soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Aralık 2024-

Türkiye çıkarıldı, sermayesi girdi: Baykar'ın Piaggio hamlesi F-35 kapısını tekrar açtı

Kale'nin desteğiyle başlayıp, iktidarın teşviğiyle serpilen Baykar, İtalyan rakibi Piaggio'yu satın aldı. Türkiye sermayesine F-35 kapısı bir daha aralandı. Yeni kârlar için diplomasi beklenmeyecek.

İktidar desteğini arkasına alarak büyüyen insansız hava aracı (İHA) üreticisi Baykar, İtalyan havacılık şirketi Piaggio'yu satın aldı.  

Piaggio, 1884 yılında kurulmuş, çok eski ve önemli bir İtalyan havacılık şirketi. Ancak iflas ettiği için kamu yönetimine devredilmişti ve altı yıldır kayyım yönetiminde işletiliyordu.

Altı yıllık dönemde şirketin satışı için birkaç kez ihaleye çıkılmış, bunlardan birinde Birleşik Arap Emirlikleri Varlık Fonu Mubadala’ya satılmış ama bir fiyasko yaşanmış, satış iptal olmuştu.

Son yapılan ihalede Türkiye, Brezilya ve Suudi Arabistan'dan teklif alındı. Cuma günü şirketin Türkiye'den Baykar'a satıldığı açıklandı.

Uçak motoru mu, yoksa İHA mı ağır basacak? 

Bayraktar’ın ödemeyi taahhüt ettiği bedel 1,8 milyar avro. Kayyım yönetimi altında zarar etmese de kârlılık açısından düşük bir performans gösteren şirketin önemli yatırım ihtiyacı olduğu İtalyan basını tarafından vurgulanıyor. Ancak halihazırda 800 milyon avroluk sipariş portföyü olduğu da belirtiliyor.

Satış bedelinin bu tutarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. İtalyan basınında yer alan yorumlarda Bayraktar’ın Piaggio’nun geleneksel uçak ve uçak motoru üretimindeki teknolojik gücünü mü geliştireceği yoksa İHA üretiminde geri kaldığı belirtilen Avrupa’ya yönelik bu eksende bir yeniden yapılanmaya mı gideceği de sorgulanıyor.

Piaggio Aerospace’in 1500 civarında çalışanı bulunuyor, 2023 cirosu da 368 milyon avro civarında.

Kamu düze çıkardı, Baykar'a sattı

Ticaret ve “Made in Italy” Bakanlığı (MIMIT) tarafından yayımlanan notta “Alınan üç teklifin dikkatli bir şekilde karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesinin ardından, Baykar'ın teklifinin Piaggio Aero ve Piaggio Aviation çalışanlarının ve alacaklılarının çıkarlarını garanti altına almak ve grubun endüstriyel beklentilerini yeniden başlatmak için en uygun teklif olduğu” belirtiliyor.

Baykar’ın, ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeyi ve güçlendirmeyi taahhüt ettiği ifade ediliyor.

Bakan Adolfo Urso, “Net ve iddialı bir endüstriyel vizyonla şirketin yeniden faaliyete geçmesini garanti altına aldık. Altı yıllık bekleyişin ardından Piaggio Aerospace'e uzun vadeli bir üretim perspektifiyle, şirket komplekslerini ve işgücünü koruyarak bir gelecek, ülkemiz için stratejik bir varlık veriyoruz” dedi.

Şirket iflas etmiş olmasına rağmen MIMIT notunda şirketin son yıllarda kayyım yönetimi tarafından tüm iş alanlarında önemli bir sipariş portföyü oluşturmayı başardığı ve böylece altı yıl boyunca tüm faaliyetlerini sürdürdüğü belirtildi. Bu şekilde Piaggio Aerospace'in müşterilerine olan taahhütlerini yerine getirebildiği ve Olağanüstü İşten Çıkarma Fonu, banka kredisi veya kamu katkılarına başvurmak zorunda kalmadan kendi kendini finanse edebildiği de vurgulanıyor.

Baykar'ın sermayesi Ankara'yı NATO projesiyle kavuşturdu 

Baykar, Piaggio sayesinde teknoloji kapasitesini artırmanın yanı sıra hem tedarik ağını hem de pazar olanaklarını genişletti.

Şirketin başta gelen faaliyetleri arasında, İtalyan ordusunun da kullandığı P180 Avanti iş jetleri bulunuyor. Ayrıca kayyım döneminde şirketin amiral gemisi olan P180'in daha gelişmiş bir versiyonunu geliştirdiği ve ana müşteriye teslimatlarının başladığı ifade ediliyor. P180 için halihazırda 800 milyon avroluk alınmış siparişi var.

Piaggio'nun iki üretim alanı daha var. Biri istihbarat, gözetleme ve keşif amaçlı HammerHead İHA'ları, diğeriyse ABD'nin F-35 programında kullanılan parçaları.

Şirket, ürettiği motorları hem sivil hem de askeri uçak ve helikopterlerde kullanılan Pratt & Whitney ile uzun vadeli anlaşmalara sahip.

Bunlardan biri Pratt & Whitney America ile yürütülen F-35 programı. İki şirket, ABD'li Lockheed Martin'in F-35'i için bazı motor parçaları üretiyor.

Bu da Türkiye'de savunma sanayiinin neredeyse tek özel şirketi gibi lanse edilen Baykar aracılığıyla Ankara'nın dolaylı olarak yeniden F-35 programına eklemlendiğini gösteriyor.

F-35'i merkeze alan program çerçevesinde geliştirilen uçakların, NATO üyesi ülkelerde kullanılan savaş uçaklarının yerini alması amaçlanıyor. Bu süreçte ana yüklenici ABD’li Lockheed Martin. Ayrıca yedi müttefik ülke bulunuyor. 

2021 yılına kadar bu 7 ülkeye ek olarak Türkiye de programdaydı. Ankara, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması nedeniyle ABD'nin yaptırımına maruz kaldı ve F-35 projesinden çıkarıldı.

F-35'li ortaktan F-35 ortaklığına

Baykar, ilk İHA'sını 2010'lu yılların başında Kale Grubu'yla kurduğu ortaklık sayesinde üretebilmişti. İHA projesi sonuca ulaşınca iki şirket ortaklığını sonlandırdı.

Aynı dönemde Kale Grubu uçak motoru üreten Prat & Whitney ile birlikte F-35 projesine dahil olmuştu. Projede Türkiye adına yer alan ilk özel şirket olan Kale, F-35'lerin kritik motor parçalarını İzmir'de üretmişti.

Baykar bugün Piaggio'yu alarak Prat & Whitney ile doğrudan ortak oldu ve F-35 projesinde yerini aldı.

Sendikalar temkinli: 'Tetikte olacağız'

Sendikalar, üretim tesisleri ile istihdamın sürekliliği ve üretim varlıklarının korunması konularında garanti verilmesini talep ediyor.

La Repubblica’nın aktardığına göre Metal İşçileri Sendikası (FIOM-CGIL) Cenova Sekreteri Stefano Bonazzi de Dire ajansa şunları söyledi: “Baykar, Piaggio Aerospace'in faaliyet gösterdiği sektörde yer alan büyük bir gruptur. Ligurya'daki iki fabrikada önemli beklentiler yaratacağını düşünüyoruz.”

Ancak Bonazzi, sözlerine “200'den fazla çalışanı hikayeler ve profesyonellikle istihdam etmeye devam eden Cenova tesisinin bakımı ve iyileştirilmesi için endüstriyel planda ne gibi garantiler olacağını öğrenene kadar herhangi bir değerlendirme yapmaktan kaçınıyoruz. Kim gelirse gelsin bu değeri hesaba katmak zorunda kalacaktır. Kayyım yönetimi ve yeni satın alan grupla yapılacak sendika toplantısını bekliyoruz. Operasyonu tam olarak değerlendirebileceğimiz forum bu olacaktır” şeklinde devam ediyor. 

Bir diğer sendikacı, İtalyan Metal-Mekanik İşçileri Birliği (Uilm) Sekreteri Guglielmo Gambardella ise satışı şu sözlerle yorumladı:

"Piaggio Aero'nun Türk Baykar Grubu tarafından devralınması, İtalyan havacılık ve uzay sektörü için olumlu bir perspektifi temsil edebilir ve yıllarca süren belirsizliğe son verebilir. Baykar'ın hem uçak üretim faaliyetlerini hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürme ve güçlendirme taahhütlerini yerine getirmesini sağlamak için tetikte olacağız. Kayyım yönetiminin son ermesi iyi bir şey, ancak hiçbir büyük İtalyan girişimcinin bu kuruluşa ciddi bir şekilde inanmak istememesi üzüntü vericidir. Piaggio Aerospace'in savunma sistemimizin temel bir ortağı olduğunu unutmayalım."

'Piaggio'nun pazarıyla Avrupa'ya açılacak'

Büyük satın alma İtalya basınının da gündeminde. Savunma sanayi haberleri hazırlayan Analisi Difesa sitesi Baykar'ın olası hedefleri arasında, "Piaggio'nun İHA sektöründe kazandığı deneyimleri edinmek" ve "Avrupalı müşterilere satılmak üzere kendi İHA'larının ve motorlarının üretimi, bakımı/revizyonu için Liguria'daki fabrikaları Avrupa'da bir merkez (hub) olarak kullanmak" olduğunu yazdı.

Corriere della Sera'ya göre, şirketin Piaggio tesisleri ve çalışanlarıyla ülkede hangi programları geliştirmek isteyeceğini zaman gösterecek. Bakanlık notunda "Baykar, hem uçak üretim faaliyetlerini -ilgili teknik, lojistik ve eğitim destek hizmetleri de dahil olmak üzere- hem de motor bakım ve motor bileşeni üretim faaliyetlerini sürdürmeye ve geliştirmeye kararlıdır" denildiğini aktaran gazete, "Şüphesiz İtalya ve daha genel olarak Avrupa ülkeleri şu anda insansız hava aracı üretiminde geri kalmış durumda” yorumunda bulundu.

La Repubblica ise Baykar'ın hamlesini “Stratejik, yüksek teknolojili bir İtalyan şirketi için tarihi bir dönüm noktası, ancak son yıllarda hayatta kalması çok zorlaşan bir şirket” sözleriyle değerlendirdi.

                                                              ***

‘Baykar diplomasisi’ ve ‘milli çıkar’ edebiyatı -Anıl Çınar (30/09/2024)

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar İsrail’le işbirliği eleştirilerini “milli kazanımları operasyonlara kurban ettirmemeye kararlıyız” diye yanıtladı.

Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün de aynısını söylüyordu. Provokasyonlar milli çıkarlara milli hedeflere zarar veremeyecekti… “Bu başarı, sadece bir firmanın değil, tüm milletimizin ortak başarısıdır” diyordu başkan.

Ne zaman bir ikiyüzlülük ortaya çıksa aynı şey söyleniyordu: “milli çıkarlarımız”.

Peki nedir, nerededir bu milli çıkar?

Örneğin Selçuk Bayraktar’ın Filistin atkısıyla verdiği yürüyüş pozunda mıdır? Yoksa aynı Bayraktar’ın ABD gemisi USS Gerald R. Ford’da verdiği fotoğrafta mı?

Anlaşılan ikisinde de…

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

TCG Anadolu’nun bir tatbikatla NATO filosuna katılmasını mı, yoksa Amerikan askeriyle aynı gemide bulunmaktan duyduğu keyfi mi onaylamaktadır Bayraktar?

Belli ki ikisini de…

Milli çıkar dedikleri şey işte budur: Türkiye adına nerede ne yapılıyorsa sorgulanmayacaktır. Söz konusu olan şirketlerin çıkarları değil, Türkiye’nin gücüdür. O şirketler Somali’ye akın ettiğinde de, Ukrayna’da arazi kiraladığında da, Suriye’de kent kurduğunda da yardım için, insanlık için, Türkiye’nin büyüklüğü için oradadır!

Belki de bu nedenle Baykar, Azerbaycan’daki fuara İsrailli şirketle birlikte “altın sponsor” olduğunda sadece ticari bir faaliyet yürütmemekte, “Baykar diplomasisi”ni icra etmektedir.

Peki Baykar diplomasisi başka neler getirmektedir?

Ukrayna, Somali, Azerbaycan ve Libya’ya SİHA satmakla yetinmemek demektir örneğin. Gözlerini NATO ülkelerine dikmek, yeni dönemin en önemli hedefinin NATO’ya satmak olduğunu dile getirmek ve NATO sayesinde para kazanmak demektir.

Arnavutluk, Polonya, Romanya, Litvanya… Yetmez. 

“Milli çıkar” icra edilecekse, önce NATO’culuk yapılacak, TV ekranlarında Filistin sahiplenilirken arka kapıdan İsrail ile ticarete devam edilecek, bütün bunları sorgulayanlara ise “provokatör” denilecek!

Ancak, bu “diplomasi”nin Baykar’dan ibaret olduğu düşünülmemeli. Baykar bir koçbaşı, ama dahası var.

Hatırlayın Zorlu Enerji’nin kelimelerle oynayışını, “neden İsrail’e elektrik sağlıyorsunuz” sorusunu “biz zaten yüzde 25 hisseye sahibiz, bir hükmümüz yok, hisselerimizi de devredeceğiz” şeklinde yanıtlayışını. Veya BOTAŞ ve SOCAR üzerinden İsrail’e akan petrol için sorulan sorulara “biz Türkiye’ye ne kadar çok yatırım yaptık farkında mısınız” diyerek verdikleri yanıtları…

Bu milli çıkarda İsrail’in bölgedeki güç kaynaklarını sorgulamak yok, İsrail’e kol kanat geren NATO’yu ve ABD’yi karşıya almak yok; ama sorgulayanlara “İran ajanı” etiketi yapıştırmak, provokatör demek var. İsrail’in Filistin’e, Lübnan’a saldırılarına yanıt vermek yok, ama Reisi’nin düşen helikopterini İHA şovuna dönüştürmek var.

Herkes Türkiye’yi düşünüyor, Türkiye’yi çok seviyor!

Ne demişti Mussolini “biz ihracat yapacağız, rekabet edeceğiz ki siz işinizi koruyacaksınız, işsizlere iş bulacağız”. Ve sonra eklemişti,  savaştan kaçınılmaması gerekirdi, çünkü Herakleitos'un da dediği gibi, savaş “her şeyin başlangıcı”ydı.

Benzer bir yolda ilerlediğimiz açık değil mi?

Benzer bir “sevgiden” olsa gerek, giderek daha fazla isim Türkiye’nin bütün bu karmaşayı fırsata çevirmesi gerektiğini söylemeye başladı bile. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve başka yerlerde. İran geri çekilirken veya çekilmek zorunda kalıyorken Türkiye’ye de rüştünü ispatlama olanağı açılıyor…

Yoksa… Yoksa Türkiye’nin çıkarları tehlikeye düşecek.

Aynı yanıtların NATO’dan neden çıkılamayacağını ispatlamak için de ileri sürülmesiyse hiç şaşırtıcı değil. 

Türkiye’nin bütün sınırlarını savaş alanına dönüştüren ve gerektiğinde Türkiye’nin içini de savaş alanına çevirebilen bir terör örgütüne üyeliğin milli çıkar olarak anlatılabilmesindeki cüretin farkında mısınız?

İşte bu cüretin adıdır milli çıkar edebiyatı ve hafife alınmamalı, meydan okunmalıdır.

                                                              /././

Yeni Yaşam yazarı: İsrail ve ABD İran’a saldıracak, Kürtler ve Türkiye de bu saldırıya katılsın

Yeni Yaşam’da Zafer Yörük, “Baharat Yolu’ndan Kürt barışına” başlıklı yazısında bu duruma dikkat çekerek, İsrail’in İran’a yönelik projesinin, “İran’la komşu müttefikler gerektirdiğini” belirtti. Yörük, hem üç ülkeye yayılmış Kürtlerin hem de Türkiye devletinin İran’a karşı bir savaşta yer almaları gerektiğini, Türkiye’deki ABD üslerinin de bu savaşta kullanılması gerektiğini savundu: “İran’la savaş ve rejim değişikliği planları içinde iki bölgesel olgu önem kazanıyor. Kürtler ve Türkiye devleti. Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin İran rejimini devirme konusunda hemfikir olmaları önemli çünkü Rojhılat Kürtleri, İran rejiminin devrilmesinde dayanılacak temel siyasi güçlerden biri olmak durumundadır. Kürtler İran rejimi karşıtı uluslararası siyasi ittifak içinde yer alırken Türkiye devletinin de ittifak içinde tutularak herhangi bir oyun bozucu hareketi engellenmelidir. İdeal olansa, İncirlik başta olmak üzere ABD üslerinin böyle bir operasyonda kullanılmasıdır. Bazı kaynaklar, ABD’den satın alınamayan F35 jetlerine uygun hale getirilmiş olan Malatya Erhaç Hava Üssü’nün bu cephe için hazırlandığını iddia ediyorlar.”(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-yasam-yazari-israil-ve-abd-irana-saldiracak-kurtler-ve-turkiye-de-bu-saldiriya-katilsin)

                                                                ***

2024’ten 2025’e yeni sınıfsal konumlanmalar -Oğuz Oyan-

“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur.

Türkiye açısından 2024 yılı hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi gelişmeler bakımından olumlu geçmiş sayılamaz. Ekonomi 2024’te küçülmedi ama büyüme hızı ciddi anlamda yavaşladı. Enflasyon hedefleri de olumlu baz etkileri geçince iyice tökezledi. Yılın ikinci yarısında aylık TÜFE artışları ortalaması yüzde 2,5 civarında kaldı.

Büyümeden durgunluğa

2022’de yüzde 5,5 ve 2023’te yüzde 5,1’lik büyümelerden sonra 2024’te büyüme ciddi bir fren yaptı. 2024 yılının ilk üç çeyreğinde 9 aylık büyüme oranı yüzde 3,2’de kaldı. Üstelik en önemli üretken sektör olan sanayide 3. çeyrekte yüzde 2,2 küçülme yaşandı; üç çeyreğin bütününde de negatif değer aldı. İmalat sanayiinde bu küçülme daha fazla oldu. Sanayideki küçülme ithalat verilerine de yansıdı.

Dördüncü çeyrek de pek parlak görünmüyor, dolayısıyla yılın bütününde Orta Vadeli Program’ın (OVP 2025-2027’nin) yüzde 3,5’luk 2024 büyüme öngörüsünün artık geçerli olamayacağı, IMF’nin yüzde 3,6’dan yüzde 3,0’e revize ettiği öngörüsünün de tutmayacağı söylenebilir. 

2025 yılı öngörülerine bakıldığında ise, TÜİK’in yüzde 4,0’lık tahminine kıyasla IMF’nin yüzde 2,7’lik tahmini daha gerçekçi duruyor. Çünkü Türkiye’de GSYH esas olarak talep/tüketim yönlü büyüyor, ama OVP’ye göre 2025’te kamu ve özelde tüketim ve yatırımların büyüme bakımından GSYH büyümesinin gerisinde kalmasının planlandığı görülüyor. Aynı şekilde Merkezi Yönetim Bütçesi harcama boyutunun GSYH’ye göre oranının 1,5 puan, daha geniş kamuyu temsil eden Genel Devlet Dengesi için ise 2,5 puan daralması öngörülüyor. Bütün bunlar büyümeyi aşağıya işsizliği ise yukarı çekecek öngörüler.

Sınıflararası dengenin emek aleyhine bozulması

Tabii sınıfsal açıdan bakıldığında her şey daha göreli. Sermayenin büyük bölümü açısından 2024 sayfası olumlu bakiyelerle kapandı; birçok sektörde kârlar yeniden tavan yaptı. Nitekim 2024’ün 3. çeyreği GSYH bileşenleri sonuçlarına bakıldığında kâr, faiz ve rant gelirlerinin önceki (2.) çeyreğe kıyasla yüzde 38,0’den yüzde 45,1’e yükselmesi, buna karşılık ücret gelirlerinin yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e gerilemesi uygulanan programın sınıfsal özünü yansıtmakta. Üstelik bu çarpıcı bozulma 2. çeyreğe kıyasla yani sadece 3 ay içinde ortaya çıkabildi. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmaması, diğer ücret artışlarında da frene basılmasının etkisi aylık enflasyon artışlarını -baz etkisi dışında- düşürücü rol oynamazken, gelir bölüşümde hızlı bir bozulmaya neden olabildi.

Gelir dağılımı verileri bakımından Türkiye AB ülkeleri içinde ilk sırayı, OECD ülkeleri arasında ise ilk üç sıradaki yerini “başarıyla” korudu! Ama gelir dağılımı bozulmasından daha kötü bir süreç de yol almaya devam etti: Gelirler genel seviyesi ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki parite sürekli bozulmaya devam etti. Başka deyişle, gelirler baskılanırken fiyatları sınırlayacak ve enflasyon fırsatçılığını denetim altına alacak hiçbir düzenek çalışmadığı için, mal ve hizmet fiyatları ile gelirler arasındaki parite sürekli olarak ikinciler aleyhine çalıştı. Sonuçta daha düşük gelir düzeyleri için daha yüksek mal ve hizmet fiyatlarının geçerli olduğu cehennemi bir yapı oluştu.

Kuşkusuz buna gelişmiş kapitalist ülkelerin birçoğunda, emeğin kazanımları olarak da vurgulanabilecek şekilde, toplumsal mal ve hizmetlerin bedava ve nitelikli olarak sunumuna karşılık, Türkiye’de bunun tam karşıtı bir düzen oluştuğu gibi özel eğitim ve sağlık kuruluşlarının piyasa payı da sürekli yükselmeye devam etti. Böylece en yüksek vergi payına sahip olan ücretli kesimler bunun karşılığını kamu hizmeti olarak dahi alamaz duruma gerilediler. Buna rağmen, Nobel ödülü almış liberaller de dahil olmak üzere sermayenin çeşitli kesimleri “yeterince sıkı maliye politikaları uygulanmadığı” sakızını çiğnemeye pervasızca devam ettiler!

Oysa, TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayınladığı “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri” dahi, yoksulluğun gerçek boyutunu perdeleme konusundaki bütün çabalarına karşın, hane halklarının büyük bölümünün yoksulluk girdabından çıkamadığını gizleyemedi.

Asgari ücret ve emek düşmanlığının zirve yapması

Emekçi sınıflar aleyhine hüküm süren tüm bu olumsuz koşullara rağmen (veya tam da o nedenle) asgari ücret sefalet düzeyinde bağlanabildi; ama iktidarın ve sermayenin emeğe/emeğin haklarına düşmanlığının açığa çıkmış olması küçümsenecek bir kazanım değildir. Bu bağlamda, göstermelik “Komisyondan” bir sefalet ücretinin çıkmış olmasının, kısa vadede emekçileri daha büyük sefalete sürüklemesi kötülüğü yanında, orta-uzun erimde bazı hayırhah sonuçlara da yol açabilecektir. Elbette emekçiler Cumhur ittifakının sınıf karakterini daha iyi teşhis edebilecekleri, Tayyipgiller ile burjuvazi arasındaki ideolojik geçişkenliği daha iyi görebilecekleri bir bilinç sıçraması yaşayabileceklerse… Özellikle de “artık yeter” diyerek sınıf tepkilerini yükseltebileceklerse…

Sermayenin sosyal devlete ve emeğin haklarına olan düşmanlığı kuşkusuz ulusal düzeyle sınırlı değildir. Bunu Trump dönemi Amerika’sında belki de daha iyi gözlemleme fırsatı bulabileceğiz. Trump’ın baş destekçisi Elon Musk ile Vivek Ramaswamy gibi iki süper milyarderi ABD’de yeni kurulması planlanan “Verimlilik Departmanı”nın başına getirmeyi tasarlamasını ve uygulamaları dikkatle izlemek gerekiyor. Faşist partilerle/liderlerle flört etmeye pek meraklı Musk’ın kamu harcamalarında ciddi azaltmalar yapmaya ve milyonlarca kamu personelini kapı dışarı etmeye yönelik “radikal reform” niyetleri, tam da holding şirketlerini yönetme anlayışının kamu alanına taşınmak istenmesi bakımından oldukça tanıdıktır. Javier Milei’nin Arjantin’de uygulamaya koyulduğu ve ABD/IMF destekli uçuk sağ program gelmiyor sadece aklımıza. Rahmi Koç’un kamu personelinde benzer bir tensikatı dillendirmesini de hatırlamadan edemiyoruz. Geçen yıl sonunda yazmıştık, biraz alıntı yapmanın sırasıdır: 

Anlı şanlı holding patronumuz Rahmi Koç’un ‘5,5 milyon kamu personeli yerine 2 milyonla aynı iş görülür’ yaklaşımına holdingci olmayan bir bakışla nasıl ayrıntılı bir yanıt verileceği meselesini başka bir yazıya bırakalım. Burada sadece bir-iki hatırlatma yapalım. Pek AB’ci görünen bu zevata hatırlatılır ki, AB ülkelerinde personel giderlerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı yüzde 40’ların üzerindedir. Örneğin bu oran 2020’lerde Fransa’da yüzde 45,5’tir. Bunun yüzde 52’sinin eğitim personeline gidiyor olması da şaşırtıcı değildir. Çünkü devlet bütçesiyle esas olarak hizmet üretilir, hizmet de insanla üretilir, burada da eğitim hizmetleri açık ara önde gelir. Koç’un kamu kesimini 2 milyon çalışanla yönetebileceğini söylediği Türkiye’de bile sadece MEB istihdamı 1 milyon 371 bini bulmaktadır ve buna üniversitelerde istihdam edilen memur ve akademik personel vs. toplamı olan 482 bin kişi daha eklendiğinde 1 milyon 853 bine ulaşılır! Sağlık personeli de, tüm yetersizliğine rağmen, 800 bin kişiyi aşmaktadır. (2024 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.382). Hadi gel de yönet bakalım! Elbette devleti eğitimden ve sağlıktan çekersen neden olmasın! 

Bu arada gelişmiş kapitalist bir ülke olan Fransa’da kamu çalışanlarının sayısı, yerel yönetimler dahil 5 milyon 660 bin kişidir. Türkiye’de ise daha geniş nüfusuna rağmen, yerel yönetimler ve KİT ve BİT’ler ile sürekli/geçici işçiler dahil 5 milyon 98 bin kişidir. Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır”. (Oğuz Oyan, “Asgari ücret-emek mücadelesi-bütçe bağlantıları”, 12 Aralık 2023, Sol Haber).

“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur, hatta belki de milyarderlerin (liberal olsun faşizan eğilimli olsun) tümünün ortaklaştığı önemli ezberlerden biridir.

NATO ve Batı’nın çarpıcı ikiyüzlülüğünün teşhiri

2024, NATO’nun saldırgan bir savaş örgütü olduğunun sürekli teyit edildiği bir yıl oldu. 2023’ten itibaren Ukrayna ve Gazze’de esasen test edilmeye başlanmıştı; 2024’te doruğa çıktı. Üstelik NATO, Suriye’deki cihatçı darbenin de İsrail ve Türkiye ile birlikte tam arkasında olduğunu kanıtladı. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin HTŞ ve SMO’nun Halep operasyonunun hemen öncesindeki Türkiye ziyareti, adeta bir işaret fişeği gibiydi. 

Batı’nın sosyal-demokrat, liberal ve faşist siyasi partilerinin hep birlikte İsrail’in yayılmacı ve soykırımcı politikalarını desteklemeleri, Suriye yönetiminin şeriatçı çetelerce düşürülmesini sevinçle karşılamaları, dolayısıyla emperyalist-Siyonist saflarda buluşmaları, Batı’nın büyük ikiyüzlülüğünün sergilenmesi anlamına geliyordu. Filistin soykırımı karşısında sessiz kalan ve daha büyük çoğunlukla da destekleyen Batı’nın pek demokrat ülkeleri, partileri ve “mümtaz” şahsiyetleri, nasıl bir ikiyüzlülük içinde yüzdüklerini itiraf etmiş olmakla kalmadılar, “liberal demokrasi” denilen geçici durumun da cenazesini kaldırmış oldular.

Türkiye’deki Kürt meselesinin Kuzey Suriye’deki dengelere müdahale etmek ve içerde AKP rejimini konsolide etmek üzere yeniden gündeme getirilmesi de emperyalizmin denetimi dışında görülmemelidir. AKP-MHP’den demokratik bir anayasa beklentisi ne kadar boşsa, bu girişimin Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin önüne engel olarak çıkarılma riski de o kadar yüksektir.

2025 zor bir yıl olacaktır. Zorluklardan yılmadan mücadele etmek de bizim işimizdir. Herkesin yeni yılını bu duygularla kutluyorum.

                                                                 /././

'Siyasal Alevilik' hezeyanında AKP cephesinden tehdit: 'Sıcak temasta en çok siz kaybedersiniz'

*Kapak Fotoğrafı: Saldırılar sonrası sokağa çıkan Aleviler Humus'ta sokağa çıkma yasağına karşın meydanları terk etmedi

AKP'li kalemler Suriye'de Alevilere yönelik saldırılara tepki gösterenleri "İran ajanlığı"yla suçladı, bahaneyle Alevilere karşı katliam çağrısında bulundu. Alevilerse "asıl derdiniz laiklik" dedi.

Cihatçı grupların yönetimi ele geçirdiği Suriye'de ilk hedeflerden biri Aleviler oldu. Katliam görüntülerinin ortaya çıkmasına Aleviler kitlesel eylemlerle tepki gösterdi.

AKP medyası Alevilere yönelik saldırıları görmezden geldi, eylemlerin "İran kışkırtması" olduğunu savundu. Çarpıtmalarla eş zamanlı olarak Türkiye'deki Alevilere yönelik bir hedef gösterme kampanyası başlatıldı.

İktidara yakın kalemler ve sosyal medya hesapları, Suriye'de yaşananlara tepki gösterenlere "siyasal Alevi" dedikleri yeni bir niteleme yöneltti. Organize provokasyonun ardından Türkiye'deki Alevilere yönelik açık tehditler ve katliam çağrıları dillendirildi.

Saldırılara 'dur' diyen ajan ilan edildi

İlk adımı atan Yeni Şafak oldu. Gazete 27 Aralık'ta "İran Suriye'de ateşle oynuyor" manşetiyle çıktı. Yayımlanan ilk haberlerde İran'ın Suriye'nin belirli kentlerinde istihbarat hamleleriyle "ayrımcılığı" körüklediği savunuluyor ancak söz konusu "ayrımın" kimler arasında olduğundan dahi bahsedilmiyordu.

Kitlesel eylemleri tetikleyen, Suriye Aleviliğinin önemli isimlerinden Ebu Abdullah el-Hüseyin el-Hasibi’nin, Halep’in Meyselun bölgesinde bulunan türbesine yapılan saldırının videosunun yayılmasıydı. Türbe ateşe verilmiş, korumaya çalışanlar da öldürülmüştü. 

Yeni Şafak'ın ardından Hürriyet, CNN Türk, Habertürk'te de günlerce "Tahran'ın oyunu" tartışıldı. Basın eliyle büyütülen provokasyona haftasonu sosyal medyada başlatılan operasyon eklendi.

Eş zamanlı olarak binlerce hesaptan yapılan paylaşılarda muhalif isimleri "siyasal Alevi" olarak niteledi ve hedef gösterdi.

Suriye'de Alevilere yönelik saldırıları eleştirenlere "Şebbihaların etki ajanı" denildi, tarihte en büyük Alevi katliamlarına imza atan isimlerden Yavuz Selim'in fotoğrafları paylaşıldı, Hatay'daki Alevilerden "hesap sorulacağı" duyuruldu. 

Liste paylaştı, 'trajik sonuçları olur' dedi

TV100 yazarı Fuat Uğur bugünkü köşesinde akademisyen, sanatçı ve gazetecilerden oluşan bir isim listesi yayınladı.

Barış Atay, Mustafa Seyfullah Kılıç, Sabahat Akkiraz, Hilal Nesin, Erk Acarer, Serdar Akinan, Nasuh Bektaş, Turhan Bozkurt, Servet Mollaoğlu, Ali Ergin Demirhan, Fehim Taştekin, Öztürk Yılmaz, Dılşa Deniz gibi isimlerin "trajik sonuçlara" yol açacağını söyleyen Uğur, şu ifadeleri kullandı:

"Buradaki amacın etki ajanları ve fonlanmış haber sitelerinin kışkırtmasıyla SİYASAL ALEVİCİLİK zeminini güçlendirerek, Türkiye’yi Alevi-Sünni yapaylığıyla meşgul edip Suriye’den uzak tutmak olduğu anlaşılamıyor mu?"

Açıkça tehdit etti: 'En fazla üzülen Aleviler olur'

Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal, "Bu gerilimi yükseltenler Nusayri ve Alevi kimlikleriyle tanınan bir takım isimler" sözleriyle günlerdir hedef gösterilen Alevileri suçlu ilan etti.

Yazısının sonunda Türkiye'deki Alevilere seslenen Ünal, açıkça tehditte bulundu:

"İran’ın Anadolu Alevileri üzerine düşen gölgesi, içerdeki ajanları, paralı ya da gönüllü uşakları eliyle tatsız bir sürece evriliyor. Allah korusun, hiç arzu etmediğimiz bir sıcak temasta kaybeden Türkiye olur, milletimiz olur ama en fazla da Aleviler olur. Aleviler bu tuzağa düşmesin, bu oyuna gelmesin."

Aleviler, Masyaf’taki protestoda “Suriye halkı birdir”, “Kaosa hayır” yazılı dövizler taşıdı. (Fotoğraf: El-Mayadin)

Alevilerden tepki: Asıl derdiniz Cumhuriyet değerleri ve laiklik

Yargıdan Emniyete tüm kamu kurumlarının sessizlikle izlediği katliam çağrılarına Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) tepki gösterdi.

Kamuoyuna destek çağrısında bulunan dernek, yetkili makamları harekete geçmeye çağırarak şu açıklamada bulundu:

"Yavuz'un resimleriyle, imam Gazalinin batıniler için yazdıkları ve Ebu Suud'dan paylaşımlar yapmak aslından sizlerin zihniyetini ortaya koymak için yeterlidir. Sizin gibi inanmayan ve yaşamayanların öldürülmesi, kadınlarının köle olarak alınması, mallarına el konulması sizler için meşru ve olması gereken, bunu Irak ve Suriye de IŞİD, El Kaide bağlantılı gruplardan deneyimlediniz.

Aslında Aleviler üzerinden Cumhuriyetin ilkelerine saldırmaya, laikliğin kalmış olan biçimini de ortadan kaldırmaya çalıştığınızı biliyoruz, çünkü düşündüklerinizi ve inandıklarınızı yapacağınız bir ülke ancak laikliğin tamamen olmadığı bir ülke olabilir."

                                                                ***

Bir ‘Annus mirabilis’ için…-Nevzat Evrim Önal-

Tarihte ne güzellik, ne mucize varsa kaynağı insan. Gelin, korkunçluklara seyirci kalmak yerine elbirliğiyle bir mucizeler yılı yaratmaya çalışalım. Bir yıl yeter, devamı zaten gelir.

Latincede Annus horriblis diye bir laf var. Birisi için bir yıl bilhassa kötü geçtiğinde kullanılıyor; “korkunç yıl” ya da “felaketler yılı” anlamına geliyor. Bu gece, saat gece yarısını vurduğunda, insanlık açısından böyle bir yılı geride bırakacağız.

Düzeltiyorum; böyle bir yılı daha geride bırakacağız.

Geriye doğru 2024’ün felaketlerini ya da yakın hafızadaki her yılı imleyen büyük felaketi sayıp, size yazıyı okumayı bıraktırmayayım. Ama şunu sormak istiyorum: Mutlu olmak, güzel duygular hissedebilmek için ya bencil ve duyarsız, ya cahil ve habersiz olmak gereken bu insanlık halinde yaşamaktan siz de sıkılmadınız mı?

Ben çok sıkıldım. Ve müsaadenizle, bu yılbaşı gününde fazla vaktinizi almadan, sizinle birkaç gözlemimi paylaşmak istiyorum.

***

En genelden başlayayım: Meseleyi ne siyasete, ne ideolojiye, ne ekonomiye, ne savaşlara, ne doğal felaketlere daraltabiliriz. İçinde yaşadığımız toplumsal düzende sürekli içsel sorunlar (örneğin yoksulluk) üreten ve dışsal sorunları (örneğin pandemi) büyüten, çok temel bir defo, bir bozukluk var.

Bozukluk şu: Bu toplumsal düzen, insanları maddi çıkarlar açısından birbirinden kopartmak, yalıtmak ve birbirine karşıt hale getirmek üzerine kurulu. Bireyin de, toplumun da varoluşu öncelikle maddidir; önce ekmek sonra ahlak gelir. Dolayısıyla, her bireyin maddi çıkarı diğer tüm bireylerin maddi çıkarlarıyla karşıtlık içinde konumlanırsa, toplum sürekli dağılma eğiliminde olacaktır.

Anlatmak için çok basite indirgeyelim: Bir insanın bir miktar malı mülkü ve birden fazla çocuğu varsa, öldüğünde, hayatın olağan işleyişine göre, çocukları arasında olumlu duygusal ilişkilere zarar verecek bir mal paylaşım süreci yaşanır. Böyle bir sorunun yaşanmaması için, şahsın züğürt (ve muhtemelen borçlu) ölmüş olması gerekir. Bu durumda çocuklar birbirleriyle hiç hırlaşmadan hep birlikte ebeveynlerinin mirasını reddedecek ve hayat, aralarındaki kardeşlik ilişkisinin üzerine ek bir gerilim binmeden devam edecektir.

İstisnaların olabileceğini biliyorum ve bir toplumbilimci olarak istisnalarla ilgilenmiyor, genellenebilir kurallar arıyorum. Genellenebilir kural şu: İçinde yaşadığımız toplumsal düzende, insanlığın tüm tarihi boyunca peşinden koştuğu refah ve konfor arttıkça insanlar birbirinden uzaklaşıp yalnızlaşıyor ve onları sadece maddi dayanışma zorunluluğu birbirine yaklaştırıyor. Ne var ki, temelinde bireysel özel mülkiyet olan bu düzenin eşitsizlik prensibi, zorunlu dayanışma ilişkilerine de daima eşitsizlik dayatıyor ve daha önemlisi, insanlığın tamamını kapsamayan her türlü dayanışma ya da ortaklık ilişkisi (aşiret, tarikat, şirket, hatta aile bile) başkalarına karşı kuruluyor.

Böyle bir toplumsal düzenin yoksulluk üretmemesi, savaş çıkartmaması mümkün değil; çünkü toplam zenginlik ne kadar artarsa eşitsizlik de o kadar büyüyor.

Böyle bir toplumsal düzen, en büyük felaketler karşısında dahi tüm insanları kapsayacak bir dayanışma kuramaz; çünkü her felakette birileri için zenginleşme fırsatı doğuyor.

İnsan, doğa karşısında bireysel bilinci, yaratıcı düşüncesi ve bedensel eforunu toplumsal bir işbölümü çerçevesinde birleştirerek yüceldi ve “insan” oldu. Bu toplumsallık onun en büyük, özgün hazinesi ve ne kurt ne de koyun sürüsüne benziyor. İnsan toplumsallığı her gün yeniden üretilir ve zaman zaman temelden yıkılıp, tekrar ve yeni kurallarla kurulur. Bugün içinde yaşadığımız özel mülkiyete dayalı toplumsal düzen (ki adına kapitalizm diyoruz) diğer tüm toplumsal düzenler gibi tarihte bir parantez ve eşitsizliğe dayalı diğer tüm toplumsal düzenler gibi (ki adlarına genel olarak sınıflı toplumlar diyoruz) zenginlik biriktirdikçe çürüme de biriktiriyor.

Bugün bir takvim yılını daha bitiriyoruz, ama hayatın olağan akışında 0.01’in 23.59’dan, salının pazartesiden, 2025’in 2024’ten bir farkı olmayacak. İçinde yaşadığımız toplumsal düzen tüm bozukluklarıyla sürdükçe, onun gelip dayandığı yerde, zenginliğin hesaplanamaz, çürümenin dayanılamaz hale geldiği bataklıkta yaşayacağız.

Şarkının dediği gibi: Bugün günlerden ne bilmiyorum, ama çürüme yıllarından bir gün olduğunu biliyorum.1

***

Anlayacağınız üzere, iyimser değilim. İşlerin, her niyeyse, ben kıçımın üstünde yerde otururken iyiye gideceğine dair bir inancım yok. Dahası iyimserliğin burçlara inanmak gibi bir çeşit saçmalık olduğunu, yani hem ahmaklık hem de konforlu yaşayanların ayrıcalığı olduğunu düşünüyorum.

Ama umutluyum.

Umutluyum, çünkü milyonlarca yıllık insanlık tarihinin bütününe baktığımda, en fazla on bin yıldır çeşitli biçimlerde süren, insanın insanı ezmesine kurulu toplumsal düzenlerin ancak bir parantez olduğunu; bu on bin yılın bütününe baktığımda ise bu düzenlerin her birinin sonunda ezilenlerin kazandığını görüyorum. Köleler ve barbarlar Roma’yı yıktı. Avam, kralları devirip giyotine gönderdi. Halklar sömürgecileri def edip muhtar oldu.

Ve azımsanmayacak sayıda ülkede sınıfsız ve sömürüsüz toplumun ilk aşaması olan, eşit ve özgür insanların düzeni sosyalizm kuruldu.

Derdi daha ve daha çok umutsuzluk üretmek olan, çoğu sosyalist ülkenin yıkılmış olmasına bakıp “bakın, çalışmıyor” der. Derdiniz umut aramaksa, aynı olguya bakıp iki şey görürsünüz: Bir, olabiliyormuş, demek ki mücadele edersek daha iyisini oldurabiliriz. İki, sosyalist ülkeler yıkıldığından bu yana geçen yarım insan ömründe dünyanın geldiği halde, insanlık canhıraş biçimde devrime ihtiyaç duyuyor.

Her dakika, her gün, her yıl bu yüzden bir öncekinden kötü.

***

Biz oturup bekledikçe hiçbir şey iyiye gitmeyecek.

Bu yüzden gelin, yeni yılda dünyanın iyiye doğru değişebileceğinin bilgisi ve umudunda buluşalım.

Gelin, Eagleton’ın dediği gibi, iyimserliğin pasiflik, umudun ise eylem sorumluluğu getirdiğini bilelim ve insanlık için sorumluluk üstlenelim.2

Gelin, bir daha insanın insana düşman olmayacağı bir dünya kurmak için, sadece bizi sömüren egemenlere düşman bir yoldaşlık kuralım.

Gelin, içine kısıldığımız yalnızlığı kıralım. Bu bozuk düzende kimsenin sapasağlam kalamayacağını anlayalım, kabullenelim ve bizim gibi sıradan insanların eksiklerine, zaaflarına bakıp onları beğenmezlik etmeyelim, yan yana gelmekten geri durmayalım.

Annus horriblis’in bir de tersi var: Annus mirabilis. Güzellikler, mucizeler yılı demek. Tarihte ne güzellik, ne mucize varsa kaynağı insan. Gelin, korkunçluklara seyirci kalmak yerine elbirliğiyle bir mucizeler yılı yaratmaya çalışalım.
Bir yıl yeter, devamı zaten gelir.

Yeni yılda kucaklaşmak, yoldaş olmak dileğiyle...

                                                                           /././
George Bush artık savaş suçlusu değil -Çağdaş Gökbel-

Şimdi, o savaşların sebebi olan adamları, belgeseller aracılığıyla çocuklarınıza sevimli adamlar olarak tanıtıyorlar. Bu propagandayı tüketmeye ve çocuklarınıza izletmeye devam edecek misiniz?

Propaganda: Tarihi yeniden yazma ya da inşa etme sürecidir. Selçuk Bayraktar’ın bana açmış olduğu davanın temelinde bir gazeteci olarak, bu yeniden inşa etme sürecine sert itirazda bulunmam yatmaktadır.1

1,2 milyar dolarlık servetin, ‘zorba cumhuriyet rejiminin baskı ve engellemelerine’ rağmen gerçekleşebildiğine inanmamızı istiyorlar. Belgesel tadında işler bu yüzden hazırlanıyor ve kitlelerle paylaşılıyor. Türkiye’nin kuruluşunda savaş uçakları yapılmamış ve kamunun neredeyse yüzyıllık birikimi, aklı ve arşivi hiç paylaşılmamış gibi davranılıyor. Kamunun aklı, bütçesi ve arşivi olmasaydı SİHA mucizesi dedikleri şeyin gerçekleşmesi mümkün değildi.

Türkiye, savunma sanayisini bekleyen bir diğer tehlike ise ‘tekelleşme’. Sermayenin, kamuyu savunma sanayisinin dışına doğru itmesi ülke güvenliğine bir katkı mı, yoksa büyük bir felaketin habercisi mi bunu okurların takdirine bırakıyorum. 

Bu giriş yazısı, aslında burada yazacaklarımın odak noktasından uzak bir mesele değil. Etkili bir soğuk savaş silahı olarak kullanılan, George Orwell’ın 1984 kitabı tarihin bir cilvesi olarak günümüzde kapitalizmi anlatmak açısından oldukça işlevselmiş gibi görünüyor. ‘Kişi, kendinden bilir işi’ özlü sözünde olduğu gibi Sovyetler Birliğine yönelik yapılan tüm suçlamaların bugün kapitalizmde bir karşılığı olduğunu görüyoruz. Kitlelerin kafası allak bullak ve kitleler yoğun bir propaganda ve enformasyon bombardımanı altında. Dün düşman (terörist) olan bugün Suriye’de olduğu gibi meşru yönetim olarak karşımıza çıkabiliyor. Terör listeleri güncelleniyor, vakti zamanında IŞİD’in en etkili elemanı olan Golani kravatlı demokrat olarak yeni imajına sıkı sıkıya sarılıyor.

Benzer bir yeniden yaratma mucizesi, belgeseller aracılığıyla George W. Bush için gerçekleştiriliyor. ‘Churchill Savaşta’ (Churchill at War), 2024 yılının en dikkat çekici belgesellerinden biri. Amerikan devletinin propaganda aygıtı olan Netflix’in bence bu yıl gerçekleştirdiği en başarılı propaganda çalışması. Peki, tarihe damgasını vurmuş olan bu büyük İngiliz’i kimler anlatıyor? Tarihçiler, akademisyenler ve alanında büyük işler başarmış insanlar mı? Elbette aralara buna benzer kişiler sıkıştırılmış ancak başroldeki kişiler başka. Belgeselin esas anlatıcıları: Boris Johnson, David Lammy (İngiltere Dışişleri Bakanı), General David Petraeus (bir dönem CİA başkanlığı da yaptı) ve eski ABD başkanı, savaş suçlusu George W. Bush. Belgesel, tarihin yeniden inşası konusunda ibretlik bir örnek sunuyor; ancak sadece Winston Churchill için değil. İngiltere’nin en büyük kahramanlardan biri olarak kabul edilen Churchill’i, eski bir savaş suçlusu George W. Bush’un ağzından dinlemek hafızasını kaybetmeyen her insan için mide bulandırıcı. Irak ve Afganistan’daki çocukların ölümüne ve bu ülkelerin belki de yüzlerce yıl toparlanamayacak olmasına neden olan ve Iraklı bir gazetecinin ayakkabılı direnişinden son anda kurtulan, Hugo Chávez için şeytanın yeryüzündeki sureti olan adam karşımıza tonton yaşlı bir dede olarak çıkartılıyor. Bilge dede, çocukların acımasız katili Bush, ekranlarda Churchill anlatıyor.

“Churchill Savaşta (Churchill at War) belgeseli performansıyla işlediği tüm savaş suçlarını unutturan masum, yaşlı ve bilge adam George W. Bush”

Belgeselin tek facia boyutu bu değil elbette. İkinci dünya savaşı Winston Churchill için bir talih kuşu oldu. İnsan kanı ve cesetleri üzerine yükselen bu talih kuşu, bir başka savaş suçlusu ve sömürgecilik idealine sapkınca bağlı Churchill’i kahraman yaptı. Oysa İrlandalı tarihçiler, onu hayırla anmıyor. Adanın faşistçe bir despotlukla, İngiliz milliyetçiliği potasında eritilmesinin bir sembolü Winston Churchill. İkinci dünya savaşında Nazilere karşı oynadığı inatçı rol ve İngiliz aristokrasisinin Nazilerle iş birliği halindeki kollarıyla verdiği mücadeleyi bir kenara bırakırsak, dünya halkları için dev bir faciadır Churchill. Nazilere karşı bu derece sert tutum takınmasında Hitler ile beklenen buluşmada etkisiz bir politikacı olarak görülerek ekilmesi ne kadar etkili oldu, bunu elbette tarihçiler tartışmalı. Peki, Türkiye’deki tarihçiler bu konu hakkında ne düşünüyor? Tarihin bu veçhesindeki sessizlik beni korkutuyor. AKP iktidarının yarattığı ulusal aşınma, artık geri dönülemez noktaya yaklaştığımızı işaret ediyor. Türkiye, ulusal bilincini ve anti emperyalist mücadele geçmişini unutuyor. Winston Churchill’in II. Dünya Savaşı'nda oynadığı rol, onu kahraman yapmaya yetmemeli. Zaten Netflix belgeselinin ana derdi de bu! Kahramanımıza ve onun heykellerine dokunmayın. Çünkü İngiltere’de yapılan sömürgecilik karşıtı eylemler doğrudan Winston Churchill heykellerini de hedef almıştı.2 O, faşizmi yenen ve SSCB’ye karşı demokratik rejimlerin korunmasını sağlayan büyük bir kahramandı. Tam bu noktada İrlandalı bakış açısı Winston Churchill için ne söylüyor? Bu sorunun cevabını tarihçi arkadaşım Manus Lenihan veriyor:

İlk olarak, onun adını İngiltere'nin Nazi Almanyası'na karşı verdiği savaşta duymuştum, yani meydan okuyan, ileri görüşlü ve kahramanca göründüğü bir bağlamda. Ancak daha sonra, İrlanda tarihi bağlamında görüldüğünde, bu imaja aykırı çok şey öğrendim. O, özünde şovenist ve emperyalistti, İrlanda'nın bağımsızlığına karşı sert bir şekilde mücadele ediyordu. Black and Tans3 olarak bilinen paramiliter terör örgütünden sorumluydu. Anglo-İrlanda antlaşma müzakereleri sırasında son derece inatçıydı ve İrlanda'yı 1922-1923 İç Savaşı'na ittiğini iddia edebilirim.

İkinci Dünya Savaşı sırasında tekrar İrlanda'yı işgal etmekle tehdit etti. İrlanda halkının kendi kaderini tayin hakkının kararlı bir düşmanıydı. İrlanda'nın ötesinde, Gelibolu çıkartması gibi felaketlerden sorumluydu (birçok İrlandalının, Türk, Avustralyalı ve İngiliz askerle birlikte koca bir hiç uğruna hayatını kaybettiği savaş). Ayrıca Rusya'daki Beyaz Muhafızların ateşli bir destekçisiydi ve Sovyetler Birliğinin daha kuruluş aşamasında milyonlarca yurttaşının açlık ve hastalıktan ölmesine neden olan bir İç Savaş'a sürüklenmesinde önemli bir rol aldı. Afrika, Asya ve Orta Doğu halklarına ve Avustralyalı yerlilere karşı aşırı ırkçıydı. Irak'taki asi kabilelerin bombalanması gibi birçok terör kampanyasını destekledi.

İngiliz yönetici sınıfındaki birçok kişinin aksine Hitler'i yatıştırmayı desteklememesi onun için bir artıydı. Örneğin: 1919'daki Amritsar4 katliamını kınayarak ileri görüşlü ve esnek davrandı. Ancak benim görüşüme göre, bu davalar ilkeli olmaktan çok stratejikti; çünkü başka yerlerde faşizme hayranlık duyduğunu ve Hindistan'da sivillerin öldürülmesini desteklediğini ifade etti. Sonuç olarak, o bir Muhafazakar ve varlığının en derin noktasında bir emperyalistti”.5

Sovyetleri kişi kültü ve putlaştırmayla suçlayanların zavallılığını izliyoruz aslında. Churchill’in yüreğindeki en büyük acı, Çanakkale deniz savaşının ve Gelibolu çıkarmasının başarısız olmasıydı. Gelibolu’da yarımadaya zorla getirilen 4 bin İrlandalı genç, diğer sömürgelerden getirilen halklarla birlikte çamurlu toprağa karıştı. İrlanda halkı, Çanakkale’nin acılarıyla isyan bayrağını açtı; 1916’daki Paskalya Ayaklanması ve açıklanan cumhuriyet bildirisi kanlı bir müdahaleyle yırtıldı. James Connolly (İrlandaca: Séamas Ó Conghaile), ağır yaralı ele geçirildi ve acılar içerisinde infaz sandalyesine oturtularak kraliyet birlikleri tarafından idam edildi.

İşte kahramanlarımızın hikayesi: işgalci, zorba ve katil. Anadolu’yu İngilizlerin bir sömürge devletine çeviremeyen ve barbar Anadolu halkını kendi kölesi yapamayan Winston Churchill, bu acıyı unutamamış ve iyice alkole gömülmüş gibi görünüyor. Churchill, zekasının tek marifeti bu değildi. Daha Berlin, kendi müttefiki SSCB tarafından faşistlerin elinden yeni kurtarılmışken komutanlarına kızıl orduya karşı imkânsız operasyon planları hazırlamasını emretti. En büyük korkusu olan komünizmi artık burnunun ucunda görüyor ve uykusuz geceler geçiriyordu. Fulton, Missouri’deki Westminister kolejinde yaptığı ‘Demir Perde’ konuşması, soğuk savaşı başlatmak için ihtiyaç duyulan cesareti ABD’li ortaklarına vermesinde büyük başarı sağlamıştır.6 Amerikalılar tarafından bile salak ve korkak olarak nitelendirilen Harry S. Truman, bu konuşmadan büyük dersler çıkarmış ve gereken cesareti toplamıştır. Bu konuşmadan en çok etkilenenlerden biri, ayran budalası edebiyat severlerin biricik idollerinden şair TS. Eliot’tur. Soğuk savaş döneminin kültürel ve ideolojik mücadele alanının en etkin isimlerinden biri olan Eliot, sadece şiir yazmakla kalmamış, siyaseti doğrudan etkilemiştir. Bir başka yazının konusu olsa da Eliot’un AB projesinin köklerini atan ve bu projenin fikir babalarından biri olduğu söylenebilir. Tüm bunlar şairlerin aşık birer romantik olmadığı ve ideolojik birer silah olarak güçlü ve etkin olabileceklerini gösteren önemli işaretlerdir.

İşte modern dünyanın kahramanları bunlardır. Sosyalizmin yok edilmesinde ve dünyanın bugün hızla vahşi kapitalizme doğru yol almasında etkin rol oynayan kahramanlarımız. Neyle ve hangi araçlarla kültürlendiğimiz çok önemli. Çocuklarınız bu belgeselleri izlediğinde kimleri kahraman ve masum olarak görecek? George W. Bush’un, Irak’ta işlediği savaş suçlarını sizler anlatmazsanız kim anlatacak? Netflix mi? Yukarıdaki fotoğraf karesine baktığınızda ne hissediyorsunuz? Yine bir Netflix belgeseli olan ‘Okyanuslarımız (Our Oceans)’ belgeselini kim seslendiriyor? Barack Obama. Peki, Obama kim? Recep Tayyip Erdoğan’ın kürsüden ‘ÖSO’yu birlikte kurmadık mı?’ diye seslendiği eski ABD başkanı.7 Suriye savaşının finansörü ve adına devrim dedikleri kan banyosunun en önemli sorumlularından biri. İşte o adam, şimdi karşımıza okyanuslar ve doğa için endişeli bir adam rolünde çıkıyor. Bu konuda sorumluluk almaya devam ederse bir kahraman olması işten bile değil. Doğanın yıkımında endüstriyel üretim kadar, savaşlar da etkin bir rol oynuyor. Hatta savaşlar sadece insanların ölümünden değil, diğer tüm canlıların bitkilerin, toprağın ve hayvanların ölümünden sorumlu. Doğayı savaşlardan daha fazla yok eden bir şey yok. Şimdi, o savaşların sebebi olan adamları, belgeseller aracılığıyla çocuklarınıza sevimli adamlar olarak tanıtıyorlar. Bu propagandayı tüketmeye ve çocuklarınıza izletmeye devam edecek misiniz?

                                                                                    /././
Eğitimdeki karanlık yeni yılda sürecek: KPSS yerine Akademi sınavı, Suriye’ye ‘maarif modeli’ ihracı
Milli Eğitim Bakanı Tekin'in 2025 planlarında ne öğretmene ne öğrenciye umutlu haber var. Tarikatlarla protokoller devam edecek, Suriye’ye müfredat ihraç edilecek. Öğretmenler AGS'ye girecek.(Yılbaşı kutlamalarına yasak ‘ailelere maddi külfet getirmemek için’miş!) “Yılbaşı kutlaması ile ilgili değil de ailelere maddi külfet getirecek şeylere girilmemesi yönünde daha önce yaptığımız değişiklik hatırlatıldı. Okulların öğrencileri, velileri zan altında külfet altında bırakacak şekilde kullanılmasına karşıyız. Mezuniyet törenlerini ve baloları da yasaklamadık. O da yanlış anlaşıldı. Biz çocuklarımızın mezuniyet programları okullarda yapılsın dedik.”(https://haber.sol.org.tr/haber/egitimdeki-karanlik-yeni-yilda-surecek-kpss-yerine-akademi-sinavi-suriyeye-maarif-modeli)

                                                               ***

Darıca'da kaos: Doğalgaz patlamalarının ardından ilçe günlerdir karanlık ve soğuğa terk edildi -Yalçın Çuğ-

Kocaeli'nin Darıca ilçesinde doğalgaz ana hat borusunun delinmesiyle başlayan süreç devam ediyor. Yurttaşlar soğuk Aralık ayında günlerdir doğalgaz ve elektriğe erişim sağlayamıyor.

Devlet tarafından ücretsiz sağlanması gereken hakların özel sektöre peşkeş çekilmesi, daha fazla kâr elde etmek isteyen patronların denetim ve güvenliğe yeterli kaynağı ayırmaması...

Kocaeli'nin Darıca ilçesinde yaşananlar, düzenin çürümüşlüğünü ve sermayenin kâr hırsı ile insan hayatını hiçe saydığını bir kez daha gösterdi.

İzinsiz kazı çalışmasında doğalgaz ana hat borusunun delinmesiyle başlayan süreç, 14 kişinin yaralandığı doğalgaz patlamalarıyla devam etti. İlçedeki doğalgazdan sorumlu şirket PALGAZ doğalgaz akışını kesti, elektrikten sorumlu bir diğer şirket SEDAŞ'ın altyapısı çöktü, AKP'li belediye aşevinin kapasitesini artırdı...

Bu soğuk kış ayında günlerdir doğalgaz ve elektriğe ulaşımı olmayan yurttaşlar, ilçedeki kaos halini şöyle anlattı: "Deprem döneminde yaşananlar şimdi kısmi ölçekte Darıca'da yaşanıyor. İnsanların kendi haline bırakılmışlığı, devletin boşa düşmesi hali..."

İzinsiz kazıda delinen hat, yaşanan patlamalar ve yaralılar...

28 Aralık Cumartesi günü Kocaeli'nin Darıca ilçesine bağlı Bayramoğlu Mahallesi'nde bir patlama meydana geldi. Patlamanın nedeni Rams İnşaat'ın izinsiz kazısı nedeniyle Palgaz'a ait doğalgaz ana hat borusunun delinmiş olmasıydı.

Aynı günün ilerleyen saatlerinde ise iki ayrı binada doğalgaz patlaması oldu. İlk patlama Abdi İpekçi Mahallesi'nde bulunan bir binanın giriş katında meydana geldi. Patlama, doğalgaz şirketine bağlı ekiplerin gaz kaçağı ihbarı üzerine regülatörü değiştirmesinin ardından yaşandı. Saat 19.00 sıralarında meydana gelen patlamada 13 kişi yaralandı. Patlamanın yaşandığı binaya yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta bulunan Osmangazi Mahallesi'nde de saat 21.00 civarında patlama meydana geldi. Doğalgaz kaçağı nedeniyle yaşandığı belirtilen bu patlamada da 1 kişi yaralandı.

Patlamaların ardından PALGAZ, ilçedeki doğalgaz akışını kesti. Şirket tarafından yapılan açıklamada, "Darıca ilçesinde doğalgaz hatlarında yaşanan sorun nedeniyle kontrol amaçlı doğalgaz kesintisi yapılmıştır. Çalışmaların tamamlanmasının ardından gaz arzınız sağlanacaktır" denildi.

AKP'li Darıca Belediye Başkanı Muzaffer Bıyık en kısa süre içinde çalışmaların tamamlanacağını ve doğalgaz erişiminin sağlanacağını iddia etti. Ancak Cumartesi günü kesilen doğalgaz akışı hâlâ sağlanmış değil.

Elektrikler de kesildi

Darıcalı yurttaşlar kış ayında kesilen doğalgaz nedeniyle elektrik kaynaklı ısınmaya yöneldi. Ancak SEDAŞ isimli şirkete ait elektrik altyapısı ihtiyacı karşılamaya yetmedi ve bu sefer de ilçede elektrik kesintileri yaşanmaya başlandı.

Şirket, "yaşanan doğalgaz kesintileri nedeniyle artan elektrik tüketimini karşılayamadığını" itiraf etti. Yaşanan elektrik kesintilerine dair şirket tarafından yapılan tek açıklamada, "Aşırı yüklenme sonucu arızalanan trafoların onarımının ardından enerjilendirilmesi için bölgeye 5 adet jeneratör tesis edildi. Diğer bölgelerden gelen destek ekipleri ile birlikte toplamda 35 kişilik saha ekibimiz mevcut 7 adet trafoda güç artışı yapmasını sağladı" ifadelerine yer verildi.

'Deprem döneminde yaşananlar kısmi ölçekte Darıca'da yaşanıyor'

Havaların iyice soğuduğu bugünlerde, doğalgaz ve elektriğe erişimi olmayan yurttaşlar ise zor zamanlar yaşıyor. Çalışmaların devam ettiğini söyleyen ancak kesintinin ne zaman son bulacağına dair herhangi bir bilgi vermeyen PALGAZ ve SEDAŞ'a yönelik tepkiler ise büyüyor.

AKP'li Darıca Belediyesi'nin yaşananlar karşısında attığı adımların yetersiz olduğuna yönelik eleştiriler de artıyor. Isıtıcı ve tüp ihtiyacı olan yurttaşların taleplerini karşılamak için kriz masası oluşturulduğu, yaşlı ve hastalar başta olmak üzere yemek yapacak durumda olmayanlar içinse aşevinin kapasitesinin arttırıldığı belirtilse de söz konusu adımların yetersiz kaldığı belirtiliyor.

soL'a konuşan Darıcalı bir yurttaş da ilçedeki kaos halini şöyle anlatıyor: "Dün başlayan elektrik kesintileri bugün hat safhaya çıktı, trafolarda patlamalar meydana geldi. Şu an gelinen noktada Darıca'nın neredeyse hiçbir yerinde doğalgaz yok. Belediye, kontroller sonrası verilen onayın ardından kimi yerlere doğalgaz verilmeye başlandığını açıkladı ama bu da çok yetersiz. Bu durumun ne kadar süreceği de belli değil. Ne tarih veriyorlar, ne de saat.

Dolayısıyla şu an Darıca'da bir kaos hali var. Kimse ne yapacağını bilmiyor, en ufak bir kaosta darmaduman oldu yönetim mekanizmaları. Deprem döneminde yaşananlar şimdi kısmi ölçekte Darıca'da yaşanıyor. İnsanların kendi haline bırakılmışlığı, devletin boşa düşmesi hali..."

'Güvenli ve ücretsiz ısınma için devletleştirme'

Türkiye Komünist Partisi Darıca İlçe Örgütü de yaşananlara ilişkin açıklamada bulundu. 

"İlçede art arda patlamalar yaşanırken başını kuma gömüp vatandaşımıza aklı başında hiçbir açıklama yapamayanlar halkı yine bir başına bırakmıştır" denilen açıklamada, yaşanan durumun ilk kez meydana gelmediği belirtilerek şöyle denildi: "Daha iki ay önce 22 Ekim’de Gebze’nin Mevlana mahallesinde bir apartmanda benzer bir patlama olmuş 2 vatandaşımız PALGAZ’ın ihmali sonucu hayatını kaybetmiş, 7 kişi yaralanmıştır. RAMS İNŞAAT ile ilgili daha önce de kontrolsüz ve dikkatsiz inşaat faaliyeti yaptıkları, kâr hırsları yüzünden inşaatlarını aceleye getirmeleri, belediyenin inşaat ile ilgili denetimsizliğini, vurdumduymazlığına dair şikayetler ve tepkiler olduğu bilinmektedir."

Açıklamada, yaşananların "düzenin çürümüşlüğünü ve sermayenin kâr hırsı ile insan hayatını hiçe saydığını" gösterdiği belirtildi. Çözümün devletleştirme olduğu vurgulanan açıklamada şöyle denildi: "Devlet tarafından ücretsiz sağlanması gereken barınma, sağlık, eğitim hakkı gibi ısınma hakkı da özel sektöre peşkeş çekilmiş, daha fazla kâr elde etmek isteyen patronlar denetim ve güvenliğe yeterli kaynağı ayırmaktan hep kaçmıştır. Borcunu ödemeyen vatandaşların doğalgazının kesilmesi için ekiplerini seferber eden ardından da açma -kapama parası adı altında soyguna devem eden PALGAZ gibi firmalar halkımızın en büyük düşmanlarıdır. Sorun doymak bilmeyen sermaye sınıfıdır, bu düzendir. Ücretsiz sağlık, barınma ancak devletleştirme ile mümkündür. Güvenli ve ücretsiz ısınma için PALGAZ devletleştirilmelidir."

'Özelleştirilen sektörlere bırakılmamalı, kamulaştırılmalı'

Makina Mühendisleri Odası Kocaeli Şubesi'ne bağlı Gebze İlçe Temsilciliği'nin Yürütme Kurulu Başkanı Tanfer Yeşiltepe de yaptığı açıklamada enerji alanının özelleştirilmesinin yarattığı sorunlara işaret etti, bu alandaki faaliyetlerin devletleştirilmesi gerektiğini ifade etti.

Ana boru hatlarından konutlara kadar olan tesisatlarda, doğalgaz dağıtım şirketleri ve yerel idareler tarafından yeterince denetim yapılmadığına dikkat çeken Yeşiltepe, şöyle devam etti: "Bina girişlerindeki servis kutularından itibaren gazın kontrolü bina ve daire sahiplerinin sorumluluğuna bırakılıyor. Ancak gazın kesildiği durumlarda vatandaşlara bilgilendirme yapılmıyor. Bu da ölümcül risklere yol açıyor. Kesinti sonrası gazın tekrar sisteme verilmesi sırasında hava boşlukları ve tesisattaki kaçaklar patlamalara neden olabiliyor. Tesisatlarda maliyet nedeniyle kalitesiz ve teknik yeterliliği olmayan ekipman kullanılması riski artırıyor."

Yeşiltepe, doğalgaz dağıtım işlerinin özelleştirildiğini hatırlattı ve "Özelleştirmeler sonucu, firmalar da kendi işlerini alt taşeronlara devretmektedir. Özelleştirme politikaları sonucu maalesef mühendislik dışlanmaktadır. Özelleştirme politikalarının bir sonucu olarak, kamusal hizmetler piyasa koşullarına bırakılmıştır ve bu durum denetim ve güvenlik önlemlerini zayıflatmaktadır" dedi.

Yeşiltepe, enerji üretimi ve dağıtımının kamulaştırılmasına dair çağrıda bulunarak açıklamasını şöyle noktaladı: "Enerji üretimi ve dağıtımı, basit bir piyasa faaliyeti olmaktan çok öte, ciddi bir kamusal hizmettir. Doğal gaz dağıtımı, maliyet ve kâr marjları gerekçesiyle özelleştirilen sektörlere bırakılamayacak kadar önemli bir alandır. Bu hizmetlerin, mühendislik standartlarına uygun ve denetim altında yapılması gerektiği açıktır. Taşeronlaşmanın ortadan kaldırılıp, kamulaştırma yoluyla devlet kontrolünde denetimlerin artırılması gerekiyor."

                                                           /././

Türk-Alman Üniversitesi öğrencileri barınamıyor: En yakın KYK yurdu 2 saat uzaklıkta -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Türk-Alman Üniversitesi öğrencileri barınma problemi yaşıyor. Okula en yakın KYK yurdu iki saat uzaklıkta, Sancaktepe’de bulunuyor.

İstanbul’da bulunan Türk-Alman Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler, barınma probleminden şikayetçi.

Beykoz’da bulunan üniversiteye en yakın Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) yurdu, iki saat uzaklıktaki Sancaktepe’de bulunuyor. Türk-Alman Üniversitesi öğrencilerine genellikle Sancaktepe’deki Mahmut Celaleddin Ökten KYK Erkek Öğrenci Yurdu ya da İyimaya KYK Kız Öğrenci Yurdu çıkıyor. 

Kampüs içinde bulunan, 2023-2024 eğitim-öğretim yılı sonuna kadar Kız Öğrenci Apartı olarak kullanılan 124 kişi kapasiteli bina, 2024-2025 eğitim öğretim yılından itibaren Erkek Öğrenci Apartı olarak hizmet veriyor ancak bina, öğrencilerin barınma sorununu çözmekten uzak. 

Okul idaresinin 2025 Ocak’ında okul içine açacağı yurtsa fiyat konusunda öğrencileri tedirgin ediyor. 

Rektörlük önünde buluştular: ‘Müşteriniz değiliz öğrenciyiz!’

Öğrenciler bugün rektörlük önünde konuyla ilgili basın açıklaması yaptı, “Müşteriniz değiliz öğrenciyiz” sloganı attı. 
Barınma ihtiyacını karşılamak için apartın yetersiz olduğu söylenilen açıklamada kampüs içine açılması planlanan yurdun temellerinin 18 Eylül 2023’te atıldığı, yetkililerin, yurdun 2024 Temmuz’unda tamamlanıp aynı yılın eylül ayında hizmet vermeye başlayacağını söylediklerini ancak inşaatın bitmemesi nedeniyle teslim tarihinin 2025 Ocak’ına kaldığı ifade edildi. 

Yurdun inşaatının bitmek üzere olduğu söylenen açıklamada yurt fiyatlarının yüksek olduğuna değinildi: 

“Yurdumuzda tek ve 3 kişilik odaların olacağı söylenmiş ancak 4 kişilik odaların 9 bin 350 TL, 3 kişilik odaların 11 bin 220 TL, 2 kişilik odaların 13 bin 470 TL, tek kişilik odaların ise 16 bin 160 TL olduğu konuşuluyor. Yurtta yemek çıkmayacağı, onun yerine yemekhanede kahvaltı ve akşam yemeği çıkacağı söyleniyor. Ayrıca yemek fiyatları henüz belli değil.

Aldığımız bu duyumları yetkililerden doğruladık. Bu ücretin hesaplanmasında en büyük giderin yurda çalıştırılmak üzere alınacak personel gideri olduğunu öğrendik.”

Okula en yakın KYK yurdu olan Anadolu Hisarı Kız Öğrenci Yurdu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne verilmesiyle en yakın yurt iki saat uzaklıktaki Sancaktepe’de var. Öğrenciler açıklamalarında “Şehrin bu kadar ücra kısmına okul inşa etmeyi uygun gören devletin, bu durumun getirdiği ulaşım, sosyallik ve barınma imkanlarına bugüne kadar herhangi bir hizmette bulunmamasını kınıyoruz” denildi. 

‘9.30 dersine gelmek için 6’da uyanmak zorunda kalıyorlar’

Öğrencilerden Eren, konuyla ilgili soL’a konuştu. 

Eren, genel olarak okulda okuyan öğrencilerin barınma problemi yaşadığını, bu sorunu yaşamayan öğrencilerin sayısının çok az olduğunu söyledi.

Okulun merkezi bir yerde olmadığı gibi okula yakın devlet yurdu olmamasına isyan eden Eren, “KYK yurdunda kalan öğrenciler sabah 9.30 dersine gelmek için 6’da uyanmak zorunda kalıyorlar” dedi.

Toplu taşımayla okula gelmeyen ya da gelemeyen öğrenciler için okulun servisi var ancak bu servisin aylık ücretinin 5 bin 600 lira. Eren bu paranın öğrenci bütçesini zorladığını söylüyor.

                                                              Türk-Alman Üniversitesi.

‘Beykoz’da özel yurtlar var ancak pahalı’

“Beykoz’da özel yurtlar var ancak birçok öğrenci için pahalı” diyerek sözlerine devam eden Eren, bu yurtların fiyatlarının 10 bin ve 25 bin lira arasında olduğunu ifade etti. 

Eren, okulun ocak ayında yurt açacağını ancak kalacak öğrencilerden istediği fiyatların bir devlet üniversitesi için çok fazla olduğunu, dört kişilik odaların kişi başı 9 bin 350 lira olduğunu söyledi. Ayrıca yurtta yemek de çıkmayacak.

                                                              /././

Satranç dünyasında kot pantolonlu paylaşım kavgası -Yavuz Köroğlu-

Satrancın bir numarası Carlsen kot pantolon giydiği için turnuvadan diskalifiye edildi. Oyuncu daha önce de federasyonla tartışmıştı. Gerilimin arka planındaysa yeni bir pay kapma yarışı var.

28 Aralık günü dünyanın bir numaralı satranç oyuncusu kabul edilen Magnus Carlsen, Dünya Hızlı ve Yıldırım Satranç Şampiyonası'nı terk etti.

Şampiyonada tüm dikkati, oynanan oyunlar ve yeni yükselmekte olan yıldız oyunculardan bir anda kendi üzerine çeken bu olay "jeansgate" (kot skandalı) skandalı olarak yıl sonuna damgasını vurdu. Bu son skandalın Carlsen ve Uluslararası Satranç Federasyonu (Federation International des Echecs - FIDE) arasında bir süredir artan gerginliğin patlama noktası olduğu anlaşılıyor.

Kriz nasıl başladı?

28 Aralık günü Dünya Hızlı ve Yıldırım Satranç Şampiyonası'nda hakem günün son turundan önce turnuvanın katılımcısı olan, dünyanın bir numaralı satranç oyuncusu kabul edilen Magnus Carlsen'e giydiği kot pantolonun (jeans) kıyafet yönetmeliğine uymadığı gerekçesiyle uyarıda bulunmuş, para cezası vermiş ve Carlsen'den oyuna devam edebilmek için pantolonunu değiştirmesini talep etmişti.

Carlsen de günün son turu olduğu için şimdilik son tura girip yarın da yönetmeliğe uygun giyineceğini söylemesine rağmen hakemin kabul etmeyerek salona almaması üzerine turnuvayı terk etti.

Satranç dünyasının ileri gelenleri arasında görüş ayrılıklarına neden olan bu olay sosyal medya çevrelerinde kısa sürede "jeansgate" (kot skandalı) olarak adlandırıldı. Olay hakkında Uluslararası Usta (International Master - IM) Levy Rozman'a röportaj veren Carlsen Uluslarası Satranç Federasyonu'na uzun süredir duyduğu rahatsızlığını tekrar dile getirdi. Uluslararası Satranç Federasyonu Genel Müdürü (CEO'su) Emil Sutovsky ise aynı ustaya verdiği röportajda hakemin kararına sahip çıktı.

Yasak biliniyordu

Uluslararası Satranç Federasyonu'nun kot pantolon yasağı aynı gün daha erken saatlerde başka bir Büyük Usta (Grandmaster - GM) Ian Nepomniachtchi'ye de uygulanmıştı ve söz konusu büyük usta pantolonunu uyarıyı kabul edip pantolonunu değiştirerek oyuna devam etmişti.

Bazı oyuncular dolayısıyla Carlsen'in yasağın farkında olmasına rağmen gerginliği özellikle tırmandırmak için kot pantolonla katılımda ısrarcı olduğunu iddia etti.

Sorun daha derin

Carlsen'in Uluslararası Satranç Federasyonu'na karşı duyduğu rahatsızlık kamuoyu gözünde ilk olarak 2023 yılında Dünya Klasik Satranç Şampiyonası'nda Dünya Klasik Satranç Şampiyonu unvanını savunmama kararı aldığında somutlaşmıştı.

Uluslarası Satranç Federasyonu'ndan bağımsız olarak ilk defa bu Şubat ayında başlayacak Serbest-Stil Satranç Tüm Zamanların En İyisi Müsabakası'nın (Freestyle Chess G.O.A.T. Challenge) düzenleyici ve destekçilerinden biri olan Carlsen de federasyonun oklarını üzerine çekmişti. Eski Dünya Klasik Satranç Şampiyonu Viswanathan Anand da federasyonu temsilen verdiği röportajda kot pantolon skandalının arkaplanda daha derin sorunlardan kaynaklandığını kabul etti.

Pastadaki pay kavgası 

Dünya çapındaki tüm prestijli satranç turnuvalarını tekelinde toplamış olan Uluslarası Satranç Federasyonu, her yıl bu tekel üzerinden milyonlarca dolar kazanıyor. Dünyaca ünlü satranç oyuncularının da bağımsız sponsorlardan güç alarak bu piyasadan pay elde etmeye çalışması yeni bir deneme değil.

Eski Dünya Klasik Satranç Şampiyonu Garry Kasparov da 1993'te federasyona rakip olarak Profesyonel Satranç Kurumu'nun (Professional Chess Association - PCA) kurucusu olmuştu. Ancak Intel gibi büyük sponsorların söz verdikleri desteği çekmeleri sonucu bu kurum 1996'da yıkılmış, dünya satranç şampiyonası ünvanının 2006 yılına kadar tartışmalı kalmasına yol açmasına rağmen Kasparov beklediği kazançları elde edememişti.

Bugün de satranç üzerinden elde edilen kazançlar üzerinden yapılan pay kavgasının gündemde oynanan satrancın ve bu yönde verilen emeğin tamamen önüne geçmiş olması ise Carlsen ve Uluslararası Satranç Federasyonu'nun ilgisinden uzak kalmaya devam ediyor.

                                                                   /././

Reuters duyurdu: HTŞ yabancı cihatçıları orduda üst düzey rollere atadı

HTŞ yönetimindeki Suriye’de dün atanan 49 askeri yetkili arasında en az 6 yabancı cihatçının olduğunu bildiren Reuters, bunlardan birinin de Türkiye vatandaşı olduğunu duyurdu.

Suriye’de Beşar Esad yönetimini devirerek kontrolü ele geçiren HTŞ yönetiminin dün duyurduğu askeri yetkililer arasında yabancı cihatçı örgütlerin liderlerinin de yer aldığı belirtildi.

Reuters’ın ismini açıklamadığı Suriyeli iki kaynağa dayandırdığı haberine göre, Suriye ordusunda üst düzey roller verilen yabancı cihatçılar arasında Uygurlular ile bir Ürdünlü bir de Türk yer alıyor. Aynı kaynaklar dün HTŞ’nin açıkladığı 49 kişiden oluşan askeri yetkililer listesinde en az 6 yabancı cihatçı olduğunu söyledi.

Batı'ya ülkede kontrolü sağladığına ve “ılımlı İslamcı” bir çizgi sürdüreceğine ilişkin mesajlar veren HTŞ yönetiminin Suriyeli olmayan cihatçı çete liderlerini orduya ataması dikkat çekti.

Hama’da hıristiyan çoğunluğun yaşadığı Sukeylebiye kasabasında Noel ağacının yakılmasının ardından Suriye’deki hıristiyanlar protesto gösterileri için sokağa çıktıklarında HTŞ yönetiminden saldırganların “yabancı savaşçılar” olduğu ve cezalandırılacakları açıklaması gelmişti.

HTŞ Suriyeli olmayan cihatçılara vatandaşlık vermeyi düşünüyor

Ajansa göre HTŞ lideri Ahmed Şara (Culani) örgütünü “Suriyelileştirme ve ılımlılaştırma kampanyası”nın bir parçası olarak onlarca yabancı cihatçıyı tasfiye etti, dünkü açıklamasında da Suriye’nin “grupların ve milislerin anlayışıyla yönetilemeyeceğini” söyledi. Öte yandan çoğunluğu HTŞ’den gelen Suriye’nin yeni yöneticileri yabancı cihatçılara ve ailelerine Suriye vatandaşlığı verilebileceğini ve Esad’ı devirme konusundaki “katkıları” nedeniyle ülkede kalmalarının sağlanacağını söyledi.

Suriye’de HTŞ’nin Savunma Bakanlığı dün cihatçı silahlı grupların liderlerinin de aralarında olduğu 49 kişiyi orduya atadı.

Reuters’ın Suriyeli askeri kaynağına göre bunlar arasındaki “yabancı savaşçı”lardan üçüne tuğgeneral, üçüne ise albay rütbesi verildi. Ajansa konuşan HTŞ’li kaynak bunun “İslamcı cihatçıların fedakarlıkları için küçük bir tanınma göstergesi” olduğunu söyledi.

Başı Türkistan İslam Partisi çekiyor

HTŞ’nin Suriye ordusuna atadığı Suriyeli olmayan cihatçı grup üyelerinin başında Türkistan İslam Partisi geliyor. Çin’in terör örgütleri listesindeki bu örgütün komutanı olan ve Zahid ismiyle de bilinen Uygurlu militan Abdülaziz Davud Hüdaberdi tuğgeneral olarak atanırken, Mevlan Tersun Abdülsamed ve Abdülselam Yasin Ahmed adlı iki Uygurlu cihatçıya ise albay rütbesi verildi.

Çin’de ve orta Asya’da “İslam Devleti” kurmayı hedefleyen El Kaide bağlantılı Türkistan İslam Partisi’nin yüzlerce militanının Suriye’de olduğu tahmin ediliyor.

Türkiye vatandaşı bir cihatçıya tuğgeneral unvanı

Reuters’a göre dün HTŞ’nin tuğgeneralliğe atadığı isimlerden Ömer Muhammed Caftaşi bir Türk vatandaşı. Bu rütbenin verildiği isimlerden Abdülrahman Hüseyin el Hatib ise Ürdün vatandaşı. Haberde Türk vatandaşı olduğu belirtilen ismin hangi örgütten olduğu belirtilmedi.

HTŞ bünyesinde faaliyet gösteren Arnavut cihatçıların silahlı örgütü Cemati Alban’ın lideri Abdül Ceşari de Suriye’de oluşturulan yeni orduya albay olarak atandı.

Reuters’a konuşan Suriyeli kaynağa göre Mısırlı Ala Muhammed Abdülbaki’ye de HTŞ tarafından orduda askeri rütbe verildi.

                                                                 ***

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Ocak 2025-

Bir doktorun büyük adımları ve insanın her türlü korkuyu galebe çalması -Eray Özer- O beyaz önlüklü adam, çalıştığı hastaneyi ve oradaki has...