7 Ağustos 2024 Çarşamba

İngiltere, Irkçılık, Musk + Aşırı tuhaf zamanlar - soL

 İngiltere, Irkçılık, Musk -Cansu Oba-

Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.

İngiltere göçmenleri hedef alan ırkçı saldırılarla gündemimize düştü. İktidara geleli henüz birkaç hafta olmuş İşçi Partisi’nin, iktidarda kalma sınavı olarak da görülen bu erken dönemde yaşananlara verdiği ilk reflekslerden süreci yönetmekte zorlandığı anlaşılıyor. 

Katledilen üç çocuğun failinin göçmen olduğu bilgisiyle harekete geçen faşist bir güruhu “katil müslüman değildi” diyerek kontrol altında tutmaya çalışmalarını başka neyle açıklanabilir ki? Bu kitleyi katilin Ruanda asıllı ama Galler doğumlu olduğu üzerinden ikna edeceklerini veya sakinleştireceklerini mi düşünüyorlardı gerçekten?

Tarihsel ve güncel misyonu ile ismi arasında paralellik bulunmayan İşçi Partisi’nin yaklaşımında  acz olup olmadığını bir kenara bırakalım. Mesele bizim açımızdan insanlık suçuna konu oluşturan bir eylemin, katilin göçmen olmadığı savunusuyla göğüslenmeye çalışılması.

Irkçı bir topluluğun hareket dinamiklerinin yalnızca rasyonel temellere dayanmadığı en az bizimki kadar burjuvazinin de kolektif belleğinde yer alıyor. Konunun kitle psikolojisiyle ilgili boyutu üzerinde durmak bir tercih olabilir. Ama fotoğrafın bütününü anlamakta yetersiz kalır. Nitekim benzer bir olay henüz birkaç hafta önce ülkemizde yaşandığında, ağırlıkla Birikim yazarlarının kitle davranışı ve linç kültürü üzerine sosyolojik analizlerinin dolaşıma girmesi meseleyi anlamayı ve sağlıklı bir yanıt geliştirmeyi kolaylaştırmadı. Sermaye sınıfının ihtiyaçlarının göçmen sorununu getirdiği boyut, faşist hareketlerin yönlendirilme dinamikleri, dış politika başta olmak üzere sorunun çok boyutlu siyasi neden ve sonuçları anlamaya ve açıklamaya yetmedi.

Aslında mesele eşitsizliklerin nasıl meşrulaştırıldığı ile ilişkili. İngiltere’deki saldırılar ırkçı ideolojinin mantıki sonucuna bir örnek. Bir kez etnik farklılıkların toplumsal eşitsizlikler için meşru bir kriter olduğu kabullenilince, bunun üzerinde yükselen saldırganlığı kazanılmış haklar, vatandaşlık bağı, ortak tarih gibi gerekçelerle baskılamaya çalışmanın bir sınırı var.

Kaldı ki öyle olmasa ne fark eder? Çağdaş Gökbel dün soL’daki köşesinde “yakalanan şahıs müslüman olsaydı ne olurdu” diye sorarak “medeniyetin beşiğinde” yaşanan çürüme ve çöküntüyü işaret etmekte çok haklı.

Bu açıdan bizdeki kadrolu faşistlerin yaptığı millet tanımlarının bir yerden sonra gerçek hayatta  bir karşılığının olmadığı bilinmeli. Türkçe konuşan siyah yurttaşlar ırkçı siyasetçiler tarafından bir sempati unsuru olarak sosyal medya malzemesi edilebilir ancak iş ciddiye bindiğinde ırkçı bir ayaklanmayı frenleyebilecek olan bu halkla ilişkiler unsurları olmayacak.

Türkiye’de de İngiltere’de de kendiliğinden olamayacak kadar örgütlü faşist unsurlarla ilişkili olduğu anlaşılan ve bir noktadan sonra kontrolden çıkma eğilimi gösteren bu eylemliliklerde kitlenin önüne geçip önce hedef aldıkları kişilerin kimlik kartlarını sormaları ya da dil bilgilerini teste tabi tutmaları mı istenecek? Peki ya testten geçemezlerse? O zaman öfkelerini doğru yere yönlendirdikleri mi varsayılacak?

Irkçılıkla pazarlık olmaz.

İngiltere’deki hükümetin buradan ne ders çıkaracağını göreceğiz. Ancak bu akıl dışı tablonun yalnızca yönetilmesindeki zorluklara odaklanarak iktidar açısından göçmen sorununu yönetmeye olabilecek katkısını yadsımayalım.

Muhafazakar parti döneminde sorunun yönetiminde başvurulan çözüm, göçmenleri Ruanda’ya göndermek olmuştu. Emperyalist ülkelerin “kriz ihracı”na yaratıcı bir örnek olan uygulamanın gündemden düşürülmesi ise yeni hükümetin ilk hamlelerinden biriydi. Bunun başlıca nedeni, bu yüksek maliyetli göçmen transferi için ayrılan kaynakları, içeride sosyal devletin tamamen çöküşünün yarattığı toplumsal çatlaklara pansuman için kullanma düşüncesi.

Bu bir anlamıyla İngiltere açısından göçmen sorununun yerinde yönetimi demek. Sermaye iktidarı açısından en sorunsuz şekilde yürütülmek istenen bu sürecin iki ayağı var. İlki elbette göçmenlerin ülkeye varışını önlemek. Brexit’ten sonra AB ile ilk kez bu kadar yakınlaşan ilişkilerin bir konusu da bu. Adına Geri Kabul Anlaşması denen aşağılamayı AB nasıl doğusundaki ülkelere dayatıyorsa İngiltere de daha usturuplu bir biçimde diğer AB ülkeleriyle benzer bir mutabakata varmak istiyor.  Amaç İngiltere’ye düzensiz giriş yapan göçmenlerin geldikleri son durak ülkelerine geri gönderilmesi. 

Ama bir de artık bu aşamayı çoktan geçmiş olan bir göçmen nüfus var. İngiltere’de çalışma yaşında bulunan nüfusun yaklaşık yüzde 72’sini beyaz Britanyalılar oluşturuyor. Kalan yüzde 28’in ise İngiliz vatandaşı olup olmadıklarının, son örnekte olduğu gibi, ırkçı saldırıların faili faşist gruplar açısından bir önemi yok. Yani bir yerde tamamı hedefte. Dolayısıyla bu ırkçı hezeyan yönetilebildiği oranda, daha yaygın bir şiddetin provası görünümünde, artık işçi sınıfının kalıcı bir parçası haline gelmiş geniş bir kesimi, hayat koşullarının işçiler için topyekün zorlaştığı ve hoşnutsuzlukların arttığı bir ortamda baskı altında tutmanın iyi bir yoluna benziyor.

Yaşananları bu açıdan emperyalist aktörlerin ikiyüzlülük ve riyakarlıklarına yeni bir örnek olarak bir kenara yazabiliriz. Bir bölümü hayatlarını tehlikeye atarak sınırlarına ulaşmış olan insanları tepesinde yer aldığın bu adaletsiz dünya sisteminde payına yoksulluk düşen bir ülkeye atmaya çalışacaksın; sonra bu planı, tek kriterin yol açtığı ek maliyet olduğu bir değerlendirmeye tabi tutarak gözden geçireceksin; ortaya çıkmasında rolün olan göçmen sorununun sonuçlarından kendini korumak için emperyalistler tarafından çıkarlarınca delik deşik edilen sınırları yine onlar lehine korumak için devreye sokulan şirketlere başvuracaksın. Sonra da göçmenleri hedef alan bir saldırının tek suçlusu olarak birer kukla gibi hareket eden faşist örgütlenmeleri ve sosyal medya platformlarını işaret edeceksin. Oysa faşist örgütlenmelerin cesaret aldığı yer bu tablonun ta kendisi. Bunun adı da suç ortaklığı.

Bu suça batmış düzende artık kaotik hale gelmiş süreçleri mümkün olduğunca bir yerinden tutup kendi lehlerine yönetmeye çalışan aktörler var. Durum tüm dünyada bu. Kimse başını sonunu bildiği bir yolda önceden planlanmış hamlelerle ilerlemiyor. Dünya düzeni buna izin vermeyecek kadar kırılganlaştı. Dünya düzenini tepesindeki aktörler bunu beceremeyecek kadar iç bütünlükten yoksun. Dolayısıyla İngiltere’deki sermaye iktidarının bu süreci sonuçları itibariyle lehine çevirip çevirmeyeceğini süreç belirleyecek.

Bu noktada X için bir parantez. Birkaç gündür, sadece İngiltere hükümetiyle sınırlı olmayıp batı medyasında geniş bir yelpazeye yayılan bir biçimde, sosyal medyanın yanlış bilgilerin yayılmasında ve ırkçı örgütlenmelerdeki rolü üzerine keşif üzerine keşif yapılıyor. Ve böylece yine emperyalizmin iki yüzlülüğün en yüksek tonlarından birine tanıklık ediyoruz. Okların, son dönemde Trump’a arka çıkmasıyla anılan Elon Musk’a çevrilmesi ABD seçimleri öncesinde örtülü ve açık taraflaşmaların bir uzantısı. Samimiyetsizlik ise tekeller tarafından yönlendirilen, daha doğrusu kendisi birer tekel haline gelmiş sosyal medya platformlarının şimdiye dek renkli devrim girişimlerinden başta Küba olmak üzere karşı devrimci ayaklanmalara kadar birçok gerici örgütlenmeye adres olduğunda görmezden gelinirken şimdi hedefe oturtulmuş olmasında.

Elon Musk bu tablonun nedeni değil, bu düzenin yarattığı kural tanımaz ve küstah patronlardan bir tanesi. Siyasal alanda yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada kurumların yerini kişilere bıraktığı bir yönelimin ağır bastığının altını çiziyoruz bir süredir. Bu aktörler siyasetçiler olduğu kadar doğrudan sermaye sahiplerinin kendisi de oluyor. Musk, bu isimler arasında, elinde kamuoyu algısına yön verme konusunda çok ciddi bir araç bulundurduğu ve siyasete yön verme konusunda açık ve kaba bir biçimde inisiyatif aldığı için sınıftaşları arasında öne çıkıyor. 

İngiltere topraklarında anti-faşist damar kıta Avrupası ile kıyaslandığında daha dar bir toplumsal tabana yaslanıyor belki ama tarihsel olarak ihmal edilmemesi gereken bir etkiye sahip. Üstelik köklü işçi sınıfı mücadele geleneği ile büyük ölçüde harmanlanmış durumda. Bu çok aktörlü ve kaotik tablodan çıkışın yolunu tartışırken işçi sınıfının bu mücadele geleneğini ve kültürel birikimini hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.

                                                               /././

Aşırı tuhaf zamanlar -Fatih Yaşlı-

Politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhuna müdahale edebilen bir devrimci akıl yaratılmalı.

Büyük Marksist tarihçi Eric Hobsbawm 20. yüzyılın tarihini anlattığı kitabına “Aşırılıklar Çağı” adını vermiş, 20. yüzyılın tarihiyle iç içe geçmiş yaşam öyküsünü anlattığı otobiyografisi için ise “Tuhaf Zamanlar” ismini seçmişti. Sahiden de 20. yüzyıl, devrimleriyle, savaşlarıyla, katliamlarıyla, bilim ve teknolojideki gelişmeleriyle, icatlarıyla, keşifleriyle ve tüm bunların insanlığın yaşamı üzerindeki etkileriyle daha önce görülmemiş bir “aşırılıklar çağı”ydı, yaşananlar daha önce görülmemiş ölçüde “tuhaf zamanlar”dı. 

1917’de, yani Ekim Devrimi’nin olduğu sene dünyaya gelen ve öldüğü 2012 yılına kadar komünizme olan bağlılığını ve inancını hiç yitirmeyen Hobsbawm, Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm sonrası zamanların bir bölümüne tanıklık etti; ancak onun gördükleri henüz başlangıçtı ve bugün yaşadığımız “aşırı tuhaf zamanlar”ın adeta bir ön gösterimiydi. Sahiden de Hobsbawm otobiyografisinin 21. Yüzyıl’a uzanan ikinci cildini yazacak kadar yaşayabilmiş olsa ve bugünleri görse belki de adını “Aşırı Tuhaf Zamanlar” koyacaktı; çünkü onun çağdaşı ve onun kadar büyük bir isim olan Immanuel Wallerstein’a atıfla söyleyecek olursak bu yüzyıl bize “bildiğimiz dünyanın sonu”nu işaret ediyordu. 

Hayır, “bildiğimiz dünyanın sonu” derken ne Sovyetler-sonrası dönemde tedavüle sokulan “tarihin sonu” tarzı uydurma tezlere ne de emek-sermaye çelişkisinin bittiği, işçi sınıfının ortadan kalktığı, proletaryaya elveda dememiz gerektiği, ulus-devletlerin sonunun geldiği, post-modern zamanlarda yaşadığımız yönündeki çarpıcı ama hurafe olmaktan öteye gitmeyen büyük teorik iddialara benzer bir şey söylüyorum; kastettiğim şey başka. 

21. yüzyıl: Değişmeyenler, değişenler

21. yüzyılda da kapitalizm hâkim üretim tarzı olmaya devam ediyor, hatta artık küresel üretim tarzı karakterini kazanmış durumda. İşçi sınıfı herhangi bir şekilde ortadan kalkmadı; mavi yakalısıyla, beyaz yakalısıyla artı-değer üretmeye devam ediyor ve bu da burjuvazinin el koyduğu zenginliğin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi de ortadan kalkmış değil; aksine gelir dağılımı dünya ölçeğinde bozuluyor ve bu da sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor. Öte yandan ulus-üstü sermaye fraksiyonlarının ve hatta ulus-üstü bir burjuvazinin yükselişine rağmen dünya hala ulus-devlet adlı birimlerden oluşuyor, ulus ise hala en temel siyasi kategorilerden birini teşkil ediyor; yani ulus-devletlerin ve ulusların tarihe karışacağı yönündeki tez de geçerliliğini yitirmiş durumda.

Peki eğer böyleyse, yani hala modernitenin içerisindeysek, hala kapitalizm hâkim üretim tarzı, ulus-devlet de hâkim siyasi birimse nasıl oluyor da “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimizi ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımızı söyleyebiliyoruz? 

Aslında bu soruya giriş mahiyetinde bir yazıyı Kemal Okuyan 5 Ağustos günü köşesinde yazdı.1 Okuyan “İran, Filistin ve Ne Yapmalı?” adlı yazısında Filistin meselesi üzerinden bir kez daha gerilen İran-İsrail ilişkilerinde alınacak tutuma dair bir tartışma yapıyor ve meseleyi Lübnan’a ve Hizbullah’a doğru da genişleterek son derece önemli birtakım sorular soruyordu: 

"Bugün bizim soracağımız soru şudur: İsrail ve ABD’nin İran’a dönük saldırganlığını “devrimci keskinlik” içeren bir “eşit mesafe” ile değerlendirip “kahrolsun mollalar diktatörlüğü, kahrolsun siyonizm, kahrolsun ABD emperyalizmi” basitliği ile mi karşılayacağız?

Aynı soru İsrail ile Lübnan arasındaki gerilim için de geçerli. Yarın İsrail Lübnan’ı işgal etmeye kalktığında, “Lübnan’da da berbat bir toplumsal düzen var” diyerek “tarafsız” bir tutum mu alacağız?"

Aslında bu sorular basitçe savaşça dönüşme ihtimali yüksek bölgesel bir krizin ve bölgesel dinamiklerin anlaşılmasının ötesinde içinde bulunduğumuz küresel duruma ve onun 20. yüzyıldan farkına dair sorulardı; yani Okuyan da “bildiğimiz dünyanın sonu”nun geldiğine ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımıza benzer bir küresel durum okumasından yola çıkarak “ne yapmalı” sorusunun yanıtının peşine düşmüştü.

Kapitalizmin temel dinamiklerinin bu yüzyılda da devam ettiğini biliyorsak, burada “yeni” olan nedir peki o halde, içinde yaşadığımız dünyayı yeni kılan görüngüler nelerdir? 

Yeni olan her şeyden önce kapitalizmin karşısında sosyalist bir karşı kutbun bulunmayışıdır, bu ise aynı zamanda dünya ölçeğinde sosyalist/devrimci hareketlerin zayıflığına ve hatta yokluğuna tekabül etmektedir. Devrimci güçler -zaman zaman istisnai girişimlere rastlansa da- Sovyetler’in dağılması sonucu ortaya çıkan yenilgiden ve dağınıklıktan henüz çıkabilmiş durumda değildir. Solun krizi küresel bir olgu olarak karşımızda durmaktadır yani.  

Dünya bu anlamda halen “tek kutuplu”dur; çünkü kapitalizme karşı bir alternatif sunan, onun karşısına sosyalizmi koyan ve bunun için dünya ölçeğinde politik ve ideolojik mücadele veren bir devlet –Çin de dâhil olmak üzere- olmadığı gibi yükselen bir devrimci dalgadan da söz edilemez. Ancak ABD’nin ve Batı’nın dünyanın tek hâkimi olma iddiasının çoktan sonuna gelinmesi, Rusya’nın 90’larda yaşadığı krizi atlaması ve Ukrayna’ya müdahil olması, Çin’in ekonomik ve askeri yükselişi, “küresel güney” tabir edilen ülkelerin dünya ekonomisindeki payının artışı, yani ABD ve Batı’ya yönelik meydan okumalar anlamında “çok kutuplu” bir dünyadan söz etmemiz mümkündür. 

Tam da bu nedenle bugünlerde 3. Dünya Savaşı’ndan daha fazla söz edilmesi bir tesadüf değildir. Kapitalizm 2008’de başlayan son krizini halen atlatamamıştır ve dünya tıpkı iki büyük savaş öncesinde olduğu gibi dünya pazarlarının bölüşümüne dair giderek şiddetlenen bir kavgaya tanıklık etmektedir. ABD/Batı ile Çin ve onun başını çekeceği bloğun eninde sonunda karşı karşıya gelme ihtimali hayli yüksektir ama bu paylaşım kavgasının sıcak savaş olarak tezahür ettiği en önemli coğrafya şu an için Ukrayna’dır.  ABD’de demokratların ve Avrupa liberalizminin esas askeri-politik yatırımı şu an Rusya’nın Ukrayna savaşını kaybetmesi üzerinedir ki bunun imkânsız olduğu her geçen gün giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Buna rağmen ABD’nin ve Batı’nın barış istediğine dair elimizde herhangi bir işaret yoktur; tersine savaş daha da derinleşecektir. 

Filistin ise kapitalizmin makyajını bir kez daha dökmüş, karanlık yüzünü bir kez daha göstermiştir. Tüm o insan hakları, demokrasi, barış, özgürlük söylemleri Gazze’ye atılan tonlarca bombanın ve ceset yığınlarının altında kalmıştır. Ancak bunların da ötesinde artık Filistin meselesinin bölgesel bir savaşı tetiklemesi an meselesidir ki savaşan güçler bölgesel olsa da yeni çok kutuplu dünyayı oluşturan küresel güçler kaçınılmaz olarak geri planda savaşa müdahale edecektir.

Yeni fay hatları, kırılma başlıkları 

Solun ve ideolojik-politik anlamda çok kutupluluğun olmadığı ama egemenlik mücadelesinin devam ettiği bu yeni dünyada siyasal ayrışma da ne yazık ki sol ve sağ üzerinden gerçekleşmemekte, hem sermaye fraksiyonlarının hem de sağın kendi içerisindeki mücadeleler sürece damgasını vurmaktadır.

En kaba tasnifle sanayi sermayesiyle finans sermayesi -bunlar çeşitli ölçülerde iç içe geçmiş olsalar bile- üretilen artı-değerin kendi içlerinde nasıl bölüşüleceğinin kavgasını vermektedirler ve bu da “finans kapitale “küreselci”, sanayi sermayesine ise “ulusalcı” bir karakter kazandırmaktadır. Yani finans kapital sermayenin serbestçe dolaşımını ve gümrük duvarlarının olmadığı bir serbest ticareti ilkesel düzeyde savunurken, sanayi sermayesi elbette ki özellikle Çin’e karşı artık daha çok korumacı politika ve devlet müdahalesi talep etmektedir. 

Buradan elbette ki siyasal-ideolojik bir yarılma da ortaya çıkmakta, “küreselci” kanat ya da kimilerinin deyimiyle “ilerici neoliberalizm”, etnik, kültürel ve cinsel kimlikler için verilen mücadelelere verdiği destekle kendisini özgürlükçü olarak sunmaktadır. Diğer tarafta ise dünyanın hemen her tarafında LGBT ve göçmen düşmanlığıyla beslenen, dine, ahlaka, geleneğe ve otoriteye sığınarak muhafazakârlıktan güç alan, komplo teorileriyle, yalanlarla ve sosyal medyayla popülerleşen, ırkçı-milliyetçi yeni bir radikal sağ dalga yükselmektedir. 

“Küreselci” kanat yaklaşan ekolojik krizin farkındalığıyla kapitalizmi “yeşil” bir veçheye büründürmeye çalışmakta, radikal sağ ise iklim krizini inkar etmekte ve bunun küreselciler tarafından uydurulan bir yalan olduğunu komplo teorileri üzerine kurduğu dünya okumasına dahil etmektedir. 

Radikal sağa göre LGBT küreselcilerin bir projesidir ve amaç hem cinsiyetsizleştirme yoluyla aileyi ve onun üzerine kurulu geleneksel değerleri bitirmek hem de işe yaramaz addedilen dünya nüfusunu azaltmaktır. Hal böyle olunca küreselci güçlerin hedefindeki ülkeler de kimilerinin “woke kültür” dediği neoliberal kültür politikalarının karşısına başka bir gericilikle çıkıp LGBT düşmanlığını devlet politikası haline getirebilmekte, din ve geleneği yardıma çağırabilmektedirler.  

Radikal sağ göçü de küreselcilerin bir projesi olarak görmekte, bunu “büyük yer değiştirme” olarak adlandırmakta ve beyaz medeniyetinin yıkımı için yürürlüğe konulduğuna inanmaktadır. Küreselciler ise göçe karşı küresel bir ekonomi politikasını devreye sokmak yerine bir yandan sınır güvenliğini daha da yükseltmekte, öte yandan ise kendi kalifiye eleman ihtiyaçlarına uygun olanlarla parya olarak çalıştıracaklarını ülkelerine kabul etmektedirler. Hoşgörü ya da çok kültürlülük ise tüm bunların kenar süsü olmaktan öteye gitmemektedir.  

Öte yandan “aşırı tuhaf zamanlar”a uygun bir şekilde başta Orban olmak üzere Avrupa radikal sağı, Ukrayna-Rusya savaşına çok daha mesafeli yaklaşmakta, hatta Orban yaptığı diplomasi hamleleriyle savaşı durdurmaya katkı yapabilecek en önemli figürlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Aynı şekilde Trump da iş başına gelirse İsrail’in arkasında sonuna kadar duracak olmakla birlikte Ukrayna-Rusya savaşını bitirmeyi vaat etmektedir. 

Solun yokluğunda kavga da kutuplaşma da düzen içi güçler arasındadır ve taraflaşma da bunun üzerinden gerçekleşmektedir; ancak mesele bununla sınırlı değildir. Bölgemiz özelinde görüldüğü üzere İsrail’e ve ABD emperyalizme karşı direnişte uzun zamandır Hamas, Hizbullah ve İran ön plana çıkmaktadır; ancak “direniş ekseni”nin anti-kapitalist olmadığı da açıktır. Dahası eksenin üyeleri dünyaya din-merkezli bakmakta, dine dayalı bir devlet anlayışını savunmakta ve dolayısıyla siyasal İslamcı bir karakter taşımaktadırlar. 

Kaotik bir dünyada devrim arayışı 

15. yüzyılda yaşamış ressam Hieronymus Bosch’un tablolarına benzeyen bu “aşırı tuhaf” dünya tablosuna elbette ki başka şeyler eklenmelidir: Dijital evren, insanların giderek o dijital evrende yarattıkları personalardan ibaret varlıklara dönüşmeleri, sosyal medyanın yalanı yayma hızı, radikal sağın/yeni faşizmin buradan örgütlenmesi, tam otomasyona doğru gidiş ve yapay zekâ… 

Böylesine kaotik bir tablonun ortasında, “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimiz bu “aşırı tuhaf zamanlar”da gündelik siyasette alacağımız tutumlar da buna göre belirlenmek, daha esnek, daha hızlı daha zekice bir karakter taşımak zorundadır. Filistin meselesi, Ukrayna savaşı, İran-İsrail gerilimi, Tayvan meselesi, Çin’in yükselişi, yeni radikal sağ dalga, kapitalizmin kendi iç çelişkileri, yükselen kimlik talepleri ve buna verilen tepkiler, bunların hepsi, bir bütünlüğün içerisinde ama aynı zamanda kendi özerklikleri içerisinde değerlendirilmesi gereken zorlu başlıklar olarak öne çıkmaktadır. 

Sol bu başlıklarda vereceği mücadelede daha zeki, daha yaratıcı olacaktır ama mesele sadece bu da değildir; bugün insanlığın geldiği noktada temel sorumuz olan “ne yapmalı” sorusuna vereceğimiz yanıtların da değişmesi kaçınılmazdır. 

Halen kapitalist bir dünyada yaşadığımıza göre kapitalizmi yıkmak ve yerine sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurma hedefimizin değişmeyeceği çok nettir ve her türlü tartışmaya kapalıdır. Ancak bu kaotik ve karanlık tablo devrimcilere yeni ödev ve görevler yüklemekte, politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhunu anlayıp ona müdahale edebilen bir devrimci aklın yaratılmasını zorunlu kılmaktadır. Bunun nasıl yapılacağı ise sadece Türkiye devrimcilerinin değil dünya devrimci güçlerinin temel meselesidir.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder