük verilen rüşvet gibi kalan- yolsuzluklarla boğuşuyorduk. Fakat kazandığımız parayla, hem okuyor, hem ailemizden yardım almıyor, hem de kendimize enstrüman alabiliyorduk. Şimdiki gençler için inanılmaz bir durum olmalı… Neyse onu da şimdiki her şey çok iyi bilen genç z kuşağı düşünsün. Her şey bildiklerinden buna da bir cevapları vardır illa ki.
Böyle bir ortamda, sadece İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Antalya’da ve ülkenin çeşitli yerlerinde bir bataklıkta yeşeren bitkiler gibiydik. Herkes birbirini az çok tanırdı, yapılan müzikleri bilirdi. Replikas da o yılların en sıra dışı isimlerindendi. Nekropsi, Zen, Replikas, mor ve ötesi, Siddhartha gibi gruplar, o zamana kadar yapılmamış yeni bir şeyleri yapmaya, yaparken de öğrenmeye çalışıyordu. Bir yandan “kendi” müziğimizi bulmaya çalışıyor, bir yandan da “kendi” müziklerimizi tanıyorduk. Her gece İstiklal Caddesi, İmam Adnan Sokak’taki Leman Kültür’ün az yanındaki taş duvarlı ufacık bir mekan olan Peyote’deydik. Her gece birilerimiz çalar, birilerimiz izler, birilerimiz de katılırdı bu eğlenceye. Leman Kültür’de Cem Yılmaz sahne alıyor, yan tarafta yepyeni müzikler deneniyor, üniversite öğrencileri geceleri dışarıda yemek yiyebiliyordu. Şimdilerde tanesi 100 liranın üzerinde olan ıslak hamburgerlerden kaç tane yediğimizi bile hatırlamaz, midye dolma tezgahlarını kapatırdık. Nasıl bir ekonomik özgürlükmüş o. Oysa ki olması gerekendi ve oluyordu. Yeşeren her canlı, tohumdan fidana, fidandan ağaca, ağaçtan da ormana dönüştürüyordu ülkenin kısır, baskıcı ve çorak topraklarını. Gökçe’yi çok güzel bir badem ağacının kollarının altına, güneş tepedeyken bile serin esen güzel bir yere bıraktık. Bir dönem kapandı, hayallerimiz, gençliğimiz ve müziğimizden büyük bir parça koptu, gözyaşları döküldü, eski arkadaşlar artık dostlara dönmüştü. Çıkışta çocukluklarımızı da yanımıza alıp Kadıköy’de sevdiğimiz bir mekana gittik öğle vakti. Tekrar genç olmuşcasına boş midelerimize bu sefer eskisi kadar ucuz olmayan biraları döktük, birbirimize sarıldık, biraz daha ağladık ve kendimizi tekrar hatırladık.
Hayattan göçerken keşkelerimiz olmadan yaşamak isteriz hepimiz, o yüzden elimizde bugünümüz var, sevgimiz var, müziğimiz, harflerimiz, çizgilerimiz, renklerimiz var. Her şeye, her saçmalığa, her bilinçli kötülüğe ve adaletsizliğe karşı hayatta kalıp bir gün daha yaşamak ise en büyük hediye. Bu hayatı bizden çalanların ömründen alınsın, hayata hayat katanların ömürlerine katılsın. Güle güle Gökçe, yaşattığım ve yaşatacağın her şey için teşekkürler. Bir şekilde aramızda olmasan da dün, bir gün bile olsa da yine buluştuk, yine çok eğlendik, yine çok üzüldük, yine bir gün daha yaşadık dostlarla birlikte. Sıra bize de gelecek.
/././
Tekno-iyimserlik aşırıya mı kaçtı ?-Hayri Kozanoğlu-
Yapay zekânın insanlık için önemli gelişme potansiyeli içerdiği açık. Gelgelelim marifetleri henüz makro ekonomik verilere yansımadı. Hatta “çok harcama, az fayda” gibi ifadelerle kuşkular da uyandırıyor.
Teknolojinin insan yaşamını nasıl etkileyeceği konusunda tekno-iyimser ve tekno-kötümser diye iki ayrı pozisyon söz konusu. İyimserlere göre, dünya teknoloji öncülüğünde bir Rönesans yaşıyor, tüm sorunları çözmenin eşiğinde bulunuyoruz. Kötümserler ise, teknoloji şirketlerinin trilyon dolarlara dayanan piyasa değerlerine karşın büyüme, istihdam, gelir dağılımı gibi ölçütlerle ekonomik performansın iç açıcı olmadığına, gelişmelerin sade yurttaşın yaşam standartlarını istenilen ölçüde yukarı çekmediğine vurgu yapıyorlar.
Son dönemlerde özellikle yapay zekâ üzerinden iyimserlik eğiliminin baskın hale geldiğini gözlemliyoruz. Araştırmacı Evgeni Morozov bu pembe vizyonun, “İnternet-Merkezcilik”, “Siber-Ütopyacılık”, “Tekno-Çözümcülük” gibi terimlerle adlandırıldığını hatırlatıyor. Yeni döneme Panglosçu neoliberalizm denilebileceğini söylüyor. Bilindiği gibi Dr. Panglos Voltaire’in aşırı iyimserlik sembolü bir kahramanıdır. Girişim sermayesi kapitalistlerinden, teknoloji şirketi CEO’larına, startup kurucularına kadar teknoloji camiasınca pompalanan inanç, her şeyin iyiye gittiği, piyasa-çekişli teknoloji altyapılarının alternatifi olmadığıdır.
Serbest piyasanın dijital ekonominin örgütlenmesinde en etkin yol olduğu dogmasına karşı Morozov, Soğuk Savaş döneminde kamu kaynaklarıyla Silikon Vadisi’nin, DARPA adlı Savunma Bakanlığı’na bağlı kamu kurumunun, GPS diye kısalttığımız Küresel Pozisyonlama Sistemi’nin, entegre devrenin ve bilgisayar mouse’unun yaratıldığını vurguluyor.
YAPAY ZEKÂ VE 7 TEMEL SORUN
Morozov günümüzün gözde atılımı üretken yapay zekânın büyük şirketlerce geliştirilmesinin ortaya çıkardığı 7 temel soruna dikkat çekiyor:
Birincisi, üretken yapay zekânın yüksek harcama isteyen, buna karşı yüksek getirileri olan doğası Google, Mistral, Open Al, Anthropic gibi şirketlerin küçük farklarla aynı konuya odaklanmasını, kaynakları israf etmesini getiriyor. Halbuki veri ve modellerin merkezileştiği bir altyapı modeli daha iyi bir seçenek oluşturabilirdi.
İkincisi, yoğun rekabet, devasa miktar veri toplama zorunluluğu hisseden şirketler kaliteyi düşürmeye başlıyor, Google Al’ın “sağlık için kaya yiyin”, “pizzanın üzerine zamk dökün” gibi saçma önerilerde bulunmasına yol açabiliyor.
Üçüncüsü, kullanılan orijinal içeriğin sahibi yazarlar, gazeteciler, sanatçılar bu emeklerinin karşılığını alamazken, onların yaratıcı emekleri şirketler için kar üretiyor.
Dördüncüsü, yapay zekâ araştırmalarının yatırımcıların çıkarlarının ötesinde hangi hedefe varmak istediklerini bilemiyoruz. Diğer şirketlere, hükümetlere ve silahlı kuvvetlere ürünlerini satarak azami kar elde etme motivasyonu taşımaları, deneysel ve yenilikçi doğrultuda ilerleyeceklerinin teminatını oluşturmuyor.
Beşincisi, üretken yapay zekâ hizmetlerinin şeffaf olmamasına ilişkindir. Bazı hizmetlerin ücretsiz sunulması “Silikon Vadisi’nin paralel refah devleti” olarak da adlandırılıyor. Ancak tüm bu hoşluklar platformların yaygınlaşması ve pazar payını artırması içindir. Yapılan faaliyetlerin sürdürülebilirliğine ilişkin tam bir sis perdesi söz konusudur.
Altıncısı, bu teknolojilerin ABD’de yoğunlaşması zaten teknolojik olarak az gelişmiş Küresel Güney’in bağımlılığını derinleştirir. Çin’in dışında Silikon Vadisi’yle ve onun Avrupalı müttefikleriyle rekabet edecek başka bir güç görünmüyor.
Yedincisi, bu sistemlerin istikrar ve tahmin edilebilirliği öncelemesi, yenilik ve çeşitliliği göz ardı etme tehlikesidir. (Evgeni Morozov, Can Al Break of Panglossian Neoliberalism? bostonreview.net)
Aslında tüm bu yapay zekâ tartışmasının özetini, gazetemiz yazarı Yiğit Özgenç’in “Bu teknoloji, kimin elinde olduğu ve nasıl kullanıldığına bağlı olarak, ya toplumsal refahı güçlendirebilir ya da var olan eşitsizlikleri pekiştirebilir” cümlelerinde de bulmak olanaklı.
ÇOK HARCAMA, AZ FAYDA
Yapay zekânın insanlık için önemli gelişme potansiyeli içerdiği yadsınamaz. Gelgelelim marifetleri henüz makro ekonomik verilere yansımış değil. Hatta “çok harcama, az fayda” gibi ifadelerle kuşkular da uyandırmaya başladı. ABD yatırım bankası Goldman Sachs’ın Top of Mind adlı yayınında “…üretici yapay zekânın veri merkezleri, yongalar, enerji şebekeleri ve yapay zekâ altyapısı dahil önümüzdeki yıllarda tam 1 trilyon dolar sermaye yatırımı gerektireceği” bildiriliyor.
Bu yatırımların büyüme ve verimlilik istatistiklerine yansıması konusunda MIT’den Daron Acemoğlu’nun görüşlerine başvuruluyor. Acemoğlu, yapay zekânın kullanılabileceği işlerin sadece dörtte birinde önümüzdeki on yılda maliyelerin düşeceği, bunun tüm işlerin yüzde 5’inden azını etkileyeceği görüşünde. Acemoğlu yapay zekânın yeni işler ve ürünler yaratacağı varsayımının da “bir doğa kanunu” gibi peşinen kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyor. Bu çerçevede önümüzdeki on yılda toplamda üretkenliğin sadece yüzde 0.5 ve büyümenin yüzde 0.9 artacağını tahmin ediyor.
Goldman Sachs’ın kıdemli ekonomisti Joseph Briggs’e göre ise daha iyimser bir senaryo beklemek gerekiyor. Yapay zekânın tüm işlerin dörtte birinin otomasyona geçmesini sağlaması, ABD’de üretkenliği on yılda yüzde 9, GSYH’yı ise yüzde 6.1 artırması olanaklı görünüyor.
DİJİTAL EKONOMİ VE KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
Dijital ekonominin gelişiminin küresel iklim değişikliğini nasıl etkilediğinin araştırılması da büyük önem taşıyor. Teknolojik atılımların çevresel maliyetlerini küçümsememek gerekiyor. Birleşmiş Milletlere bağlı Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) geçenlerde yayımladığı 2024 Dijital Ekonomi Raporu’nda işte bu konuya eğiliyor.
Dijital ekonomi küresel iklim değişikliğini başlıca dört kanaldan etkiliyor:
1) Dijital ekonomi küresel sera gazlarının yüzde 1.5 ila yüzde 3.2’sinden sorumlu. 2022’de veri merkezleri 460 terawatt-saat elektrik tükettiler. Bu 42 milyon ABD hanesinde tüketilen enerjiye eşit. Sözü edilen rakamın 2026’da ikiye katlanması bekleniyor.
Yapay zekâ ve kripto para madenciliği teknolojilerinin yükselişi enerji tüketimini belirgin biçimde artırdı. Örneğin, Bitcoin madenciliğinin enerji tüketimi 2015 ve 2023 arasında 34 kat artarak 121 terawatt-saate yükseldi. Bir karşılaştırma açısından Belçika ve Finlandiya’nın bir yılda 90 terawatın altında enerji tükettiğini söyleyebiliriz.
2) Dijital kaynaklı atıklar 2010 ile 2022 arasında yüzde 30 artışla küresel ölçekte 10.5 milyon tona yükseldi. Dijital atık yönetimi yeterince gelişmediği için bu kirlilik çevre için çok olumsuz etkiler yaratıyor.
3) Bugün dijital ekonomi açısından çok hayati önem taşıyan nadir mineraller büyük ölçüde gelişmekte olan ülkeler (GOÜ) tarafından üretiliyor. Bu minerallerde elektronik tüketim malları, elektrikli araç bataryaları ve yenilenebilir enerji depolaması kaynaklı olarak 2050 yılına kadar talebin yüzde 500 artacağı tahmin ediliyor. Bu durum söz konusu kaynaklara sahip GOÜ’ler için haliyle kalkınma fırsatı yaratıyor. Ancak istenen sonuca çıkardıkları minerallerin katma değerini yükseltebilmeleri, sonuçlarını etkin biçimde değerlendirebilmeleri, değer zincirlerinde farklılaşmaya gidebilmeleri ve diğer sektörlerde sıçrama sağlayabilmeleri halinde ulaşabilirler. Böyle bir kalkınma perspektifi, sürdürülebilir ve kapsayıcı dijitalleşmeye doğru stratejik bir atılımla başarılabilir. Yüz güldürücü bir sonuca ulaşmak atık miktarını azaltmak, çevresel etkileri göz önüne almak ve ham madde kullanımında etkinliği artırmak ile mümkün olur.
4) Su tüketimi de dijital ekonominin işlemesi için yaşamsal bir unsurdur. ABD’de veri merkezlerinin beşte bir yararlandıkları su havzalarının potansiyelini zorluyor. 2022’de Google’ın veri merkezleri ve ofisleri 21.2 milyon metreküp, Microsoft ise 6.4 milyon su tüketmiş. Ayrıca Google’ın Uruguay’da kurmayı planladığı veri merkezine ciddi tepkiler yükseltildi. Çünkü ülke 74 yılın en kötü kuraklığını yaşıyordu ve 3.5 milyon insan içme suyundan yoksun kalmıştı. Microsoft’un GPT-3 eğitimi için ABD’deki veri merkezleri de 700 bin litre temiz içme suyu tüketmişti.
ÇEVRESEL ETKİLER HER AŞAMADA GÖRÜLÜYOR
Bilgi ve iletişim teknolojilerinin doğrudan çevresel etkileri üretim aşamasından (hammaddenin çıkarılması ve işlenmesi, imalatı ve dağıtımı) başlar, kullanım aşamasına ve kullanım sonu atık noktasına kadar uzanır.
Ayrıca dijital teknoloji ve hizmetlerin kullanımının dolaylı etkileri de bulunur. Örneğin dijital teknolojiler enerji etkinliğini artırabilir ve tüm sektörlerin talebini aşağı çekebilir. Dijital teknolojiler taşımacılık, inşaat, tarım ve enerji sektörlerinde sera gazı salımlarını düşürebilir. Bu potansiyel kazanımlar dijitalleşmenin mal ve hizmet tüketimini körüklemesi nedeniyle azalabilir veya dengelenebilir, bu da çevreye olumsuz etki yapar.
Dijital ekonomi ile ilgili politikalar geliştirirken tüm bu etmenlerin göz önüne alınması büyük önem taşıyor.
/././
‘Çin mucizesi’: Sosyalizmin bir ürünü?-Hüseyin Aygün-
Açılışı ile yankılar yaratan, sporcuların, takımların yeteneklerini, dev şirketlerin ise sponsorluk ve ürünlerin sergilediği, yoksul ve zengin ülkeler ayrımının iyice gözle görülür hale geldiği bir yaz olimpiyatları daha sona erdi.
Dünya ulusları arasında iki bin sekiz yüz yıllık bir tarihi olan bu kadim yarışmaların lideri, ekonomide Amerika’yı geçen ve altın ve gümüşleri en fazla toplayan Çin oldu.
Çin bir süredir ABD-NATO ve AB ile karşı kutbu oluşturan dünyanın da lideri. Öyle ki, bu kutuplar arasında, vergi düzenlemeleri, ambargolar, boykotlarla süren amansız “ekonomik savaş”ın -Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası- gitgide bir “dünya savaşı”na dönüşebileceği konuşuluyor.
Nasıl konuşulmasın: Ukrayna daha dün Rusya’daki Zaporijya Nükleer Güç Santrali’ni vurdu. Dünya soluğunu tutmuş, bir yandan havaya radyasyon yayılıp yayılmadığını soruyor, bir yandan da, “İkinci Çernobil”i hatırlıyor ve Rusya/Ukrayna’dan gelebilecek “yeni felaket haberleri”nden korkuyor.
Günümüzde Çin’in meziyetleri pek benzersizdir: “Dünyanın en büyük ihracatçısı”, “ikinci en büyük ithalatçı”, “en çok yabancı sermaye çeken iki ülkeden biri”, “en büyük döviz rezervlerine sahip ülke.” Bitmedi: “En büyük araba üreticisi ve pazarı”, “en büyük televizyon üreticisi ve pazarı”, “en büyük demir-çelik üreticisi ve pazarı”, “en çok internet kullanıcısı ülke”, “en büyük elektronik ticaret hacmine sahip ülkesi.”
Çin başta üretim ve pazar büyüklüğünde genellikle dünya birincisi, istisnai hallerde ikincidir.
∗∗∗
Çin’in artık bir kaynak sorunu yok -tüm büyük güçler gibi- o ürettiğini satma sorunu yaşıyor, pazar bulma ve yayılma onun başlıca sorunu. Böyle olunca pazarların paylaşımı uğruna rekabet ve bu rekabetin askeri biçimlerde bir paylaşıma dönüşmesi riski var –Buna dünya savaşı diyorlar-. Çünkü egemen güç olan ABD epeydir –en azından dünya pazarlarında- “Çin ateşi” altında. Çin bunu biliyor, adımlarını öyle atıyor. Kuzey Çin Denizi’nde ve başka alanlarda sıkça –ve değişen partnerlerle- icra edilen “tatbikatlar”ın sebebi de işte bu ekonomik güç -ve “dünyanın yeniden paylaşılması”- eğilimi. (Fatih Oktay, Çin, İş Bankası Yayınları, s. 5, 2017, İstanbul).
1979’da çiftçilerden müteşekkil bir ulus, zamanla, “sanayi işçileri ulusu”na ve bu son iki on yılda, “mühendisler ulusu”na dönüştü. Muazzam bir disiplin, “emek örgütlenmesi”, “devletçi ekonominin mirası bir makro ekonomi” derken, ortaya çıkan tablo hakiki bir mucizeydi: “Kişi başına GSYH’si tam 30 kat arttı”, “yılda dünyaya 1 trilyon dolar borç veren ülke”, “bir ortalama işçi ailesine 9 bin dolara elektrikli bir araç verme imkânı”, “50 işçinin çalıştığı bir fabrikada günde 2400 tane 5G baz istasyonu üretimi.” Bitmedi. “Askeri sınai kompleks”te de benzersiz bir üretim yoğunlaşması var: “Canının istediği kadar” gemi vuran füze yapıyor, bir ABD destroyeri 100 füze önleyici taşıyabilirken, Çin’in anakaradan fırlatabileceği füzelerin ise bir sınırı yok (David P. Goldman, Asia Times, 22.7.2024).
∗∗∗
1980’li yıllarda Türkiye ekonomisi ile karşılaştırılabilir büyüklükte olan Çin ekonomisi, nasıl oldu da bir yirmi-otuz yıl sonra dünya ekonomisinin birinci gücü haline geldi? Muazzam insan potansiyeli, üretici güçlerin olağanüstü yoğunlaşması ve –düşük ve ağır koşullarda olsa da- emeğin seferberliğiyle açıklanabilecek bir “mucize” bu, ve hiç kuşkusuz “devlet kapitalizmi” biçiminde de olsa bu, “sosyalizmin hanesi”ne yazılabilir.
Rusya’nın yanı sıra, Mao’nun geri bir köylü ülkesinde başardığı tarıma dayalı sosyalist devrim, 21. yüzyıl başında -sosyalist ilkelerden epeyce taviz verse de-, yaklaşık yarım yüzyıllık bu deneyim, ekonomide, sanayide, icatlarda ve son olarak olimpiyatlarda hâlâ büyük bir başarıyı temsil ediyor.
Sosyalizm yenildiği yerde dahi güçlüdür, günceldir. İnsanlık eninde sonunda kamucu ekonomi yolunu tutacak, bir kişinin milyarlarca insandan daha fazla servete sahip olduğu bu eşitsiz düzeni aşmayı başaracaktır.
/././
Şehirler ve tayyareler -Şükrü Aslan
Türkiye ilk Tayyare Cemiyeti’ni kurduğunda, şehirleri henüz tayyarelerle tanışmış değildi. Ama ‘ulusal’ tahayyüllere uygun tayyare ağları kurmak için ilk somut adımlar atılmıştı. Bu arayışın ürünü olarak bir Tayyare Makinist Okulu 1926’da İstanbul Yeşilköy’de kurulmuş, ilk mezunlarını 1927’de vermişti. Bugün Havacılık Müzesi’nin Yeşilköy’de olması da bu tarihsel geçmişle ilgiliydi. Tayyare Mektebi, 1930 yılında Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanacak ve Eskişehir’e taşınacaktı.
Türkiye şehirlerinin tayyaretayylerle tanışması büyük ölçüde milliyetçi tahayyüle uygun biçimde gerçekleşmişti. Tayyare Mektebi mezunlarına göre bazı şehirler 40 bin TL teberrüde bulunup hem tayyare üretim sürecine katkıda bulunuyorlardı hem de bu vesileyle kendi şehirlerinin isimlerini verdikleri tayyarelerle bir tür ‘teknolojik bayram’ yapıyorlardı. Kastamonu, İzmir, Kayseri, Eskişehir bu şehirler arasındaydı. Mesela Kastamonu’ya ilk tayyare geldiğinde, şehir ulusal bayraklarla donatılmış ve geniş bir kalabalık, uçağı görmek için sıraya girmişti. Keza kurbanlar kesilmiş ve şehrin ileri gelenleri ateşli milliyetçi konuşmalar yapmışlardı. Ayrıca tayyarelerle tanışma günleri özellikle ulusal bayramlara denk getiriliyordu. Kastamonu’da bu tören 30 Ağustos 1931 Zafer Bayramı’nda yapılmış, pilotlara kıymetli hediyeler verilmişti.
∗∗∗
Fakat bazı şehirlerin tayyarelerle tanışma biçimi bu kadar memnuniyet verici bir iklim içinde gerçekleşmemişti. Mesela Ağrı, 1930’da yukarıdan atılan bombalar vesilesiyle tayyarelerle tanışmıştı. Pilot Refik Ali Akyol’un anlattığına göre, 7 Eylül 1930 tarihinde dokuz adet Brege uçağı ‘tek bir canlı bırakmamak şartı ile’ 50 kiloluk bombalarla Ağrı dağı eteklerinde köyleri bombalamıştı. Belgelere göre bu coğrafyaya atılan bombalar, o yıllarda İstanbul Haliç’te, Şakir Zümre’nin yönettiği bir fabrikada üretiliyordu.
Erzincan’ın tayyarelerle tanışması da idari olarak o yıllarda Erzincan’a bağlı olan Pülümür’ün bazı köylerini 1930’da bombalama girişimiyle gerçekleşmişti. Bombaları atanların anlatılarına göre, ‘orada dolaştığı varsayılan eşkıyalara karadan ulaşmak zor olduğu’ için kısa yol seçilmiş altı köy yoğun şekilde bombalanmıştı. Bombalamayı yapanlar, Ağrı’daki işleri bittiğinde Erzincan’a gelmiş ve burada 45 gün kalarak ‘büyük ulusal’ bir ilgi görmüşlerdi.
Bazı şehirlerin tayyarelerle tanışması da biraz zorunlulukların veya tesadüflerin bir ürünüydü. Diyarbakır bunların bir örneğiydi. Uçaklardan birisi arıza yapınca Çermik ilçesi yakınlarında bir köy arazisine zorunlu iniş yapmış, ‘başka bir dil konuşan yerlilerden’ korkan tayyareciler, köylülerin ‘Elhamdülillah Müslümanız’ demesiyle rahatlamışlardı. On beş gün zorunlu olarak bu köyde kalan görevliler, köylülerin çok desteğini görmüş ve ayrıldıkları şehrin valisinden, bu köylülerin ‘hiç değilse yol mükellefiyetinden muaf tutulmalarını’ rica etmişlerdi. O yıllar 18 yaşına gelmiş erkek her vatandaş, yılda on gün devletin gösterdiği bir yol işinde ücretsiz çalışmak zorundaydı ve bu ağır bir yükümlülüktü.
∗∗∗
Dersim’in tayyarelerle tanışması ise 30 Nisan 1937’de Eskişehir’den önce Kayseri’ye, oradan da Elazığ’a gelen on uçaklık filonun Dersim’e varmasıyla mümkün olmuştu. Sabiha Gökçen de bu ekipteydi. Ekibin diğer üyeleri Elazığ’da, muhacirler için yapılan evlerde konaklarken Sabiha Gökçen, Vali Abdullah Alpdoğan’ın evinde ağırlanmıştı. Düzenli aralıklarla Dersim’i bombalayan bu ekip bölgede 105 gün kalmıştı. Pilot Refik Ali Akyol’un aktardığına göre o günlerin birinde açılan ateşle Sabiha Gökçen’in uçağı vurulmuş, rasıdı yaralanmış ve uçak bir tarlaya zorunlu iniş yapmıştı. Havacılık Müzesinde yer alan bilgilere göre, Sabiha Gökçen Dersim’i bombalaması nedeniyle ‘Dünyanın ilk kadın savaş pilotu’ olarak ilan edilmişti.
Özetle Türkiye şehirlerinin bir bölümü ‘milliyetçi’ gösterileri, bir bölümü de kitlesel kıyımları deneyimleyerek tayyareleri tanımışlardı. O tayyareleri kullananlar artık hayatta değiller, çok büyük bölümü Amerika’dan satın alınan uçaklar ise birer ‘ulusal kahramanlık’ kanıtı olarak müzelerde sergileniyor. Ama bütün hikâyelerinden muaf ve adeta hafızası silinmiş olarak.
/././
CHP’nin başkan adayı ve İmamoğlu sonrası -Yaşar Aydın-
Domates, kayısı, fıstık ve çay üreticileri isyan noktasına geldi. Traktörlerle yolları kesip, topladıkları ürünleri ateşe verir hale geldiler. İşçiler, fabrikaların önünde kurdukları çadırlarda direniyor. Yolsuzluk ve adam kayırma haberlerinden 10 gazete çıkar. İsrafın yanı sıra ihale şampiyonu yandaş şirketlere verilen milyarlar konuşulmuyor. Konu çalışan emekliler olunca, gündeme bile alınmıyor.
Tüm bunların yanında, içeride çaresiz, dışarıda çaresi tükenmiş bir iktidar var. Peki, ülkenin gündeminde ne var, muhalefet adına ne konuşuluyor? İşte burası can sıkıcı.
GERİ DÖNSELER NE FAYDA
Muhalefetle ilgili en ateşli konulardan biri, Gelecek ve İYİ Parti'den AKP'ye geçecek vekil sayısı. Katılım olacak, ama sayı belli değil. Mesele öyle bir noktaya geldi ki, Gelecek Partili yetkililer, "Geçersek genel başkanımızla geçeriz" açıklaması yapabiliyor. Yani sol, sosyal demokrat seçmenin oyuyla milletvekili seçilen birileri, çok rahatlıkla "Eski yuvama dönerim" diyebiliyor. Günlerce "6'lı Masa", "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem" diye milyonlarca insanı uyuttuklarını kabul ediyorlar, ama utanmıyorlar.
Açık ki bitmiş tükenmiş iktidar, Akşener ve Davutoğlu desteği ile bir kez daha ayağa kaldırılabilir mi diye hesap yapılıyor. AKP'nin kuruluş yıldönümünde hazırlıkların olduğu ve sürprizlerin yaşanabileceği bilgisi basına sızdırılıyor. AKP'nin gücü yetmedi, MHP, BBP, Hüda Par, Yeniden Refah imdada koştu. Onların soluğu yetmeyince de devreye Gelecek ve İYİ Parti girecek gibi görünüyor. Gül de katılsa tam olur aslında.
CHP’NİN MAKUS TALİHİ
2019 yerel seçimleri, AKP için hezimetin başlangıcı, CHP için ise iktidar olma şansı anlamına geliyordu. AKP'nin yıpranmışlığına, derinleşen ekonomik krizin katkısı, muhalefetin önündeki son engeli de temizlemiş görünüyordu. Ancak hiç de öyle olmadı. Erdoğan cepheyi genişletirken, Millet İttifakı'nda gedikler açtı ve bir kez daha o koltuğa oturdu.
31 Mart 2024 seçimleri, CHP'ye yeni belediyeler kazandırmanın yanı sıra birinci parti olma şansı verdi. Üstelik ekonomik kriz çok daha derinleşti ve kalıcı hale geldi. Bu koşullarda, normal bir ülkede muhalefetin var gücüyle iktidarın surlarına yüklenmesi ve onu yerle bir etmek için tüm gücünü kullanması beklenir. Her gün, her noktada devam eden itirazlara eşlik eden, cesaretlendiren ve gündemi o noktaya sıkıştıran bir muhalefet performansı doğal bir beklentiye dönüşmeli.
Ancak bu alanda da öyle olmadı. Günlerce konuşulan konuya bakalım:
CHP'nin cumhurbaşkanı adayı kim olacak? Konuyla ilgili anketler başladı. Sanki 2020 yılının kamuoyu şirketlerinin verilerine bakıyoruz. Tek fark Kılıçdaroğlu'nun yerine Özel'in gelmesi. Birbirine yakın üç adayın amansız yarışı var.
İmamoğlu sonrası İBB'nin durumu ne olacak? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanı adayı yapmak isteyenler, bir de onun adaylığı ve sonrasında kimin belediye başkanı olacağını tartışmaya başladı. İsimler havada uçuşuyor. Tekrar etmekte fayda var ki bu arada memleket yangın yeri.
İŞİN ARKASINDAKİLER
Muhalefet partileriyle ilgili bu tartışmaların Erdoğan'ın işine yaradığı çok açık. Ancak bu işin arkasında iktidar var demek gerçeği saklamak olur. Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla CHP ve ona yakın medyada bu tartışmaların tarafları var ve bu konuyu köpürtüyorlar. Açık söylemek gerekirse, "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" atasözü bu konuda yerli yerinde duruyor.
Enflasyon ve ekonomik krizin iktidarı ciddi bir şekilde yıprattığını ve durumun artık geri dönülmez olduğunu düşünen bir kesim, şimdiden ilk seçim sonuçlarına göre pozisyon alıyor. Bu saflaşmanın medyayla sınırlı olduğunu söylemek doğru değil. Muhalefetin içine sinmiş ve artık politika yapma tarzına dönüşmüş bir durumdan bahsediyoruz. Memleketin gerçek sorunlarıyla yüzleşmekten çekinen, oradaki değişim talebinin kendi bahçelerine kadar girmesinden endişe eden ve sürecin kendiliğinden "mutlu sonla" bitmesini bekleyen bir muhalefet fotoğrafıyla karşı karşıyayız.
ERDOĞAN YİNE YENER, BEREKET Kİ HALK VAR
"Boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yok" sözü ne çok konuşuldu değil mi? Bu memlekete yaşatmadığı acı kalmayan Demirel'e ait bu söz, muhalefetin başucuna asıldı. Halkın yakıcı taleplerine sahip çıkan, onu örgütleyen bir muhalefetin yenemeyeceği iktidar yok. Ancak Türkiye'de siyasetin sadece halkın istekleri doğrultusunda şekillenmediğini burada anlatmak zorundayız.
Gündemin belirlendiği, halkın manipüle edildiği, uluslararası güçlerin elinin sandıkta olduğu seçim süreçleri, çok da yabancısı olmadığımız konular. Açık ki muhalefet güçleri bu anlayış ve tempoyla yol yürümeye devam ederlerse, bir kez daha Erdoğan ya da onların belirlediği bir adaya seçim kaybedecekler. Belki acı gelecek, ama Erdoğan bu muhalefet anlayışı sürdükçe, ömrü yettiği müddetçe girdiği he seçimden galip çıkar. Bereket ki halkın feraseti ve bilinci, Meclis içinde kümelenmiş muhalefetin çok daha ilerisinde. Yaptığı uyarılar, verdiği tepkiler her kesimi kendine getirecek cinsten.
Gelelim başlıktaki sorunun yanıtına. Adayın kim olacağını ya da İmamoğlu'nun yerine kimin geçeceğini bilmiyorum. Ama bu tartışma böyle devam ettiği sürece, adı geçen her ismin sadece aday olarak kalacağından emin olabilirsiniz.
/././
Birgün - GÜNDEM
Üsküdar Belediyesi’nden AKP’li eski başkan hakkında suç duyurusu: Vurgun yapılmış!
CHP’li Üsküdar Belediyesi, önceki Belediye Başkanı AKP’li Hilmi Türkmen hakkında “Birden çok kez görevi kötüye kullanmak” ve “Edimin ifasına fesat karıştırma” suçlarından soruşturma açılmasını talep ederek suç duyurusunda bulundu (https://www.birgun.net/haber/uskudar-belediyesinden-akpli-eski-baskan-hakkinda-suc-duyurusu-vurgun-yapilmis-551980)
AKP’li belediyeden Diyanet seferberliği -Mustafa Bildircin-
2024 yılına 91,8 milyar TL bütçe ile başlayan, ocak-haziran döneminde ise 46,7 milyar TL harcayan Diyanet’in Kuran kursları için kamu kaynakları seferber edildi. AKP’li Hacı Mustafa Palancıoğlu idaresindeki Kayseri Melikgazi Belediyesi, kaynakları ile Kuran kursu inşa etmek için kolları sıvadı.(https://www.birgun.net/haber/akpli-belediyeden-diyanet-seferberligi-551937)
***
Alışveriş kartı da bitti: Afetzedeye ‘esen’lik yok! -İlayda Kaya-
Maraş merkezli depremlerin ardından yurttaşların konut sorunu çözülmediği gibi büyük bir coşkuyla duyurulan yardımlar da sessiz sedasız kesiliyor. Kira yardımının ardından şimdi de Esen Kartlar yatırılmıyor.(https://www.birgun.net/haber/alisveris-karti-da-bitti-afetzedeye-esenlik-yok-551935)
Samandağ’da hak gasbına karşı yürütülen mücadele zaferle sonuçlandı: Rezerv alan kararı iptal edildi -İlayda Kaya-
Kahramanmaraş merkezli depremlerle yıkılan kentlerde rezerv alan tartışmaları giderek büyürken Hatay’da konuya ilişkin yeni bir gelişme yaşandı. Hatay’ın Samandağ ilçesinde depremzedelerin yaklaşık 1 yıldır verdiği mücadele kazanımla sonuçlandı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ilçeye ilişkin rezerv alan uygulamasını iptal ettiğini duyurdu. Bakanlığın kararında şu ifadeler yer aldı: "Hatay ili, Samandağ İlçesi, Atatürk Mahallesi sınırları içerisinde yer alan ve ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları verilen yaklaşık 1,60 hektar büyüklüğe sahip alanda, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanlar Hakkında Kanun’un 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında Bakanlık Makamı’nın 23.08.2023 tarih ve 7213599 Olur’u ile tesis edilen “Rezerv Yapı Alanı” belirlenmesine yönelik işlem, alan içerisinde taşınmazı bulunan maliklerin “yerinde dönüşüm” esasına dayalı olarak uygulama yapılabilmesine olanak sağlanması talebiyle yapılan yazılı ve sözlü başvuruları göz önünde bulundurularak Bakanlık Makamı’nın 29.07.2024 tarih ve 75585 sayılı Olur’u ile iptal edilmiştir."
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder