Türkiye çıkarıldı, sermayesi girdi: Baykar'ın Piaggio hamlesi F-35 kapısını tekrar açtı
Kale'nin desteğiyle başlayıp, iktidarın teşviğiyle serpilen Baykar, İtalyan rakibi Piaggio'yu satın aldı. Türkiye sermayesine F-35 kapısı bir daha aralandı. Yeni kârlar için diplomasi beklenmeyecek.İktidar desteğini arkasına alarak büyüyen insansız hava aracı (İHA) üreticisi Baykar, İtalyan havacılık şirketi Piaggio'yu satın aldı.
Piaggio, 1884 yılında kurulmuş, çok eski ve önemli bir İtalyan havacılık şirketi. Ancak iflas ettiği için kamu yönetimine devredilmişti ve altı yıldır kayyım yönetiminde işletiliyordu.
Altı yıllık dönemde şirketin satışı için birkaç kez ihaleye çıkılmış, bunlardan birinde Birleşik Arap Emirlikleri Varlık Fonu Mubadala’ya satılmış ama bir fiyasko yaşanmış, satış iptal olmuştu.
Son yapılan ihalede Türkiye, Brezilya ve Suudi Arabistan'dan teklif alındı. Cuma günü şirketin Türkiye'den Baykar'a satıldığı açıklandı.
Uçak motoru mu, yoksa İHA mı ağır basacak?
Bayraktar’ın ödemeyi taahhüt ettiği bedel 1,8 milyar avro. Kayyım yönetimi altında zarar etmese de kârlılık açısından düşük bir performans gösteren şirketin önemli yatırım ihtiyacı olduğu İtalyan basını tarafından vurgulanıyor. Ancak halihazırda 800 milyon avroluk sipariş portföyü olduğu da belirtiliyor.
Satış bedelinin bu tutarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. İtalyan basınında yer alan yorumlarda Bayraktar’ın Piaggio’nun geleneksel uçak ve uçak motoru üretimindeki teknolojik gücünü mü geliştireceği yoksa İHA üretiminde geri kaldığı belirtilen Avrupa’ya yönelik bu eksende bir yeniden yapılanmaya mı gideceği de sorgulanıyor.
Piaggio Aerospace’in 1500 civarında çalışanı bulunuyor, 2023 cirosu da 368 milyon avro civarında.
Kamu düze çıkardı, Baykar'a sattı
Ticaret ve “Made in Italy” Bakanlığı (MIMIT) tarafından yayımlanan notta “Alınan üç teklifin dikkatli bir şekilde karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesinin ardından, Baykar'ın teklifinin Piaggio Aero ve Piaggio Aviation çalışanlarının ve alacaklılarının çıkarlarını garanti altına almak ve grubun endüstriyel beklentilerini yeniden başlatmak için en uygun teklif olduğu” belirtiliyor.
Baykar’ın, ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeyi ve güçlendirmeyi taahhüt ettiği ifade ediliyor.
Bakan Adolfo Urso, “Net ve iddialı bir endüstriyel vizyonla şirketin yeniden faaliyete geçmesini garanti altına aldık. Altı yıllık bekleyişin ardından Piaggio Aerospace'e uzun vadeli bir üretim perspektifiyle, şirket komplekslerini ve işgücünü koruyarak bir gelecek, ülkemiz için stratejik bir varlık veriyoruz” dedi.
Şirket iflas etmiş olmasına rağmen MIMIT notunda şirketin son yıllarda kayyım yönetimi tarafından tüm iş alanlarında önemli bir sipariş portföyü oluşturmayı başardığı ve böylece altı yıl boyunca tüm faaliyetlerini sürdürdüğü belirtildi. Bu şekilde Piaggio Aerospace'in müşterilerine olan taahhütlerini yerine getirebildiği ve Olağanüstü İşten Çıkarma Fonu, banka kredisi veya kamu katkılarına başvurmak zorunda kalmadan kendi kendini finanse edebildiği de vurgulanıyor.
Baykar'ın sermayesi Ankara'yı NATO projesiyle kavuşturdu
Baykar, Piaggio sayesinde teknoloji kapasitesini artırmanın yanı sıra hem tedarik ağını hem de pazar olanaklarını genişletti.
Şirketin başta gelen faaliyetleri arasında, İtalyan ordusunun da kullandığı P180 Avanti iş jetleri bulunuyor. Ayrıca kayyım döneminde şirketin amiral gemisi olan P180'in daha gelişmiş bir versiyonunu geliştirdiği ve ana müşteriye teslimatlarının başladığı ifade ediliyor. P180 için halihazırda 800 milyon avroluk alınmış siparişi var.
Piaggio'nun iki üretim alanı daha var. Biri istihbarat, gözetleme ve keşif amaçlı HammerHead İHA'ları, diğeriyse ABD'nin F-35 programında kullanılan parçaları.
Şirket, ürettiği motorları hem sivil hem de askeri uçak ve helikopterlerde kullanılan Pratt & Whitney ile uzun vadeli anlaşmalara sahip.
Bunlardan biri Pratt & Whitney America ile yürütülen F-35 programı. İki şirket, ABD'li Lockheed Martin'in F-35'i için bazı motor parçaları üretiyor.
Bu da Türkiye'de savunma sanayiinin neredeyse tek özel şirketi gibi lanse edilen Baykar aracılığıyla Ankara'nın dolaylı olarak yeniden F-35 programına eklemlendiğini gösteriyor.
F-35'i merkeze alan program çerçevesinde geliştirilen uçakların, NATO üyesi ülkelerde kullanılan savaş uçaklarının yerini alması amaçlanıyor. Bu süreçte ana yüklenici ABD’li Lockheed Martin. Ayrıca yedi müttefik ülke bulunuyor.
2021 yılına kadar bu 7 ülkeye ek olarak Türkiye de programdaydı. Ankara, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması nedeniyle ABD'nin yaptırımına maruz kaldı ve F-35 projesinden çıkarıldı.
F-35'li ortaktan F-35 ortaklığına
Baykar, ilk İHA'sını 2010'lu yılların başında Kale Grubu'yla kurduğu ortaklık sayesinde üretebilmişti. İHA projesi sonuca ulaşınca iki şirket ortaklığını sonlandırdı.
Aynı dönemde Kale Grubu uçak motoru üreten Prat & Whitney ile birlikte F-35 projesine dahil olmuştu. Projede Türkiye adına yer alan ilk özel şirket olan Kale, F-35'lerin kritik motor parçalarını İzmir'de üretmişti.
Baykar bugün Piaggio'yu alarak Prat & Whitney ile doğrudan ortak oldu ve F-35 projesinde yerini aldı.
Sendikalar temkinli: 'Tetikte olacağız'
Sendikalar, üretim tesisleri ile istihdamın sürekliliği ve üretim varlıklarının korunması konularında garanti verilmesini talep ediyor.
La Repubblica’nın aktardığına göre Metal İşçileri Sendikası (FIOM-CGIL) Cenova Sekreteri Stefano Bonazzi de Dire ajansa şunları söyledi: “Baykar, Piaggio Aerospace'in faaliyet gösterdiği sektörde yer alan büyük bir gruptur. Ligurya'daki iki fabrikada önemli beklentiler yaratacağını düşünüyoruz.”
Ancak Bonazzi, sözlerine “200'den fazla çalışanı hikayeler ve profesyonellikle istihdam etmeye devam eden Cenova tesisinin bakımı ve iyileştirilmesi için endüstriyel planda ne gibi garantiler olacağını öğrenene kadar herhangi bir değerlendirme yapmaktan kaçınıyoruz. Kim gelirse gelsin bu değeri hesaba katmak zorunda kalacaktır. Kayyım yönetimi ve yeni satın alan grupla yapılacak sendika toplantısını bekliyoruz. Operasyonu tam olarak değerlendirebileceğimiz forum bu olacaktır” şeklinde devam ediyor.
Bir diğer sendikacı, İtalyan Metal-Mekanik İşçileri Birliği (Uilm) Sekreteri Guglielmo Gambardella ise satışı şu sözlerle yorumladı:
"Piaggio Aero'nun Türk Baykar Grubu tarafından devralınması, İtalyan havacılık ve uzay sektörü için olumlu bir perspektifi temsil edebilir ve yıllarca süren belirsizliğe son verebilir. Baykar'ın hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürme ve güçlendirme taahhütlerini yerine getirmesini sağlamak için tetikte olacağız. Kayyım yönetiminin son ermesi iyi bir şey, ancak hiçbir büyük İtalyan girişimcinin bu kuruluşa ciddi bir şekilde inanmak istememesi üzüntü vericidir. Piaggio Aerospace'in savunma sistemimizin temel bir ortağı olduğunu unutmayalım."
'Piaggio'nun pazarıyla Avrupa'ya açılacak'
Büyük satın alma İtalya basınının da gündeminde. Savunma sanayi haberleri hazırlayan Analisi Difesa sitesi Baykar'ın olası hedefleri arasında, "Piaggio'nun İHA sektöründe kazandığı deneyimleri edinmek" ve "Avrupalı müşterilere satılmak üzere kendi İHA'larının ve motorlarının üretimi, bakımı/revizyonu için Liguria'daki fabrikaları Avrupa'da bir merkez (hub) olarak kullanmak" olduğunu yazdı.
Corriere della Sera'ya göre, şirketin Piaggio tesisleri ve çalışanlarıyla ülkede hangi programları geliştirmek isteyeceğini zaman gösterecek. Bakanlık notunda "Baykar, hem uçak üretim faaliyetlerini -ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere- hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeye ve geliştirmeye kararlıdır" denildiğini aktaran gazete, "Şüphesiz İtalya ve daha genel olarak Avrupa ülkeleri şu anda insansız hava aracı üretiminde geri kalmış durumda” yorumunda bulundu.
La Repubblica ise Baykar'ın hamlesini “Stratejik, yüksek teknolojili bir İtalyan şirketi için tarihi bir dönüm noktası, ancak son yıllarda hayatta kalması çok zorlaşan bir şirket” sözleriyle değerlendirdi.
***
‘Baykar diplomasisi’ ve ‘milli çıkar’ edebiyatı -Anıl Çınar (30/09/2024)
Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?
Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar İsrail’le işbirliği eleştirilerini “milli kazanımları operasyonlara kurban ettirmemeye kararlıyız” diye yanıtladı.
Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün de aynısını söylüyordu. Provokasyonlar milli çıkarlara milli hedeflere zarar veremeyecekti… “Bu başarı, sadece bir firmanın değil, tüm milletimizin ortak başarısıdır” diyordu başkan.
Ne zaman bir ikiyüzlülük ortaya çıksa aynı şey söyleniyordu: “milli çıkarlarımız”.
Peki nedir, nerededir bu milli çıkar?
Örneğin Selçuk Bayraktar’ın Filistin atkısıyla verdiği yürüyüş pozunda mıdır? Yoksa aynı Bayraktar’ın ABD gemisi USS Gerald R. Ford’da verdiği fotoğrafta mı?
Anlaşılan ikisinde de…
Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?
TCG Anadolu’nun bir tatbikatla NATO filosuna katılmasını mı, yoksa Amerikan askeriyle aynı gemide bulunmaktan duyduğu keyfi mi onaylamaktadır Bayraktar?
Belli ki ikisini de…
Milli çıkar dedikleri şey işte budur: Türkiye adına nerede ne yapılıyorsa sorgulanmayacaktır. Söz konusu olan şirketlerin çıkarları değil, Türkiye’nin gücüdür. O şirketler Somali’ye akın ettiğinde de, Ukrayna’da arazi kiraladığında da, Suriye’de kent kurduğunda da yardım için, insanlık için, Türkiye’nin büyüklüğü için oradadır!
Belki de bu nedenle Baykar, Azerbaycan’daki fuara İsrailli şirketle birlikte “altın sponsor” olduğunda sadece ticari bir faaliyet yürütmemekte, “Baykar diplomasisi”ni icra etmektedir.
Peki Baykar diplomasisi başka neler getirmektedir?
Ukrayna, Somali, Azerbaycan ve Libya’ya SİHA satmakla yetinmemek demektir örneğin. Gözlerini NATO ülkelerine dikmek, yeni dönemin en önemli hedefinin NATO’ya satmak olduğunu dile getirmek ve NATO sayesinde para kazanmak demektir.
Arnavutluk, Polonya, Romanya, Litvanya… Yetmez.
“Milli çıkar” icra edilecekse, önce NATO’culuk yapılacak, TV ekranlarında Filistin sahiplenilirken arka kapıdan İsrail ile ticarete devam edilecek, bütün bunları sorgulayanlara ise “provokatör” denilecek!
Ancak, bu “diplomasi”nin Baykar’dan ibaret olduğu düşünülmemeli. Baykar bir koçbaşı, ama dahası var.
Hatırlayın Zorlu Enerji’nin kelimelerle oynayışını, “neden İsrail’e elektrik sağlıyorsunuz” sorusunu “biz zaten yüzde 25 hisseye sahibiz, bir hükmümüz yok, hisselerimizi de devredeceğiz” şeklinde yanıtlayışını. Veya BOTAŞ ve SOCAR üzerinden İsrail’e akan petrol için sorulan sorulara “biz Türkiye’ye ne kadar çok yatırım yaptık farkında mısınız” diyerek verdikleri yanıtları…
Bu milli çıkarda İsrail’in bölgedeki güç kaynaklarını sorgulamak yok, İsrail’e kol kanat geren NATO’yu ve ABD’yi karşıya almak yok; ama sorgulayanlara “İran ajanı” etiketi yapıştırmak, provokatör demek var. İsrail’in Filistin’e, Lübnan’a saldırılarına yanıt vermek yok, ama Reisi’nin düşen helikopterini İHA şovuna dönüştürmek var.
Herkes Türkiye’yi düşünüyor, Türkiye’yi çok seviyor!
Ne demişti Mussolini “biz ihracat yapacağız, rekabet edeceğiz ki siz işinizi koruyacaksınız, işsizlere iş bulacağız”. Ve sonra eklemişti, savaştan kaçınılmaması gerekirdi, çünkü Herakleitos'un da dediği gibi, savaş “her şeyin başlangıcı”ydı.
Benzer bir yolda ilerlediğimiz açık değil mi?
Benzer bir “sevgiden” olsa gerek, giderek daha fazla isim Türkiye’nin bütün bu karmaşayı fırsata çevirmesi gerektiğini söylemeye başladı bile. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve başka yerlerde. İran geri çekilirken veya çekilmek zorunda kalıyorken Türkiye’ye de rüştünü ispatlama olanağı açılıyor…
Yoksa… Yoksa Türkiye’nin çıkarları tehlikeye düşecek.
Aynı yanıtların NATO’dan neden çıkılamayacağını ispatlamak için de ileri sürülmesiyse hiç şaşırtıcı değil.
Türkiye’nin bütün sınırlarını savaş alanına dönüştüren ve gerektiğinde Türkiye’nin içini de savaş alanına çevirebilen bir terör örgütüne üyeliğin milli çıkar olarak anlatılabilmesindeki cüretin farkında mısınız?
İşte bu cüretin adıdır milli çıkar edebiyatı ve hafife alınmamalı, meydan okunmalıdır.
/././
Yeni Yaşam yazarı: İsrail ve ABD İran’a saldıracak, Kürtler ve Türkiye de bu saldırıya katılsın
Yeni Yaşam’da Zafer Yörük, “Baharat Yolu’ndan Kürt barışına” başlıklı yazısında bu duruma dikkat çekerek, İsrail’in İran’a yönelik projesinin, “İran’la komşu müttefikler gerektirdiğini” belirtti. Yörük, hem üç ülkeye yayılmış Kürtlerin hem de Türkiye devletinin İran’a karşı bir savaşta yer almaları gerektiğini, Türkiye’deki ABD üslerinin de bu savaşta kullanılması gerektiğini savundu: “İran’la savaş ve rejim değişikliği planları içinde iki bölgesel olgu önem kazanıyor. Kürtler ve Türkiye devleti. Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin İran rejimini devirme konusunda hemfikir olmaları önemli çünkü Rojhılat Kürtleri, İran rejiminin devrilmesinde dayanılacak temel siyasi güçlerden biri olmak durumundadır. Kürtler İran rejimi karşıtı uluslararası siyasi ittifak içinde yer alırken Türkiye devletinin de ittifak içinde tutularak herhangi bir oyun bozucu hareketi engellenmelidir. İdeal olansa, İncirlik başta olmak üzere ABD üslerinin böyle bir operasyonda kullanılmasıdır. Bazı kaynaklar, ABD’den satın alınamayan F35 jetlerine uygun hale getirilmiş olan Malatya Erhaç Hava Üssü’nün bu cephe için hazırlandığını iddia ediyorlar.”(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-yasam-yazari-israil-ve-abd-irana-saldiracak-kurtler-ve-turkiye-de-bu-saldiriya-katilsin)
***
2024’ten 2025’e yeni sınıfsal konumlanmalar -Oğuz Oyan-
“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur.
Türkiye açısından 2024 yılı hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi gelişmeler bakımından olumlu geçmiş sayılamaz. Ekonomi 2024’te küçülmedi ama büyüme hızı ciddi anlamda yavaşladı. Enflasyon hedefleri de olumlu baz etkileri geçince iyice tökezledi. Yılın ikinci yarısında aylık TÜFE artışları ortalaması yüzde 2,5 civarında kaldı.
Büyümeden durgunluğa
2022’de yüzde 5,5 ve 2023’te yüzde 5,1’lik büyümelerden sonra 2024’te büyüme ciddi bir fren yaptı. 2024 yılının ilk üç çeyreğinde 9 aylık büyüme oranı yüzde 3,2’de kaldı. Üstelik en önemli üretken sektör olan sanayide 3. çeyrekte yüzde 2,2 küçülme yaşandı; üç çeyreğin bütününde de negatif değer aldı. İmalat sanayiinde bu küçülme daha fazla oldu. Sanayideki küçülme ithalat verilerine de yansıdı.
Dördüncü çeyrek de pek parlak görünmüyor, dolayısıyla yılın bütününde Orta Vadeli Program’ın (OVP 2025-2027’nin) yüzde 3,5’luk 2024 büyüme öngörüsünün artık geçerli olamayacağı, IMF’nin yüzde 3,6’dan yüzde 3,0’e revize ettiği öngörüsünün de tutmayacağı söylenebilir.
2025 yılı öngörülerine bakıldığında ise, TÜİK’in yüzde 4,0’lık tahminine kıyasla IMF’nin yüzde 2,7’lik tahmini daha gerçekçi duruyor. Çünkü Türkiye’de GSYH esas olarak talep/tüketim yönlü büyüyor, ama OVP’ye göre 2025’te kamu ve özelde tüketim ve yatırımların büyüme bakımından GSYH büyümesinin gerisinde kalmasının planlandığı görülüyor. Aynı şekilde Merkezi Yönetim Bütçesi harcama boyutunun GSYH’ye göre oranının 1,5 puan, daha geniş kamuyu temsil eden Genel Devlet Dengesi için ise 2,5 puan daralması öngörülüyor. Bütün bunlar büyümeyi aşağıya işsizliği ise yukarı çekecek öngörüler.
Sınıflararası dengenin emek aleyhine bozulması
Tabii sınıfsal açıdan bakıldığında her şey daha göreli. Sermayenin büyük bölümü açısından 2024 sayfası olumlu bakiyelerle kapandı; birçok sektörde kârlar yeniden tavan yaptı. Nitekim 2024’ün 3. çeyreği GSYH bileşenleri sonuçlarına bakıldığında kâr, faiz ve rant gelirlerinin önceki (2.) çeyreğe kıyasla yüzde 38,0’den yüzde 45,1’e yükselmesi, buna karşılık ücret gelirlerinin yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e gerilemesi uygulanan programın sınıfsal özünü yansıtmakta. Üstelik bu çarpıcı bozulma 2. çeyreğe kıyasla yani sadece 3 ay içinde ortaya çıkabildi. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmaması, diğer ücret artışlarında da frene basılmasının etkisi aylık enflasyon artışlarını -baz etkisi dışında- düşürücü rol oynamazken, gelir bölüşümde hızlı bir bozulmaya neden olabildi.
Gelir dağılımı verileri bakımından Türkiye AB ülkeleri içinde ilk sırayı, OECD ülkeleri arasında ise ilk üç sıradaki yerini “başarıyla” korudu! Ama gelir dağılımı bozulmasından daha kötü bir süreç de yol almaya devam etti: Gelirler genel seviyesi ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki parite sürekli bozulmaya devam etti. Başka deyişle, gelirler baskılanırken fiyatları sınırlayacak ve enflasyon fırsatçılığını denetim altına alacak hiçbir düzenek çalışmadığı için, mal ve hizmet fiyatları ile gelirler arasındaki parite sürekli olarak ikinciler aleyhine çalıştı. Sonuçta daha düşük gelir düzeyleri için daha yüksek mal ve hizmet fiyatlarının geçerli olduğu cehennemi bir yapı oluştu.
Kuşkusuz buna gelişmiş kapitalist ülkelerin birçoğunda, emeğin kazanımları olarak da vurgulanabilecek şekilde, toplumsal mal ve hizmetlerin bedava ve nitelikli olarak sunumuna karşılık, Türkiye’de bunun tam karşıtı bir düzen oluştuğu gibi özel eğitim ve sağlık kuruluşlarının piyasa payı da sürekli yükselmeye devam etti. Böylece en yüksek vergi payına sahip olan ücretli kesimler bunun karşılığını kamu hizmeti olarak dahi alamaz duruma gerilediler. Buna rağmen, Nobel ödülü almış liberaller de dahil olmak üzere sermayenin çeşitli kesimleri “yeterince sıkı maliye politikaları uygulanmadığı” sakızını çiğnemeye pervasızca devam ettiler!
Oysa, TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayınladığı “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri” dahi, yoksulluğun gerçek boyutunu perdeleme konusundaki bütün çabalarına karşın, hane halklarının büyük bölümünün yoksulluk girdabından çıkamadığını gizleyemedi.
Asgari ücret ve emek düşmanlığının zirve yapması
Emekçi sınıflar aleyhine hüküm süren tüm bu olumsuz koşullara rağmen (veya tam da o nedenle) asgari ücret sefalet düzeyinde bağlanabildi; ama iktidarın ve sermayenin emeğe/emeğin haklarına düşmanlığının açığa çıkmış olması küçümsenecek bir kazanım değildir. Bu bağlamda, göstermelik “Komisyondan” bir sefalet ücretinin çıkmış olmasının, kısa vadede emekçileri daha büyük sefalete sürüklemesi kötülüğü yanında, orta-uzun erimde bazı hayırhah sonuçlara da yol açabilecektir. Elbette emekçiler Cumhur ittifakının sınıf karakterini daha iyi teşhis edebilecekleri, Tayyipgiller ile burjuvazi arasındaki ideolojik geçişkenliği daha iyi görebilecekleri bir bilinç sıçraması yaşayabileceklerse… Özellikle de “artık yeter” diyerek sınıf tepkilerini yükseltebileceklerse…
Sermayenin sosyal devlete ve emeğin haklarına olan düşmanlığı kuşkusuz ulusal düzeyle sınırlı değildir. Bunu Trump dönemi Amerika’sında belki de daha iyi gözlemleme fırsatı bulabileceğiz. Trump’ın baş destekçisi Elon Musk ile Vivek Ramaswamy gibi iki süper milyarderi ABD’de yeni kurulması planlanan “Verimlilik Departmanı”nın başına getirmeyi tasarlamasını ve uygulamaları dikkatle izlemek gerekiyor. Faşist partilerle/liderlerle flört etmeye pek meraklı Musk’ın kamu harcamalarında ciddi azaltmalar yapmaya ve milyonlarca kamu personelini kapı dışarı etmeye yönelik “radikal reform” niyetleri, tam da holding şirketlerini yönetme anlayışının kamu alanına taşınmak istenmesi bakımından oldukça tanıdıktır. Javier Milei’nin Arjantin’de uygulamaya koyulduğu ve ABD/IMF destekli uçuk sağ program gelmiyor sadece aklımıza. Rahmi Koç’un kamu personelinde benzer bir tensikatı dillendirmesini de hatırlamadan edemiyoruz. Geçen yıl sonunda yazmıştık, biraz alıntı yapmanın sırasıdır:
“Anlı şanlı holding patronumuz Rahmi Koç’un ‘5,5 milyon kamu personeli yerine 2 milyonla aynı iş görülür’ yaklaşımına holdingci olmayan bir bakışla nasıl ayrıntılı bir yanıt verileceği meselesini başka bir yazıya bırakalım. Burada sadece bir-iki hatırlatma yapalım. Pek AB’ci görünen bu zevata hatırlatılır ki, AB ülkelerinde personel giderlerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı yüzde 40’ların üzerindedir. Örneğin bu oran 2020’lerde Fransa’da yüzde 45,5’tir. Bunun yüzde 52’sinin eğitim personeline gidiyor olması da şaşırtıcı değildir. Çünkü devlet bütçesiyle esas olarak hizmet üretilir, hizmet de insanla üretilir, burada da eğitim hizmetleri açık ara önde gelir. Koç’un kamu kesimini 2 milyon çalışanla yönetebileceğini söylediği Türkiye’de bile sadece MEB istihdamı 1 milyon 371 bini bulmaktadır ve buna üniversitelerde istihdam edilen memur ve akademik personel vs. toplamı olan 482 bin kişi daha eklendiğinde 1 milyon 853 bine ulaşılır! Sağlık personeli de, tüm yetersizliğine rağmen, 800 bin kişiyi aşmaktadır. (2024 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.382). Hadi gel de yönet bakalım! Elbette devleti eğitimden ve sağlıktan çekersen neden olmasın!
Bu arada gelişmiş kapitalist bir ülke olan Fransa’da kamu çalışanlarının sayısı, yerel yönetimler dahil 5 milyon 660 bin kişidir. Türkiye’de ise daha geniş nüfusuna rağmen, yerel yönetimler ve KİT ve BİT’ler ile sürekli/geçici işçiler dahil 5 milyon 98 bin kişidir. Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır”. (Oğuz Oyan, “Asgari ücret-emek mücadelesi-bütçe bağlantıları”, 12 Aralık 2023, Sol Haber).
“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur, hatta belki de milyarderlerin (liberal olsun faşizan eğilimli olsun) tümünün ortaklaştığı önemli ezberlerden biridir.
NATO ve Batı’nın çarpıcı ikiyüzlülüğünün teşhiri
2024, NATO’nun saldırgan bir savaş örgütü olduğunun sürekli teyit edildiği bir yıl oldu. 2023’ten itibaren Ukrayna ve Gazze’de esasen test edilmeye başlanmıştı; 2024’te doruğa çıktı. Üstelik NATO, Suriye’deki cihatçı darbenin de İsrail ve Türkiye ile birlikte tam arkasında olduğunu kanıtladı. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin HTŞ ve SMO’nun Halep operasyonunun hemen öncesindeki Türkiye ziyareti, adeta bir işaret fişeği gibiydi.
Batı’nın sosyal-demokrat, liberal ve faşist siyasi partilerinin hep birlikte İsrail’in yayılmacı ve soykırımcı politikalarını desteklemeleri, Suriye yönetiminin şeriatçı çetelerce düşürülmesini sevinçle karşılamaları, dolayısıyla emperyalist-Siyonist saflarda buluşmaları, Batı’nın büyük ikiyüzlülüğünün sergilenmesi anlamına geliyordu. Filistin soykırımı karşısında sessiz kalan ve daha büyük çoğunlukla da destekleyen Batı’nın pek demokrat ülkeleri, partileri ve “mümtaz” şahsiyetleri, nasıl bir ikiyüzlülük içinde yüzdüklerini itiraf etmiş olmakla kalmadılar, “liberal demokrasi” denilen geçici durumun da cenazesini kaldırmış oldular.
Türkiye’deki Kürt meselesinin Kuzey Suriye’deki dengelere müdahale etmek ve içerde AKP rejimini konsolide etmek üzere yeniden gündeme getirilmesi de emperyalizmin denetimi dışında görülmemelidir. AKP-MHP’den demokratik bir anayasa beklentisi ne kadar boşsa, bu girişimin Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin önüne engel olarak çıkarılma riski de o kadar yüksektir.
2025 zor bir yıl olacaktır. Zorluklardan yılmadan mücadele etmek de bizim işimizdir. Herkesin yeni yılını bu duygularla kutluyorum.
/././