3 Aralık 2024 Salı

Yugoslavya’yı hatırlıyor musunuz?-Nevzat Evrim Önal/ soL -3 Aralık 2024-

Bu dersler Orta Doğu’da sadece Lübnan ve Suriye gibi hedefte olan ülkeleri değil ülkesi olan ve olmayan tüm aktörleri ilgilendiriyor.

Kastım görece yaş almış kimi nostaljik solcuların anlatmayı sevdiği Kızılyıldız futbol takımı ya da Başkan Tito öyküleri değil. Birinci Dünya Savaşı sonunda “Güney Slav Milletlerinin ülkesi” niteliğinde bir krallık olarak kurulan, İkinci Dünya Savaşı sonunda kralı hal edip kendince sosyalist bir “federal halk cumhuriyeti”ne dönüşen, kolaylıkla “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak niteleyebileceğimiz Soğuk Savaşın ardından da yedi ülkeye bölünerek ortadan kalkan ülkeyi (ve nasıl dağıldığını) gerçekçi bir biçimde hatırlamaktan, bu tarihten günümüze dair dersler çıkartmaktan bahsediyorum.
Bu hafta birlikte bunu yapmayı deneyelim.

***

“Doğal ülke” diye bir şey yoktur. Bugün var olan (ve artık olmayan) her ülkenin mevcut haliyle değil de başka bir şekilde, görece geniş ya da dar bir coğrafyada, farklı bir politik çerçevede hatta isimle kurulmuş olabileceğine yönelik zihin egzersizleri yapmak mümkündür. Ne var ki Yugoslavya, ne krallıkken ne de “piyasa sosyalizmi” denen oksimoron ekonomik sistemi benimsemiş bir federasyon olduğu yıllarda, parçaların bir bütün oluşturmadığı yapıntı karakterini üstünden atabilmişti.

Farklı milletlerden oluşan bir krallığın, kral şu ya da bu milletten olacağı için ister istemez ayrılıkçı milliyetçi eğilimler barındıracağı iddia edilebilir. Ama Yugoslavya federal bir halk cumhuriyetine dönüştükten sonra da milletler arasındaki ayrımlar hiç ortadan kalkmadı, çünkü ekonomisi sözde sosyalist olsa da özünde piyasacı ve özel mülkiyetçiydi. Tito Yugoslavyası kelimenin gerçek manasıyla sosyalist olup, öncülüğünü Sovyetler Birliği’nin yaptığı sosyalist ülkeler bloğunun bir parçası olmaya direniyor; sosyalizm ile emperyalizm arasındaki mücadelede tarafsız kalıp, bu iki sistemin arasındaki gri bölgede kendisine bir bağımsızlık alanı bulabileceğini sanıyordu.

Ulusal bağımsızlık büyük bir değerdir ve beraberinde büyük de sorumluluk getirir. Emperyalizm ile sosyalizm arasındaki Soğuk Savaş tüm insanlığın geleceğiyle ilgiliydi ve herhangi bir ülkenin bağımsızlığını tarafsız olma (dolayısıyla sorumluluk üstlenmekten kaçınma) yönünde kullanması mümkün değildi. Yugoslavya da tarafsız kalamadı; kendisini “sosyalist” olarak tanımlasa da, temel derdi Sovyetler Birliği’nden uzaklaşmak oldukça emperyalizme yanaştı. Ekonomisi, sosyalizmin en temel ekonomik prensibi olan merkezi devlet planlamasıyla değil, her işletmenin bir kooperatif gibi kapitalist mantıkla kendi kararlarını aldığı, bireysel kârlılığını gözettiği, birbiriyle rekabet ettiği ve bu rekabette “başarılı” olan işletmelerin mensuplarının da zenginleştiği karma bir sistemle yönetiliyor; buna da (bir başka oksimoron kavram uydurularak) “özyönetimci sosyalizm” deniyordu. Bu sistem bireyler, işletmeler ve hepsinden önemlisi Yugoslavya’yı oluşturan milletler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmıyor, aksine yeniden üretiyor ve kalıcı hale getiriyordu. Dahası, bu ekonomik sistemle ülke emperyalist sermaye merkezlerine bağımlı hale geliyor (Yugoslavya bir noktada IMF’den borç almaya başlamıştı); bunun sonucunda emperyalistler, federasyonu oluşturan birimlerle (bilhassa da Slovenya ve Hırvatistan’la) seçici ilişkiler kurup sonunda ülkeyi parçalayacak ekonomik eşitsizlikleri derinleştiriyordu.

Milletler arasındaki ayrım çizgileri, aynı bireyler arasındakiler gibi esasen ekonomiktir; mesele her zaman birilerinin zengin birilerinin yoksul olmasıdır. Sosyalizm milletleri, kültüralist bir “halkların kardeşliği” edebiyatıyla değil, aralarındaki ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırabildiği, yani onları tek bir halka dönüştürebildiği ölçüde birbirine kardeş yapar; çünkü zenginle yoksul “kardeş” olamaz. Hem her milletin kendi kültürünü koruduğu ve geliştirdiği, hem de diğer milletlerin kültürlerini kucakladığı ve saygı duyduğu bir politik atmosferin kurulabilmesi için; bu milletleri bir yanda maddi hayatın ortaklaşa yeniden üretildiği bir şemsiye altında yoldaş yapan, diğer yanda da aralarındaki ekonomik farkları giderek azaltıp nihayetinde ortadan kaldıran milletlerüstü bir merkezi ekonomik planlama zorunludur. Yani milletler, ancak ekonomik özerkliklerini yitirdikleri ölçüde aralarında kimsenin kimsenin kültürüne tepeden bakmadığı, eşitlik temelinde bir kardeşlik kurulabilir.

Yugoslavya merkezi bir planlamayı hayata geçirmediği için ne gerçekten sosyalist olabildi ne de ülkeyi oluşturan milletler arasında kardeşçe ve samimi ilişkiler geliştirebildi. Bu yüzden, merkezi planlamanın hep daha fazla eşitlik yönünde işletildiği Sovyetler Birliği dağılırken milletler arasında yaşanan gerilimler hayli sınırlı kalırken1, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde emperyalistlerin provokasyonları ile ülkeyi oluşturan bütün milletler birbirine karşı silaha sarıldı. Federasyonun en zengin üyesi olan Slovenya’nın tek taraflı ayrılma kararıyla pimi çekilen ve neredeyse on yıl süren bu çatışmalarda yüz bini aşkın insan hayatını kaybetti. Diğerlerinden daha az ya da fazla milliyetçi olmasa da ülkeyi bir arada tutmaya çalıştığı için günah keçisi ilan edilen Sırbistan NATO bombardımanıyla yerle bir edildi. 
Sonuçta ortaya altısı (Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan) egemen, biri (Kosova) kısmen tanınmış yedi ülke çıktı. Bu ülkelerin tamamında, zaten hiç ortadan kaldırılmamış, yalnızca kısmen sınırlandırılmış olan özel mülkiyet ve rekabetçi piyasa kapitalizmi tüm serbestliğiyle egemen hale geldi. İçlerindeki en zengin ülke olan Slovenya 2004’deki büyük genişleme hamlesinde, ikinci en zengin olan Hırvatistan ise 2013’te Avrupa Birliği’ne alınarak yaşanan bütün süreçte üstlendikleri katalizör rol için “ödüllendirildi”. Geri kalanlar ise Avrupa’nın görece yoksul ülkeleri olarak varlıklarını sürdürüyor.

***     

Kuşkusuz tek bir köşe yazısında tüm detaylarıyla derinlemesine ele alınamayacak bir süreçten bahsediyoruz. Ama en kaba haliyle bakıldığında dahi Yugoslavya’nın dağılma sürecinden aşağıdaki derslerin çıkartılabileceğini ve bu derslerin Orta Doğu’daki çatışmalar konusunda da yol gösterici olduğunu düşünüyorum.

1- Emperyalizm yoksullaştırır ve bölücüdür.

2- Piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet eşitsizlik yaratır, yarattığı eşitsizliği sürekli büyütür, dolayısıyla bölücüdür.

3- Kapitalist bir ülke, uzun erimde bağımsızlığını ve birliğini, ancak başka ülkeler üzerinde emperyalist tahakküm kurarak, onları yoksullaştırıp kendisini zenginleştirerek sürdürebilir. “Büyümeyen küçülür” tezi coğrafi anlamda doğru olmak zorunda değildir, ama sermaye birikimi açısından mutlak suretle doğrudur. Kapitalist bir ülkede sermaye birikimi tekledikçe ve toplum yoksullaştıkça dağılma eğilimleri de güçlenir.

4- Dolayısıyla emperyalist ülkeler kendi varlıklarını ancak başka ülkeler üzerinde hep daha da fazla emperyalist baskı kurarak sürdürebilir ve emperyalistlerin egemenliği, üzerinde egemenlik kurdukları ülkeleri dağıtıcı bir etki de taşır.

5- Günümüzde kuşkusuz her ülkenin bağımsızlığı, egemenliği ve bütünlüğü açısından en büyük tehdit, barındırdığı tüm iç çelişkilere rağmen başını ABD’nin çektiği emperyalist batı ittifakıdır. Öte yandan, bu ittifak ile Rusya, Çin ya da genel olarak BRICS ülkeleri ittifakı arasında, geçmişte emperyalizmle sosyalizm arasında bulunana benzeyen görece güvenli bir gri bölge olduğu, emperyalist olmayan ülkelerin kapitalist olsalar da bu gri bölgede kendilerine bir bağımsızlık alanı bulabilecekleri düşüncesi uzun erimde her örnekte mutlaka yanlışlanacaktır. Uluslararası alanda hiçbir kapitalist aktör, sosyalist aktörler gibi çıkarcı olmayan ilişkiler kurmaz ve kuramaz.

6- Dolayısıyla günümüzde bir ülke tam bağımsızlığını ve ulusal birliğini ancak emperyalist sistemden ekonomik olarak kopabilen, ekonomisi merkezi planlamaya dayalı bir sosyalist ülkeye dönüşerek koruyabilir.

Bu dersler Orta Doğu’da sadece Lübnan ve Suriye gibi hedefte olan ülkeleri değil ülkesi olan ve olmayan tüm aktörleri ilgilendiriyor. Türkiye’nin, bugün olmasa da gelecekte tam bağımsız ve egemen olabilmesi de, ancak bu derslerin kavranmasıyla mümkün olabilir.

Nevzat Evrim Önal/ soL

  • 1.Tabii ki “o günden bugüne” değil, yalnızca dağılma sürecinde sınırlı kaldığını söylüyorum. Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkeler kendi kapitalist yolculuğuna çıktığında, kısa sürede aralarında kimi düşmanlıklar da gelişmeye başladı.
                                                                            

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Aralık 2024-

 

AYM, İmar Kanunu'ndaki "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesini iptal etti: Kamu kurumları da sorumlu olacak 

AYM tarafından yapılan incelemede; "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğuna karar verildi ve iptal edildi. İlgili karar Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlandı. Kararda, idarenin denetim ve gözetim sorumluluğunun devam ettiği bir konuda idare aleyhine tazminat davası açılamamasının Anayasa'ya aykırı olduğu vurgulandı. İptal kararı sonrası yapı kayıt belgesi alan ve yasal statüye kavuşan binalarda deprem gibi etkenlerle yaşanabilecek olaylardan kamu kurumları da sorumlu olacak. Vatandaşlar ilgili kamu kurumları aleyhine tazminat davası açabilecek.(https://t24.com.tr/haber/aym-imar-kanunu-ndaki-yapinin-depreme-dayanikliligi-hususu-malikin-sorumlulugundadir-duzenlemesini-iptal-etti-kamu-kurumlari-da-sorumlu-olacak,1200469)

                                                                ***

Gıda patronları için Türkiye’de her gün “Şahane Cuma!”-Mustafa Durmuş-

“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor.

Kara Cuma (Black Friday), ABD'de Şükran Günü’nden (28 Kasım) sonra gelen ilk cuma gününe verilen ad. Bu gün 1952’den bu yana Noel alışveriş sezonunun başlangıcı kabul ediliyor.

Bu günde perakende mağazaları çok erken saatte açılıyor, geç kapanıyor ve yüksek indirimli satışlar yapılıyor. Alışverişten dolayı oluşan yoğun trafik ve zorluklar nedeniyle güne bu adın verildiği düşünülüyor. Nitekim son yıllarda mağazalarda bu günde aşırı kalabalıktan dolayı kaza oranı artış gösteriyor. (1)

Türkiye’de “Muhteşem Cuma” aldatmacası

Kara Cuma indirimleri, “Muhteşem Cuma”, “Şahane Cuma”, “Efsane Kasım” gibi farklı isimlerle son yıllarda Türkiye'deki mağazalarda da gündeme getiriliyor. Cep telefonlarından, bilgisayara, gıda ve yeme-içmeden mefruşata, konfeksiyondan tekstile ve elektroniğe kadar hemen her üründe indirimli satışlar yapılıyor. O gün indirimli satışlardan faydalanmak isteyenler erken saatlerde mağazalara yöneliyorlar. Ayrıca, “Hepsi Burada”, “Trendyol” gibi internet/e-ticaret alışveriş sitelerini de kullanıyorlar.

Diğer yandan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, bu durumun aslında ‘Efsane Kasım' değil, efsane bir pazarlama taktiği” olduğunun, fiyatların indirim zamanı şişirilip şişirilmediğine bakılması, ilgili meslek odalarının izni olmadan yapılan indirimlere itibar edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor:

“Böylesine yüksek kậr marjları gerçekçi değil. Yüzde 80-100 gibi indirim oranları sürdürülebilir bir kazanç modeli olamaz. Bu nedenle bu kampanyaların Bakanlık tarafından denetlenmesi gerekiyor. Aynı şekilde, güvenilir olmayan sitelerden alışveriş yapılmasının sakıncalarına da dikkat edilmeli. 3D güvenlik doğrulaması olmayan yerlerden alışveriş yapan vatandaşlar mağduriyetlerini sıkça dile getiriyor. İnsanlar, dokunup görmedikleri ürünleri cazip fiyatlarla sipariş ederken sonunda hayal kırıklığı yaşayabiliyorlar. Fiyatlardaki anormalliklerin oturması, istikrar sağlanması ve vatandaşların bütçelerine uygun alışveriş yapmaları için bu tür aldatıcı kampanyaların önüne geçilmesi şart. İnsan sağlığına zarar veren veya kalitesiz ürünlerin satışını engellemek tüketicinin korunması adına önemli bir adım olacaktır.” (2)

TESK Başkanının, büyük firmalar karşısında haksız rekabete uğrayarak zarar eden bu yüzden de işlerine son veren küçük esnafın sözcüsü olarak, bunları söylemesi son derece normal. Ancak Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda özel tüketim harcamalarıyla büyüdüğü de bir gerçek. Bu harcamalara konu olan ürünlerin önemli bir kısmının da ithalat yoluyla sağlandığı, yatırım malları ve ara malları ithalatının azalırken tüketim malları ithalatının artmaya devam ettiği de bir gerçek.

Tüketime dayalı ekonomik büyüme modeline devam

Nitekim, IMF tarafından hazırlanan bir rapora göre de Türkiye ekonomisi son iki yılda net bir biçimde özel tüketim harcamalarındaki artışla büyüdü. Sektörel olaraksa ekonominin esasta hizmetler sektöründeki genişlemeyle büyüdüğü aşağıdaki grafikten görülebiliyor. Bu iki büyüme dinamiği birbiriyle uyumlu zira özel tüketim harcamaları hizmetler sektörünün temel sürükleyicisi konumunda.

Diğer taraftan, özellikle de lüks tüketim harcamalarından kaynaklanan bu özel tüketim artışı sürdürülebilir olmadığı gibi, enflasyonun düşürülmesinin de önünde engel oluşturuyor. (3)

Bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin ekonomik büyüme verileri ise bir yandan bu çeyrekte GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,2 azaldığını, ikinci çeyrekte de benzer bir küçülme yaşandığından bunun ülke ekonomisinin teknik olarak resesyona girdiğini gösterirken, diğer yandan da yıllık olarak sağlanan yüzde 2,1’lik büyümenin sürükleyicilerinin inşaat-emlak, finans ve sigorta sektörleri olduğunu, sanayi sektörünün ise yüzde 2,2 küçüldüğünü (4) ortaya koyuyor.

Tüketimi kimler yapıyor, enflasyonun bedelini kimler ödüyor?

Bu noktada yanıtlanması gereken soru, halkın yoksulluğu ve borçluluğu dikkate alınarak “bu tüketimi hangi sınıfların yapmakta” olduğudur. Bunun için bölüşüm verilerine bakmak yeterli.

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20 milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde10 en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 68’ine sahip. Servet Gini katsayısı 0,84 olarak hesaplanıyor. (5)

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin her geçen gün daha da artıyor olması, böyle bir talep artışının, dolayısıyla da eğer ülkede bir talep enflasyonundan söz edilecekse bunun asıl sorumlusunun yüksek gelirliler, sermaye sahibi zenginler olduğunu gösteriyor.

Yani eğer gerçekten enflasyonla mücadele edilmek isteniyorsa, maliyetin yüksek enflasyondan fayda sağlayan sermaye kesimine ve zenginlere yüklenmesi gerekiyor ki bu hem etkin hem de adil bir çözüm olacaktır.

Tam tersine iktidar bloku, sermayeyi ve zenginleri vergilendirerek bu talebi kontrol altına almak yerine, milli gelirden aldıkları payın üçte birin altına düştüğü emekçilere kemer sıktırıyor. Böylece toplumun neredeyse yüzde 85’ini oluşturan bu kesimin daha da yoksullaşmasına neden oluyor.

Kapitalist büyüme ve yoksulluk el ele gidiyor

Ancak kapitalizm altında yoksulluğun ekonomik büyümenin diyalektik bir eşlikçisi olduğu unutulmamalı. Yani sorun, bazı ünlü iktisatçıların yaptığı gibi, “iyi ve içermeci” kurumlara sahip olmak yerine, “kötü ve dışlayıcı” kurumlara sahip olmaya ve kötü yönetilmeye indirgenmemeli. Ortada sistemik sorunlar var.

Kısaca, emekçilerin yoksullaşmasının nedeni büyük zenginlerdir, büyük servetlerin sahipleri sermaye sınıfıdır. Özellikle de neo liberal döneminde kapitalist büyüme sermayenin, servetin büyümesidir ve kaçınılmaz olarak yoksulluk üretir.

“Kapitalist büyümeye zorunlu olarak ilkel sermaye birikimi süreci eşlik eder, bu da bir yığın küçük üreticinin mülksüzleştirilmesini ve dolayısıyla yoksullaşmasını gerektirir. Ancak kapitalist sektörde çalışan, doğrudan işçi olarak asimile ettiği kişilerin sayısı yoksullaşanların sadece bir kısmını oluşturur. Sermaye birikimi ilerledikçe “sistemin dışında” kalan ilkel sermaye birikiminin kurbanlarının mutlak sayıları artmaya devam eder ya da mutlak sayıları artmayıp sabit kalırsa veya azalırsa, o zaman yoksulluğun boyutları da artar. Bu olgu, “bir kutuptaki zenginlik birikimine neden aynı anda başka bir kutupta yoksulluğun artmasının eşlik ettiğini” açıklar. Ancak bu olgunun algılanması, birikim sürecinin bütününe dair kapsamlı bir vizyonun yokluğu nedeniyle karartılır.”  (6)

Gıdada fiyat artışları tam gaz sürüyor

Türkiye gıda enflasyonu açısından OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor. Üstelik gıda fiyatları her geçen gün artmaya da devam ediyor. Yakın gelecekte bu fiyatların düşmesi de beklenmiyor. Öyle ki TCMB’nin gıda enflasyonu tahmini; 2024 yılı sonu için yüzde 41,8 ve 2025 için yüzde 22,5. Ancak bu tahminlerin de çok iyimser olduğunu, gerçekleşecek rakamların daha yüksek çıkma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu belirtelim.

Nitekim T. Ziraat Odaları Birliği’nin açıkladığı Kasım ayı market fiyatlarına göre; bazı kış ürünlerindeki son bir yıldaki fiyat artışları şöyle: Karnabahar yüzde 255, mandalina yüzde 143, marul yüzde 111 ve pırasa yüzde 86. (7)

Bunların yaz sebzesi değil, içinde bulunduğumuz kış dönemi sebzeleri olduğu unutulmamalı. Yani domates ve salatalıktaki fiyat artışları “mevsimi olmadığı” gerekçesiyle belki mazur görülebilir ancak kış sebzelerindeki fiyat artışları için aynı değerlendirmeyi yapmak doğru olmaz. Burada gıdada fiyatların yüksek kalmasına neden olan yapısal faktörleri de ele almak gerekir.

Gıdanın gramajını azaltma ve kalitesini düşürme

Kaldı ki gıda sektörü patronları sadece fahiş fiyat artışlarıyla kậrlarını artırmıyorlar. Aynı zamanda bu ürünlerin gramajları azaltılıyor ve kaliteleri de düşürülüyor. Üstelik bu aynı anda fiyatlar artırılarak da yapılabiliyor. Dahası, bu durum “merdiven altı” diye tabir edilen yerlerle de sınırlı değil. Büyük marketlerde de görülebiliyor.

Örneğin satın aldığınız ekmeğin, bisküvinin, gofretin, sütün, cipsin, bakliyatın net gramajı düşürülürken, sosis ya da salamın içeriği baş etinden, tırnağa kadar kötü malzeme ile değiştirilebiliyor. Dana kıyması olarak satın aldığınız kıymaya baş eti, sakatat ya da kırmızı bibere kiremit tozu katılabiliyor. Tereyağı artık saf tereyağı değil, patates gibi sebzelerin katılımıyla ucuz ve sağlıksız bir yağa dönüşebiliyor. (8)

Bir yandan kậr güdüsü ve denetimsizlik, diğer yandan giderek yoksullaşan halkın gramaj ve kaliteyi fark etmeden ya da önemsemeden tüketmek zorunda olması böyle davranışların önünü açıyor.

Shrinkflasyon ve skimpflasyon

Kısaca gıda enflasyonuna, yukarıda anlatıldığı bir küçültme (shrinkflasyon) ve kalitesizleştirme (skimpflasyon) enflasyonunu da katmak gerekiyor. Bu durum kuşkusuz gıda piyasasını kontrol eden büyük sermaye şirketlerinin, market zincirlerinin kậrlarını daha da artırıyor. Aksi halde geçen yılın kậr şampiyonunun gıda sektörü olması başka türlü nasıl izah edilebilir?

Sonuç olarak

“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor. Diğer yandan bu durum şirketlerin satışlarını ve kậrlarını daha da artırmaya hizmet ediyor.

Ancak Türkiye’de, Şahane Cuma ya da Şahane Kasım adları altında yürütülüyor olsa da, özellikle de gıda sektöründeki büyük üreticiler ve zincir marketler için Kara Cuma gibi uygulamalara pek de ihtiyaç duyulmuyor. Gıda ürünlerine neredeyse her gün yapılan zamlar dikkate alındığında, Türkiye’de gıda sanayinin patronları için her gün Kara Cuma'dır.

Dip notlar:

                                                                             /././
                                                                          

Yemek kartları ile ilgili yanlışta yargı kararına rağmen ısrar ediliyor!-Erdoğan Sağlam-

Yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.

Değerli okurlar, 2022 yılında çok tartıştığımız bir konu bu yıl yeniden gündeme geldi. Son olarak dün Resmi Gazete’de yayımlanan “Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile tartışmada başa döndük.

2022 yılında yapılan düzenleme neydi?

Öncelikle genel kuralı belirtelim. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre, ayni yardımlar ile Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığınca (Kurumca) tutarları yıllar itibarıyla belirlenen yemek, çocuk ve aile zamları prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmaz, yani bunlar üzerinden sigorta primi hesaplanmaz.

Bu hüküm gereğince nakit ödenen yemek bedellerinin, Kurumca belirlenen kısmını aşan tutarları sigorta primine tabi tutulmakta iken, bu sınırın altında kalan tutarlar ile ayni yemek yardımları prime tabi tutulmamaktaydı.

Ancak 2022 yılında Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi değiştirilerek, işverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelerin, günlük asgari ücretin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen oranının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarın prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmayacağı hükmüne yer verildi.

Bu Yönetmelik değişikliğine dayanılarak çıkarılan 02/12/2022 tarihli ve 2022/2 sayılı Genelge işle yemek parasına ilişkin kurallar aşağıdaki gibi belirlendi:

* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında kendi imkanlarıyla yemek verilmesi amacıyla işverenler tarafından ödenen yemek bedelleri sigorta primine esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.1.)

* İşverenlerce sigortalılar için işyeri veya müştemilatı dışında kalan yerlerde üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı nakden ödeme yapılması halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.2.)

* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla, sigortalılara yemek bedeli adı altında nakden yapılan ödemelerin günlük asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarı prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.3.)

* Sigortalılara ay içinde yemek bedeli olarak nakit ödeme yapılmaksızın, üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yemek bedeli ödenmesi halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’ inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.4.)

Genelgede ayrıca yemek kartlarına/çeklerine/kuponlarına yüklenen yemek bedellerinin sigorta priminden istisna tutulabilmesi için söz konusu kartların/çeklerin/kuponların yalnızca yemek yenilmesi amacıyla kullanılması gerektiği, yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği şeklinde çok tartışmalı açıklamalara da yer verilmişti.

Yönetmelik ve Genelgenin Danıştay’da iptali istemiyle açılan davada Danıştay Onuncu Dairesi  08/05/2024 tarihli ve E.:2023/170; K.:2024/1853 sayılı Kararı ile Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 1. maddesi ile değiştirilen 97. maddesinin 7. fıkrasının (a) bendinin ve bu Yönetmeliğe dayanılarak Sosyal Güvenlik Kurumu Sigorta Primleri Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan 02/12/2022 tarihli, 2022/22 sayılı, "Yemek Bedeli" konulu Genelge’nin 2.1.2 ve 2.1.4. maddelerinin İPTALİNE oy çokluğuyla karar verdi.

İptal gerekçesi, işyerinde yemek verilmeyen durumlarda, sigortalılar dışında üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı yapılan ödemelerle, yine üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yapılan ödemelerin esasen ayni yardım kapsamında ele alınması gerektiği, bunların nakdi ödeme olarak kabul edilemeyeceği anlayışına dayanmaktadır.

Dün yayımlanan Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile Danıştay Onuncu Dairesince iptal edilen Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi aşağıdaki şekilde yeniden düzenlendi[1]:

a) İşyerinde veya müştemilatında yemek verilmeyen durumlarda, sigortalıya yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaatlerin  nakit olarak ya da yemek hizmetinin alınması dışında kullanılabilecek yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanması halinde, fiilen çalışılan günlere ait bir günlük yemek bedelinin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen  tutarının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunulacak tutarını aşmayan kısmı,

Bu düzenlemeye göre, personele yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaat, nakit verilmek yerine yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlansa da kurumca belirlenen sınıra bağlı olarak sigorta primine tabi tutulacaktır.

Yönetmelik yayımı tarihini izleyen ayın başında (yani 1 Ocak 2025 tarihinde) yürürlüğe girecektir.

Bu değişikliği nasıl okumak gerekir?

Yönetmelik değişikliğini okuduğumda, Danıştay’ın iptal gerekçesinin dikkate alınmamış olduğunu düşündüm. Başka bir ifade ile Sosyal Güvenlik Kurumunun yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanan yemek menfaatlerini de nakdi yemek yardımı kapsamında değerlendirmeye devam ettiği anlaşılıyor. 

Oysa Danıştay’ın iptal kararından sonra, yemek kartları ile sağlanan menfaatlerin ayni yardım kapsamında hiç sigorta primine tabi tutulmaması gerekir.

Yapılan değişikliğin de iptal istemine konu edilmesi halinde aynı gerekçelerle iptal edileceğini düşünüyorum.

Ayrıca yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.

Bu nedenle, Genelgede yer alan, “yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde Kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği” şeklindeki açıklamaların acilen kaldırılması gerekir.

Yemek kartlarının marketlerde tüm ürün gruplarında kullanıldığı şeklindeki yaklaşımlar da doğru değil, çünkü yemek kartları marketlerde sadece “tüketime hazır sıcak veya soğuk gıda”, yani “yemek” için kullanılabilir. Aksi durumlar amacı dışında kullanımlar olup, bundan bu eylemi denetlemesi ve engellemesi mümkün olmayan işverenleri sorumlu tutmak hukuken mümkün olamaz!

Nakit ödenen yemek paraları için bu anlamda bir takip yapılmazken, yemek kartlarına gösterilen bu hassasiyeti anlamadığımı bir kez daha belirtmek isterim.

Son olarak, vergi istisnası ile sigorta istisnasının farklı tutarlarda uygulanmasının sorunlara yol açtığını düşünüyorum. Bu iki uygulamaya da aynı tutarların esas alınması isabetli olacaktır.


[1] Bu değişikliğin geç yapıldığını düşünüyorum. Bugün bu gecikmenin sonuçlarına girmiyorum, ancak hukukçuların bu konuyu enine boyuna tartışması gerekiyor.

                                                                  /././

GÜNDEM -3 Aralık 2024-

Vatandaşın cebinden 43.4 milyar lira çıkacak: Bu soygundan vazgeçin -Başak Kaya/Sözcü-

Akaryakıt harcamasını muhasebe kayıtlarında gider olarak gösteren her vergi mükellefi, ticari amaçlı kullandığı her taşıta Darphane’nin vereceği Taşıt Tanıma Birimi cihazını, 31 Aralık 2024 tarihine kadar taktıracak. 1 Temmuz 2025 tarihinden itibaren de satın alınacak hem bireysel, hem de ticari tüm sıfır taşıtlara Ulusal Taşıt Tanıma Sistemi’ne (UTTS) dahil olma ve Taşıt Tanıma Sistemi taktırma zorunluluğu getiriliyor. (https://www.sozcu.com.tr/vatandasin-cebinden-43-4-milyar-lira-cikacak-bu-soygundan-vazgecin-p111915)

                                                             ***
Davutoğlu'ndan 'mülteci' çıkışı: Beni ilgilendirmiyor -Sözcü-

Eski Almanya Başbakanı Merkel'in kitabında itiraf ettiği 'mülteci pazarlığı'na ilişkin Gelecek lideri Davutoğlu'ndan dikkat çeken bir çıkış geldi. Katıldığı canlı yayında ilgili anlaşmayı değerlendiren Davutoğlu, mülteci akınına ilişkin "Beni ilgilendirmiyor" dedi.(https://www.sozcu.com.tr/davutoglu-ndan-multeci-cikisi-p111860)                                   ***

Bakanlar Mercedes aşkından vazgeçmeyi hiç düşünmüyor -Deniz Ayhan/Sözcü-

Bir zamanlar neredeyse her bakan TOGG ile poz verme yarışına girmişti, sevda çabuk bitti. Bakanlıkların önü Mercedes ve Audi araçlarla dolu: Nerede tasarruf?(https://www.sozcu.com.tr/bakanlar-mercedes-askindan-vazgecmeyi-hic-dusunmuyor-p111916)                      ***

Bu davadan nasıl adalet beklensin-İsmail Arı/Birgün-
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Kasım 2024’te partisinin il kongresi ve deprem konutları teslim töreni için Maraş’a gitti. Aynı gün Maraş’tan ayrılan Erdoğan’ı, havaalanında deprem davası sanığı da olan MADO Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Sait Kanbur uğurladı.(https://www.birgun.net/haber/bu-davadan-nasil-adalet-beklensin-580805)                ***

2 Aralık 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Aralık 2024-

Yaşam alanları ve doğa holdinglere kurban ediliyor- ‘Maden özelleştirildi her şey kötüye gitti’-Elif Ekin SALTIK/Özkan ZÜLFİKAR(Elazığ)

“Maden özelleştirilmeden önce işçiler vardiyadan çıktığı zaman sokaklardan geçemezdin. Çocuklar okuldan çıkardı işçilerin kalabalığından evlerine gidemezdi, o saatte kimse evden çıkmazdı.”

Elâzığ’a 75 km uzaklıkta olan Maden ilçesi bakır, krom karışımı bir renkle göze çarpar. Dicle Nehri kıyısında Mihrap Dağı eteklerinde, bir vadinin yamaçlarında kurulmuştur, araçla giderseniz ve normal bir hızla seyir halindeyseniz kısa mesafede varırsınız 75 km uzaklıkta olan bir yere. Ancak dağların eteklerinden geçerken ‘yılan gibi’ kıvrılan yollarda hız yapmak oldukça riskli ve tehlikelidir. Dik yamaçları, uçurumları, tüneli geçtikten sonra Soğuksu’da bir çay içmek için durursunuz. İlçeye 1 km kalmıştır ama Soğuksu’ya uğramazsanız arkanızdan ağlar. Ve nihayet yüksek rezervli madenlerin olduğu Maden. Gündüz görenler için yamaçlara iliştirilmiş evlerin ortaya çıkardığı görüntü beş basamaklı bir apartman gibiyken, akşam ışıklarıyla birlikte görsel bir şölen olur Maden.

İlçe bakır madeninin ilk çıkarıldığı yerlerden biri olarak tarihe geçmiştir. Cumhuriyet tarihinde bakır madeninin çok önemli bir rezervine sahip olan mahallede ise rant ve talan doğal olmayan afet riski oluşturmuş. Gazetemizde pek çok habere konu olan mahalle, bugün parça parça boşaltılsa da Maden’den, mahallelerinden ayrılmak isteyen de istemeyen de çok.

40 yılı aşkındır Camikebir Mahallesi muhtarı olan Mehmet Deniz’i aradığımızda kahvede olduğunu söylüyor. Biz de gök yarılmışçasına yağan yağmura aldırış etmeden kahvenin yolunu tutuyoruz.

‘CENGİZLER İYİ PARA VERİYOR, HERKESİ BAĞLAMIŞ’   

Muhtar kahvenin kapısında karşılayıp ‘buyur’ ediyor bizi içeri. Kahve kalabalık, herkes oyun oynuyor, kahveye girişimizle meraklı bakışlar bize dönüyor. Masaya oturunca hemen sohbet başlıyor. Cengiz Holdingin buradaki maden işletmesinden söz açılıyor ilk. Sağrılı köyü Kısabekir ve Seterli mevkiilerinde bulunan ve cumhuriyet tarihinin en büyük bakır maden rezervi sahasının olduğu bölgede bakırın yanı sıra altın, çinko, kobalt ve birçok cevher de çıkarılıyor. Nisan ayında kapalı zarf usulüyle yapılan ihaleyi Cengiz Holding ve Ensar Vakfı ortaklığındaki şirketler alırken kimse madendeki çalışma koşullarına ve madenin doğaya verdiği zarara ilişkin konuşmak istemiyor, çünkü karşılarında Cengiz Holding var, onun arkasında da iktidar.

Cengiz Holdinge çalışan işçilerin genellikle Ergani’den Elâzığ’dan, Palu’dan geldiği bilgisini veren Muhtar, işçilerin madende işe girmeleri için, başta köy muhtarının madenin servis işini aldığı bu nedenle holding aleyhine konuşmadığını vurguluyor. “Cengizler yol yapmış şimdi oralara. İyi de para veriyor, herkesi bağlamış” diye konuşuyor.

BUGÜN KALAN SADECE 100 İŞÇİ

İlçede Yıldızlar Holding bünyesinde faaliyet yürüten madende ise 100’e yakın işçi kalmış. “Kahvede oyun oynayanlar arasında maden işçisi var mı?​” sorumuza bir işçiyi oyun masasından kaldırıp yanımıza çağırıyor Muhtar. İşçinin gözü oyun masasında. Zar zor cevaplar alıyoruz ağzından: “Başka bir fabrikanın işini yapıyoruz. Daha önce burayı kiralayan bir şirket. 3 vardiya çalışmaya devam ediyoruz, 100 işçi kadar var. Ücretlerimiz asgari ücretten 3 bin 500 lira fazla. Bu ücretler bizi geçindirmiyor ama idare etmeye çalışıyoruz. Maden düzenli çalışsın bizim işimiz devam etsin diyoruz ama çalışmıyor. Dışarıdan gelen hazır cevheri öğütüyoruz.”

‘AFET RİSKLİ ALAN’ İLAN EDİLDİ, GİDEBİLECEKLER GİTTİ

“Maden özelleştirilmeden önce işçileri vardiyadan çıktığı zaman sokaklardan geçemezdin. Çocuklar okuldan çıkardı işçilerin kalabalığından evlerine gidemezdi, o saatte kimse evden çıkmazdı” diyen Muhtar geçmişte 4 bin 500 işçinin madende çalıştığını sözlerine ekliyor ve devam ediyor: “Özelleştirilmeyene kadar durumu çok iyiydi. Yıldızlar geldi hafriyatı patikanın içine döktü. Bir sürü yere yazı yazdık, bu sorun yaratır diye. ‘Ölçümünü yaptık, her şey normal’ dediler. Mühendisleri toplantıya çağırıyorduk, toplantıya gelmiyorlardı. Camikebir Mahallesi tehlikeye atıldı, holding plansız maden çıkardı, maden atıklarını üst üste yığarak doğal olmayan yolla heyelan riski oluşturdu. Mahallenin bir kısmı ‘afet riskli alan’ ilan edilip boşaltıldı. İnsanlar dükkanlarını, evlerini bırakıp gitti. Mahallenin hepsi boşaltılacak. Gidebilecek imkanı olan Elâzığ’a gidip iş tuttu, imkanı olmayan burada. Ben de neredeyse 70 yaşıma gelmişim, nereye gideyim.”

MADEN’İN TARİHİ

Geçmişi çok eskilere dayanan Maden ilçesinde; 1862 yılında yapılan Camii-Kebir adında cami, 1762 yılında yapıldığı bilinen bir hükümet konağı ve 1899 yılından kalma bir de saat kulesi var. Bu bölgenin neolitik çağdan bu yana insanlığın odak merkezi olmasının sebebi ise altın ve bakır madenlerinin yoğunluğu. Maden fabrikaları ve işletmesiyle seneler boyu bir işçi beldesi olarak bilinen Maden; Yıldızlar Holdinge bağlı bakır işletmesinin atıklarından dolayı “doğal olmayan heyelan” denen toprak kayması riskiyle karşı karşıya. Evlerin, mahallelerin boşaltıldığı son olarak da ilçenin girişindeki tarihi taş köprünün yıkılmasına sebep olan fabrika atıkları, neredeyse tüm ilçeyi tehdit ediyor.

                                                              /././

Bu toprağın sonu!..-Özer Akdemir-

30 Haziran 2008 tarihinde Kaz Dağı’nda başlatılan maden aramaları ile ilgili Evrensel’de yazdığım haberin başlığı “Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu” idi. Çanakkale Çan ilçesinin Halilağa köyünün üst taraflarındaki ormanda, Bayramiç Belediyesine ait bir arazi aracı ile bozuk dağ yollarında, ormanın ışık girmez kuytuluğunda bir saat kadar yol gitmiş ve Kanadalı Teck Cominco şirketinin sondaj çalışmalarını görüntülemiştik. Uzun yıllar devletin çeşitli kademelerinde çalışıp emekli olmuş, bir dönem Kimya Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanlığı yapmış, değerli hocam Ertuğrul Barka ile yapmaya başladığımız Çepeçevre Yaşam programının ilk bölümlerinden birisiydi. Halilağa köyündeki bir hayır yemeğinde tanıştığımız 14 yaşındaki Keçi Çobanı Bedrettin bizi sondaj yapılan yere  götürebileceğini söylediğinde onu da yanımıza alıp yola düşmüştük. 

İLK SONDAJLAR

Engebeli bozuk orman yollarında aracımız tıngır mıngır ilerlerken utangaç, suskun ama sorduğumuz sorulara da çok zekice yanıtlar veren Bedrettin o labirent gibi orman yollarının içinden bizi eliyle koymuş gibi Bakırlık Tepesi denilen yerdeki sondaj alanına götürdü. Baretli, fosfor yelekli birkaç işçi gürültülü bir sondaj makinesi ile yerin derinliklerine doğru yaklaşık 10 santimetre çapında bir delik açıyorlardı. Deliğin etrafı plastik bir örtü ile çevreliydi. Güya sondaj sırasında kullanılan çeşitli kimyasallara bulaşmış sondaj suyu-çamuru doğaya karışmasın diye serilmişti bu örtüler ancak çok da bir işe yaradığı söylenemezdi. Sondaj makinesinin çalışması için gerekli olan akaryakıt biraz ileride küçük bir römorkun yanındaydı. Gürültüden pek birbirimizi duyamasak da burada çalışan çoğu Halilağa köyünden olan sondaj işçilerinin tepesinde dikilen mühendisle birkaç cümle de olsa konuştuk. Biz işçilerin yanına gittiğimizde Bedrettin ortalarda hiç görünmedi. Köylüsü olan işçilerin kendisine bize oraya getirdiği için kızabileceğinden çekiniyordu. 

Sondaj alanından ayrıldıktan sonra Bedrettin bizi köylülerin “şarap anaları” dediği taştan oyulmuş mezar çukurlarını andıran ancak ucunda da bir oluk bulunan binlerce yıl önceki taşların olduğu bir yere götürdü. 60 cm kadar eni, 1.5 metre boyu bulunan bu dikdörtgen şeklindeki oyuk kayaları Anadolu’da pekmez için üzümün şiresinin ezildiği şirehanelere, Ege’de ise zeytin yağı işliklerine benzetmiştik. Bedrettin o gün bizi ‘Künk’ dediği dik bir kayalığın üzerine de çıkarmıştı. Dağın zirvesinde, ormanın içinden yerden bitmiş gibi yükselen kayalığın üstünden Çan Ovası’nı, Bayramiç’i Ayazma taraflarına kadar görmüştük. Göz alabildiğine halı gibi ormanlarla kaplıydı her taraf... 

*

BİR AYDA 500 BİN AĞAÇ KESİLDİ

16 yıl önce Bedrettin’in bizi gezdirdiği yerlerdeki orman cayır cayır kesiliyor bugün! O günlerde gördüğümüz bütün ağaçlar bugün artık yok ne yazık ki! Kanadalı şirketten madeni satın alan Cengiz Holding, dava süreçleri devam etmesine rağmen bir ayı geçkin bir zaman önce başlattığı orman katliamına ara vermeden devam ediyor. Kaz Dağı’nda şu ana kadar 500 binin üzerinde ağaç kesildiğini söylüyor tek bir ağacı bile olsa korumak için her gün kesim sahasına gidip, canlarını tehlikeye atarak, kesim yapan işçilere engel olmaya çalışan bir avuç insan!

MADENİN ORTASINDA KALAN ANTİK KENT

2008 yılındaki çekimlerimizde gördüğümüz şarap analarının Çanakkale’de, antik adıyla Troas ülkesinde bulunan yüzlerce antik kentten birisi olan Künk Dağı Antik Yerleşkesindeki, kaya oygu mezarları olduğunu biliyoruz bugün. Bu antik yerleşim, kaya mezarları tam da Cengiz Holding Altın Bakır İşletmesinin ortasında kalıyor. Kaz Dağı’na, ortasında antik bir kent olan bir maden işletmesi kuruluyor adım adım. Hem kendimize hem tüm dünyaya bu absürtlüğü, bu utancı da yaşatmaktan eksik kalmıyoruz, hamdolsun!

250 bin yıl öncesine kadar insan yerleşiminin izlerine rastlanan, İda’da, Truva büyüklüğünde 100 tane, Assos büyüklüğünde 200 tane ve irili ufaklı 1000’i aşan antik yerleşimi ile adım başı bir kültür varlığına rastlamak mümkün. Bunlardan Künk Dağı antik yerleşmesi maden tarafından kuşatılmış, yutulmak üzere.

BELEDİYELER NEDEN DAHA GERİDE DURUYOR?

O dönemler, o köylerdeki ciddi karşı çıkışı bugün göremiyoruz ne yazık ki. Madencileri köylerine sokmayan, toplantı yapmak istedikleri kahveyi dumana boğarak toplantıya engel olan, kendilerini madene ikna etmek için gelen üniversite hocalarını “yevmiyeci hoca” diyerek köylerinden kovan, madencilere ÇED toplantısı yaptırılmayan Muratlar, Halilağa, Hacıbekirler köylüleri bugün daha az ses çıkarıyor. Bunun nedenleri elbet ciddi ciddi tartışılmalı, sosyolojik olarak irdelenmeli. Bugün, bir avuç köylü, yıllarca Kaz Dağı’nı koruma mücadelesi içinde olan doğa savunucuları ile birlikte Kaz Dağı’nı Cengiz’in hışmından korumaya çabalıyorlar.

O günlerde madencilere sert tepki gösteren, yapılan eylem etkinlikleri desteklemek dışında davalar açan, sempozyumlar-paneller yapan, mitingler örgütleyen, “Toplayalım bütün altınlarımızı. Verelim bunlara, çekip gitsinler. Dokunmasınlar Kaz Dağı’na” diyen yerel yönetimlerin bugünkü tavırları da dünden geride. Sanki günü geçirmek için bir şeyler yapıyorlar edası seziliyor davranışlarından. Madeni engelleme ümitlerini sadece Danıştayın yürütmeyi durdurma kararına endekslemiş, mahkemeden medet umar bir haldeler. Hatta, ağaçların kesildiği alana gidip “Eğer yargıdan olumsuz karar çıkarsa şirketin çevreye daha az zararlı madencilik yapması için çabalayacağız” diye yenilgiyi peşinen kabul etmiş belediye başkanlarını gördük bu süreçte.

9 Kasım tarihinde yapılan ve binlerce kişinin katıldığı eyleme sanki dışarıdan birisiymiş gibi sessiz sedasız gelip, tek kelime etmeden giden belediye başkanlarının bu edilgenliği Kaz Dağı’nın korunması açısından hiç de hayra alamet değil. Madenciler karşısında Kaz Dağı’nın kaderine razı olmuşlar, sadece insanların tepkilerini yatıştırmak için bir şeyler yapıyor görüntüsündeler sanki. Eylemlere araç desteği verme, televizyonlara, gazetelere arada birkaç cümle madenciliğin zararlarına dair söz söyleme dışında somut bir karşı çıkış görülmüyor.

KAYYIM KAYGISI MI?

Kirazlı mücadelesi sürecinde on binler direnişi, nöbeti sahiplenerek Kanadalı şirketi püskürtmüştü. Bu süreçte belediye nöbeti başlatan, lojistik destek sunan bir konumdaydı. Son süreçte nöbetle ilgili bir bölünme yaşansa da o dönem belediye, direnişe bu desteği nedeniyle soruşturma geçirmiş, hatta “kayyım atanabilir” söylentileri bile çıkarılmıştı. Bugün, Kaz Dağı çevresindeki belediyelerin mücadeleye ellerindeki tüm olanaklarla katılmayışları bu kaygıdan olabilir mi? Öyle bile olsa haklı bir gerekçe değil bu. Kayyım atanacaksa Kaz Dağı’ndaki madene karşı gelindiği için atansın! Bu belediyeler için bir onur olmalıdır.

Her ne pahasına olursa olsun bu toprağın, ormanın, suyun sonu gelmemeli!...

                                                        /././

Suriye’deki saldırılar Arap basınında: ABD-İsrail-Türkiye planı mı?-Yusuf Ertaş-

Cihatçıların Suriye'deki saldırıları Arap basınında geniş yer aldı. Saldırıları “ABD-İsrail-Türkiye” planı olarak değerlendiren yorumlar, yeni savaşların kapıda olduğu değerlendirmeleri dikkat çekti.

Suriye’de, HTŞ tarafından başlatılan saldırı ve hızla Halep’e yönelmesi Arap basınında en öncelikli gündem maddesi oldu. Suriye ordusunun hiçbir çatışmaya girmeden alanı boşaltması 2014 yılında IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi karşısında silahlarını bırakan Irak ordusuna benzetildi. Saldırının zamanlamasına dikkat çekildi, tesadüfi olmadığının altı çizildi ve “Dış destek olmadan” bu kapsamda bir saldırının gerçekleşmesinin mümkün olmadığına vurgu yapıldı. Saldırıları “ABD-İsrail-Türkiye” planı olarak değerlendiren yorumlar ve yeni savaşların kapıda olduğuna dair değerlendirmeler dikkat çekti.

AL HALİC: DIŞ DESTEKSİZ MÜMKÜN DEĞİL

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) merkezli Al Halic Gazetesi Yazarı Yunus Sayid “Kartları karıştırma savaşları” başlıklı yazısında şu yorumu yaptı: “Kuzeybatı Suriye’de silahlı terörist grupların, özellikle BM tarafından ‘terör örgütü’ olarak tanımlanan ve adını Heyet Tahrir’uş Şam olarak değiştiren Nusra Cephesinin bu çapta bir saldırı düzenlemesi ve Halep’e kadar ulaşması, dış destek almaksızın ya da en azından yeni bir savaş başlatmak için yeşil ışık görmeksizin mümkün değil.”

YENİ SAVAŞLAR BÖLGENİN KAPISINDA

Sayid, “Doğru, Suriye hükümet güçleri ve müttefikleri bu ani ve hızlı harekattan şaşkınlığa uğradılar. Ancak aynı zamanda, böylesine iyi planlanmış bir saldırıya karşı yeterince hazırlıklı değillerdi” dediği yazısında şu ifadeleri kullandı: “Dikkat çeken bir diğer nokta ise bu saldırının Lübnan’daki ateşkesin hemen ardından gelmesi ve İsrail’in, Lübnan’da ateşkesin savaşın sona erdiği anlamına gelmediğini vurgulayan açıklamalarıdır. Bununla birlikte, Gazze’de benzer bir ateşkesin konuşulması ancak savaşın sona ermediğine dair mesajlar, bölgedeki savaşların sona erdirilmesinin henüz uzak bir hedef olduğunu ortaya koymaktadır.”

Sayid, aksine, bölgede yeni savaşların, haritaların ve dengelerin değişmesine yol açacak gelişmelerin kapıda olduğuna işaret ederek, “Bu durum, yıllardır konuşulan ve şimdi yeniden gündeme gelen yeni bir Ortadoğu düzenine mi işaret ediyor?​” diye sordu.

RAİ AL YOUM: TÜRKİYE ONAYI OLMADAN MÜMKÜN DEĞİL

Filistinli Gazeteci ve Yazar Halid Al-Cayusi, Rai Al Youm gazetesindeki yazısında şu görüşlere yer verdi: “Gizemli bir sahne, şüpheli bir geri çekilme ve Suriye sahnesinde değişen bir tablo... Halep artık Suriye devletinin kontrolünde değil. Halep, silahlı muhalif gruplar (Heyet Tahrir’uş Şam) tarafından ‘Saldırganlığın caydırılması’  adını verdikleri bir operasyon kapsamında herhangi bir direnişle karşılaşmaksızın hızlı bir şekilde ele geçirildi. Bu gelişme, özellikle saldırının zamanlaması ve arkasında kimin olduğu konusunda pek çok soruyu beraberinde getirdi.”

Al-Cayusi, “Büyük bir tartışmaya yol açan Halep’in düşüşüyle ilgili bu tırmanışı kimlerin desteklediği sorusu ile ilgili olarak Türkiye’nin, en çok suçlanan taraf olarak ön plana çıktığına” işaret ederek şöyle yazdı: “Türkiye’nin desteklediği silahlı grupların, Türk onayı olmadan hareket etmeleri mümkün değil. 2020 yılında Rusya ve Türkiye arasında kabul edilen gerilimi azaltma anlaşması, Suriye’deki askeri çatışmayı durdurmuştu. Ancak bu anlaşmanın bozulması Türkiye’nin bu anlaşmadan vazgeçtiği veya ‘gruplarını’ artık kontrol edemediği anlamına gelebilir. Bu grupların, Suriye Savunma Bakanlığının iddialarına göre, orta büyüklükte silahlar ve insansız hava araçları (İHA) gibi gelişmiş ekipmanlara sahip olmaları dikkat çekiyor. Suriye halkı ise, bu grupların aniden bu tür silahlar ve eğitimleri nasıl elde ettiğini sorguluyor.”

EL WATAN: TÜRKİYE’NİN YENİ DENGELERİ TEST ETME ÇABASI

Suriye merkezli El Watan Gazetesi Yazarı Abdel Munaim Ali İsa, “Geçen çarşamba günü, Heyet Tahrir’uş Şam (eski Nusra Cephesi) ve ona bağlı grupların, Halep kırsalı ve şehri hedef alarak başlattığı saldırının, salı günü İsrail ile Hizbullah arasında ateşkes anlaşmasının ilanıyla aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildir” dedi. Yazar, “Bu bağlamda, Nusra’nın saldırısı, Türkiye’nin bu yeni dengeleri test etme çabası olarak görülüyor. Aynı zamanda, Türkiye, Rusya’nın ‘Astana süreci’nin artık amacına ulaşmadığına dair bir kanaate vararak, yeni bir çözüm platformu arayışına girmiş gibi görünüyor” yorumunu yaptı.

El WASAT: OLAYLAR TESADÜF DEĞİL

Kuveyt merkezli Al Wasat gazetesi Suriye’deki gelişmelerin tesadüfi olmadığına işaret etti. Gazetede şu görüşlere yer verildi: “Güney Lübnan’daki ateşkes yürürlüğe girer girmez Suriye’de savaş yeniden patlak verdi ve dikkatler yeniden Halep ve İdlib’e çevrilerek çatışmalar ve hızlı gelişmeler takip edildi; başta Halep olmak üzere rejimin kontrolündeki birçok şehir düştü. Şu anda yaşananların zamanlaması, bu olayların tesadüfen patlak vermediğini, birilerinin bunları yönlendirdiğini, desteklediğini, organize ettiğini ve kendi çıkarlarına hizmet eden uygun zamanlamayı seçtiğini gösteriyor. Sonunda kaybeden ise ne yazık ki yıllardır bu çatışmaların mağduru olan Suriye halkı oluyor.”

SAVT AL IRAK: ABD-TÜRKİYE-İSRAİL PROJESİ

Irak merkezli Savt Al Irak gazetesi, “Iraklı gözlemcilere göre, bu olaylar ABD, Türkiye ve İsrail’in, Rusya’nın nüfuzunu zayıflatmak, Türkiye’nin Suriye’deki etkisini genişletmek ve İsrail’in Golan Tepeleri cephesini güvence altına almak gibi amaçları olan bir uluslararası planın parçası olabilir. Bazı muhalif Suriyeli ve Türk analistler ise bu hareketliliğin dış müdahale olmaksızın bir halk ayaklanması olduğunu öne sürdü” diye yazdı. 

YOUM ASSABA: KÜRESEL VE BÖLGESEL BİR ÇATIŞMANIN YANSIMASI

Mısır merkezli Youm Assaba Gazetesi Yazarı Ahmad Altayeb ise Lübnan’daki ateşkes ve şu anda Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler arasında gerçek bir bağ bulunduğunu belirterek ve şu değerlendirmelerde bulundu:  

“Tüm göstergeler ve değerlendirmeler, bu bağlantının açıkça var olduğunu doğrulamaktadır. Başlangıçta, İsrail’in Suriye hava sahasına sızması, her şekilde Şam’ı zayıflatma çabası, özellikle Başbakan Benyamin Netanyahu’nun Ortadoğu’yu yeniden düzenlemeyi, İran ve bölgedeki vekillerini ortadan kaldırmayı hedeflediğini açıklamasıyla belirginleşiyor. Ayrıca, Netanyahu’nun, ateşkes anlaşmasını onaylarken Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a ‘Ateşle oynamaması’ uyarısı yaptığı tehdit de, dolaylı olarak Suriye’deki son tırmanışla bağlantılı olabilir. Ardından, tesadüf olarak değerlendirmesi zor bir sürpriz geldi: Silahlı grupların Halep ve Hama kırsalındaki kasabaları ele geçirmesi, bölgedeki çıkarların çatıştığını ve yerel güçlerin desteğiyle bu grupların aktif olarak sahada yer aldığını gösteriyor. Lübnan ve Suriye’deki gelişmeler arasındaki bu bağ, stratejik çıkarlar üzerine küresel ve bölgesel bir çatışmanın yansımasıdır. Bölgedeki farklı taraflar, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için çalışırken, bu durum Suriye’nin sahasını daha da karmaşık hale getiriyor ve gelecekteki gelişmeleri tahmin etmeyi zorlaştırıyor.”

                                                           /././ 

Almanya Başbakanı Scholz Ukrayna’da: Hem şahin hem güvercin -Yücel Özdemir-

Scholz-Zelenskiy görüşmesinde Rusya ile müzakere konusunda bir uzlaşmanın sağlanıp sağlanamayacağı merak konusu. Scholz’un erken seçim öncesi “Barış Başbakanı” olmak istediği biliniyor.

Ukrayna savaşının üzerinden 1009 gün geçerken, Almanya Başbakanı Olaf Scholz bugün ikinci kez Kiev’i ziyaret ediyor. Polonya sınırından gece treniyle Kiev’e giden Scholz, indiği istasyonunda gazetecilere yaptığı ilk açıklamada bu ay içinde Ukrayna’ya 650 milyon avroluk bir yardımın daha yapılacağını söyledi. “Ukrayna Almanya’ya güvenebilir. Ne dediysek onu yapıyoruz” diyen Scholz, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile yapacağı görüşmede de aynı güvenceyi vermesi bekleniyor.

Scholz ile Zelenskiy arasında yapılacak görüşmede Rusya ile müzakere konusunda bir uzlaşmanın sağlanıp sağlanamayacağı da merak konusu. Scholz, savaşın başlamasından iki yıl sonra Rusya Devlet Başkanı Putin ile telefonda görüşen ilk Batılı lider olmuştu. Telefon görüşmesinde, Ukrayna ile müzakere için diplomatlar arasında görüşmelerin devam etmesi sonucu çıkmıştı. Geçtiğimiz cuma günü Scholz ile Zelenskiy arasında yapılan telefon görüşmesinde, Scholz’un Putin ile yaptığı görüşmeyi ve diplomatların temaslarını aktardığı Alman basınında yer aldı. 

ZELENSKİY’NİN NATO ÜYELİĞİ ŞARTINA MESAFE 

Scholz’un ziyaretinden iki gün önce, Zelenskiy, İngiliz Sky News’e verdiği demeçte, Ukrayna’nın savaşta olmayan bölümüne NATO üyeliğinin önünün açılması şartıyla ateşkese hazır olduğunu söylemişti. Rusya tarafından işgal edilen bölgelerin ise müzakere sürecinde geri alınmaya çalışılacağını ifade eden Zelenskiy’nin aynı planı Scholz’a da aktaracağı tahmin ediliyor. Zira Zelenskiy, geçtiğimiz aylarda koltuğunun altına aldığı Zafer Planı ile Batı başkentlerini dolaşmıştı. Planda, Rusya içlerini vuracak uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verilmesi de yer alıyordu. Zelenskiy, düzenlenecek saldırıların ardından Rusya ile pazarlık masasına oturabileceğinin mesajını da vermişti. Bu süre zarfında, ABD ve İngiltere, verilen uzun menzilli füzelerin Rusya topraklarına atılabileceğine dair onayı vermiş ve Ukrayna’da ATACMS füzelerini Rusya’ya fırlatmıştı. 

Almanya ise 500 km menzile sahip Taurus seyir füzelerinin verilmesine karşı çıkmıştı. Ziyaret öncesinde partisinin seçim toplantısında konuşan Scholz, Taurusların verilmesi durumunda Almanya’nın savaşın parçası olacağını belirterek, bunu yapmayacaklarını tekrarladı. Koalisyon ortağı Yeşiller ve muhalefet partileri FDP ve CDU/CSU ise Taurusların verilmesinden yana. 

ABD’den sonra Ukrayna askeri ve mali açıdan en fazla destek veren ülke olan Almanya’nın desteğini bundan sonra da sürdüreceği ziyaret kapsamında Scholz tarafından tekrarlandı. Ancak, 20 Ocak’ta ABD’de başkanlık koltuğuna oturacak Donald Trump’ın yardımları kesmesi durumunda Almanya’nın tek başına yardımı sürdüremeyeceği de görülebiliyor. 

SEÇİM HAMLESİ: “BARIŞ BAŞBAKANI” 

İlk olarak haziran 2022’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İtalya Başbakanı Mario Draghi ile birlikte Kiev’e giden Scholz, bu ziyaretinin amacının, “Kiev’de Almanya’nın Avrupa’da Ukrayna’ya en fazla destek veren ve bundan sonra vermeye devam edecek ülke olduğunu göstermek” olduğunu söyledi. 

Scholz’un bu ziyaretinin 23 Şubat’ta yapılması planlanan erken seçimlerle de bir bağlantısı var. Seçimler sırasında “Barış Başbakanı” sloganını kullanmaya hazırlanan Scholz, bir taraftan içeride Tauruslar konusunda muhalefetin yaptığı baskıyı kırmak için askeri desteğin sürdüğünü göstermek isterken diğer taraftan ise müzakere yönünde atılacak adımlarda rol oynamak istiyor. Hem şahin hem güvercin rolünü birlikte oynuyor. 

NATO ÜYELİĞİ YERİNE GÜVENLİK GARANTİSİ 

Scholz-Zelenkiy görüşmesinde Ukrayna’nın NATO üyeliğine davet edilmesinin ele alınacağı da tahmin ediliyor. Zelenskiy’nin Zafer Planı’nda yer alan bu talep Almanya ve ABD tarafından daha önce olumlu karşılanmamıştı. Her iki ülke savaş bitmeden, Rusya ile bir uzlaşma sağlanmadan Ukrayna’nın NATO üyeliğine sıcak bakmıyor. Bunun yerine “güvenlik garantisinin” verilmesi güçlü bir seçenek olarak öne çıkıyor. Zelenskiy’nin Sky News’te ileri sürdüğü ateşkes şartları arasında yer alan “NATO’ya üyelik daveti” yerine “güvenlik garantisi”nin geçirilmesi durumunda, ateşkes için ön müzakerelerin yolu açılabilir. 

Donald Trump da Ukrayna’nın NATO üyeliğine sıcak bakmıyor. Trump’in Ukrayna ve Rusya Özel Temsilciliğine atadığı Kellogg de kısa bir süre önce yazdığı bir makalede Ukrayna’nın barış anlaşması karşılığında NATO üyeliğinden uzun bir süre için vazgeçebileceğini, ancak bu durumda güvenlik garantilerinin verilmesi gerektiğini öne sürmüştü. 

Zafer Planı’nın bir parçası olarak Ukrayna’nın bu hafta NATO’ya üyeliğe davet mektubu göndermesi bekleniyor. Ukrayna Dışişleri Bakanı Andriy Sybiha tarafından kale alınan ve Reuters haber ajansının ele geçirdiği mektupta, NATO’ya Kiev'e üyelik daveti çıkarması isteniyor. 

Savaşın ana destekçileri ABD ve Almanya’nın Rusya ile müzakereler için NATO üyeliği yerine “güvenlik garantisi”nde ısrar etmesi durumunda Zelenskiy’nin çok fazla seçeneğinin kalmayacağı tahmin ediliyor. Kaybedilen toprakların geleceği ise pazarlık masasındaki görüşmelere bağlı. Ancak, Rusya’nın Kırım’ı tartışma konusu yapmayacağı bugünden söylenebilir. 

ALMANYA’NIN ASKERİ DESTEĞİ 

ABD’den sonra Almanya Ukrayna'nın en önemli ikinci destekçisi. Almanya bugüne kadar 28 milyar euroluk mali yardım ve hava savunma sistemlerinin yanı sıra 140 Marder piyade savaş aracı, 88 Leopard 1 tankı, 18 Leopard 2 A6 tankı, yedek parçalarıyla birlikte 27 zırhlı köprü imha aracı Biber,, 57 Wisent 1 mayın temizleme tankı ve çeşitli tiplerde yüzlerce keşif uçağı tedarik etti. Berlin Ukrayna'ya yapay zeka destekli 4000 insansız hava aracı sözü verdi. Bunlar 30-40 kilometre içerideki Rus hedefleri vurabilecek özellikte.

                                                           /././ 

MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı:  Asgari ücrette yüzde 25’in üstünde artış doğru değil

Katıldığı televizyon programında konuşan MÜSİAD Başkanı Asmalı Asgari ücrette yüzde 25 üzerinde yapılacak zammın enflasyon hedeflerine zarar vereceğini iddia etti.“İhracatçılar olarak verimliliğe, inovatif ürünlere odaklanmamız lazım. Kur ithalatı teşvik etmemeli, ihracatçıyı da üzmemeli. Rekabet gücümüzü koruyarak ve pazar kaybetmeyerek üretmemiz lazım” diyen Asmalı, Ekonomide Şimşek yönetiminin uyguladığı yüksek faiz programı uygulamasının iş dünyasında “ciddi şekilde rahatsızlık yarattığını” söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/535754)

                                                               ***

Kızılay yöneticisi IKBY'nin 300 milyon dolarlık yardım kolilerini çalmaktan tutuklandı.

IKBY'nin 300 milyon dolar tutarındaki yardım kolilerinin çaldığı belirlenen Kızılay Silopi Şube Başkanı Murat Tatar ve 8 kişinin tutuklandığı ortaya çıktı.(https://www.evrensel.net/haber/535749)

                                                             ***

JMO’dan TOKİ'nin arsa satışına tepki: Deprem uyarısı

TOKİ'nin Karşıyaka'da bir kısmı denizin içinde kalan arsasını satmasına tepki gösteren JMO İzmir Şubesi, afetlerden ders çıkartılmadığı gibi yeni afetlere davetiye çıkartıldığı belirtildi.(https://www.evrensel.net/haber/535765)

                                                             ***

ABD: Suriye’deki durumdan ‘yakınmayız’

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, ABD'nin, Şam’a doğru ilerleyen cihatçıların Esad hükümetini sıkıştırmasından “yakınmayacağını” söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/535745)

                                                           ***

(Evrensel)