Sahaflar Çarşısı(XXXV) - Savaşın farklı bir hikayesi: Ölü Ordunun Generali -Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta savaşa ve insana farklı bir pencereden bakıyoruz: Arnavut edebiyatının en önemli isimlerinden İsmail Kadere'nin Ölü Ordunun Generali kitabını konuşuyoruz.Bir general düşünün. Görevi 20 yıl kadar önce Arnavutluk'ta öldürülen faşist askerlerinin kemiklerini toplayıp İtalya'ya götürmek. Kemiklerden oluşan üniformasız koca bir ordu. Emrinde silahsız ve tabutlu binlerce askeri olan bir general.
Arnavut dağlarının soğuk ve sessiz geceleri vardır. Bu geceler, tarihin ve insanlığın derin yaralarını saklar. Göz alabildiğine uzanan taşlık yollar, bir zamanlar savaş meydanı olmuş bu toprakların sessiz tanıklarıdır. İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali romanı, işte bu topraklarda, savaşın ardından unutulmuş bir hikayeyi yeniden canlandırır. Yıllar sonra bu coğrafyaya adım atan bir İtalyan generalin hikayesi, insanlığı yok etmek isteyen faşist orduların tarihinin zaferlerle değil, kayıplarla da yazıldığını hatırlatır.
Yusuf Şaylan ile ile birlikte geçtiğimiz hafta konuştuğumuz Bulgar edebiyatından sonra Arnavutluk'a bakıyoruz. Ölü Ordunun Generali ise bu edebiyatın en kült eserlerinden. İsmail Kadere de bu edebiyatın öncü isimlerinden. Dünyada pek çok dile çevrilen yazdığı eserler sinemaya ve tiyatroya uyarlanan bir yazar Kadere.
Geçtiğimiz Temmuz ayında yaşama veda eden Kadere için Yusuf Şaylan hüzünle başlıyor söze. "Sanki bir yakınını kaybetmiş gibi hissediyor insan böyle zamanlarda. Yalnızca böyle kıymetli yazarların ölümü değil aynı zamanda yerine yenilerinin yetişmediğini görmek de can sıkıyor bir yandan." diyor Şaylan.
Şaylan masaya not aldığı kartlarını diziyor ve yanında getirdiği kitapları çıkarıyor çantasından. Gözlüğünü takıp, "Haydi başlayalım bakalım" diyor.
Çaylarımız geliyor ve başlıyoruz.
Teslim olmamakta tüm mesele
Arnavutluk faşist ordular tarafından işgal edildiğinde küçük bir ülkede nasıl bir tarih yazılacağını henüz bilmiyordu kimse. Ancak verdikleri mücadele teslim olmayan, boyun eğmeyen bir halkın nasıl destansı bir yanıt verdiğini de gösteriyor.
Arnavut emekçileri ve partizanlar İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist işgalcilere karşı gösterdiği yiğit direnişle hatırlanır. Kadare’nin anlattığı Arnavut dağ köyleri, insanlığın zulme karşı durduğu, faşizme geçit vermediği birer direniş kalesidir. Faşist İtalya'nın askerleri, Arnavutların toprağına ayak bastığında, dağlarda yankılanan tek bir ses vardı: "Teslim olmak yok!" Arnavut kadınlar ve erkekler, faşist tanklara karşı direnirken, yüreklerinde özgürlük inancı taşıyorlardı.
Yusuf Şaylan Arnavutlarla ilgili bölümleri okurken pek heyecanlanıyor.
"Yahu ne kadar benziyoruz birbirimize diye düşünüyorum her seferinde. Öncelikle coğrafi yakınlık. Yani Arnavutluk topraklarıyla tarihte birlikte yaşadığımız koca bir dönem var. E Türkiye'de de sayısı azımsanamayacak Arnavut nüfusu yaşıyor. Dolayısıyla benziyoruz bir birimize. Arnavutların silahla kurduğu ilişki, pire için yorgan yakan ruh halleri ve kan davaları gibi örneklerini düşününce ne kadar da benziyoruz birbirimize diye düşünüyorum.
Sonra faşizme karşı direniş, partizanlar, Enver Hoca ve komünistler. Böyle düşününce dünyanın her yerinde eşitlik ve özgürlük için mücadele edenlerin daha da çok benzediğini düşüşüyor insan. Evet Arnavutlar işgal edilmiş yenik düşmüşler. Ama hiç teslim olmamışlar. Yıllar sonra geride bıraktıkları kemikleri toplamaya gelen bir generalin öyküsü ise bu süreci en iyi anlatan eserlerden biri" diye anlatıyor bunları.
İsmail Kadere'nin eserlerinden iki tanesi ve Yunan şair Odisseus Elitis'in kitabı. İçindeki Arnavutluk bölümleri Yusuf Şaylan'ın tavsiyleri arasında.Cesetlerle dolu bir yolculuk
Hasan Akgüç diye giriyor söze Yusuf Şaylam kırmızı kapaklı kitabı eline alırken. "Hasan Akgüç ilk kez okumuştu bu şiiri bana. 78'li yıllarda subaydı. Sonrada hayata üniformasız devam etti. Güzel şiir yazar güzel şiir okurdu. Yunan şair Odisseus Elitis'in "Arnavutlu cephesinde ölen teğmene ağıt" şiirini hatırlıyorum ilk günkü gibi.
"Öyleyse söyleyin güneşe,
Yeni bir yol bulsun kendine
Onurundan bir şey yitirmek istemiyorsa eğer
Yeryüzündeki yurdu artık karardığına göre;
Ya da toprak ve suyla yeniden başka bir yerde
Mavi doğumunu sağlasın bir kızkardeşin, Yunanistan’ın.
Söyleyin güneşe yeni bir yol bulsun kendine
Bakmasın yüzüne bir papatyanın bile
Söyleyin papatyaya yeni bir erdenlikle açsın
Ona yaraşmayan parmaklarla kirlenmesin diye!"
Cevat Çapan çevirisiyle okuduk biz de yıllarca. Bu bölüm uzun şiirden bir kesit. Ama biraz da böyledir değil mi? Kötüye, karanlığa direnenler sadece askerleriyle değil. Tüm topraklarıyla, çiçekleriyle direnir. İnsanlık bir ayağa kalksın hele. Papatyasıyla direnir, işgale karşı mücadele eder" diye anlatıyor şiirle ve içinde yer alan Arnavutların mücadelesiyle tanışmasını.
1990 yılından Hasan Akgüç ve Yusuf Şaylan'a ait bir fotoğraf. Hasan Akgüç'ün okuduğu Odisseus Elitis'in "Arnavutluk cephesinde ölen teğmene ağıt" şiirinden söz ederken çıkarıyor bunu Şaylan. Eskişehir'de bir kitap fuarında çekilmiş fotoğraf. Şaylan boynundaki puşiyi gösteriyor gülümseyerek.Romanın ana karakteri, yıllar sonra Arnavutluk’a gelen bir İtalyan generali ve onun yanındaki papazdır. Bu insanlar, savaşta ölen İtalyan askerlerinin cesetlerini toplamak ve memleketlerine geri götürmek için Arnavutluk’a gönderilmiştir. Generalin yolculuğu, sadece kaybedilen bir savaşın izlerini değil, aynı zamanda insanlık mücadelesinin anlamını da sorgulatan bir yolculuktur. Her mezar, her köy ve her dağ geçidi, faşizmin nasıl yenildiğini, bir halkın onuruyla nasıl ayakta kaldığını anlatır.
İnsanların 20 yıl öncesinde ölen faşist askerlerin cesedini toplamaya gelen generale olan öfkeli bakışları ve duvarlara yazılan "hak ettikleri gibi öldüler" yazılamaları tarihin ilginç yüzünü gösteriyor diğer yandan.
Kadare’nin romanı, savaşın yıkıcılığını açıkça gözler önüne seriyor. Faşistlerin ölü askerleri, savaş meydanlarında yalnızca rakam değil, aynı zamanda faşizmin insanlığı nasıl unuttuğunun birer simgesi olarak ulaşıyor okuyucuya. General, toprak altından çıkardığı her askerle birlikte, savaşın anlamsızlığını daha derinden hisseder. Ama bir yandan da "ben olsaydım daha iyi savaşırdım" kibrini de taşır. Ama çıkardığı her cesedin yanında, Arnavut halkının yiğitçe direnişi ve yaşama tutunma çabası bir tokat gibi yüzüne çarpar.
İsmail KadereSavaşın Vahşeti ve insanlık
Arnavut köyleri, Kadare’nin kaleminde bir direniş destanının parçalarıdır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Her biri savaşın içinden geçmiş, ama onurlarından bir parça bile kaybetmemiştir. Bu insanlar, toprağa gömdükleri evlatlarıyla, savaşın yıktığı evlerinin yıkıntılarında yeniden bir yaşam inşa etmişlerdir. Generalin köy köy gezdiği bu topraklarda, Arnavutlar sadece bir halk değil, faşizme karşı dimdik duran insanlığın yüzüdür.
Kadare’nin Ölü Ordunun Generali, sadece İtalyan askerlerinin cesetlerini bulmaya çalışan bir generalin hikayesi değil, aynı zamanda faşizme karşı bir insanlık anlatısıdır. Arnavut halkının savaştaki cesareti ve savaş sonrası yaşama tutunma çabası, dünyanın her köşesindeki halkların mücadelelerine ışık tutar. Bu roman, savaşın yıkıcılığına rağmen, insan ruhunun direncini ve onurunu hatırlatan bir eserdir.
Zulme karşı boyun eğmeyenlerin hikayesidir roman. Arnavut köylüleri zayıf ama inançlı, yoksul ama onurludur. Kitabın 1983 yılında bir de filmi çekilir aynı isimle. Türkiye'de kimi tiyatroların romanı sahneledikleri örnekler de var.
Yusuf Şaylan öykünün bu kısmında savaş karşıtlığının altını çiziyor yeniden. Ama bir uyarıyla.
"Savaş karşıtlığı elbette pek meşru ve kıymetli bir şey. Ama soracağız her zaman: Hangi savaş?
Şimdi sınıf savaşımı kötüdür bitsin demek mümkün mü? Bu savaşı kazanmak zorundayız. Sonra işgale karşı direniş yani bizim haklı savaşlar dediğimiz şey es geçilebilir mi? Zalime karşı direnmek, işgalciye karşı savaşmak komünistler için onur meselesidir. Öyle her savaş kötüdür demek genel geçer ifadeler kullanmak yanlışa götürür insan aklını. Esas mesela onurlu savaştır. Evet savaş her zaman ölüm getirir, kötüdür. Ama tarihsel olarak bazen de zorunludur. Arnavut halkı bunu en iyi deneyimleyen halklardan biri."
Yusuf ŞaylanŞaylan bu örnekleri anlattıktan sonra nemli gözlerini siliyor. Özellikle de savaştan kaçan bir faşist askerin sığındığı değirmencinin öyküsünü anlatırken nemleniyor çakır gözleri. Sevdiği kadına vereceği madalyonundan başka bir şeyi olmayan asker isimsiz ölülerdendir. Kemikleri topraktan isimsiz çıkar isimsiz girer torbaya. Herkes onu asker olarak çağırmıştır. Ama o komutanlarının böyle çağırmasına izin vermeyip kaçmıştır ordudan. Asker savaşı sevmediği için kaçıyor Arnavut değirmencinin yamacına.
Notlarını topluyor yavaştan Yusuf Şaylan. Kitapları torbasına koyarken notlarını bana uzatıyor.
Haftaya yeni bir kitapta buluşmak üzere ayrılıyoruz.
***
Kitap için söyleşimizi yaparken Suriye'de cihatçı çetelere karşı mücadele eden yurtsever Suriyelilerden örnekler veriyor Şaylan. Ancak bu satırlar yazılırken Şam'ın düştüğünü ve cihatçıların Şam'da sloganlar attığı haberleri okuyoruz.
İnsanlık ileriye gitmenin yolunu bir vesile bulduğunu biliyoruz. Kitaplar ve sahaflar en iyi tanıkları. Daha önce başardı insanlık. Şimdi yine başarmak zorunda.
/././
Abidin Dino ve Uzun Yürüyüş -Fide Lale Durak-
"İnsanlık uzunca bir süredir kendi 'uzun yürüyüşünde', bu geri çekilme elbet bir gün bitecek." Abidin Dino, 1956, Uzun YürüyüşBu adamlar Dino,
Ellerinde ışık parçaları,
Bu karanlıkta, Dino,
Bu adamlar nereye gider?
Sen de, ben de, Dino,
Onların arasındayız.
Biz de, biz de, Dino,
Gördük açık maviyi.1
Nâzım Hikmet, bu dizeleri Abidin Dino’nun “Uzun Yürüyüş” resmi için yazmıştı. Resimde kaligrafiyi anımsatan fırça hareketleriyle oluşturulan figürler, bir halk hareketini temsil edecek şekilde kalabalık ve anonimdir. Kompozisyon büyük hareketlerin yarattığı soyut bir mekândadır ve aynı anda gerçeklik hissini de verir. Abidin Dino’nun 1950’li yıllardan itibaren bir seri olarak yaptığı bu resimlerde hem içerik hem de biçimsel olarak Uzakdoğu etkileri hissedilir. Mao’yu bir öncü haline getiren, tarihe Uzun Yürüyüş olarak geçen ve halkı iktidara taşıyacak yolun başlangıcını temsil eden bu yürüyüş, aslında bir yıl süren uzun bir geri çekilişti. Geri çekiliş bittiğinde ise güven tazelenmiş, koşullar oluşmuş ve ileriye yürümek için hazır hale gelinmişti. Nazım’ın, Abidin’i ve kendisini içinde gördüğü yürüyüş budur.
Abidin Dino, 1950’ler, İsimsiz (İşkence serisinden), Ankara Resim Heykel MüzesiAbidin Dino, 1940’larda TKP üyesi olur, siyasi faaliyetleri nedeniyle önce Çorum ardından Adana’ya sürgüne gönderilir. 1950’de sürgün bitiğinde Güzin Dino ile birlikte İstanbul’a dönerler. Bu yıllarda TKP üyelerine yönelik soruşturmalar ve işkencelerle birlikte TKP’nin uluslararası faaliyetlerinde aktif görevler alan Abidin Dino üzerindeki tehditler de artmıştır. 1952’de yurt dışı yasağı kalkınca Güzin Dino ile birlikte Paris’e yerleşirler.
Abidin Dino, 1950’ler, İşkence desenleri, Salt Research arşivi. Abidin Dino, 1950’ler, İşkence desenleriAbidin Dino’nun Paris’te açtığı ilk sergi İşkence serisidir. 167 kişinin tutuklandığı 1951 Tevkifatında kendisi de sorgulanmış ama salıverilmiştir. “Tutuklanan pek çok yazar, sanatçı, düşünür, akademisyen arasında, o günlerde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde felsefe öğrencisi olan ozan Ahmed Arif de vardır. Gözaltındaki sorgulamalarından sonra Ahmed Arif, Abidin Dino’yu ziyaret ederek sorgulamalarda yaşadıklarını anlatmış ve “İşkence Desenleri” böylece onun tanıklığıyla yaratılmışlardır.2 İşkence serisini ilk kez 1955 yılında Paris’te Galerie Kleber’de sergilediğinde Abidin Dino, bir sanatçı olarak Paris’te tanınmaya başlar.3
Abidin Dino, 1950’ler, Savaşın Vahşeti, Sakıp Sabancı Arşivi
Francisco Goya, 1814, 3 Mayıs 1808 (Madrid’de 3 Mayıs), Prado Müzesi
Abidin Dino, yine 1950’lerde Savaşın Vahşeti adında bir seri resim yapar. Aynı yıllarda, ABD’nin 1945 yılında önce Hiroşima sonra Nagasaki’ye attığı atom bombalarının yıkıcılığı Nâzım Hikmet’in dizelerine de yansır. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlattığı soğuk savaş, sadece Sovyetler Birliği’ne karşı değil, dünyadaki tüm komünistlere karşıdır ve Türkiye’de yaşanan soruşturmalar da, işkenceler de aynı saldırgan ve düşman politikaların sonucudur. Savaş ve işkence serileri, İkinci Dünya Savaşı’nın ve ABD’nin tehditleriyle dolu bir dünyanın Abidin Dino’nun resmine taşınmasıdır.
Hem İşkence serisinde hem de Savaşın Vahşeti’nde Goya’nın etkileri vardır. Goya’nın karanlık resimler olarak adlandırılan, İspanya Engizisyonunun işkenceleri ve sorgu yöntemleri ile halkın batıl inançlarına eleştiri anlamı taşıyan resimlerinin etkileri Abidin Dino’nun işkence serisinde görülür. Halkın cadılık, şeytanilik gibi metafiziğe olan inancı Engizisyona meşruluk kazandırır ve din adına insanları insanlık dışı yöntemlerle “sorgulamasının” önünü açar. Goya bu yüzden de karanlık resimlerinde, batıl inançların yarattığı gölgelere yer vermiştir. Abidin Dino’nun İşkence serisinde ise karanlık, sorgunun kendisidir. Benzerlik kurmaya devam etmek gerekirse, halkın batıl inançları da ABD’nin soğuk savaşta ortaya attığı palavralara inanmaktır.
Abidin Dino, 1950’ler, Yürüyüş serisindenDünya’nın bu karamsarlığında 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kurulur. İşte Abidin Dino’nun peş peşe yaptığı bu karanlık ve umutlu resimlerinde böyle bir dünya vardır. 1953’te Stalin’in ölümünün ardından Çin’in Sovyetler Birliği ile ilişkileri gerginleşmiş ve sosyalizm rotası bugünkü haline varacak bir yola girmiş olsa bile, bu ülke 1950’lerde umutlu bir yürüyüşün imgesidir. Bu yüzden ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış iki aydın kendini bu yürüyüşün bir parçası görmektedir.
Abidin Dino’nun 7 Aralık’ta ölüm yıl dönümüydü ve aramızdan ayrılalı tam 21 yıl oldu. Birden fazla sanat dalında sayısız üretim yapmış olan ustanın hayatını anlatmak kolay değil. Ölümünün onuncu yılında Serpil Güvenç şu yazıyla ele almıştı.4Bu yazıdan Abidin Dino hakkında anılar okunabilir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ABD’nin var olduğunu iddia ettiği “tehdit” de ortadan kalktı, ama NATO halen aktif ve sürekli genişliyor. Tehdit başından beri ABD’nin kendisi olduğu için dünyadaki barbarlık arttı. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırım, bölgedeki saldırganlığı, Halep’te yaşananlar ve nükleer savaş tehdidi, hepsi koca bir karanlık olarak dünyanın üstüne çöküyor.
İnsanlık uzunca bir süredir kendi “uzun yürüyüşünde”, bu geri çekilme elbet bir gün bitecek.
Fide Lale Durak
- 1.Nâzım Hikmet Ran, Paris, 1958.
- 2.https://aliartun.com/yazilar/iskence-desenler
- 3.https://arhm.ktb.gov.tr/repo/uploads/Catalog/22122021120601-fecec6b9-e5…
- 4.https://haber.sol.org.tr/yazarlar/serpil-guvenc/abidin-dino-83781
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder