15 Ağustos 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 15 AĞUSTOS 2024 -

Bir dinin eğitim ve öğretimi zorunlu olamaz! -Ali Rıza Aydın-

Müfredatından zorunlu din dersine ve ÇEDES’ine kadar ortaya çıkan her gerici durum toplumun denetiminden çıkılırken sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin denetimi altına girilmesine yarıyor.

Geçen hafta, eğitimi “öğrenci kaynaklı” ve “sistem kaynaklı” ilişkiler olarak iki genel başlıkta değerlendirdiğim “okullar açılmadan eğitim üzerine” yazımda 12 Eylül Anayasasının zorunlu ders olarak getirdiği “din kültürü ve ahlak öğretimi”ni ve bunun dışında bir dinin “eğitim ve öğretimi”nin Anayasaya aykırı olarak zorunlu duruma getirilmesi konusunu bu haftaya bırakmıştım. 

1982 Anayasasının birçok maddesi değiştirilirken dokunulmayan “özgün” maddelerden biri “din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. madde. Bu özgünlüğe koalisyonlu yıllarda 1995 ve 2001 kapsamlı Anayasa değişikliklerinde dokunulmadı. 12 Eylül ürünü gerici hüküm korundu. Hüküm, AKP döneminde Cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerinin ve laikliğin yok edilmesinde etkin olarak kullanıldı, kullanılmaya devam ediliyor.

Anayasanın sözünde ve özünde temel nitelik olarak yer alan “laiklik ilkesi”, “laik hukuk devleti”, “laik Cumhuriyet ilke ve gerekleri” yok sayılırken 24. maddedeki din özgürlüğüne sığınılıyor. Din özgürlüğünün varlığı laiklik ilkesine bağlıyken, laiklik olmadan din özgürlüğü olamayacakken, laiklik din özgürlüğü altında yok sayılıyor. Laikliği savunmak suç sayılıyor. 

Laiklik hem Anayasa ve hukuk tanımamazlıkla hem fiili baskıyla hem de Anayasanın din özgürlüğü maddesine sığınılarak devre dışı bırakılıyor. Hukuksuzluk esas, gereksinme duyulursa din özgürlüğüne sarıl. Tıpkı emekçiyi sömürmede hukuksuzluğun esas olup, gereksinme duyulursa sermayenin özgürlüğüne sarılmak gibi. 

Din özgürlüğü bir dinin bir mezhebinin özgürlüğü olarak dayatılıyor. Başka bir dine inanmak, aynı dinin başka mezhebini benimsemek ya da herhangi bir dine inanmamak din özgürlüğü kapsamında kabul edilmiyor. 

Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine, siyasete, hukuka, eğitim ve sağlığa, ekonomiye ve toplumsal yaşam tarzına kesinlikle karıştırılmaması esasken tam tersi yapılıyor. Din her yerde ve baskın. Anayasa Mahkemesinin de bu kervana yol açtığını, kuruluşundan (1962) başlattığı ve geliştirdiği laiklik ilke kararlarını 2012’den sonra yok saydığını, geniş ve özgürlükçü laiklik tanımına geçtiğini biliyoruz. Aynı Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayan devlet organları içinde “kararlarımla yaşarım” çırpınışında. Kararı yaşatılmıyor ki kararıyla yaşasın. 

Kimsenin, devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırması veya siyasal ve kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmemesi ve kötüye kullanmaması din özgürlüğünün esasıyken din özgürlüğü kendi maddesini de tanımıyor. Dayandıran, sağlayan, istismar eden, kötüye kullanan kabul görüyor. Bu esaslara dikkat çekene suç yükleniyor. 

Anayasa bunun üstüne bir de kimsenin dinsel inanç ve kanaat açıklamaya zorlanamayacağını, dinsel inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağını ve suçlanamayacağını söylediği halde ve bu ilkeye bir dine inanmama da girdiği halde medyada ve yargıda kınamalar, suçlamalar boy boy sıralanıyor. Oysa konu hem Anayasa Mahkemesi hem de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından “eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlara saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlali” olarak tanımlanıyor.  

Özgürlük yargısı diye ortaya atılan dayatma bugün yargı tanımama özgürlüğüne(!) dönüştü.  

1982 Anayasasının ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders olarak dayattığı “din kültürü ve ahlak öğretimi”. Din kültürü ve ahlak öğretimi genel kapsamda dinler tarihini ve bilimsel olarak din antropolojisini içeriyor. Burada bir dinin davranış kurallarının, varsa peygamberinin, varsa kitabının eğitim ve öğretiminden söz edilmiyor. İkisi aynı anlam ve kapsamda değil. Nitekim Anayasa bu durumu ayırıyor ve birinciyi, “din kültürü ve ahlak öğretimini” zorunlu kılarken, ikinciyi “din eğitim ve öğretimini” kişilerin isteğine, küçüklerin kanuni temsilcilerinin talebine bağlı kılıyor. 

Anayasanın belirttiği bu istekte/talepte herhangi bir din adının da belirtilmemesi gerekiyor. “Ben (a) dinine inanıyorum ama velisi olduğum çocuğun (a) ya da (b) dininin eğitim ve öğretimini almasını” istemiyorum diye başvuruda bulunulmayacak, bulunulursa bir dine inanma ya da inanmama hakkı, dinsel inancını açıklamama hakkı ihlal edilmiş olacak.   

Devlet, Anayasa ve laiklik ihlalini ve dayatmayı birlikte yapıyor. İslam dininin eğitim ve öğretimini din kültürü ve ahlak öğretimi içine sokuyor. Yargı kararlarına karşın bu ihlal ve dayatmada diretiyor. İslam dini dersi almanın isteğe bağlı olması kuralını dolanarak geçmeye kalkışıyor. Üstüne, dersi almak istemeyenlere de hukuksuz gerekçelerle ret yanıtı veriyor. “İstemiyorum” demek yeterliyken “neden” diye soruyor ve gerekçe istiyor. Gereksiz yere yargı yolunu zorluyor. 

Müfredatın ve derslerin belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun “bir dinin eğitimi” olacağı açık ve “din kültürü ve ahlak bilgisi dersi” olarak kabul edilmesi olanaksız. Dersin adı değil içeriği esas. Dersin farklı adlar adı altında seçmeli yapılması da durumu değiştirmez. Azınlık okulları, Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri gibi sığınmalar laiklik ilkesi karşısında kabul görmez.  

Meşrutiyetten günümüze aydınlanma tarihi ile gericilik tarihi koşut olarak yürütüldü. Kapitalizmin ekonomi politiğiyle gericiliğin vazgeçilmez olarak kenetlenmesi aydınlanmaya, emekçilerin sınıfsal savaşımına karşı kullanılıyor. “Yenilikçiler” başlığıyla kurulan AKP, “ılımlı İslam” adı altında karşı devrimi uzun süreye dağıtarak kalıcılaştırmaya çabalarken “uyumlu İslam”ı getirdi ve düzen içi muhalefeti de AKP’lileştirmeyi başardı. 

Müfredatından zorunlu din dersine ve ÇEDES’ine kadar ortaya çıkan her gerici durum toplumun denetiminden çıkılırken sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin, tarikat ve cemaatlerin denetimi altına girilmesine yarıyor.

Anayasaya göre din dersi isteyenler dilekçe verecek, dilekçe vermeyene din dersi verilmeyecek. Ama yıllardır süren gerici dayatma bunu yok sayıyor. Yapılması gereken, 2024-2025 eğitim öğretim yılında din eğitim ve öğretimi almak istemeyenler tarafından okullar açılmadan binlerce, on binlerce “istemiyorum” dilekçesinin devletin önüne yığılması, laiklik savaşımının yaygınlaştırılması.       

Gerici politikalara ve dayatmalara karşı çıkmak aydınlanmanın, bilimselliğin, laik cumhuriyetin, sömürüye karşı çıkmanın gereği. Savaşım, sosyalizme ulaşma yolunda emekçilerin ayağa kalkmasıyla verilecek.  

                                                             /././ 

Mikrokrediyle çalınan devrim -Nevzat Evrim Önal-

Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Bu hafta biraz uzun bir tarihçe anlatarak başlayacağım ama bu girişi, ülkemizle benzerliklerini düşünerek okumanızı rica ediyorum.

Bangladeş, Güney Asya’da, Hint Okyanusu’nun kıyısında, Hindistan ile Çinhindi arasında bir ülke. Haritasına baktığınızda, Hindistan tarafından kuşatılmış gibi görünüyor ve bu komşusunun büyüklüğünün yanında küçük kalıyor. Ne var ki Bangladeş’in nüfusu Türkiye’nin iki katı. Kişi başına milli gelirin senede 2700 dolar (Türkiye’nin dörtte biri) olduğu bu yoksul ülkede 170 milyon insan yaşıyor.

Bölgedeki diğer ülkeler gibi Bangladeş de emperyalistler için bir ucuz emek cenneti. Bilhassa tekstil sektöründe Bangladeşli emekçiler Avrupa ve Amerika’nın büyük markalarına fason üretim yapıyor. 

Bangladeşli tekstil emekçilerinin durumu sık sık emperyalist batıdaki hümanistler için bir yazıklanma konusu oluyor1, ama ülkede yoksulluk en şiddetli biçimde kırsal kesimde yaşanıyor. Hindistan ve diğer bölge ülkelerine benzer biçimde Bangladeşli köylüler arasında şiddetli yoksulluk ve açlık yaygın. Üçte biri topraksız ve günden güne yaşıyor, ama toprağı olan çiftçi ailelerinin de önemli bir bölümü borç batağında olduğu için yeterli beslenemiyor.    

Bangladeş yoğun biçimde göç veriyor. Bilhassa eski sömürgecisi olan İngiltere’ye ve Suudi Arabistan’a göçen Bangladeşli emekçiler ülkedeki ailelerine para göndererek yoksulluğu biraz olsun “sürdürülebilir” kılıyor.

Bu yoksulluk ortamında güvenceli devlet memurluğu her Bangladeşlinin hayali. Pek çok genç yalnızca memur olabilmek için üniversite okuyor. Bu yüzden ülkenin bağımsızlığı için savaşmış olanların mirasçılarına (artık torunlarına) memuriyet kontenjanı ayıran kota sistemi sürekli hükümetin kayırmacılıkla suçlandığı ve memuriyetin liyakate dayalı olmasının talep edildiği protestolara neden oluyor. 

Son on beş yıldır ülkeyi yönetmekte olan (ayrıca daha önce de beş yıl başbakanlık yapmış) Şeyh Hasina hükümeti 2018’de protestolar karşısında bir kararname ile kota sistemini kaldırmıştı; ancak eylemler aralıklı da olsa sürüyordu. Geçtiğimiz haziran ayında Yüksek Mahkeme bu kararı bozup kota sistemini geri getirince protestolar Hasina hükümetinin istifasını hedefleyen bir kitlesel ayaklanmaya dönüştü. Yüzlerce insan öldü, sonunda öfkeli kitle başbakanlık konutunu bastı, Hasina bir istifa mektubu bile yazamadan apar topar Hindistan’a kaçtı.

Halk sokakları ele geçirdiğinde politik açıdan öylesine güçlü hale gelmişti ki, protestoları bastırmayı reddetmiş olan orduyu bir cunta kurmaktan men edip, geçici hükümetin sivil olmasını dayatmıştı. 

Ama bu bile yeterli olmadı. Yaşanan kitlesel eylemler yoksulluk ve adaletsizliklere karşı birikmiş büyük toplumsal öfkenin dışavurumuydu; ancak halkın hükümeti devirdikten sonra ne yapacağı, ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yöneteceği konusunda pek bir fikri olmadığı gibi, bir devrimci parti de eylemlerin öncüsü haline gelememişti. Sonuçta, eylemlerin en önemli unsurunu oluşturmuş ve geçiş hükümeti konusunda devletle müzakereye oturmuş olan, yüzü Batıya dönük Bangladeşli üniversite öğrencilerinin talebiyle, geçici hükümetin başına, defalarca emperyalistlerin övgülerine mazhar olmuş, Nobel Barış Ödülü, ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası ve ABD Kongresi Altın Madalyası almış banker Muhammed Yunus geçti.

Muhammed Yunus, kapitalist sistemin finansal teori ve pratiğine “mikrokredi” kavramını kazandırmış olmasıyla tanınıyor. Nobel’i de bu fikri uygulamak için kurduğu Grameen Bank ile paylaşmıştı.

Bu vakadan çıkartılması gereken çok önemli dersler var. Tartışalım…

***

“Mikrokredi” olağan koşullarda kredi alamayacak yoksul bireylere (bilhassa da yoksul kadınlara) girişimci olup, iş kurup kendilerini yoksulluktan kurtarmaları için sağlanan özel kredilere verilen isim. Kavramın emperyalist sistem tarafından ne düzeyde önemsendiğini şöyle anlatalım: Birleşmiş Milletler 2005 yılını Uluslararası Mikrokredi Yılı ilan etmiş, Yunus’a da Nobel ödülü ertesi yıl verilmişti. Dünya Bankası’nın da başlıca gündemlerinden olan mikrokredi, yoksulluğun azaltılması konusunda en önemli araçlardan biri olarak görülüyor. Ne var ki bu emperyalist kurum dahi raporlarında mikrokredinin alandan ziyade verene faydalı ve yoksulluğu azaltma konusunda etkisi sınırlı bir borçlanma aracı olduğunu kabul ediyor.2

Tabii “ya ne olacaktı?” diye sorulabilir; zira mikrokredi, yoksullukları nedeniyle piyasa ekonomisinin dışında kalan insanların yoksulluğunu, onları yoksul bırakan piyasaya entegre olmalarını sağlayarak gidermeyi hedefliyor. Böyle bir sürecin genel anlamda sınıfsal eşitsizliği ortadan kaldırması söyle dursun, azaltması dahi konu dışı (zaten amaç da bu değil); çünkü krediyi alan yoksullar veren zenginlere faiz ödüyor. Ama pek tabii bazı tekil başarı örnekleri yaşanıyor ve bunlar sayesinde mikrokredi yoksullar için bir havuç olarak kullanılabiliyor.

Peki Birleşmiş Milletler ya da Dünya Bankası yoksullukla neden bu kadar ilgileniyor? Niye Birleşmiş Milletler’in 2030’a kadar ulaşılması gerektiğini savunduğu Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın3 birincisi, “Açlığa Son” dan dahi önce gelen “Yoksulluğa Son”?

Çünkü dünyanın kalabalık ve yoksul coğrafyalarında sefalet içinde yaşayan insanların sayısı sürekli artıyor. Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında her 100 yetişkinden 39’u işgücü piyasasından dışlanmış olarak yaşıyor.4Bunun dışında işsizler (yani piyasada iş arayıp bulamayanlar) ve Güney Asya’da açlık sınırında yaşayan küçük ölçekli çiftçi aileleri gibi yeterli gelire sahip olmayıp yoksulluk, hatta açlık çeken yüz milyonlar var.

Bu insanlar kitlesel biçimde zengin emperyalist ülkelere göç etmeye çalışıyor ve kalabalıklıklarıyla buradaki ayrıcalıklı, nezih yaşamı tehdit ediyor. Batı açısından tek sorun bu. 

Eşitsizlik kapitalist zenginliğin sadece sürekli derinleşen bir sonucu değil aynı zamanda temel kaynağıdır. Mülksüz yoksullar mülk sahibi patronlara emeklerini satmaya muhtaç oldukları için sistem işler ve sermaye birikir. Dolayısıyla emperyalistleri tedirgin eden, Birleşmiş Milletleri, Dünya Bankasını harekete geçiren “yoksulluk” değil, yoksulluğun kitleselliği. Ve tabii ki, bu sorunu sistemin temellerini sorgulayarak değil, “sürdürülebilir” kılarak çözmeye çalışıyorlar. Hedefleri “yoksulluğa son” değil; içeriğe bakıldığında apaçık görüleceği üzere, geçmişte yaygın biçimde kullandıkları ama sevimsiz politik iması nedeniyle artık tedavülden kaldırdıkları kavramla “sürdürülebilir” bir yoksulluk. 

Birleşmiş Milletler aynı sebeple 2014 yılını Aile Çiftçiliği yılı, başka pek çok yılı da çeşitli tarım ürünlerinin yılı ilan etmişti. İklim değişikliğinin de etkisiyle yoksulluk en yaygın biçimde yoksul ülkelerin kırsalında yaşanıyor ve buradaki köylülerin topluca kentlere ya da maazallah batıya göç etmemesi için emperyalist merkezlerde türlü çeşitli ekonomik icatlar yapılıyor. Merak eden Birleşmiş Milletler’in geçmiş yıllara yüklediği anlamlar listesine bakıp, “sürdürülebilirlik” kelimesinin kaç kez geçtiğini sayabilir.5

***

Mikrokredi, bu amaca uygun tasarlanmış bir finansal “enstrüman.” Bu enstrüman yoksullara, bulundukları yerden kıpırdamadan başlarının çaresine bakmaya çabalamaları için borç vermeye dayanıyor. 

Ülkemizde de uygulamaları var: Biri hakkında Serap Emir detaylı bir eleştiri yazmıştı.6 Emir bu eleştiride meselenin en can alıcı noktasına yönelik şöyle bir vurgu yapıyor: “[Mikrokredi savunucularına göre] kadınların sadece iki alternatifi var, ya kredilerle borçlanıp 'iş hayatına' atılarak birer girişimci olmak ya da evde oturup sosyal yardım almak. Bu dünyada işçilere yer yok.

Kapitalizm insanları işsiz, yoksul, geleceksiz bırakıyor. Sonra bu sistemin parçası olan bankalar ya da vakıflar, öykülerdeki iblisler gibi üç kuruş para gösterip riyakâr bir dostanelikle “Yardım mı lazım?” diye soruyor.

Bir detaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Ekonomik bir kavramı güncelleyip uygulamasını yapacak bankayı kuran Muhammed Yunus’a, ekonomi Nobeli değil barış Nobeli verildi. Çünkü Yunus, er ya da geç bu düzeni yıkacak olan yoksulların öfkesine karşı, düzeni korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak için zehire bulanmış bir zeytin dalı, uyuşturucu doldurulmuş bir barış çubuğu uzatıyor. 

Zenginlerin zenginliklerini ve ayrıcalıklarını korumak için yapılan bu ve benzeri ahlaksız tekliflerin, ne denli çekici görünürse görünsün iç yüzünün yoksul emekçilere ifşa edilmesi ve kökten reddedilmesi gerekiyor. Kapitalist sistem sürdürülmemeli. Onu sürdürülebilir kılan her şey, durmaksızın verdiği zararları da sürdürüyor ve derinleştiriyor.

Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var. Çünkü er ya da geç bizim ülkemizde de devrimci bir ayaklanma olacak. Ve o sırada en temel meselelerimizden biri devrimimizi Amerika ve Avrupa Birliği bayrağı sallayan (ya da şimdilik evinde katlamış saklayan) işbirlikçilere çaldırmamak olacak. Üstelik bu kişiler muhtemelen tüm siyasi kariyerini AKP ya da Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmuş, hatta belki bu yüzden Silivri’ye yollanmış olacaklar. 

Yani “bizim tarafta” gibi görünecekler, ama halkın değil yerli ve yabancı sermayedarların çıkarlarını savunuyor olacaklar. 

Nitekim Muhammed Yunus da Şeyh Hasina iktidarı tarafından defalarca hedefe konmuş, Grameen Bank’a kayyum atanmış ve kendisi neredeyse hapse girmiş, emperyalist yayın organları Yunus’a topluca arka çıkmıştı. Bu yayın organlarının önde gelenlerinden The Economist’te, 13 Ekim 2022 tarihinde yayınlanan bir yazıda7, Bangladeş Dhaka Üniversitesi’nden Asif Nazrul’un şu görüşüne yer verilmişti: “Uluslararası toplum bu rejime bir alternatif ararsa, Dr. Yunus -eğer isterse- bu süreçte çok önemli bir rol üstlenebilir.” 

Aradan iki yıl geçmeden, tam olarak bu yaşandı, öngörüde bulunan Asif Nazrul da Yunus’un hükümetinde adalet bakanı oldu.

Tekrar ediyor ve bitiriyorum: Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var.

Sermaye savaşı sever, hem de çok -Ogün Eratalay-

Akbank tarafından “borsacı” müşterileri için yayınlanan AK Yatırım Bülteni sermayenin savaş sevgisini gözler önüne seriyor.

Rapor 12 Ağustos 2024 tarihli, Akbank’a bağlı Ak Yatırım sektör notu. Ak Yatırım 1996 yılında tamamı Akbank’a bağlı olarak kurulmuş olan bir “spekülasyon” firması, faaliyet gösterdiği alan sermaye piyasası. Yani kağıttan para kazananların, kısa sürede zengin olma hayalleri kuranların umut kapısı.

Hâl böyle olunca Ak Yatırım uzmanları da hisse senetlerinin durumlarını analiz etmek için türlü türlü raporlar hazırlıyor. Bizim konumuz ise savunma sanayii sektörü hakkında düzenledikleri rapor. Yani aslında söyleyemedikleri şekliyle silah sanayii. Raporun içindeki türlü teknik analiz ve borsa verisinin dışında Türkiye’nin geleneksel önemli sermaye gruplarından Akbank’ın uzmanları artan jeopolitik risklere dikkat çekiyor. Kurdukları mantık çok doğrudan. Risk arttıkça askerî harcama artar, öyle olunca da savunma sektörü talepleri karşılamak için üretimi artırır. Rapor “pazarın büyümesini” olumlu olarak değerlendirdikten, yeni açıklanan Defense News 100 verileriyle beraber ağzındaki baklayı çıkarıyor. Aselsan hissesi alın, OTOKAR’dan şaşmayın!

Defense News 100 listesi

ABD Silahlı Kuvvetleriyle doğrudan bağlantısı olan bu dergi tüm dünyadaki silah şirketlerini her yıl analiz ederek kârlarına göre sıralıyor. Daha önce de başka yerlerde bahsettiğimiz gibi Türkiye’den her yıl yaklaşık 5 firma bu listeye giriyor. Bu yıl listede yer alanlar Aselsan, TAİ, Roketsan, MKE (Makina ve Kimya Endüstrisi Anonim Şirketi) ve Asfat (Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi). 

Bu bir yatırım tavsiyesi değildir!

Akbank tarafından hazırlanan raporun en sonunda böyle yazıyor. Hem her türlü analizi yaptıktan sonra bize güvenip varınızı yoğunuzu borsaya yatırıp batarsanız biz sorumlu değiliz diyorlar, hem de büyük büyük laflar etmekten geri kalmıyorlar. 

Önce Aselsan’ın teknik kabiliyeti, gerçekleştirdiği projeler ve son dönemdeki satışlarının artması anlatıldıktan sonra Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinden sonra başa geçen kabineye de övgüler düzülüyor. Hükümetin yurtdışı gezilerle, diplomatik girişimlerle sermayenin önünü açtığı ifade ediliyor. Hedef bölgeler arasında Afrika, Orta Doğu ve Güneydoğu Asya’daki pazar olanaklarından bahsediliyor.

İstanbul Borsası’nda işlem gören OTOKAR’dan hareketle Türkiye’nin zırhlı araç alanında önemli bir potansiyeli olduğunu belirten rapor, bu segmentte silah üretimine dahil olan firmaları listeliyor. Bunlar arasında geleneksel firmalar (OTOKAR, BMC, Nurol, FNSS) dışında dikkat çeken firmalar ana faaliyet olarak traktör ve dişli aktarım organı üreticisi olan firmalar (Tümosan, Katmerciler, Hema) ile Canik adıyla piyasada olan Samsun Yurt Savunma gibi silah üreticileri. 

Borsada işlem gören silah firmaları sadece Aselsan ve OTOKAR değil, (Tümosan, Karel Elektronik, Katmerciler vb. mevcut). Herhalde Defense News’de listeye giren diğer firmaların da hızla borsaya açılması salık veriliyor. Ancak Ankara Çayyolu’ndaki Etimesgut Zırhlı Birlikler Eğitim ve Tugay Komutanlığı arazisinde ağaç katliamıyla yeni yerleşkesi yapılmakta olan Asfat, aslında STM gibi silah alanındaki kamuya ait fabrikaların ve tersanelerin aynı şirket bünyesine alınmış hali.  Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı ve Aselsan’ın aksine borsada işlem görmüyor.

Raporda, bu sayfalarda gerçek yüzünü ele aldığımız “Çelik Kubbe” projesine de göndermede bulunuluyor ve Aselsan’ın “bakiye siparişine pozitif katkı sağlayacağı” vurgulanıyor. Raporu hazırlayanlar sonrasında hızlarını alamayıp Aselsan ve OTOKAR’ın “global benzerlerinin çarpan analizine” girişiyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Türkiye silah sanayii göz ardı edilemeyecek bir büyüklük ve kabiliyette olsa da bunları zirvedeki emperyalist şirketlerle karşılaştırmaya kalkışınca rakamlar gerçekleri söylüyor. Aselsan’ın 2023 kârı 3 milyar dolar seviyelerindeyken benzer sektördeki İngiliz BAE Systems 28 milyar dolar, Amerikan L3Harris 15 milyar dolar, İtalyan Leonardo 13 milyar dolar, Fransız THALES 10 milyar dolar kâr seviyelerinde. OTOKAR’ın sektördeki rakiplerinden Amerikalı firmalar General Dynamics 33 milyar dolar, Oshkosh 2 milyar dolar, Güney Koreli Hanwha 6 milyar dolar kâr seviyelerinde.

                                                          /././

                                              soL - GÜNDEM

Sokak röportajı nedeniyle tutuklanmıştı: İki defa savcı değişmiş

Sokak röportajında kullandığı ifadeler nedeniyle tutuklanan Dilruba Y.’nin avukatı, suçlamanın Türk Ceza Kanunu'nun hangi maddesine dayandırıldığının belirtilmediğini söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/sokak-roportaji-nedeniyle-tutuklanmisti-iki-defa-savci-degismis-394623)
                                                       ***

MEB başarısızlığını YKS ile belgeledi: Kontenjanlar dolmadı, meslek liselerinde düşüş sürdü

YKS yerleştirme sonuçlarına göre kontenjanlar boş kaldı. Yerleştirme puanı hesaplananların neredeyse yarısı başvuru yapmadı. Sıralamada imam hatip liseleri ve meslek liseleri son sırada yer aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/meb-basarisizligini-yks-ile-belgeledi-kontenjanlar-dolmadi-meslek-liselerinde-dusus-surdu)

                                                             ***

Marmara Üniversitesi RTE Külliyesi'ne taşınıyor: 'Öğrencileri şehir merkezinden uzaklaştırıyorlar'

Marmara Üniversitesi Rektörlüğü, Göztepe yerleşkesi ve Kartal’daki fakültelerin Recep Tayyip Erdoğan (RTE) Külliyesi'ne taşınacağını açıkladı. Rektörlük, birkaç senedir öğrenciler arasında tartışılan taşınma gündemi sürecinin hiçbir aşamasında öğrencileri muhatap almadı. Karar öğrencilere elektronik posta ile haber verilerek taşınma oldubittiye getirildi. Göztepe ve Kartal yerleşkelerinde yer alan İşletme, İktisat, Atatürk Eğitim, Siyasal Bilgiler ve Finansal Bilimler fakültelerinin Maltepe Başıbüyük’te yer alan “Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi"ne taşınmasının sebebi olarak "Göztepe yerleşkesinin yetersiz fiziksel koşulları ve binaların deprem riskinin olması" iddiaları gösterildi.('Marmara öğrencileri olarak boyun eğmiyoruz') Kararın duyurulması sonrası öğrenciler sosyal medya üzerinden “Göztepe boyun eğmiyor” etiketiyle duruma tepki gösterdi.  Okuldaki haberleşme topluluğu olan Marmara’nın Sesi yaptığı açıklamada “Üç hafta önce gelen bir maille Göztepe yerleşkesini şehir merkezinden çok uzak, ulaşımın ise oldukça güç olduğu bir yere, Maltepe Başıbüyük’e taşınacağını öğrendik. Rant ve talan uğruna öğrencilere fikirleri dahi sorulmadan sermaye çıkarlarını öğrenci çıkarlarının önüne koyan bu zihniyeti kabul etmiyor ve Marmara öğrencileri olarak boyun eğmiyoruz” ifadelerini kullandı.(Her şey 4 yıl önce başladı) Dört yıl önce, Göztepe yerleşkesinde başlayan süreçle birlikte, Mühendislik ve Teknoloji Fakültesi Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi Maltepe yerleşkesine taşınmıştı. Öğrenciler, döneme başladıklarında ulaşımı belirsiz bir şekilde üniversitelerine gitmeye çalışmış, hâlâ inşaat halinde olan binalarda ders görmüşlerdi. Yemekhanesi bile olmayan kampüste, kantin benzeri bir yerde yemeklerini yemeye çalışan öğrenciler, kimi zaman uzun kuyruklardan dolayı yemek ihtiyaçlarını bile karşılayamamışlardı.(Rant ve talan endişesi) 2018 yılında yine aynı gerekçelerle üniversitenin Nişantaşı yerleşkesi kapatılmıştı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul en pahalı noktalarından Nişantaşı Teşvikiye semtinde ve Ihlamur Kasrı'nın tarihi SİT alanı sınırları içinde kalan kampüs için yeni bir plan hazırlayarak askıya çıkarmıştı. İhaleyi alan DAP Yapı, üniversite kampüsü alanına “Nişantaşı Koru” projesini inşa etti. Öğrenciler Göztepe yerleşkesinin de benzer bir kaderi yaşamasından kaygılı. Göztepe Yerleşkesindeki fakülte binalarının depreme dayanıklı hale getirilmesi öğrencilerin talepleri arasında. ('Üniversite şehrin ve hayatın merkezinde olur') Taşınma kararına tepki gösteren Marmara Üniversitesi öğrencilerinin açıklaması şöyle: "Düzen bizi yalnızca yoksullaştırıp sefalete mahkum etmiyor, şehrin dışına sürerek bizi hayattan ve toplumsallıktan izole de etmek istiyor. Üniversiteleri ve öğrencileri şehrin ve hayatın dışına sürmek, bilinçli ve uzun erimli bir politikadır. Devlet üniversitelerindeki kampüs kültürü ve öğrenci dayanışması sermaye çıkarlarına hizmet eden rektörlerce uzun yıllardır yok edilmek istenen bir ayak bağıdır. Ancak, üniversitelerimizden bilimi, kamusallığı, laikliği ve siyaseti tasfiye etme çabası beyhude bir çabadır. Üniversitesini sahiplenen öğrenciler, okulunu müteahhit dar kafalılığına teslim etmeyecektir."

                                                         ***

Türk-İş ve Hak-İş'ten 5 ilde miting kararı: "Talepler ek protokol ve vergiyle sınırlandırıldı"

Asgari ücret artışı talepleri kağıt üstünde kalan üç konfederasyondan ikisi şimdi işçiden gelen baskı üzerine mitingler yapma kararı aldı. Talepler “ek protokol” ve “vergide adalet”e daraltıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/turk-ve-hak-isten-5-ilde-miting-karari-talepler-ek-protokol-ve-vergiyle-sinirlandirildi)

                                                          ***

Kuzey Akım sabotajı: Alman mahkeme bir Ukraynalı dalgıç hakkında tutuklama emri çıkardı.

Almanya'da Kuzey Akım sabotajını soruşturan yetkililer, Polonya'da yaşayan Ukraynalı bir dalgıç hakkında tutuklama emri çıkardı. Şüphelinin boru hatlarına patlayıcı yerleştirdiği iddia ediliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/kuzey-akim-sabotaji-alman-mahkeme-bir-ukraynali-dalgic-hakkinda-tutuklama-emri-cikardi-394626)

(soL)

                                               


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder