soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Aralık 2024-

Türkiye çıkarıldı, sermayesi girdi: Baykar'ın Piaggio hamlesi F-35 kapısını tekrar açtı

Kale'nin desteğiyle başlayıp, iktidarın teşviğiyle serpilen Baykar, İtalyan rakibi Piaggio'yu satın aldı. Türkiye sermayesine F-35 kapısı bir daha aralandı. Yeni kârlar için diplomasi beklenmeyecek.

İktidar desteğini arkasına alarak büyüyen insansız hava aracı (İHA) üreticisi Baykar, İtalyan havacılık şirketi Piaggio'yu satın aldı.  

Piaggio, 1884 yılında kurulmuş, çok eski ve önemli bir İtalyan havacılık şirketi. Ancak iflas ettiği için kamu yönetimine devredilmişti ve altı yıldır kayyım yönetiminde işletiliyordu.

Altı yıllık dönemde şirketin satışı için birkaç kez ihaleye çıkılmış, bunlardan birinde Birleşik Arap Emirlikleri Varlık Fonu Mubadala’ya satılmış ama bir fiyasko yaşanmış, satış iptal olmuştu.

Son yapılan ihalede Türkiye, Brezilya ve Suudi Arabistan'dan teklif alındı. Cuma günü şirketin Türkiye'den Baykar'a satıldığı açıklandı.

Uçak motoru mu, yoksa İHA mı ağır basacak? 

Bayraktar’ın ödemeyi taahhüt ettiği bedel 1,8 milyar avro. Kayyım yönetimi altında zarar etmese de kârlılık açısından düşük bir performans gösteren şirketin önemli yatırım ihtiyacı olduğu İtalyan basını tarafından vurgulanıyor. Ancak halihazırda 800 milyon avroluk sipariş portföyü olduğu da belirtiliyor.

Satış bedelinin bu tutarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. İtalyan basınında yer alan yorumlarda Bayraktar’ın Piaggio’nun geleneksel uçak ve uçak motoru üretimindeki teknolojik gücünü mü geliştireceği yoksa İHA üretiminde geri kaldığı belirtilen Avrupa’ya yönelik bu eksende bir yeniden yapılanmaya mı gideceği de sorgulanıyor.

Piaggio Aerospace’in 1500 civarında çalışanı bulunuyor, 2023 cirosu da 368 milyon avro civarında.

Kamu düze çıkardı, Baykar'a sattı

Ticaret ve “Made in Italy” Bakanlığı (MIMIT) tarafından yayımlanan notta “Alınan üç teklifin dikkatli bir şekilde karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesinin ardından, Baykar'ın teklifinin Piaggio Aero ve Piaggio Aviation çalışanlarının ve alacaklılarının çıkarlarını garanti altına almak ve grubun endüstriyel beklentilerini yeniden başlatmak için en uygun teklif olduğu” belirtiliyor.

Baykar’ın, ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeyi ve güçlendirmeyi taahhüt ettiği ifade ediliyor.

Bakan Adolfo Urso, “Net ve iddialı bir endüstriyel vizyonla şirketin yeniden faaliyete geçmesini garanti altına aldık. Altı yıllık bekleyişin ardından Piaggio Aerospace'e uzun vadeli bir üretim perspektifiyle, şirket komplekslerini ve işgücünü koruyarak bir gelecek, ülkemiz için stratejik bir varlık veriyoruz” dedi.

Şirket iflas etmiş olmasına rağmen MIMIT notunda şirketin son yıllarda kayyım yönetimi tarafından tüm iş alanlarında önemli bir sipariş portföyü oluşturmayı başardığı ve böylece altı yıl boyunca tüm faaliyetlerini sürdürdüğü belirtildi. Bu şekilde Piaggio Aerospace'in müşterilerine olan taahhütlerini yerine getirebildiği ve Olağanüstü İşten Çıkarma Fonu, banka kredisi veya kamu katkılarına başvurmak zorunda kalmadan kendi kendini finanse edebildiği de vurgulanıyor.

Baykar'ın sermayesi Ankara'yı NATO projesiyle kavuşturdu 

Baykar, Piaggio sayesinde teknoloji kapasitesini artırmanın yanı sıra hem tedarik ağını hem de pazar olanaklarını genişletti.

Şirketin başta gelen faaliyetleri arasında, İtalyan ordusunun da kullandığı P180 Avanti iş jetleri bulunuyor. Ayrıca kayyım döneminde şirketin amiral gemisi olan P180'in daha gelişmiş bir versiyonunu geliştirdiği ve ana müşteriye teslimatlarının başladığı ifade ediliyor. P180 için halihazırda 800 milyon avroluk alınmış siparişi var.

Piaggio'nun iki üretim alanı daha var. Biri istihbarat, gözetleme ve keşif amaçlı HammerHead İHA'ları, diğeriyse ABD'nin F-35 programında kullanılan parçaları.

Şirket, ürettiği motorları hem sivil hem de askeri uçak ve helikopterlerde kullanılan Pratt & Whitney ile uzun vadeli anlaşmalara sahip.

Bunlardan biri Pratt & Whitney America ile yürütülen F-35 programı. İki şirket, ABD'li Lockheed Martin'in F-35'i için bazı motor parçaları üretiyor.

Bu da Türkiye'de savunma sanayiinin neredeyse tek özel şirketi gibi lanse edilen Baykar aracılığıyla Ankara'nın dolaylı olarak yeniden F-35 programına eklemlendiğini gösteriyor.

F-35'i merkeze alan program çerçevesinde geliştirilen uçakların, NATO üyesi ülkelerde kullanılan savaş uçaklarının yerini alması amaçlanıyor. Bu süreçte ana yüklenici ABD’li Lockheed Martin. Ayrıca yedi müttefik ülke bulunuyor. 

2021 yılına kadar bu 7 ülkeye ek olarak Türkiye de programdaydı. Ankara, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması nedeniyle ABD'nin yaptırımına maruz kaldı ve F-35 projesinden çıkarıldı.

F-35'li ortaktan F-35 ortaklığına

Baykar, ilk İHA'sını 2010'lu yılların başında Kale Grubu'yla kurduğu ortaklık sayesinde üretebilmişti. İHA projesi sonuca ulaşınca iki şirket ortaklığını sonlandırdı.

Aynı dönemde Kale Grubu uçak motoru üreten Prat & Whitney ile birlikte F-35 projesine dahil olmuştu. Projede Türkiye adına yer alan ilk özel şirket olan Kale, F-35'lerin kritik motor parçalarını İzmir'de üretmişti.

Baykar bugün Piaggio'yu alarak Prat & Whitney ile doğrudan ortak oldu ve F-35 projesinde yerini aldı.

Sendikalar temkinli: 'Tetikte olacağız'

Sendikalar, üretim tesisleri ile istihdamın sürekliliği ve üretim varlıklarının korunması konularında garanti verilmesini talep ediyor.

La Repubblica’nın aktardığına göre Metal İşçileri Sendikası (FIOM-CGIL) Cenova Sekreteri Stefano Bonazzi de Dire ajansa şunları söyledi: “Baykar, Piaggio Aerospace'in faaliyet gösterdiği sektörde yer alan büyük bir gruptur. Ligurya'daki iki fabrikada önemli beklentiler yaratacağını düşünüyoruz.”

Ancak Bonazzi, sözlerine “200'den fazla çalışanı hikayeler ve profesyonellikle istihdam etmeye devam eden Cenova tesisinin bakımı ve iyileştirilmesi için endüstriyel planda ne gibi garantiler olacağını öğrenene kadar herhangi bir değerlendirme yapmaktan kaçınıyoruz. Kim gelirse gelsin bu değeri hesaba katmak zorunda kalacaktır. Kayyım yönetimi ve yeni satın alan grupla yapılacak sendika toplantısını bekliyoruz. Operasyonu tam olarak değerlendirebileceğimiz forum bu olacaktır” şeklinde devam ediyor. 

Bir diğer sendikacı, İtalyan Metal-Mekanik İşçileri Birliği (Uilm) Sekreteri Guglielmo Gambardella ise satışı şu sözlerle yorumladı:

"Piaggio Aero'nun Türk Baykar Grubu tarafından devralınması, İtalyan havacılık ve uzay sektörü için olumlu bir perspektifi temsil edebilir ve yıllarca süren belirsizliğe son verebilir. Baykar'ın hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürme ve güçlendirme taahhütlerini yerine getirmesini sağlamak için tetikte olacağız. Kayyım yönetiminin son ermesi iyi bir şey, ancak hiçbir büyük İtalyan girişimcinin bu kuruluşa ciddi bir şekilde inanmak istememesi üzüntü vericidir. Piaggio Aerospace'in savunma sistemimizin temel bir ortağı olduğunu unutmayalım."

'Piaggio'nun pazarıyla Avrupa'ya açılacak'

Büyük satın alma İtalya basınının da gündeminde. Savunma sanayi haberleri hazırlayan Analisi Difesa sitesi Baykar'ın olası hedefleri arasında, "Piaggio'nun İHA sektöründe kazandığı deneyimleri edinmek" ve "Avrupalı müşterilere satılmak üzere kendi İHA'larının ve motorlarının üretimi, bakımı/revizyonu için Liguria'daki fabrikaları Avrupa'da bir merkez (hub) olarak kullanmak" olduğunu yazdı.

Corriere della Sera'ya göre, şirketin Piaggio tesisleri ve çalışanlarıyla ülkede hangi programları geliştirmek isteyeceğini zaman gösterecek. Bakanlık notunda "Baykar, hem uçak üretim faaliyetlerini -ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere- hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeye ve geliştirmeye kararlıdır" denildiğini aktaran gazete, "Şüphesiz İtalya ve daha genel olarak Avrupa ülkeleri şu anda insansız hava aracı üretiminde geri kalmış durumda” yorumunda bulundu.

La Repubblica ise Baykar'ın hamlesini “Stratejik, yüksek teknolojili bir İtalyan şirketi için tarihi bir dönüm noktası, ancak son yıllarda hayatta kalması çok zorlaşan bir şirket” sözleriyle değerlendirdi.

                                                              ***

‘Baykar diplomasisi’ ve ‘milli çıkar’ edebiyatı -Anıl Çınar (30/09/2024)

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar İsrail’le işbirliği eleştirilerini “milli kazanımları operasyonlara kurban ettirmemeye kararlıyız” diye yanıtladı.

Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün de aynısını söylüyordu. Provokasyonlar milli çıkarlara milli hedeflere zarar veremeyecekti… “Bu başarı, sadece bir firmanın değil, tüm milletimizin ortak başarısıdır” diyordu başkan.

Ne zaman bir ikiyüzlülük ortaya çıksa aynı şey söyleniyordu: “milli çıkarlarımız”.

Peki nedir, nerededir bu milli çıkar?

Örneğin Selçuk Bayraktar’ın Filistin atkısıyla verdiği yürüyüş pozunda mıdır? Yoksa aynı Bayraktar’ın ABD gemisi USS Gerald R. Ford’da verdiği fotoğrafta mı?

Anlaşılan ikisinde de…

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

TCG Anadolu’nun bir tatbikatla NATO filosuna katılmasını mı, yoksa Amerikan askeriyle aynı gemide bulunmaktan duyduğu keyfi mi onaylamaktadır Bayraktar?

Belli ki ikisini de…

Milli çıkar dedikleri şey işte budur: Türkiye adına nerede ne yapılıyorsa sorgulanmayacaktır. Söz konusu olan şirketlerin çıkarları değil, Türkiye’nin gücüdür. O şirketler Somali’ye akın ettiğinde de, Ukrayna’da arazi kiraladığında da, Suriye’de kent kurduğunda da yardım için, insanlık için, Türkiye’nin büyüklüğü için oradadır!

Belki de bu nedenle Baykar, Azerbaycan’daki fuara İsrailli şirketle birlikte “altın sponsor” olduğunda sadece ticari bir faaliyet yürütmemekte, “Baykar diplomasisi”ni icra etmektedir.

Peki Baykar diplomasisi başka neler getirmektedir?

Ukrayna, Somali, Azerbaycan ve Libya’ya SİHA satmakla yetinmemek demektir örneğin. Gözlerini NATO ülkelerine dikmek, yeni dönemin en önemli hedefinin NATO’ya satmak olduğunu dile getirmek ve NATO sayesinde para kazanmak demektir.

Arnavutluk, Polonya, Romanya, Litvanya… Yetmez. 

“Milli çıkar” icra edilecekse, önce NATO’culuk yapılacak, TV ekranlarında Filistin sahiplenilirken arka kapıdan İsrail ile ticarete devam edilecek, bütün bunları sorgulayanlara ise “provokatör” denilecek!

Ancak, bu “diplomasi”nin Baykar’dan ibaret olduğu düşünülmemeli. Baykar bir koçbaşı, ama dahası var.

Hatırlayın Zorlu Enerji’nin kelimelerle oynayışını, “neden İsrail’e elektrik sağlıyorsunuz” sorusunu “biz zaten yüzde 25 hisseye sahibiz, bir hükmümüz yok, hisselerimizi de devredeceğiz” şeklinde yanıtlayışını. Veya BOTAŞ ve SOCAR üzerinden İsrail’e akan petrol için sorulan sorulara “biz Türkiye’ye ne kadar çok yatırım yaptık farkında mısınız” diyerek verdikleri yanıtları…

Bu milli çıkarda İsrail’in bölgedeki güç kaynaklarını sorgulamak yok, İsrail’e kol kanat geren NATO’yu ve ABD’yi karşıya almak yok; ama sorgulayanlara “İran ajanı” etiketi yapıştırmak, provokatör demek var. İsrail’in Filistin’e, Lübnan’a saldırılarına yanıt vermek yok, ama Reisi’nin düşen helikopterini İHA şovuna dönüştürmek var.

Herkes Türkiye’yi düşünüyor, Türkiye’yi çok seviyor!

Ne demişti Mussolini “biz ihracat yapacağız, rekabet edeceğiz ki siz işinizi koruyacaksınız, işsizlere iş bulacağız”. Ve sonra eklemişti,  savaştan kaçınılmaması gerekirdi, çünkü Herakleitos'un da dediği gibi, savaş “her şeyin başlangıcı”ydı.

Benzer bir yolda ilerlediğimiz açık değil mi?

Benzer bir “sevgiden” olsa gerek, giderek daha fazla isim Türkiye’nin bütün bu karmaşayı fırsata çevirmesi gerektiğini söylemeye başladı bile. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve başka yerlerde. İran geri çekilirken veya çekilmek zorunda kalıyorken Türkiye’ye de rüştünü ispatlama olanağı açılıyor…

Yoksa… Yoksa Türkiye’nin çıkarları tehlikeye düşecek.

Aynı yanıtların NATO’dan neden çıkılamayacağını ispatlamak için de ileri sürülmesiyse hiç şaşırtıcı değil. 

Türkiye’nin bütün sınırlarını savaş alanına dönüştüren ve gerektiğinde Türkiye’nin içini de savaş alanına çevirebilen bir terör örgütüne üyeliğin milli çıkar olarak anlatılabilmesindeki cüretin farkında mısınız?

İşte bu cüretin adıdır milli çıkar edebiyatı ve hafife alınmamalı, meydan okunmalıdır.

                                                              /././

Yeni Yaşam yazarı: İsrail ve ABD İran’a saldıracak, Kürtler ve Türkiye de bu saldırıya katılsın

Yeni Yaşam’da Zafer Yörük, “Baharat Yolu’ndan Kürt barışına” başlıklı yazısında bu duruma dikkat çekerek, İsrail’in İran’a yönelik projesinin, “İran’la komşu müttefikler gerektirdiğini” belirtti. Yörük, hem üç ülkeye yayılmış Kürtlerin hem de Türkiye devletinin İran’a karşı bir savaşta yer almaları gerektiğini, Türkiye’deki ABD üslerinin de bu savaşta kullanılması gerektiğini savundu: “İran’la savaş ve rejim değişikliği planları içinde iki bölgesel olgu önem kazanıyor. Kürtler ve Türkiye devleti. Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin İran rejimini devirme konusunda hemfikir olmaları önemli çünkü Rojhılat Kürtleri, İran rejiminin devrilmesinde dayanılacak temel siyasi güçlerden biri olmak durumundadır. Kürtler İran rejimi karşıtı uluslararası siyasi ittifak içinde yer alırken Türkiye devletinin de ittifak içinde tutularak herhangi bir oyun bozucu hareketi engellenmelidir. İdeal olansa, İncirlik başta olmak üzere ABD üslerinin böyle bir operasyonda kullanılmasıdır. Bazı kaynaklar, ABD’den satın alınamayan F35 jetlerine uygun hale getirilmiş olan Malatya Erhaç Hava Üssü’nün bu cephe için hazırlandığını iddia ediyorlar.”(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-yasam-yazari-israil-ve-abd-irana-saldiracak-kurtler-ve-turkiye-de-bu-saldiriya-katilsin)

                                                                ***

2024’ten 2025’e yeni sınıfsal konumlanmalar -Oğuz Oyan-

“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur.

Türkiye açısından 2024 yılı hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi gelişmeler bakımından olumlu geçmiş sayılamaz. Ekonomi 2024’te küçülmedi ama büyüme hızı ciddi anlamda yavaşladı. Enflasyon hedefleri de olumlu baz etkileri geçince iyice tökezledi. Yılın ikinci yarısında aylık TÜFE artışları ortalaması yüzde 2,5 civarında kaldı.

Büyümeden durgunluğa

2022’de yüzde 5,5 ve 2023’te yüzde 5,1’lik büyümelerden sonra 2024’te büyüme ciddi bir fren yaptı. 2024 yılının ilk üç çeyreğinde 9 aylık büyüme oranı yüzde 3,2’de kaldı. Üstelik en önemli üretken sektör olan sanayide 3. çeyrekte yüzde 2,2 küçülme yaşandı; üç çeyreğin bütününde de negatif değer aldı. İmalat sanayiinde bu küçülme daha fazla oldu. Sanayideki küçülme ithalat verilerine de yansıdı.

Dördüncü çeyrek de pek parlak görünmüyor, dolayısıyla yılın bütününde Orta Vadeli Program’ın (OVP 2025-2027’nin) yüzde 3,5’luk 2024 büyüme öngörüsünün artık geçerli olamayacağı, IMF’nin yüzde 3,6’dan yüzde 3,0’e revize ettiği öngörüsünün de tutmayacağı söylenebilir. 

2025 yılı öngörülerine bakıldığında ise, TÜİK’in yüzde 4,0’lık tahminine kıyasla IMF’nin yüzde 2,7’lik tahmini daha gerçekçi duruyor. Çünkü Türkiye’de GSYH esas olarak talep/tüketim yönlü büyüyor, ama OVP’ye göre 2025’te kamu ve özelde tüketim ve yatırımların büyüme bakımından GSYH büyümesinin gerisinde kalmasının planlandığı görülüyor. Aynı şekilde Merkezi Yönetim Bütçesi harcama boyutunun GSYH’ye göre oranının 1,5 puan, daha geniş kamuyu temsil eden Genel Devlet Dengesi için ise 2,5 puan daralması öngörülüyor. Bütün bunlar büyümeyi aşağıya işsizliği ise yukarı çekecek öngörüler.

Sınıflararası dengenin emek aleyhine bozulması

Tabii sınıfsal açıdan bakıldığında her şey daha göreli. Sermayenin büyük bölümü açısından 2024 sayfası olumlu bakiyelerle kapandı; birçok sektörde kârlar yeniden tavan yaptı. Nitekim 2024’ün 3. çeyreği GSYH bileşenleri sonuçlarına bakıldığında kâr, faiz ve rant gelirlerinin önceki (2.) çeyreğe kıyasla yüzde 38,0’den yüzde 45,1’e yükselmesi, buna karşılık ücret gelirlerinin yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e gerilemesi uygulanan programın sınıfsal özünü yansıtmakta. Üstelik bu çarpıcı bozulma 2. çeyreğe kıyasla yani sadece 3 ay içinde ortaya çıkabildi. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmaması, diğer ücret artışlarında da frene basılmasının etkisi aylık enflasyon artışlarını -baz etkisi dışında- düşürücü rol oynamazken, gelir bölüşümde hızlı bir bozulmaya neden olabildi.

Gelir dağılımı verileri bakımından Türkiye AB ülkeleri içinde ilk sırayı, OECD ülkeleri arasında ise ilk üç sıradaki yerini “başarıyla” korudu! Ama gelir dağılımı bozulmasından daha kötü bir süreç de yol almaya devam etti: Gelirler genel seviyesi ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki parite sürekli bozulmaya devam etti. Başka deyişle, gelirler baskılanırken fiyatları sınırlayacak ve enflasyon fırsatçılığını denetim altına alacak hiçbir düzenek çalışmadığı için, mal ve hizmet fiyatları ile gelirler arasındaki parite sürekli olarak ikinciler aleyhine çalıştı. Sonuçta daha düşük gelir düzeyleri için daha yüksek mal ve hizmet fiyatlarının geçerli olduğu cehennemi bir yapı oluştu.

Kuşkusuz buna gelişmiş kapitalist ülkelerin birçoğunda, emeğin kazanımları olarak da vurgulanabilecek şekilde, toplumsal mal ve hizmetlerin bedava ve nitelikli olarak sunumuna karşılık, Türkiye’de bunun tam karşıtı bir düzen oluştuğu gibi özel eğitim ve sağlık kuruluşlarının piyasa payı da sürekli yükselmeye devam etti. Böylece en yüksek vergi payına sahip olan ücretli kesimler bunun karşılığını kamu hizmeti olarak dahi alamaz duruma gerilediler. Buna rağmen, Nobel ödülü almış liberaller de dahil olmak üzere sermayenin çeşitli kesimleri “yeterince sıkı maliye politikaları uygulanmadığı” sakızını çiğnemeye pervasızca devam ettiler!

Oysa, TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayınladığı “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri” dahi, yoksulluğun gerçek boyutunu perdeleme konusundaki bütün çabalarına karşın, hane halklarının büyük bölümünün yoksulluk girdabından çıkamadığını gizleyemedi.

Asgari ücret ve emek düşmanlığının zirve yapması

Emekçi sınıflar aleyhine hüküm süren tüm bu olumsuz koşullara rağmen (veya tam da o nedenle) asgari ücret sefalet düzeyinde bağlanabildi; ama iktidarın ve sermayenin emeğe/emeğin haklarına düşmanlığının açığa çıkmış olması küçümsenecek bir kazanım değildir. Bu bağlamda, göstermelik “Komisyondan” bir sefalet ücretinin çıkmış olmasının, kısa vadede emekçileri daha büyük sefalete sürüklemesi kötülüğü yanında, orta-uzun erimde bazı hayırhah sonuçlara da yol açabilecektir. Elbette emekçiler Cumhur ittifakının sınıf karakterini daha iyi teşhis edebilecekleri, Tayyipgiller ile burjuvazi arasındaki ideolojik geçişkenliği daha iyi görebilecekleri bir bilinç sıçraması yaşayabileceklerse… Özellikle de “artık yeter” diyerek sınıf tepkilerini yükseltebileceklerse…

Sermayenin sosyal devlete ve emeğin haklarına olan düşmanlığı kuşkusuz ulusal düzeyle sınırlı değildir. Bunu Trump dönemi Amerika’sında belki de daha iyi gözlemleme fırsatı bulabileceğiz. Trump’ın baş destekçisi Elon Musk ile Vivek Ramaswamy gibi iki süper milyarderi ABD’de yeni kurulması planlanan “Verimlilik Departmanı”nın başına getirmeyi tasarlamasını ve uygulamaları dikkatle izlemek gerekiyor. Faşist partilerle/liderlerle flört etmeye pek meraklı Musk’ın kamu harcamalarında ciddi azaltmalar yapmaya ve milyonlarca kamu personelini kapı dışarı etmeye yönelik “radikal reform” niyetleri, tam da holding şirketlerini yönetme anlayışının kamu alanına taşınmak istenmesi bakımından oldukça tanıdıktır. Javier Milei’nin Arjantin’de uygulamaya koyulduğu ve ABD/IMF destekli uçuk sağ program gelmiyor sadece aklımıza. Rahmi Koç’un kamu personelinde benzer bir tensikatı dillendirmesini de hatırlamadan edemiyoruz. Geçen yıl sonunda yazmıştık, biraz alıntı yapmanın sırasıdır: 

Anlı şanlı holding patronumuz Rahmi Koç’un ‘5,5 milyon kamu personeli yerine 2 milyonla aynı iş görülür’ yaklaşımına holdingci olmayan bir bakışla nasıl ayrıntılı bir yanıt verileceği meselesini başka bir yazıya bırakalım. Burada sadece bir-iki hatırlatma yapalım. Pek AB’ci görünen bu zevata hatırlatılır ki, AB ülkelerinde personel giderlerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı yüzde 40’ların üzerindedir. Örneğin bu oran 2020’lerde Fransa’da yüzde 45,5’tir. Bunun yüzde 52’sinin eğitim personeline gidiyor olması da şaşırtıcı değildir. Çünkü devlet bütçesiyle esas olarak hizmet üretilir, hizmet de insanla üretilir, burada da eğitim hizmetleri açık ara önde gelir. Koç’un kamu kesimini 2 milyon çalışanla yönetebileceğini söylediği Türkiye’de bile sadece MEB istihdamı 1 milyon 371 bini bulmaktadır ve buna üniversitelerde istihdam edilen memur ve akademik personel vs. toplamı olan 482 bin kişi daha eklendiğinde 1 milyon 853 bine ulaşılır! Sağlık personeli de, tüm yetersizliğine rağmen, 800 bin kişiyi aşmaktadır. (2024 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.382). Hadi gel de yönet bakalım! Elbette devleti eğitimden ve sağlıktan çekersen neden olmasın! 

Bu arada gelişmiş kapitalist bir ülke olan Fransa’da kamu çalışanlarının sayısı, yerel yönetimler dahil 5 milyon 660 bin kişidir. Türkiye’de ise daha geniş nüfusuna rağmen, yerel yönetimler ve KİT ve BİT’ler ile sürekli/geçici işçiler dahil 5 milyon 98 bin kişidir. Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır”. (Oğuz Oyan, “Asgari ücret-emek mücadelesi-bütçe bağlantıları”, 12 Aralık 2023, Sol Haber).

“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur, hatta belki de milyarderlerin (liberal olsun faşizan eğilimli olsun) tümünün ortaklaştığı önemli ezberlerden biridir.

NATO ve Batı’nın çarpıcı ikiyüzlülüğünün teşhiri

2024, NATO’nun saldırgan bir savaş örgütü olduğunun sürekli teyit edildiği bir yıl oldu. 2023’ten itibaren Ukrayna ve Gazze’de esasen test edilmeye başlanmıştı; 2024’te doruğa çıktı. Üstelik NATO, Suriye’deki cihatçı darbenin de İsrail ve Türkiye ile birlikte tam arkasında olduğunu kanıtladı. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin HTŞ ve SMO’nun Halep operasyonunun hemen öncesindeki Türkiye ziyareti, adeta bir işaret fişeği gibiydi. 

Batı’nın sosyal-demokrat, liberal ve faşist siyasi partilerinin hep birlikte İsrail’in yayılmacı ve soykırımcı politikalarını desteklemeleri, Suriye yönetiminin şeriatçı çetelerce düşürülmesini sevinçle karşılamaları, dolayısıyla emperyalist-Siyonist saflarda buluşmaları, Batı’nın büyük ikiyüzlülüğünün sergilenmesi anlamına geliyordu. Filistin soykırımı karşısında sessiz kalan ve daha büyük çoğunlukla da destekleyen Batı’nın pek demokrat ülkeleri, partileri ve “mümtaz” şahsiyetleri, nasıl bir ikiyüzlülük içinde yüzdüklerini itiraf etmiş olmakla kalmadılar, “liberal demokrasi” denilen geçici durumun da cenazesini kaldırmış oldular.

Türkiye’deki Kürt meselesinin Kuzey Suriye’deki dengelere müdahale etmek ve içerde AKP rejimini konsolide etmek üzere yeniden gündeme getirilmesi de emperyalizmin denetimi dışında görülmemelidir. AKP-MHP’den demokratik bir anayasa beklentisi ne kadar boşsa, bu girişimin Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin önüne engel olarak çıkarılma riski de o kadar yüksektir.

2025 zor bir yıl olacaktır. Zorluklardan yılmadan mücadele etmek de bizim işimizdir. Herkesin yeni yılını bu duygularla kutluyorum.

                                                                 /././

"GÜNDEM" -31 Aralık 2024-

 


Bize öl mü diyorsunuz Sayın Bakan?-Cem Yıldırım/Sözcü-

Maliye, pazarcı esnafının peşine düştü. Dev yandaş şirketlerin borçları sıfırlanıp cezaları affedilirken ekonomi yönetimi yine geçim derdindeki milyonların boğazına yapışmayı sürdürüyor.(https://www.sozcu.com.tr/bize-ol-mu-diyorsunuz-sayin-bakan-p121241)

                                                                     ***
Yüzde 44 artırıldı: ‘Özel İletişim Vergisi’ne zam geldi -Cumhuriyet-

Hazine ve Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı Tebliğ kararına göre Özel İletişim Vergisi, yüzde 43.93 yeniden değerleme oranında artırılarak 570 TL olarak belirlendi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/yuzde-44-artirildi-ozel-iletisim-vergisine-zam-geldi-2284442)

                                                                      ***

Resmi Gazete'de yayımlandı: MTV zammı belli oldu -T24-
Motorlu Taşıtlar Vergisi'nin yeniden değerleme oranı, 2025 yılı için yüzde 43,93 olarak Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında yayımlandı. Sıfır araçta en düşük MTV, 3 bin 359 liradan 4 bin 834 liraya çıktı. Erdoğan, MTV'de yeniden değerlendirme oranını yüzde 80'e kadar indirme yetkisini kullanmadı.(https://t24.com.tr/haber/resmi-gazete-de-yayimlandi-mtv-zammi-belli-oldu,1206460) 

                                                                   ***

İmamoğlu: Genç Üniversiteli Eğitim Desteği'nin ilk ödemesi için tarih verdi -T24-       

İstanbul Büyükşehir Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu, "Genç Üniversiteli Eğitim Desteği" projesi kapsamında, 100 bin üniversite öğrencisinin hesaplarına 15 bin TL'lik desteğin yatırılacağını duyurdu. İmamoğlu'nun sosyal medyadan yaptığı açıklamaya göre, 100 bin öğrencinin hesabına, yeni yılın ilk haftasında 15 bin TL yatırılacak.

İmamoğlu konuya ilişkin yaptığı açıklamada, "15 bin liralık genç üniversiteli eğitim desteğinin ilk taksiti yeni yılın ilk haftası 100 bin gencimizin hesabına yatmış olacak. Yeni yılın eğitim hayatınızda başarı getirmesini diliyorum." ifadelerine yer verdi. 

                                                                       ***

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM +Sahaflar Çarşısı(XXXVIII)

Moğollar: Yıkımın atlıları/Prelüd -Serdal Bahçe-

Neden Moğol istilası diğer Asyalı istilalardan daha derin bir iz bıraktı? Yarattığı korku mu? Yarattığı yıkım ve travma mı? Diğerlerinden daha kalıcı izler bırakması mı?

Asya yeryüzündeki kara parçalarının üçte birini oluşturur. Heyula gibidir. Nüfusun ise neredeyse % 60’ına ev sahipliği yapar. Her zaman böyleydi. En azından kadim kayıtlar öyle diyor. İlginç olan kıta büyük bir bölümü itibarıyla bu kadar büyük bir insan kitlesini beslemeye hiçbir zaman muktedir olmadı. Coğrafyacılara göre kıta beş büyük parçadan oluşur: Stepler/tundralar, çöller, yüksek platolar, heybetli sıradağlar ve nehirlerin beslediği verimli vadiler. Sonuncusu aslında tüm yüz ölçümünün çok ama çok küçük bir bölümünü oluşturur. Stepler en büyüğüdür; Sibirya’dan Orta ve Doğu Asya’ya, oradan Ural Dağları’na kadar binlerce kilometre uzanırlar. Büyük bir bölümü Sibirya’nın dondurucu soğuğunun da etkisiyle buzlar altındadır. Geri kalanı ise kışın sıcaklığın – 15 ile -35 derece arasında oynadığı, yazın ise kurak ve verimsiz, sessiz bir derinliktir. Burası atlıların, yıkımın atlılarının sislerin içinde saklandığı ve aniden saldırdıktan sonra geri döndükleri bir Araf gibidir. Halklar, diller, kültürler için bir öğütme makinasıdır stepler. Karıştırarak yok eder stepler. 

Yüksek platolar ise hem ulaşılması hem de terk etmesi zor büyük düzlüklerdir, bir tür uygarlıklar masasıdır her biri. Tibet Platosu, Dekkan Platosu, Moğolistan Platosu, yüksek İran Platosu. Platolar hem güvenli barınma merkezleridir, hem de aç yırtıcıları kendisine çeken tuzaklardır. Yüksek İran Platosuna giren Moğollar ve Türkler hem kan akıttılar hem de orada kaybolup gittiler. Hindistan’daki Dekkan ise Akhunları, İskitleri, Afganları, Türkleri, Moğolları, ve hatta Makedon İskender’i kendi inine çekti, onları görünüşte hâkim kıldı ancak yavaş yavaş öğüttü onları. 

Ve çöller, aşılmaz, ıssız gibi görünürler, ancak kalbi besleyen gizli damarlar gibi işlerler. Büyük Gobi, onun yanında daha küçük Taklamakan, şimdiki Türkmenistan’daki Karakum, Özbekistan’daki  Kızılkum, ve pek tabii ki Büyük Arabistan çölü. Çöl yerleşimcilerin ve atlıların değil, develi tüccarların mekânı oldu. Asya hem ticaret hem de yağma demekti. Stepler atın, çöller hörgüçlü devenin mekânı olageldiler. Çöller ölüm kisvesi altında akıcı bir yaşam anlamına geldi her zaman.

Ve sıradağlar; Tienşan, Altay, Karakurum, Kafkas, Zagros, Pamir, Hindikuş ve yeryüzünün gökyüzüne doğru yönelttiği en büyük yumruk; Himalayalar. Her kıtanın sıradağları vardır. Ancak Asya’nınkiler heybetli ve gigantiktir, uzunlukları havsalayı, yükseklikleri tahayyülü zorlar. Asya’da sıradağlar, başka yerlerdeki sıradağlar gibi doğal engeller değildir sadece; onlar aynı zamanda meydan okumadır. Sadece yaklaşanlara, aşmak isteyenlere karşı değildir meydan okuma, onlara uzaktan bakanlara da meydan okurlar. Böylece Asya’da akan insan seli, tüccarlar, yıkımın atlıları, düzenli ordular, kaşifler, misyonerler, onları aşmaya çalışmak yerine uzaktan seğirtmeye çalışırlar.

Ve vadiler; ve vadileri besleyen nehirler. Bir tür jeo-materyalist sapkınlığa düşmeyelim deriz ama “Asya’nın tarihine hangisinin katkısı daha büyüktü; insanların mı, nehirlerin mi?” diye sormaktan da kendimizi alamayız. Asya’da verim ve yaşam, ortada merkezde değildir; orası ürkütücü sisli steplerin, platoların ve çöllerin egemenlik alanıdır. Verim ve yaşam Asya’nın çevresinden fışkırmış çıkıntılardadır; Hint alt kıtası, Anadolu, Hindiçin. Ve nehirlerin sarmaladığı vadilerdedir yaşam. Avrupa’nın, Afrika’nın ve Amerika’nın nehirleri yalnızdır, tek başlarına akarlar. Nil, Amazon, Ren, Tuna, Mississippi ebedi yalnızlıklarını kabullenmiş bir şekilde akarlar. Oysa toprakları verimsiz ve çorak, ve yalnızlık hissine kapılmanızı sağlayacak kadar sessiz Asya en azından nehirlerinin yalnızlığına son vermiştir ortaya çıktığı anda. Asya’nın nehirleri çoğunlukla eşleriyle birlikte akarlar ezelden beri. Fırat (Euphrates) ve Dicle (Tigris); Amu Derya (Oxus, Ceyhun) ve Sir Derya (Jaxartes, Seyhun); İndus ve Ganj; heybetli Yangtze ve Sarı Nehir. Birbirlerine kavuşamazlar, ve hatta bazen uzaklaşırlar, ama birbirlerine duydukları ebedi özlem arlarında yaşamın fışkırmasını sağlar. Fırat ve Dicle’nin aşkı Mezopotamya’yı, Amu Derya ile Sir Derya’nın zamanın başından bu yana bitmeyen dansları Maveraünnehir’i,  İndus ile Ganj arasında sanki küsmüşlercesine denize doğru büyüyen açıklık Hint alt kıtasını, ve Yangtze ile Sarı Nehir arasındaki gerilimli ölümsüz çekişme verimli Doğu Çin’i yarattı. Ölümsüz nehirlerin ezeli konumlanışlarından ve ebedi çekişmelerinden insanlığın en büyük uygarlıkları doğdu. Asya bir beşik oldu, zenginliği de yıkımı da yarattı. Uysallığı ve vahşi bir açlığı yarattı. Verimli vadiler ve stepler arasındaki tarihsel gerilim donukluğu değil, akışı ve hareketi yarattı. Sadece saldırıyı değil, savunmayı da yarattı. Sadece ölümü değil, yaşamı da yarattı. Avrupa asri zamanlarda moda, daha ihtişamlı; olsun varsın, ama Asya ölümsüzüdür. 

Steplerden sökün eden aç akıncılar, hayallerini süsleyen zenginliklere, kendilerinin olmayan, kendilerinin üretmediği zenginliğe el koymak için öngörülmeyecek bir şekilde çıktılar sisli steplerden, nehir yollarından, sıradağların etrafından sızdılar yaşamın olduğu yerlere; üretimin, tarımın olduğu, parlak ve gösterişli, ama aslında bir o kadar da hakkaniyetsiz ve çürümüş uygarlıkların tepesine çöktüler. Kimler gelmedi ki steplerden yüksek platolardan? Avrupa’yı saran sarmalayan ve her yanına kendi damgasını vuran Hint-Avrupalılar (gerçekten var mıydılar?) o sisli steplerden geldiler. Germenler, Slavlar, Alanlar, İskitler, Hunlar, Avarlar,  Macarlar, Bulgarlar, Türkler, Peçenekler ve yıkımın atlıları Moğollar Uralları aştılar, ve adını Zeus’un kaçırarak iğfal ettiği (ki ne ilk ne de sonuncu herzeydi bu yediği) zavallı Europa’dan alan kıtayı yıktılar ve yeniden yarattılar. İktisatçı Schumpeter’e borçluyuz “yaratıcı yıkım” kavramını. Büyük bir hınçla yıktılar, yok ettiler; ancak yıktıkları öyle büyük bir boşluk yarattı ki, onu kendilerinden de hallice bir şeyler katarak yeniden yaratmak zorunda kaldılar. Yıktıklarına öykündükçe kendileri olmaktan çıktılar. Germenler Latinleşti, Slavlar Germenleşti, Hunlar ve Bulgarlar Slavlaştı, Türkler Rumileşti ve İranileşti, Moğollar ise hızla Türkleşti. Asya’dan kopup geldiler. Kimini arkadan kovaladılar, kimi ise Asya’da gidecek, ele geçirecek başka yeri kalmadığı için sökün etti Avrupa’nın içlerine. Asya kustu, onun kustuklarını Avrupa yuttu. 

Asya, genç Avrupa’yı hem ürküttü hem de büyüledi. Asya hem korkunç bir bilinmezlik hem de efsanevi bir El Dorado idi bir vakitler Avrupa için. İpek Yolu hem ipekli hem de baharat getirdi, ama sadece bunları getirmedi. Mistik ve cezbedici zenginlik hikâyelerini de taşıdı kervanlar. Ailesiyle Kubilay’ın sarayına seyahat eden Marco Polo sadece zenginliği değil, daha zengin olan kıtanın gizemini de arıyordu. İktisat tarihçileri şahitlik ediyor, 1500 yılında kadar Asya zengin, Avrupa fukaraydı. Asya’nın verebileceği pek çok şeye karşı Avrupa’nın verebileceği pek az şey vardı. Başka bir ifadeyle Asya metropol, Avrupa ise varoştu; Asya merkez, Avrupa ize güdük bir periferiydi. Ama kapitalizm, ah işte kapitalizm…

Zengin ama tehlikeli bir kıtaydı. Uzak değildi, insanların yaşadığı diğer tüm kıtalara değiyordu bir tarafıyla. Urallar ve Kafkas Dağları, ve Marmara Denizi onu Avrupa’dan ayırıyordu, ama kesinlikle uzakta tutamıyordu. Sina yarımadası onu Afrika ile komşu yapıyordu, ama onu öteleyemiyordu. Danimarka doğumlu ama Rus uyruklu bahtsız denizci Vitus Bering’in keşfettiği dar boğaz (topu topu 80 km genişliğe sahip), kendi adıyla anılan Bering Boğazı onun Amerika’nın dibinde bitivermesini sağlıyordu. Endonezya ve Filipinler üzerinden Avustralya’nın ensesinde nefesini hissettiriyordu. Kısacası eğer içinde bir öfke, bir patlama vuku bulursa, hepsine birden kusabiliyordu içindekileri. Ancak bu kusma işleminden en fazla zarar gören genellikle Asya ile arasındaki sınır kolayca geçilebildiği için Avrupa oluyordu. Bu nedenle Avrupalı tutucu tarihçilere göre Asya Avrupa’nın anti-teziydi; daha kültüralist bir bakış açısına sahip olanlara göreyse Avrupa, Asya’nın alter egosuydu. Hangisi doğru?

Tarih Asya’dan korkan sağcı tutucu tarihçileri haklı çıkarmasa da korkularını tetikleyecek olgular sunmaktaydı kuşkusuz. 452’de Roma’nın kapılarında Attila’ya Roma’ya dokunmaması için yalvaran papa Büyük Leo’nun içine düştüğü alçaltıcı durum herhalde Greko-Romen Hristiyan dünyasının hafızasına kazınmıştı. 711’de adını verdiği Cebelitarık’ın kayalık kıyılarına büyük bir orduyla ayak basan Tarık bin Ziyad ancak 21 yıl sonra Poitiers’te Çekiç Charles (Charles Martel) tarafından durdurulabilecek bir fırtına yaratmıştı. Ya Çekiç Charles onları durduramasaydı Araplar nereye kadar giderlerdi acaba? Şarlman’ın kutsal imparatorluğu Asya’nın içlerinden kopup gelen Macarlarla uzunca süre kıyasıya mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bizans İmparatorluğu Asya’dan gelen Avarlar, Peçenekler, Selçuklu Türkleri ile yıpratıcı ve tüketici savaşlar vermişti. 1396’da Osmanlı sultanı Bayezid (Yıldırım olan) mini bir dünya savaşı olarak kabul edilebilecek Niğbolu’da bileşik Avrupa ordusunu yenince korku yeniden hortlamıştı. Bayezid mi? Osmanlı tahtındaki en atak, en pervasız padişah olabilir. Öne doğru saldırmaya hazırlanırken arkadan hançerlendi, başka bir Asyalı, aksak Timur tarafından yenilerek dizginlendi. Onun torununun oğlu Mehmet (Fatih olan, aslında büyük dedesinin nerdeyse bir benzeriydi, sadece ona göre daha ihtiyatlıydı) zaten ahı gitmiş vahı kalmış Bizans’a son darbeyi vurdu, Konstantinopolis, İstanbul düştü. Düşmeden önce gerici bir nifak yuvası olmuştu zaten (İstanbul’un tarihinde ilericilik değil, gericilik vardı her daim). Avrupa’daki etkisi çok büyük oldu. Asya’nın son büyük çıkışlarından birisiydi bu. Sağcı tutucu Avrupalı tarihçiler, ve güya sosyalist anti Sovyetik Avrupalılar için Kızılordu’nun Moskova’nın varoşlarından başlayarak, Nazileri süpürerek Berlin’in bile batısına, Almanya’nın kalbine ilerlemesi de Asya’nın en son büyük çıkışıydı. 

Ancak onları ve hatta Arapları, İranlıları, Türkleri, Çinlileri ve Hintlileri en çok ürküten ve beşeri hafızada en büyük hasarı bırakan Moğolların gelişiydi. Bu yazı dizisinin başlığına ilham kaynağı olan James Chambers’ın bir dönem ünlü olan kitabının adına (Şeytan’ın Atlıları – Devil’s Horsemen) göre Asya’nın sisli steplerinden aniden kopup gelen bu fırtına şeytanın atlılarıydı. Neden Moğol istilası diğer Asyalı istilalardan daha derin bir iz bıraktı? Yarattığı korku mu? Yarattığı yıkım ve travma mı? Diğerlerinden daha kalıcı izler bırakması mı? Bugün sıradan birinin haritada yerlerini bile gösteremeyeceği Ordos’tan, Kerülen Irmağı’ndan başlayan bu fırtınanın askeri olarak çok uzunca bir süre hiç yenilmemesi mi? Önüne gelen her şeyi yerle bir etmesi mi? Din, dil, ırk fark etmeksizin tüm toplumları en küçük hücresine kadar sarsması mı? Belki de hepsi birden. 

Moğolistan Asya’daki en az yaşanılası yerlerden biridir. Dağlarla çevrili bu plato kışın çok soğuk, yazın ise nem azlığından dolayı kuraktır. Moğol İmparatorluğu tarihçisi Timothy May Cengiz’in yeryüzüne ayak bastığı 12. ve 13. yüzyıllarda tahminen daha nemli olduğunu belirtiyor. Toprak ve iklim tarıma uygun değildi. Tarım yok ise kentleşme yoktu. Cengiz’in çağında hayvancılıkla geçinen göçer kabilelerden oluşan oldukça geri bir toplumsal düzeye sahipti. Kabileler etrafında örgütlenmiş ve kan bağlarıyla bağlanmış toplum açlık ile kıt kanaat yaşama arasındaki sınırı belirleyen ince, kopmaya hazır bir ip üzerinde yürümekteydi çoğunlukla. Bir tür ilkel kabile feodalizmi hâkimdi ancak artık yok denecek kadar az olduğundan han ve nökerleri (hanın has adamları), ve diğerleri arasındaki materyal refah farklılıkları gözle görülemeyecek kadardı. Kan davaları, yağmalar, baskınlar, hayvan ve kadınların gasp edilmesi vaka-i normaldendi. Kısacası ölüm sıradandı, elinde orağı uzaklarda değil, yakınlarda dolaşmaktaydı. Cengiz, Timuçin olarak doğmuştu, istisna değildi; büyük han olana kadar ölümle birlikte gezdi, ölümle birlikte yürüdü, onunla büyüdü. Daha dokuz yaşında boynuna uzunca bir süre takacağı ağır tahta bir boyunduruk vuruldu, esir edenler istediklerinde kolayca öldürebilirlerdi. Boyundurukla her an ölümü bekleyen bu küçük çocuğun başlattığı kasırga bundan 70 yıl sonra Avrupa’nın doğu sınırlarına ulaşacaktı. Boyunduruktan 70 yıl sonra Moğol orduları hem Macaristan’ı hem de Polonya’yı ele geçirecekti. Cengiz’in efsanevi doğum yeri Burhan Haldun Dağı’ndan Polonya’ya yaklaşık 5000 km, ve Macaristan’a ise yaklaşık 6000 km vardı. 70 yıl içinde bu kasırga 6000 km’yi kat etti, Asya’nın en doğusundan Doğu Avrupa’ya kadar yoluna çıkan her şeyi süpürdü. Nasıl ve neden? 


Devamı sonraya…

                                                                 /././

Çukur -Engin Solakoğlu-

CIA destekli sözde düşünce kuruluşlarının yönlendirdiği Batı basınının bütün çabalarına karşın HTŞ’nin Suriye’yi yönetemeyeceği açık. Esasen hedeflenen de bu aslında.

Salgın bir hastalık gibi yayılıyor emperyalizm. Filistin ve Lübnan’dan sonra şimdi Suriye’de. Kendi adıma, bir yandan öfkelenirken bir yandan öğrenmeye çalışıyorum.

Suriye’de iktidarı ele geçiren HTŞ’nin gerçek yüzünün ortaya çıkması iki hafta dahi sürmedi. Mezhepçi infazlar ve buna tepkiler yayılıyor. Cihatçı geleneği tanıyanlar için sürpriz değil. HTŞ İdlib’de kurduğu baskıcı ve mezhepçi düzeni aynı kadroyla şimdi Suriye’nin hâkim olduğu kısmına yaymaya çalışıyor.

Lideri ismini değiştirdi, sakalını düzeltti, kravat taktı ama örgütün geri kalanı bu makyajdan pek etkilenmiş gözükmüyor. HTŞ’nin başı ayrı, ortası ayrı, tabanı ayrı telden çalıyor. Birleştikleri tek nokta İsrail’in çıkarları. Ne diyor HTŞ’nin Şam Valisi: “İsrail’le sorunumuz yok”. Bırakın Suriye topraklarının işgal edildiği gerçeğini bir kenara, Gazze’deki son hastaneyi de yıkan İsrail’le sorunu olmayanın insanlıkla sorunu var demektir. 

Colani’nin iktidarını sağlamlaştırmak için uygulamaya koyduğu pragmatik hareket tarzının HTŞ içindeki Kafkasyalı ya da Orta Asyalı cihatçılar bakımından fazla bir bağlayıcılığı olmadığını tahmin etmek pek güç değildi başından beri. Geçen her gün o tahminleri doğruluyor.

Kırsal alana yerleştiğimden beri bütün yeteneksizliğime rağmen kendimce marangozlukla uğraşıyorum. Henüz bir tahtayı düzgün kesebilmiş bile değilim ama yine de öğrendiğim birkaç şey var. Bunlardan birincisi kullandığın cilâ ne kadar kaliteli olursa olsun elindeki kereste kötüyse o cilâyı kusuyor kısa sürede. Suriye’de gördüğüm tam da bu. 
Dinciden, mezhepçiden bırakın demokratı, insan çıkartmak bile çok zor. CIA destekli sözde düşünce kuruluşlarının yönlendirdiği Batı basınının bütün çabalarına karşın HTŞ’nin Suriye’yi yönetemeyeceği açık. Esasen hedeflenen de bu aslında. İsrail’in ayağına dolanmayacak kadar dağınık ve güçsüz bir Suriye. O arada, şu veya bu mezhepten diye insanların katledilmesini umursayan olmayacak.

Başta yaşam hakkı olmak üzere, insan hakları, sadece Batılılar için geçerli belli ki. Filistinli çocuklar, Suriye’de yaşayan Aleviler o kapsamda değerlendirilmiyor. Salt bu noktadan bile sabaha kadar Batı’nın ikiyüzlülüğünden dem vurabilir, emperyalizme sayfalar dolu sövebiliriz. Ancak mesele o kadar basit değil. ABD ve benzerlerinin alçaklıkları, bölgedeki müttefiklerinin desteği olmadan bu kadar başarılı olamazdı.

O müttefikler sadece değişen meşruiyet derecelerine sahip devletler veya iktidarlar değiller. Belirli bir düşünce yapısı, Ortadoğu’da emperyalizmin en sadık ortağı. “Düşünce yapısı” diyerek, insanın en değerli özelliklerinden birine, düşünme yetisine hakaret etmek de istemiyorum ama daha uygun bir karşılık bulamadım.

Mezhepçilikten söz ediyorum. “Benden olduğu halde tam benden olmayan, her konuda benim gibi davranmayan, benim inandığımın yüzde yüzüne inanmayan ortadan kalksın” anlayışı olarak da tarif edebiliriz. Kısaca “çukur” da diyebiliriz. Öylesine körleştirici bir şey ki bu, emperyalizmin kadrolu koçbaşı İsrail’e karşı direnmekten bile önemli görülüyor. İsrail saldırganlığına karşı gösterilen direnişe destek vermeden önce “direnişi gösteren hangi mezhepten” diye bakılıyor. Ben bunu jeopolitik bir analiz bağlamında ele alıyorum ama aslında hayatın her alanını kapsayan ağır bir hastalık bu.

İran veya Yemen’deki Husiler İsrail’in kafasına füze atarlarken size “bunlar aslında İsrail’le anlaştı” dedirtebilecek ölçüde vahim bir akıl yoksunluğundan söz ediyorum. Bir başka örnek İsrail’in yıllardır Beşar Esat’la iletişimde olduğuna dair haberin Akepe megafonları tarafından servis edilmesi. Haber Yediot Ahronot gazetesine ait. İsrail’in sağcı anaakım gazetesinin iddiasının özü şu: “İsrail Esat yönetimiyle yıllardır iletişim halinde”. İçeriği okuduğunuzda karşınıza çıkan manzara ise çok farklı. İsrail Rusya aracılığıyla Esat’la birkaç kez temas kurmaya çalışmış ama Esat yanıt vermemiş. Suriye’nin devrik liderinin bütün hayatı “günah” üzerine kurulmuş bile olsa, salt bu yüzden “cennetlik” sayılır bana sorarsanız. Hiç değilse İsrailli yetkililerle istihbarat paylaşımı yapmadığı gibi, Cumhurbaşkanını da atlı törenle karşılayıp “bağrına basmamış”.

Esat’ı veya İran’ı İsrail’in gizli ortağı olmakla suçlayanların mezhepçi ekibin bir de “seküler” görünümlü yol arkadaşları var. Onlar da PKK’yı, YPG’yi İsrail ve ABD’nin maşası olmakla suçlayanlar. O suçlama yerden göğe kadar doğru da olsa, bir sıkıntı var. Aynı toplulukların NATO üyeliğine, Türkiye’deki ABD üslerine karşı olduklarını hiç duymuyoruz örneğin. “ABD Dedeağaç’ta, Girit’te üs kurdu. Yandık bittik” dediklerinde kastettikleri aslında şu: “ABD biz varken başka maşa kullanmasın!”

Daha fazla dağıtmadan Suriye’ye geri dönelim.

HTŞ militanları eski rejimin sorumlularının yakalanması bahanesiyle Alevi nüfusun yoğun yaşadığı yerlerde terör estirmeye başladılar. Alevi halk ise buna tepki gösterip sokaklara döküldü. Gerek Batı’daki gerek buradaki çarpık parmaklar derhal İran’ı gösterdiler. “İran Suriye’deki yenilgisinin acısını çıkartmak için Aleviler’i kullanıyor” demeye başladılar.

Bu noktada bilinçli olduğunu düşündüğüm bir cehalet var. Suriye’de Aleviler ve Şiiler yaşıyor. Mezhepçi kellelere bakarsan hepsi aynı. Oysa gerçek farklı. Suriye Alevileri, Şiilerin aksine, İran’daki herhangi bir dini otoriteye bağlı değiller. Bir başka deyişle, İran’ın dini lideri Hamaney kendince bir hikmet yumurtladı diye sokağa dökülmüyorlar.  Kendi ülkelerinde insan muamelesi görmek istiyorlar hepsi o. Batı’da ve Türkiye’de Suriye’yi devletsizleştirme projesinin mimarları bu İran yalanını özellikle yayıyorlar. Ortak amaçlarından biri de İsrail’in ve ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarını korumak.

Suriye’ye dair bir başka yalan da Esat rejiminin bir “Alevi” diktatörlüğü olduğu. O yalanın kaynağını da birçok başka melanet gibi, İngiltere ve ABD’de buluyoruz. Örneğin, British Journal of Middle Eastern Studies adlı süreli yayının Kasım ayında yayınlanan sayısında Yaron Friedman’ın kaleme aldığı makale görünüşte Suriye’daki Alevi nüfusunun “gerçek” sayısını ele almayı amaçlıyor. Bununla birlikte neredeyse her paragrafta “Alevi diktatörlüğü” iddası dile getiriliyor. Oysa bırakalım eski yönetimin yapısını bilmeyi, Suriye tarihini, bu bağlamda Baas Partisi’nin siyasal temellerine biraz olsun aşina olanlar bakımından bunun gerçekle en ufak bir ilgisi olmadığı açık. Yaron Friedman’ın Hayfa Üniversitesi’nde görevli bir akademisyen olduğu bilgisini de buraya sıkıştırıp  devam edeyim.

Baas partisini beğenmeyebilirsiniz. Ben de meftunu değilim. Ancak partinin Suriye’de mezhepten ve dinden bağımsız bir Arap ulusu yaratmayı hedeflediği, Suriye’deki devlet kadrolarında, orduda ve özellikle de sermaye sınıfında Sünni ağırlığı bulunduğu nettir. Bunun akademik olarak tartışılması dahi ahlaksızlıktır. Gelin görün ki, işe yarıyor. Siyasal İslamcı ve mezhepçi tayfa İsrail tarafından eline tutuşturulan bu yalan üzerinden nefret söylemi yayıyor.

Aslında bizdeki İsrail uzantılarının derdi başka. Cumhuriyet ve aydınlanmayla hesaplaşmalarını Alevi düşmanlığıyla açığa vurmuş oluyorlar. Türkiye halkının büyük bir bölümünü, sermayenin asırlık ihanetine rağmen hâlâ yeterince sersemletememiş, susturamamış, köleleştirememiş olmanın acısını Alevilerden ve kendi hurafelerini paylaşmaya yanaşmayan Cumhuriyet insanından çıkartmaya yelteniyorlar.

Arkaları kuvvetli görünüyor olabilir ama yetmez. Şu an yenilmiş görünen Cumhuriyet devriminin yarattığı birikimi ve birikimden beslenmiş milyonları ürkütemez, geri adım attıramazlar.

O çukura düşmeyiz! Karşı koyarız ve yeneriz. Bunun için tek yapmamız gereken mezhepçiliğin karşısına başka bir mezhepçilikle değil, emeğe, bilime ve aydınlanmaya dayanan örgütlülükle çıkılmasının mümkün olduğunu anımsamaktır.

                                                             /././

Lenin’le olmak! 100. yılda saygıyla -Gamze Yücesan Özdemir-

Yıl bitmeden, daha güçlü selamlayalım. Sosyalist ufku konuşmamız gereken bugün yere, göğe, dağa, taşa Lenin diye seslenelim.

2024 yılı, Lenin’in 100. ölüm yıldönümüne karşılık geldi. Kapitalizm kendisiyle birlikte tüm halkları ve gezegeni açık bir yok oluşa sürüklerken, sosyalizmi kurmuş olan Lenin’i heyecanla ve dirençle selamladık mı? Dünyada ve ülkemizde bazı sosyalist partiler “Lenin yılı” ilan ettiler, bazı sosyalist çevrelerde konferanslar, paneller düzenlendi, bazı dergiler sayılarını Lenin’e ayırdı. Ama yoksulluğun ve sömürünün bu yiğit savaşçısı için sönüktü. Yıl bitmeden, daha güçlü selamlayalım. Sosyalist ufku konuşmamız gereken bugün yere, göğe, dağa, taşa Lenin diye seslenelim.

Bugün burjuva siyasetinin içi boş kavramlarına, imkansız vaatlerine hapsolmayan ve ona tutsak olmayan bir siyasete ihtiyacımız var. Ekonomisiyle, kurumlarıyla, toplumsal ilişkileriyle, kültürüyle ve değerleriyle başka bir toplumu var etmeye ihtiyacımız var. Bu, Lenin’le olmak değil mi? Evet, Lenin’le olmak. Onunla olmak için çok neden var. 

Lenin’le olmak siyasal ufku sosyalizm olarak görmektir. Devrim sözcüğünün ve fikrinin ayak bağı haline geldiği bir zamanda devrim fikrini canlı tutmaktır. Kapitalizmin ideologları Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist bloğun dağılmasının ardından “başka alternatif yok” dediler. “İlla ki geleceğe bakacaksanız, ancak distopyalar görürsünüz” diye eklediler. Bu, kapitalizmin ideologlarından beklenebilir bir söylemsel stratejiydi. Ama sol liberaller de bu kervana katıldılar. Genelden özele, bütünden tekile, tarihsellikten konjonktüre, tutarlılıktan eklektisizme, sınıftan kimliklere yöneldikçe gelecek hayali de tanınmaz hale geldi. Geleceğin toplumunu hedeflemek, onu inşa edecek iradeyi oluşturmak, onun için sorumluluk almak ve o topluma doğru yürümek totaliter ve baskıcı bir genelleme olarak tanımlandı. Bugün kapitalizmin içinde kalarak geliştirilen talepleri aşan bir siyasal ufka, sosyalizme mecburuz. Gerektiğinde her şeyi bir kenara bırakarak… Lenin’in İkinci Enternasyonel’den kopuşunda olduğu gibi… Yeniden defterler tutarak…

Lenin’le olmak, siyasal özneyi işçi sınıfı olarak tanımlamaktır. İşçi sınıfıyla ittifakları da devrim için ve emperyalizme karşı değerlendirmektir. Son yıllarda siyasal özne muğlaklaştı. Etnisite, toplumsal cinsiyet ve kimliklerle şekillenen bir “ötekiler” kavrayışı hakim oldu. Toplum içindeki farklı konumlanımları adlandırmak için ezilenler, madunlar, sınıf-altı, prekarya, kent paryaları gibi tarihsel maddecilikle uyuşmayan kavramlar entelektüel bir coşkuyla dolaşıma sokuldu. Sol entelektüellerce sahiplenilen kesişimsellik kavramı, sınıf, cinsiyet ve etnisiteyi adaletsizlik ve zulüm üreten mekanizmaların aksları olarak kavradı. Bu akslar arası hiyerarşik bir sıralamayı reddetti. Sınıfı, sosyal gerçekliği açıklayan birçok parametreden birine indirgemeye çalışırken büsbütün anlamsızlaştırdı. Oysa ki biz, Lenin gibi, yeniden hatırlamalıyız değer yasasının içinde çalıştığı politik alanı. 

Sınıf, kapitalist üretim ilişkilerini hem açıklama hem de onu aşma gücüne sahip analitik kategori ve tarihsel öznedir. Lenin’in de hep benimsediği gibi, kendi sınıf çıkarını hem içinde yaşadığı toplumun ortak çıkarı hem de insanlık çıkarı olarak örgütleme potansiyeline sahip olan biricik sınıf işçi sınıfıdır. Ayrıca toplumsal birliği kurma kapasitesine sahip bir başka tarihsel ve evrensel özne yoktur. Son yıllarda yaşanan en temel gelişme ise, sınıf içi katmanların birbirlerinden hiç olmadığı kadar ayrışması ve gündelik kültürel süreçlerinin farklılaşmasıdır. Diğer yandan bu parçalanma, genel proleterleşme süreciyle paralel ilerlemekte ve yapısal bir benzeşmeyi de zorlamaktadır. Önümüzdeki günleri ve yaşamı farklı kılabilecek tek şey sınıfın siyasal özne olarak tarih sahnesine çıkmasıdır.

Lenin’le olmak emperyalizmle köklü bir hesaplaşmanın tarafı olmaktır. Emperyalizm hep gündemdedir ancak çoğu yerde solun duruşu muğlaktır. Ortadoğu kan olup akmaktadır, emperyalistlerin insan haklarına dayalı değer ve kurumlar ihraç etme politikaları tümüyle iflas etmiştir. Sol iddiasında olanlardan ise güçlü bir ses yükselmemektedir. Geçen yıl ülkede mecliste yapılan NATO oylamasında, devrimci ve sosyalist geleneğinin devamı olan yapılardan gelen vekillerinden, tek birinden “Hayır” oyu çıkmamıştır. Ne denir buna? Emperyalizme karşı olma, emekçi sınıflarla birlikte yol almanın temelidir. “Ama”sız, “fakat”sız, “aslında”sız bir duruşunuz yok ise emekçilerin yolundan ayrılmışsınız demektir.

Lenin’le olmak, örgütün mücadelenin parçası olduğu yerde kök salmaktır. Son yıllarda hem dünyada hem ülkemizde yükselen itirazlarda, ortaya çıkan forum, platform, parti gibi deneyimlerde “yataylık”, “farklılıklarla yan yana durma”, “merkezsizlik” ve “lidersizlik” vurgusu öne çıktı. Bu örgütlenmeler dünyanın hiçbir yerinde siyasal iktidarı yerinden edecek sonuçlara ulaşamadı. Bu örgütlenmelerin hararetli savunucuları bile geri adım attılar. “Yatay örgütlenmeyi fetişleştirme pahasına dikey örgütlenme tarzlarını kovmak korkunç bir hataydı” gibi açıklamalar yaptılar. 

Devrimci örgütlenme, Lenin’in izinde sınıfsal cevheri ortaya çıkaracak politik ve pratik çabalar üzerinde yükselmelidir. Sınıfsal cevher, işçi sınıfının toplumsalın üretiminde, yönetiminde ve geleceğinde kurucu özne olma çabasının işlenmesidir. İşçi sınıfının kendiliğinden varlığı, tek başına var olan düzeni değiştirmeye ve değiştirdiği düzen yerine özgür ve eşitlikçi bir toplumsal sistem kurmaya yeterli değildir. Zaten öyle olsaydı siyasal, ideolojik, entelektüel mücadeleye de hiç gerek kalmazdı. Önümüzdeki yol, onun izinden, sınıfın partisini, örgütünü, örgütlenişini ve programını güçlü kılmaktır.

Lenin’le olmak, nesnel koşulları unutmadan devrimci iradeye sahip olmaktır. Devrimci irade hem teori hem yürek ister. Teoride netlik ve sertlik bir yanda, emekçi halk sınıflarıyla nefes alıp verme ve tek yürek olma diğer yanda. Son yıllarda teorinin sertliği, “mücadele içinde ittifaklara kapalı olma”, “elleri kirletmekten kaçınma” gibi tanımlarla eleştiriliyor. Sol siyasette, ittifak içinde yan yana durduğu yapıların ayaklarına basmamak için rengini solduran, diyeceğini yutan, “ama…” diyen bir tutum yükseliyor. Teori burjuvaziyle anlaşmaz, emperyalizmle uzlaşmaz, gericiliğe geçit vermez. Yürek cesarettir, devrimi hep bir ihtimal olarak görme tutkusudur. Teori ve yürek birlikte Lenin’dir.

Ekim Devrimi’yle Lenin, başka bir dünyanın kapısını açarak, belirli bir ülkenin yurttaşları için değil hepimiz için açarak, kendi öncesindeki devrimlerin tümünden ileri gitmiştir. Gerçek anlamda evrenseldir. O kapının kapatılamaz olduğunu, önüne perde çekip ışığını yok etmeye çalışanlar kadar o kapıdan geçmek isteyenler de biliyor. Onsuz geçen 100 yılın ardından Lenin’le olmak, anımsamak değil hiç unutmamak, solun uzun gecesi sona ererken sosyalizmi yeniden talep etmek ve inşa etmektir.

                                                                     /././

Sahaflar Çarşısı (XXXVIII)/Vladimir İlyiç'in Lenin olma yolculuğu: Lenin'den Anılar-Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki söyleşisinde Krupskaya'nın kaleme aldığı Lenin'den Anılar kitabını konuşuyoruz. Bu söyleşimizle birlikte bizleri takip eden okurlarımıza hoş bir veda ediyoruz.

Hava yağmurlu. Yusuf Şaylan şemsiyesini kitaplarına tutarak yürüyor. Heybesinin içinde poşete sarılı kitaplarında Lenin var. 

Esasında kar yağması lazım bu mevsimde Ankara'da. Ama mevsimler de değişti" diye serzenişte bulunuyor. Kavaklıdere'de bir kafeye oturuyoruz. Yağan yağmur pencereye vururken Yusuf Şaylan kitapları çıkarıp masaya seriyor. "Masa küçükmüş" diyor. Ben kitaplar fazla diye anlıyorum. 

"Ne zamandır bu kitabı konuşmak istiyordum. Bugüne nasip oldu. Bizim Vladimir İlyiç'in Lenin olma sürecini anlatıyor bence. Bu kitabın alameti farikası budur diyebilirim." diye başlıyor. Garson kitaplarda Lenin'i görünce yüzümüze bakıp gülümsüyor ve kahvelerimizi masaya bırakıyor.

Haydi başlayalım diyor Şaylan. 

Başlıyoruz.

                                                             Nadejda Krupskaya

Gökyüzünü fethedenler

Sahaflar Çarşısı serisinde Rus edebiyatına dair pek çok şey konuştuk. Şaylan bu durumu "Biraz da mecburuz. Devrimi olan ülkelerin edebiyatı ve üretimi fazla oluyor" diye tarif ediyor. 

"İnsanlık tarihinde bazı zamanlar vardır ki, yeryüzünde geniş bir hacmi olan emekçiler, köylüler ya da köleler gökyüzünü fetheder. Böyle dönemler vardır. Fransız ihtilali böyle bir şey. 1923'te bizim topraklarımızda yaşananlar böyledir. Cumhuriyet padişahın kutsalına halkın inançlı bir tekmesidir mesela. Ve Rusya'da 1917. Yahu. Keşke bir zaman makinası olsa. Ama yok işte. Madem makinayı geriye sarma şansımız yok. Biz de bize uygun olanını gelecekte hayata geçirmek için uğraşıyoruz işte" diyor gülümseyerek.

Krupskaya'nın Lenin'den Anılar kitabını önemsiyor Yusuf Şaylan. "'Yaptık. Yine yaparız' diyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap bence" diyor.

Vladimir İlyiç'in çocukluğundan, gençliğinden ve mücadelesinden en ilginç ayrıntıları anlatıyor Lenin'in eşi Krupskaya. Bu tür kitaplar hem zengin hem de belli açılardan handikapları olan metinler oluyor. Zira özneye bu kadar yakın bir kadrajda kaleme alınan kitaplar bazen büyük fotoğraftaki ayrıntıları es geçebiliyor. Ama bu açıdan Krupskaya'nın kurduğu terazi başarılı sayılanlar arasında. 

Lenin'in alışkanlıkları, boş zamanlarında yaptıkları, işçilerle sohbetleri, sürgünler, zorluklar, mücadele, gazete hayalleri ve ille de örgüt... "Gökyüzünü fethetmek tek başına yapılacak iş değil elbette. Lenin'in büyüklüğü bunu bilmesinden geliyor bence. Tek başınayken ne kadar çaresiz olduğu ya da örgütlüyken ne kadar kuvvetli olduğunu bilmesidir önemli olan" diyor Şaylan.

                                                           Krupskaya ve Lenin

'Volga'dan çok bilgili bir Marksist geliyor'

Krupskaya ve Lenin mücadelenin içinde tanışıyorlar. Krupskaya bu anları "Volga'dan çok bilgili bir Marksist geliyor demişlerdi" diye anlatıyor. Adı geçen kişi Vladimir İlyiç. 

Yusuf Şaylan, Lenin'den Anılar kitabının Krupskaya'nın politik birikimini anlamak için de önemli bir kitap olduğunu ifade ediyor: 

"Krupskaya'nın Lenin ile bir ömür yaşaması tesadüf değil. Bunu anlıyor insan okuyunca. Sonra sürgündeki örgütlenmeler, işçilerden gelen mektuplar, yeraltındaki örgütlenme dönemlerinde gizli mektuplaşmalar ve sütle yazılan raporlar...

Tamamı da bu dönem yaşanan zorlukları anlatıyor. Mücadele içinde neler yaşandı hangi evrelerden geçti ve bu isimler, nasıl bunu başardılar yakından bakmayı sağlıyor bu çalışma." 

'Devrimciler solucan inceler mi?'

Lenin'in siyasallaşmasında kardeşi önemli bir eşiği oluşturuyor. Onun Çar'a karşı verdiği mücadele ve sonucunda idamla sonuçlanan hayatı Lenin'i derinden etkiliyor. 

Lenin'in kardeşinden anılar aktaran Krupskaya, Lenin'in şaşkınlıklarına da yer veriyor. Kitabı eline alan Şaylan, ilgili bölümü yüksek sesle okuyor:

"'Ağabeyi bir doğabilimciymiş. Evdeki son yaz tatilinde halkalı solucanlar üzerine bir inceleme hazırlıyormuş ve sürekli mikroskobuyla meşgulmüş. Gün ışığından azami ölçüde yararlanabilmek için gün doğarken kalkar, hemen çalışmaya koyulurmuş. 'Yok, ağabeyim­den devrimci olmayacak, diye düşünürdüm o  zamanlar' diye ak­tarmıştı Vladimir İlyiç. 'Bir devrimci bu kadar çok vaktini solu­canlara ayıramaz'. Hatasını anlaması uzun sürmemiş'

Böyle aktarıyor Krupskaya. 

Geçtiğimiz gün THTM ve Semt Evleri ortak çalışması olan bir aydınlanma atölyesi gördüm. Hem de Ankara'nın en yoksul emekçi mahallelerinde. 'Kurbağa'da kılcal damarda dolaşım' adını taşıyordu bu atölye. Çocuklar mikroskop önünde bir şeyler inceliyordu. İşte bazen bir solucan ya da kurbağa incelemenin, hayatı ve akışı bilimsel olarak ele almanın devrimci olmakla neden alakası var daha iyi anlıyor insan. Bundan 100 yıl önce yapılan şeyleri düşününce heyecanlanıyor." 

                                         Lenin'den Anılar kitabına eşlik eden diğer kitaplar. 

Önemli isimlerin insani yanları

Lenin gibi önemli isimlerin insani yanlarını bilmek önemli diyor Şaylan. Bu sayede hem büyük olan kimi imgeler dünyamızda sıradanlaşıyor, ama önemsizleşmiyor. Bir yandan da kimi sıradan şeylerin ne kadar önemli olduğunun farkında varıyoruz.

"Zaman zaman ilginç yanlarıyla, kimi zaman inadıyla ama belki de en önemlisi insanı sevmesiyle önemli biri Lenin. Lenin'i okurken şunu anlıyorsunuz. Sadece yol arkadaşlarıyla değil, eskiden yol yürüdüğü insanlarla da iletişim kurmuş bi şekilde. Kimileriyle insani ilişkisi devam etmiş. Bu kolay bir şey değil. Sonra çok çalışkan. Sahiden çok çalışkan.

Bu arada laf aramızda kalsın.

Bunu yazma ama Lenin'i okuyunca bugün tanıdığımız bir kaç arkadaşımızı okuyoruz gibi geliyor bana. Aynı inat, aynı ilginç detaylar ve biçimler devam ediyor işte" diyor Yusuf Şaylan kahkahayı basarak. 

"Mesela şurası beni çok etkiliyor. Bana işçilerin mektup yollamasını sağlayın diyor her seferinde. Her seferinde işçilerin gündelik yaşamlarına ve sorunlarına yakından temas etmeye çalışıyor. Bunları sürgündeyken yapıyor. Zaten Rusya'da iken o Bolşevik işçiler sürekli evine gidip geliyor Lenin'in. Bunlar kıymetli detaylar" diye ekliyor.

                                                              Yusuf Şaylan

Sahaflar Çarşısı'na tatlı bir veda

Nisan ayında başladığımız bu yazı dizisine bu sayıyla tatlı bir veda ediyoruz. Bu söyleşilerde yaklaşık 40 kitap inceledik, yüzlercesini de not ettik. 

"Her şeyden önce tüm okurlara teşekkürler. Her hafta bir sürü geri dönüş aldık. Kıymetli eleştirileri ile yolumuz şekillendi. Sürekli okuyanlar, söyleşiden sonra ellerinde kitapları gördüğümüz dostlar her hafta daha şevkle çalışmamızı sağladı. Bana da çok iyi geldi. Uzun bir zaman sonra yeniden sıkı bir tempo ile çalışmama vesile oldu bu söyleşi dizisi" diyor Şaylan. 

Evet. Yaklaşık 40 hafta boyunca her Pazar günü bu köşede bizimle birlikte olan dostlarımıza yeni yıla girerken veda ediyoruz. Bu süre belki de daha farklı üretimler yapmak ve daha iyisini düşünmek için bir fırsat olacak. Bir yanıyla da tekrara düşmemek ve tadında bırakmak ilk söyleşimizin başlangıç hedefiydi. 

Şaylan heybesini toplayıp kitaplarını toplarken yağmur yağmaya devam ediyor: "Bak şair ne demiş. Ayrılıklar seni karamsarlığa düşürmesin. Yeniden buluşmak için bir veda gerekir."

Cümlesi biterken sağ gözünü kırpıyor ve gülümsüyor.

Tüm okurlarımıza kitap, umut, sağlık ve mücadele dolu yıllar diliyoruz. 

                                                                    /././

(soL)

Öne Çıkan Yayın

Nerede bizim Aksakallı? - SÖZCÜ -

Binali Yıldırım’ın başkanı olduğu Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Konseyi’nin üç üyesi Özbekistan Kazakistan ve Türkmenistan; Kıbrıs Ru...