21 Kasım 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -21 Kasım 2024-

 Kanal İstanbul -Arif Nacaroğlu-

Muhteşem bir yıkım projesi. Tabii bu görüş yıkmak ve yapmaktan ne anladığınızla ilgili. Dünyanın en zengin ülkeleri sıralandı. Avrupa’nın 8 ülkesi ilk 10’da. Birinci Lüksemburg. Norveç 2. İrlanda 3.  Türkiye 57. sokak röportajlarında iktidarı desteklemek için tepinen, “Almanya’da ekmek 5 avro” palavrasıyla “Gelmeyin. Bizim işimizi bozmayın” telaşındaki yandaşın Hollanda’sı 9. Almanya’sı 13.

Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonunun basın açıklaması-Fotoğraf: Eylem Nazlıer / Evrensel

Bu en zengin ülkeler ile temel farkımız yaşam kalitesinin ilk şartı “kent ormanı” yoksunluğumuz. Kent ormanı deyince park değil, evden çıkıp 5 dakika yürüyerek el değmemiş, tesis yapılmamış, betonla, camla kirlenmemiş 50 yaşında, 100 yaşında ağaçların arasında olmayı hayal ediyor insan.

Güzel, bereketli ülkemin hangi kentinde kent ormanı var? 

Koca İstanbul’un Avrupa yakasını düşünüyorum, yok. Görkemli saray bahçesi Gülhane Park’ını bile asfaltla örttük. Çocukluğumuzda kuş avladığımız  Bakırköy ile Florya arasındaki sonsuz boşluk şimdi gökdelen çöplüğü oldu. Ormanına, tarlasına, bahçesine imar çıktı diye sevinen akıllı bir insan gördünüz mü oralarda? 

Dünyanın en zengin ülkelerinde hangi devletli çıkıp da Münih’in, Amsterdam’ın, Ljubljana’nın, Londra’nın göbeğinde, en değerli(?) yerde bulunan ormana, orman manzaralı(??) site kurmayı aklına getirebilir? 

Ama hem maddi hem manevi fakir olunca ne Kaz Dağları, ne Akbelen Ormanları, ne Belgrad Ormanları tepedekilerin umurunda. Yeşili, ormanı, dereleri, dağları gideceklerine inandıkları cennette görmek umuduyla dünyadaki cenneti kanal projeleriyle, peşkeş çektikleri maden projeleriyle, son kalan 3-5 ağacı kesip kışla numarasıyla yapacakları AVM projeleriyle yok etmenin telaşındalar.

“Ülkemizin sorunu fakirlerin açlık sorunundan çok zenginlerin doymama sorunu.” (Ekrem Açıkel)

Ya da atalarımızın dediği gibi, “Aç doyar, açgözlü doymaz.”

                                                       /././

Dersim’e maden operasyonu hazırlığı -Cemalettin Küçük-

Nadir toprak elementleri gündemimize yerleşti. Hangi elementler bunlar? Doğada seyrek olan, az bulunan tanımından alırsak konu basit sayılır. Oysa seyreklik, azlık ile el alınıp “Nasılsa çözülür” denilerek geçiştirilecek bir durum değil.

Daha önce nadir toprak elementlerinin yerküreden elde edilmesi çalışmalarının büyük ekolojik yıkımlara yol açacağını açıklamaya çalışmıştım. Nadir elementlerin elde edilmesi ekstraktif yöntemlerin uygulanmasıyla yapılmaktadır. Ekstraktif yöntemin temeli özünü almaya (liç işlemi) dayanır. Kayaçlarda bulunan ppm (milyonda bir) ölçeğinin ne kadar olduğuna göre nadir elementin miktarı belirlenir. Bu miktarlar bazen 0.1 (on milyonda bir) bile olsa ekstraktif yöntemle elde edilmesi girişimi yapılabilir.

Yerkürede milyarlarca ton kayaç yerinden çıkarılıp, kırılıp, öğütülüp (milimetre ya da mikrometre düzeyinde) milyarlarca ton suda, milyonlarca ton kimyasalla çözündürülerek, bu çözelti ile yıkanır ve özündeki element sökülüp alınır. Tahribatı boyutu anlaşılacağı için ayrıntıya girmeden işin ekonomi politiğine geçelim…

HER KARIŞ MADEN İŞLETMECİLİĞİNE AÇILIYOR

Güvenlik konsepti içerisinde savaş ekonomisi ve kapitalist biriktirmenin temel altyapısı dijital sistemler ve bağlı ekipmanlarının ham maddesi olarak temel elementler ile nadir toprak elementlerinin elde edilmesi önemli bir hedef haline gelmiştir. Nadir elementlerin nerede ve ne kadar olduğundan daha önemlisi şudur: Bunların işletilmesine kim izin vermektedir?

Türkiye’de artık her yer maden işletmecilerine açılmıştır. Hükümet tarafından şirketlere “Gelin nadir toprak elementleri için çalışın” diye çağrılar yapılıyor. Coğrafyamızı yerle bir eden maden şirketi temsilcileri ise 20-25 yıl önce de yaptıkları gibi uydurmaca “ekonomik” ve “teknolojik” söylemleri yeniden öne sürmeye başladılar. İşte birkaçı:

“3.5 trilyon dolarlık dev rezerv... Türkiye için olmazsa olmaz fırsat yerin altında yatıyor.”

“Madencilik sektörüne ilişkin uzmanlar Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık yer altı maden rezervine sahip olduğunu bildirdi. Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık dev rezervi hakkında konuşan uzmanlar, Türkiye'nin olmazsa olmazlarından birinin artık kritik mineraller olduğunu ve baz metaller üzerinde ciddi çalışmalar yapılması gerektiğini söyledi.” 1

2001’DEN BUGÜNE AYNI SÖYLEM

Kim bu uzmanlar? 

Uluslararası sermayenin Türkiye’de işlerini yapanlar. Uzman denilince tabii, doğru demiş gibi oluyor! Türkiye’de her ekonomik sıkıntının yaşandığı dönemde, coğrafyamız hedef haline getirilmiştir. 2001’deki ekonomik yıkım sonrası altın madenlerinin işletilmesi kurtuluş olarak gösterilmişti. O dönem uydurma birçok abartılı rakamla söylemler öne çıkarılmıştı. “Eğer altın madenlerimiz işletilir ise bütün dış borçlarımızı kapatabileceğiz” gibi abartılı söylemler ortaya atılıyordu.

Peki 2001’den bu yana işletilen ve yıkımları artık herkesçe bilinen altın ve kompleks madenlerden beyana göre çıkarılan 488 ton altın bu ülkeye ne kazandırdı?  Yine aynı şahıslar devrede. Bu kez altına ilave diğer elementler üzerinden de abartılar ilerlemektedir. Bunlar nadir toprak elementleri, “kritik elementler” denilerek büyük bir ekonomiden söz edilmektedir.

Bunca yaşanandan sonra ders alınmış mıdır? 

Toplumun bazı kesimlerince alındı. Ama hâlâ tekdüze bakan ve bunca yıldır basit olarak “Madenler olmaz ise yaşam olmaz” zorlamasına sokulan anlayış elbette bir ders alamadı.

Bu alanda büyük kârlar elde eden şirketlerin temsilcileri çevresel vurgularla toplumu yeniden kandırma peşinde. “Çevresel endişelerin onlar için de önemli olduğunu ama bunun sürdürülebilirlik ile aşılacağını” söylüyorlar. Başta ormanlar olmak üzere doğayı önlerindeki engellerin başında gören bu anlayış sadece minerallere odaklanmış durumda ve aslında yalnızca “para” diyor. Nerede, ne kadar nadir element olduğuna bakmadan madenlerin işletilmesi için önlerinin açılmasına gayret göstermekteler.

35 YIL SONRA GÖZLERİNİ YİNE DERSİM’E ÇEVİRDİLER

Örnekler artırılabilir ancak dikkat çekeceğimiz konu, nadir toprak elementleri için seçilen bölgelerden biri, Dersim… Bu bölgeyi önemle dikkatlere sunmak istiyorum. Bu bölgede 1990’lı yıllarda uluslararası şirketlerce çeşitli mineraller ile ilgili çalışmalar yapılmış, elde edilen bilgiler Avrupa’da pazarlanmış ve işletme için toplumsal direncin nasıl kırılacağı ön plana konulmuştur. Köylerin, meraların, yaylaların boşaltılması, bölge halkının yaşamsal kaynaklardan yoksun kılınarak bölgenin insansız bırakılması hedefine ulaşılmıştır. Kalan adımların altyapısı artık akademik alandan hazırlanacak prestijli projelerle gündeme gelmektedir. Temmuz ayında Munzur Üniversitesi de projenin içine alınarak “nadir toprak elementleri araştırma ve inovasyon merkezi” çalışmaları başlatıldı. Toplantının açılışı Sanayi ve Teknoloji Bakanlığınca yapıldı.

Neden Munzur Üniversitesi? 

Dersim endüstrinin dibinde bir kent mi? 

Neden Dersim’de tarımsal üretimi destekleyecek projeler değil de nadir toprak elementleri gündem oldu? 

Üniversite ileri teknolojik alanlarda metalik elementlerin kullanılması çalışmasında mı yer alacak, yoksa bu elementlerin çıkarılması için bir arka kaynak mı olacak? 

Elbet ikincisi. Yani 30-40 yıl öncesinde çalışmaları bitmiş ve dünya pazarına sunulmuş coğrafyamızda dağınık halde bulunan çeşitli elementlerin çıkarılıp dünya pazarına aktarılması girişiminin arka planı hazırlanıyor.

DİRENİŞİ KIRMAK İÇİN AKADEMİ DEVREYE SOKULUYOR

Maden işletmeciliğinin yaratacağı sorunlara karşı oluşacak direnişlerin kırılması için de akademik ünvanların kullanılması planlanıyor. Bu tip akademik anlayış, toplumdan kopuk kapalı uzmanlık olarak bilinen “bilimsel tekelliktir.” Bu nedenle nadir toprak elementleri araştırma merkezi kurmak üzere Munzur Üniversitesi seçilmiştir. Munzur Üniversitesi öncelikle Munzur ve çevre coğrafyanın nasıl korunacağı ve yaşamın bütün canlılar için geleceğe aktarılması konularındaki çalışma alanlarında öncü olmalıdır. Üniversitelerimiz toplum için bilimsel çalışmalar üretmeli, kaynaklarını şirketlerin projelerine aktarmamalıdır. Bugün ticari proje çalışmayan akademik kadro, yok denecek kadar az.

Bu konuyu tüm Dersim aydınları gündem yapmalı ve önemli mücadele alanı olarak önlerine koymalıdırlar. Dersim coğrafyasında kendi kendisini besleyecek yaşamsal koşulların yeniden kurulması için çalışmalar halk ile ortaklaşa yürütülmelidir. Asla “bilimsel tekeller” ve elit yapılara bırakılmamalıdır. Ancak bugün Dersim için tartıştığımız bu konu, Türkiye’nin diğer bölgeleri için de geçerlidir. Dersim’e mercek tutmamızın nedeni Munzur Üniversitesi üzerinden yürütülen operasyona dikkat çekmektir.

1) https://www.yirmidort.tv/ekonomi/35-trilyon-dolarlik-dev-rezerv-turkiye-icin-olmazsa-olmaz-firsat-yerin-altinda-yatiyor-207661

                                                                /././

Tutuculuğun bedeli -Mehmet Özyazanlar-

Montella’nın Karadağ yenilgisini berbat saha zeminine bağlayacağı belliydi. Bizim futbol kültürümüzde yenilgilerden ders çıkarmanın değil, yenilgilere mazeret üretmenin daha ön planda yer aldığını onun da öğrendiği anlaşılıyor. Zeminden şikayet etmek iyi hoş da Karadağ başka bir zeminde mi oynadı sanki? Ama Karadağ, futbolun gerçekliğini göz ardı etmeden mevcut koşullara uygun bir oyun anlayışıyla mücadele ettiği için sahadan istediğini elde ederek ayrıldı…

Futbolda bu tür sürpriz yenilgiler olabilir. Bu gayet doğal ve anlaşılabilir bir şey. Lakin skoru bir kenara bırakıp oyuna bakıldığında kayda değer bir şey bulmak o kadar zor ki…

İyi oynarsın, sağlı sollu ataklarla rakibini bunaltır pek çok pozisyona girersin, bunun yanında ceza sahası civarından atılan şutlarla rakip kaleyi yoklarsın ama yine de yenilebilirsin. Yani tatmin edici bir oyun sergilemene karşın öngörülemeyen pek çok sebepten ötürü sahadan eli boş ayrılabilirsin. Böyle bir yenilgi sürpriz sayılsa da anlaşılabilir.

Ama daha önce oynadığı 5 grup maçında sadece bir gol atabilen ve hiç puanı olmayan bir takıma 3-1 yenilmek nedir?

Hadi, topu kullanmanın ve pozisyon yaratmanın ekstra efor gerektirdiği ağır bir sahada sadece bir gol atabildin, bunu anladık. Peki niye gol yiyorsun? Hem de üç tane…

Rakip gerek futbola yapılan ekonomik yatırım gerekse de oyuncu potansiyeli ve kalitesi açısından Türkiye’nin yanında çok çok mütevazı bir takım.

Böyle bir rakip karşısında sahadan en azından beraberlikle bile ayrılmayı beceremiyorsan, bundan sonrası için de işin hiç kolay değil demektir…

Futbolun en temel gerçekliği, oyunu mevcut koşullara uygun şekilde oynamaktır.

Şiddetli yağmur nedeniyle zemin ağırlaşmış ve dakikalar ilerledikçe daha da ağırlaşacağı çok açık. Bu koşulların gerçekliği ise oyunu mümkün olduğunca havadan uzun paslarla oynamaya çalışmaktır. Ağırlıklı olarak havadan uzun paslarla oynanan oyunda ise pivot santrforlu bir oyun planını tercih etmek gerekir. Gerektiğinde duvar olup verkaçlara kanal açacak, gerektiğinde topu saklayıp arkadaşlarına boş alan yaratacak, gerektiğinde ise kanatlardan yapılacak ortalarda rakip savunmayla boğuşacak, onların dengesini bozacak bir merkez santrfor. Böylesi bir zeminde ihtiyacı en çok hissedilen oyuncu…

Biz ise koşulların dayattığı gerçeklere adeta meydan okuyarak yerden kısa ya da araya atılan paslarla sonuca gitmeye çalıştık. Bunun dışında, yapılan ortalara kafa vurabilecek fiziğe sahip bir hücum oyuncumuz da sahada yoktu zaten. Bu oyun kurgusu ve oyuncu tercihleri, rakibin işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı…

Montella, “Bugün fiziksel gücü yüksek oyuncular tercih etseydik oynayacağımız futbol alışılmışın dışında olurdu” diyor.

Hem zemini kastederek koşullar alışılmışın dışındaydı diye şikayet ediyorsun hem de alışılmışın dışına çıkmamak adına oyunu koşullara uygun şekilde oynamıyorsun.

Koşullar, fiziksel güce daha çok ihtiyaç duyulacak şekilde alışılmışın dışındaysa, o zaman senin de koşulların gerektirdiği değişiklikleri hayata geçirip fiziksel gücü yüksek oyuncuları tercih etmen ve alışılmışın dışına çıkman gerekirdi.

“Ben her türlü koşulda, oyun anlayışımdan asla ödün vermeden oynarım” diyorsan da o zaman zeminden yakınmaya ve “Bugün sahada futbol maçı yoktu” gibisinden boş laflar etmeye hakkın olmaz...

Bir takım, olağan dışı koşullar söz konusu olduğunda, bu duruma uyum sağlayabilecek farklı oyun anlayışlarını hayata geçirebilmeli. Güçlü takım olmak, taktiksel elastikiyete, strateji çeşitliliğine sahip olmayı gerektirir.

Farklı koşulların doğurduğu gerçeklikleri ve bu gerçeklikler doğrultusunda hayata geçirilmesi gereken değişiklikleri hiç umursamadan “Rakibin, havanın, sahanın durumu ne olursa olsun ben bildiğimi oynarım” demek, sadece tutucu bakış açısını yansıtmaz, aynı zamanda -Karadağ karşısında olduğu gibi- takımı sürpriz yenilgilere açık hale de getirir…

                                                     /././

Bakan Tekin ve arkasındakiler laikliğe cepheden savaş açan bir konumdadır!-İhsan Çaralan-

Son günlerde siyasi gündemin başlıca konularından birisi de Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in başlattığı laiklik tartışması. Laiklik aslında zaman zaman böyle bir tartışma yokmuş gibi geri çekilmiş görünse de çoğu zaman en öne çıkan tartışma olarak cumhuriyet tarihi boyunca siyasi gündemin en istikrarlı tartışma konusu olageldi.

AKP iktidarı ise laikliği bazen sureti haktan görünerek, hatta bazen “Asıl laikliği biz savunuyoruz” diyerek, bazen da cepheden laikliğe saldırarak laisizm ile en sistemli mücadele eden iktidar oldu. Önceki dönemlerden farklı olarak AKP 23 yıla dayanan iktidarında laikliğe karşı sadece laiklikle ilgili uygulamalardan şikayet etmekle yetinmedi, laikliğin uygulamalarına karşı tepkileri de organize etti. Laik eğitim temelli okulları çeşitli girişimlerle itibarsızlaştıran iktidar orta öğretimde imam hatip okullarını teşvik etti. Yetmedi, milli eğitim amaçlarını “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” olarak ilan etti. Diyanet de bu amaç için MEB’in “paydaşı” olarak devreye sokuldu. Yetmedi, tarikatlar ve cemaatler de milli eğitimin paydaşları olduğunu açıkça ifade etti.

Nitekim son gülerde laiklik karşıtlığı ile gündeme gelen Milli Eğitim Bakanı Tekin; 2023’ün aralık ayında 2024 bütçesi tartışılırken “ Bir sürü STK'yle protokol yaptık. Bunların içerisinde sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz var” diyerek tarikat ve cemaatleri “sivil toplum kuruluşu” ilan ederken onlarla “paydaş” olarak protokol yaptığını itiraf etti.

Son aylarda MEB’in Ülkü Ocakları’yla da ya protokol yaptığına dair haberler çıktı. Bakanlık hayır böyle bir şey yok da demedi.

Kısacası AKP iktidarı “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme programıyla tek adam rejiminin sosyal dayanağı olan nesiller yetiştirmek için müfredatı hızla dinileştirmede hızlı ve önemli adımlar attı.

Öte yandan okul öncesi eğitimi dinileştirme girişimleri de yoğunlaştırıldı. Ki, pedagogların itirazlarına karşın Kur’an öğretimini 0-6 yaş gurubu çocuklara kadar indirmeyi gündeme getirdi.

Kısacası milli eğitimin en son getirildiği aşama “Çevreme duyarlıyım değerlerime sahip çıkıyorum” (ÇEDES) programıyla “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” hedefinde yeni bir adım atılmış oldu.

TEKİN’İN LAİKLİK ANLAYIŞININ LAİKLİKLE BİR İLGİSİ YOK!

Bakan Yusuf Tekin, işte bu tablo üstünden laiklik tartışması açtı. Batman’da partisinin bir toplantısında konuşan Tekin; “Bana diyorlar ki laik eğitim açısından senin söylediğin şey ters. Sizin anladığınız laiklik şu; 1940'lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kur'an-ı Kerim öğrenmesini yasaklamak… Sen Müslümanların inanç özgürlüğünün prangalar altına alınmasını, yasaklanmasını anlıyorsun. O zaman ikimizin laiklik anlayışı arasında fark var. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye'ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun' ” diyerek laiklikle hiçbir noktadan teğet bile olamayacak bir dinciliği “evrensel laiklik”  olarak tanımlıyor. Tabii bunu “yerli ve milli laiklik” olarak da tanımlayıp yeni bir icat olarak sunup “Herkes sonunda bizim laiklik anlayışımıza gelecek” de diyebilirdi. Ama anlaşılan oraya gelmek için biraz daha mesafe almayı bekliyorlar.

Bugün üstünde az çok birleşilebilen laiklik anlayışı yüzlerce yıl süren farklı dinler, mezhepler arasında süren çatışmalar, kanlı savaşalar, iç savaşlardan sonra bilimdeki gelişmeler ışığında çıkarılan dersler üstünden oluşmuştur. Bu açıdan baktığımızda laikliği “Dinin devletin işlerine devletin de dinin işlerine karışmadığı bir anlayış” biçiminde tarif edebiliriz.

Yani laik devlet dini konularda resmen tarafsızlığını, dolayısıyla herhangi bir dini ya da dinsizliği desteklemediğini ifade eden devlettir.

LAİK DEVLETTE DİN VE DEVLETİN ALANLARI AYRILIR

Başka bir söyleyişle laik devlet; dinsel özgürlükleri garanti eden, kamu olanaklarının herhangi bir dini grubun çıkarına kullanılmasını engelleyen, eğitimi dinsel görüşlerden bağımsız olarak oluşturan… devlettir.

Ülkemizdeki uygulamayı dikkate alırsak, laik bir ülkede devletin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yurttaşların yaşamına dair fetvalar veren, hutbeler okutan bir kurumu olmaz. Laik devlet cemevi, kilise açmayacağı gibi cami de açamaz. Dede ya da papaz okulu açmadığı gibi imam ve vaiz yetiştiren imam hatipleri de açamaz. Her inanç grubu kendisi ihtiyaç duyduğu kadar yapar bunları. Dolayısıyla ülkemizde cumhuriyetin başından beri uygulanan laikliğin böyle sorunları vardır. Sadece bizde de değil laik sayılan Fransa, Almanya, ABD gibi pek çok ülkede de feodal dönemden kalan ve laiklikle çelişen kurumların, ritüellerin laiklikle çelişen uygulamaları var olmaya devam etmektedir.

Yusuf Tekin’in kişisel olarak dini görüşü, laikliği nasıl gördüğü ya da istismar ettiği bizi hiç ilgilendirmezdi. Ama Milli Eğitim Bakanı olarak Tekin partisinin ve savunucusu olduğu tek adam rejimine sosyal temel oluşturacak “Dindar ve kindar nesiller yetiştirime” programının milli eğitimdeki uygulayıcısı olarak laikliğe saldırmaktadır. Üstelik de bunu “evrensel laiklik” dediği kendi anlayışını dayatarak yapmaktadır!

Oysa Bakan Tekin’nin başında olduğu bakanlık eğitim müfredatını radikal dinci bir çizgiye çekme, okulları Diyanet İşleri Başkanlığının din görevlileri ile tarikat ve cemaatlerin militanlarının içinde cirit attığı mekanlara dönüştüren girişimlerle laikliğe cepheden savaş açan bir mevzide durmaktadır.

LAİKLİK MÜCADELESİ DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN ORTAK MÜCADELESİDİR

Bakan Tekin’in laiklik karşıtı açıklamaları ilerici demokrat siyasi çevreler ve laik eğitimi savunan her çevre tarafından yoğun tepkiyle karşılandı, Tekin istifaya çağrıldı. Cumhurbaşkanından Tekin’i görevden alması istendi.

Ama biliyoruz ki; yaptıkları sadece Tekin’in eseri değil. Tersine Tekin önceki yedi bakanın yaptıklarını bir adım daha ileriye götürmek için göreve getirilmiştir. Tekin kendisini göreve getirenlerin istediklerini yerine getirmektedir. Bu yüzden de ne istifa ne de görevden alma çağrıları sadece çağrı olarak kaldığı sürece karşılık bulmayacaktır.

Tekin bugün öncesini bir yana bıraksak bile 1960’lardan beri laik demokratik ve bilimsel eğitim mücadelesini ezmek isteyen laiklik karşıtı güçlerin bugünkü temsilcisi olarak kendisinden bekleneni yapmaktadır.

Ama işi kolay değil. Çünkü Türkiye’nin laiklik ve demokrasi yanlısı güçleri, laik ve demokratik eğitim mücadelesi veren gençliği; en gerici güçler seferber edilmiş olmasına karşın laiklik ve laik eğitim mücadelesi sürdürmüştür. Nitekim AKP iktidarı da devletin bütün olanaklarını kullanıp eğitimin dinileştirilmesi için tarikat, cemaatler ve Ülkü Ocakları gibi bütün yedek güçleri seferber etmesine karşın “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” programını başarıya ulaştıramamıştır. Yapılan anketler AKP iktidarında doğan ve “Z kuşağı” olarak adlandırılan gençlik kuşağının önceki kuşaklara göre AKP karşıtlığı açısından en yüksek kuşak olduğunu göstermektedir.

Kısacası laiklik olmadan özgürlük ve demokrasi de olmaz. Laik bilimsel ve demokratik eğitim olmadan laiklik sürdürülemezdir. Bu yüzden de bugün Milli Eğitim Bakanı Tekin’in laikliğe savaş açması, Bakan olarak laik eğitimi tasfiye etmek için önceki bakanlara göre daha agresif girişimler yapması, yaptıklarının teşhir edilmesi üsten istifaya çağrılması ve görevden alınmasının istenmesi elbette önemlidir. Ama laiklik mücadelesini, demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak savunmak; laik, demokratik eğitim mücadelesinin demokrasi güçlerinin ortaklaştığı bir mücadele olarak ilerletilmesi önümüzdeki dönemin önemli bir görevidir.

                                                                /././

"Asgari" Sosyal Güvenlik -Deniz İpek-

2024 yılı asgari ücretini saptamak üzere Asgari Ücret Tespit Komisyonu görüşmeleri aralık ayında başlayacak. Gerek hükümetin Şimşek’i gerekse patron örgütleri neredeyse 2 aydır asgari ücrete dair açıklamalar yapıyor. Açıklamalarda yeni yıla ilişkin hedeflenen bir enflasyonla asgari ücreti; merkez bankasının hedefleri, IMF önerileri ve patronların arzularıyla, Erdoğan hükümetinin OVP’sine uygun olarak belirlemeye çalışıyor.

                                       Unkapanı Sosyal Güvenlik Kurumu önü | Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel

Asgari ücret, işçinin bir iş günü çalışması karşılığında ödenmesi belirlenen en düşük ücret. Bu ücret aslında işçinin kapitalist üretim sürecindeki yeri ve patronla giriştiği alışverişte; emek gücünün satışı veya kiralanmasında yapılan “resmi” ve “gayriresmi” sözleşmesinde belirleniyor. İşçinin emek-gücünün değeri olarak talep ettiği değer onun ertesi günü aynı dinçlikle işe başlaması için gerekli metaların değerine denk düşen bir ücret talebinin yanında çalışma koşullarını içeriyor.

Asgari ücret, işçinin ekonomik ve sosyal hayatlarını en iyi şekilde yaşayabilmelerini sağlayacak kadar olması gerekiyor. İlk kez 1890’da Avustralya ve Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlanan, 1900’lü yılların başı itibarıyla da önce Avrupa’da, daha sonra da tüm dünyada uygulanmaya devam edildi. Türkiye’de ise ilk kez 1974’te yayımlanan yönetmelikle asgari ücret uygulaması başladı.

SOSYAL DEĞİL BİREYSEL GÜVENLİK

Sosyal güvenlik sistemi Türkiye’de, kayıtlı istihdam ve tahsil edilebilen sosyal güvenlik primi üzerine inşa ediliyor, kayıt dışılar yok. Prime dayalı bu sistemde sosyal güvenlik; toplumun sosyoekonomik gelişiminin koordine edileceği, sağlık sistemine halkın katılımının esas olacağı koşulsuz ve kapsayıcı işçi hakkı değil; işçinin ödediği prime endeksli, “sosyal” niteliğinden arındırılmış “bireysel güvenlik” ile ikame edilmeye çalışılıyor. Tüm yurttaşları kapsayan, eşleri birbirine ekonomik açıdan bağımlı olmaktan çıkaran ve kadın ve erkeği ayrı olarak hak sahibi kılan bir sosyal güvenlik sistemi de yok.

ÜCRETİ İKAME ETME

Sosyal güvenlik iki yönüyle işçinin sağlığını ve yaşamını doğrudan belirliyor. Birinci olarak sosyal güvenlik, işçinin hastalık, iş kazası veya meslek hastalığı, malullük, analık, işsizlik, yaşlılık, ölüm gibi nedenlerle geçici ya da sürekli olarak ücret geliri elde edemediği durumlarda, işçinin (Veya ölümü halinde ailesinin) hayatını idame ettirmesini sağlayacak geliri elde etmesinin temel dayanağı. Sosyal güvenliğin gelirsiz kalınan dönem için “Ücreti ikame etme” işlevi, geçimini ücret geliri ile sürdüren işçi için hayati. Sosyal güvenlik sistemi, gerek bu ikame gelire hak kazanma koşulları gerekse hak kazanılan gelirin düzeyi bakımından işçinin ve ailesinin sağlığını doğrudan etkiliyor. Hak kazanma koşulları zorlaştığı, hak kazanılan gelir düştüğü ölçüde; işçinin sağlığı ve bir bütün olarak yaşamı kötüleşiyor, zorlaşıyor, hatta tehlikeye giriyor.

AĞIR KOŞUL, DÜŞÜK GELİR KISKACINDA İŞÇİ SAĞLIĞI

Hastalık ve geçici iş göremezlik ödeneğine örnek üzerinden bakacak olursak: Asgari ücretli bir işçi iş kazası geçirir ya da meslek hastalığına yakalanır ve yüzde 50 oranında meslekte kazanma gücünü kaybederse, işçi son 3 aylık prime esas kazancının yüzde 35’i oranında sürekli iş göremezlik gelirine hak kazanır. Asgari ücretli bir işçiye bugün aylık ödenecek tutar yaklaşık 6 bin TL. Eğer işçi hastalık veya kazanın ardından işsiz kalırsa, ya bu tutarla hayatını idame ettirmek zorunda kalacak ya da sağlık durumu elverişli olsun olmasın yeni bir işte çalışmak durumunda. Yüzde 50 iş göremez bir işçinin bulabileceği işler sınırlı, bulduğu işlerin sağlığına elverişli olma ihtimali düşük, işçi, kötü ve sağlıksız çalışma koşullarına itiraz da edemiyor. İş kazası veya meslek hastalığı işçinin meslekte kazanma gücünü esaslı ölçüde azaltmış, ancak sosyal güvenlik sistemi işçinin yaşadığı gelir kaybının yarısını bile ikame etmiyor, tam da bu nedenle başka bir işte çalışmak zorunda kalan işçinin sağlığının daha da kötüleşmesi ve hatta işçinin bir işçi cinayetine kurban gitmesi ihtimali çok daha artıyor. İşçiye malullük aylığı bağlanabilmesi için, 1)İşçinin en az 10 yıldır sigortalı olması, 2) En az 1800 gün priminin ödenmiş olması, 3) Çalışma gücünü veya iş kazası veya meslek hastalığı neticesinde meslekte kazanma gücünü en az yüzde 60 oranında kaybetmiş olması, 4) Maluliyetin sigortalılıktan sonra ortaya çıkması, 5) Mevcut işinden ayrılarak SGK’ye başvurması gerekiyor. Bu koşullar nedeniyle 20 yaşında sigortalı çalışmaya başlayan bir işçi 30 yaşından önce trafik kazasında çalışma gücünün yüzde 100’ünü kaybetse bile maluliyet aylığı alamayacak; hem sağlığından hem gelirinden mahrum kalacak. Maluliyet aylığına hak kazanma koşulları ağır olduğu gibi, ödenecek aylık da yetersiz. Maluliyet aylığı bağlama oranı 2000 öncesi yüzde 70 iken, 2000’de yüzde 60’a, 2008’de yüzde 40’a düşürüldü. 1 Ekim 2008’de işe giren bir işçinin, 1 Ekim 2018 tarihinden sonra alabileceği maluliyet aylığı işçinin eline geçen net ücretin ancak yarısına ulaşıyor. Eğer bir de işçinin sigorta primi gerçek ücretinden değil daha düşük tutardan ödeniyorsa, işçinin yaşadığı gelir kaybı çok daha yüksek oluyor.

İÇ CEPHEDE PRİME ESAS YAŞAMLAR

‘İç cepheyi sağlamlaştırma’ siyasetinin örtmeye çalıştığı gerçeklerden biri de iş cinayetleri… Bu yılın ekim ayında 164'ü iş cinayetlerinde, İLO normlarına oranla da 984 işçi de meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. Yılın ilk on ayında da en az 1540 iş cinayeti 9 bin 240 işçi meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. AKP’li yıllarda da en az 33 bin işçinin iş cinayetlerinde öldüğü bilinirken bunun yanında 200 bin işçinin de AKP’li yıllarda meslek hastalığından hayatını kaybettiği İLO normlarında kabul ediliyor. Bu kadar işçi cinayetinin olduğu ülkede iş kazası ve meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünü yitirmiş ve iş görmezlik ödemesi alan veya alması gereken milyonları var. İşçi canın bu kadar ucuz olduğu ülkede asgari ücretin aslında çalıştığı için engelli ve çalışamaz hale gelen milyonlarca işçi için de ne kadar hayati bir mesele olduğunu gösteriyor. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi; işçinin sigortalı çalışması ve prime esas kazancı üzerinden kurgulandığı için işçileri “prime esas yaşamlara” mahkum ediyor. Sosyal güvenlik alanında son dönemde yaşanan hak kayıpları, işçi sağlığını daha da tehlikeye atmaya devam ediyor. İşçi sağlığını, ücret ve sosyal güvenlik bağlamıyla da düşünmek ve tartışmak; işçi sağlığı ve hakları bakımından yürütülecek mücadelenin de asgari ücretten bağımsız olmadığını bilmek gerekiyor.

                                                            /././

Yerlikaya kadın cinayetlerinden kadınları sorumlu tuttu: "32 hanımefendi ikazımıza uymadı"

Yerlikaya, kadın cinayetlerine ilişkin sorulara şu yanıtı verdi: “Kadın şiddetle ilgili sıfır tolerans diyoruz. 2022'de 284, 2023'te 309, 2024'ün ilk 10 ayında 276 tane kadın cinayeti var. Elektronik kelepçeyle ilgili kapasite sorunuz yok. Bin 500 olan kapasiteyi 5 bine artırabiliriz hızlıca, bu konuda bir sorunumuz yok. Biz koruma kararı aldığımız kadına bir belge imzalatıyoruz. Koruma kararı aldıktan sonra belgedeki 11 maddeyi polisler okuyor. 'Seni korumaya aldık ama buna riayet et' diyor. Diyor ki mesela, 'Şüphelinin size yaklaşması halinde en yakın korunaklı yere geçerek kolluktan direkt yardım iste. Şüpheliyle sakın yüz yüze görüşme.' Çünkü tecrübe ile sabit. Bunların hepsini onlara okuyoruz. Haftada bir gün muhtara ‘buraya gelip giden var mı’ diye soruyoruz. İstihbarat artık ona takılıyor. İlk defa söylüyorum koruma kararı olmasına rağmen geçen sene 32 hanımefendi şuradaki ikazımıza uymadan, kapıya adam gelince açmış, içeride vurmuş onu."(https://www.evrensel.net/haber/534666)

                                                          ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 4. gün | "Sağlık Bakanını hedef aldıkları için yargılanıyoruz"

Duruşma Esenyurt Belediye Başkanlığı Sağlık Hizmetlerinde çalışan Renas Kılıç'ın ifadesiyle sürüyor. Siyasetçilerin erken seçim umuduyla Sağlık Bakanını hedef aldığı için böyle bir suçla yargılandığını iddia eden Kılıç, "Ben iki depremde de deprem bölgesinde çalıştım, bir insan böyle harcanamaz" dedi. Telefonda Reyap Hastanesinden 'biz' olarak bahsetmesi sorulan Kılıç, "Benim konuşma şeklim biraz farklı. Benimsediğim için öyle dedim" dedi.  Kılıç'ın avukatları Fırat Sarı ile Rneas Kılıç'ın yalnızca 'sosyal bir ilişkisi olduğunu' söyleyerek Kılıç'ın tahliyesini talep etti. Duruşmaya ara verildi. (https://www.evrensel.net/haber/534670)

                                                           ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 3.gün/ Yoğun bakım kameraları sökülmüş, kaşesi kullanılan doktor başka hastanede

İddianamede, Fırat Sarı ve İlker Gönen'in 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "nitelikli dolandırıcılık" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" suçlamalarıyla, 11 kez "resmi belgede sahtecilik" suçu ile cezalandırılması isteniyor. İki isim hakkında toplamda 177 yıl 6 aydan 582 yıl 9'ar aya kadar hapisle cezalandırılması talep ediliyor. 112 Ambulans Şoförü Gıyasettin Mert Özdemir hakkında "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve "resmi belgede sahtecilik" suçlarından 180 yıldan 589 yıl 9 aya kadar hapis cezası; 18 kişi hakkında da bebeklerin ölümüne ilişkin "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi" suçundan 10 ila 437 yıl 6 ay arasında hapis cezası isteniyor.(https://www.evrensel.net/haber/534538)

(Evrensel)

                





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder