Duvardaki muz ve maymuna dönüş -Asaf Güven Aksel-
"Duvara bantlanmış bir muzu 120 bin dolar etiketli sanat eserine çeviren ve zamanla değerini milyonlara yükselten şey, insandan maymuna dönüşte sermayenin rolü olsa gerek."
Muhibbî mahlasıyla şiirler döktüren Kanunî, “cümlenin maksudu bir, amma rivayet muhtelif” der ve bunu sevgiliyi farklı tariflerle övmeyle örnekler ya, çıkarılması beklenen ortak “hisse” biraz belirsizse de, “kıssa”ları yani anlatılan hikâyeleri farklı bir maceradır bir mahkûmun ve böceğinin yaşadıkları… Anlatıcıya göre suçu değişen bir mahkûm, cinsi değişen bir böceği (genelde uğurböceği, ki böylesi ironik), aynı hücrede geçirdikleri uzun yıllar boyunca uğraşarak içeriği değişen bir hünere kavuşturur. Dans eden ya da şarkı söyleyen, keman çalan böceğini, hava delikli bir kibrit kutusuna koyarak cebinde dışarıya çıkaran mahkûm, yıllar boyu, böceğinin bu hüneriyle kazanacağı parayı ve şöhreti düşlemiştir. Özgürlüğe adım attığı günü, cebinde beş kuruş olmasa da, bir barda iki tek atarak kutlamaya karar verir. Nasıl olsa böcek gösterisini yapacak ve para derdi kalmayacaktır. İçkisini söylediğinde barmenin bu kılıksız müşteriye kuşkulu baktığı da gözünden kaçmamıştır. Dersini vermek ister. Sırıtarak cebinden kibrit kutusunu çıkarır, yavaşça açar ve böceği ilk profesyonel gösterisi için usulca, dikkatle tezgâha bırakır. Sanatçısını sunmak için, “barmen, şu böceği görüyor musun?” demesiyle kadehleri kurulayan barmenin, elindeki bezle ezdiği böceği tezgâhtan süpürmesi ve kibarca “pardon bayım” demesi bir olur. İşte animasyonunun son ve uzun durağan sahnesinde, mahkûmu, kadehe değmiş dudaklarında donmuş sırıtışla ve anlamsız gözlerle boş bar tezgâhındaki özsu lekesine kıpırtısız bakarken gördüğümüz hikâye bu kadardır. Bir “pardon bayım”la harcanmıştır yıllar, sabırlı emekler ve hayaller…
Maurizio CattelanMaurizio Cattelan’ın ‘Duvara Bantlanmış Muz’ adlı çalışmasını 6,2 milyon dolara satın aldıktan sonra yiyen kripto paracı Justin Sun haber olunca, aklıma bu “kıssa” geldi. Düşünsene, ortaya bir eser çıkarmışsın emekle, zihin yormuşsun, herifin biri gelip onu yiyor!
Justin SunFark şuradaydı ki, Justin Sun, “duck tape” gri bandı sökerken, duvardan ayrılan muzu düşmeden tutarken, kabuğunu soyarken, küçük ısırıklarla mideye indirirken, “pardon bayım” dememişti. Cattelan da bütün bunları ağır gösterim izleyip, donakalmamıştı. Barmen kendi hatası sandığı şeyi özürle telafi ederken, Sun, kendisi için yapılmış şeyi gururla sahipleniyor, mahkûmun dünyası yıkılırken, sanatçı amacına ulaşıyordu.
Duvara bantlanmış bir muzu 120 bin dolar başlangıç etiketli sanat eserine çeviren ve zamanla değerini, aman, fiyatını milyonlara yükselten şey, bunun sanat değil kepazelik, eser değil çöp olduğu görüşleri dahil –hatta daha çok bu görüşler sayesinde– öfke çekmesi, dalga geçilmesi, üzerinde konuşulur olmasıydı. “Reklamın kötüsü olmaz”dı ve bu ikonikliği engellemezdi.
Eser üç versiyon halinde üretilip sergilendiğinde, önce bir servete satılmasıyla, sonra performans sanatçısı Datuna tarafından sergi duvarından sökülüp yenilmesiyle (“aç sanatçı” performansı, polisi katmıştı işe. “Aç” neydi ya?) gündemde kalmıştı. Üstelik, bütün dünyada benzer üretimlere, marka pazarına ilham olmuştu. Adıyaman’da camekâna bantlanan çiğköfteyle hiçbiri yarışamadı ama ustanın yoğururken harcadığı sanatsal emek de karşılığını bulamadı.
Tartışmalara, Can Yücel’in “sanat sevici”leri, sıradanın yüzeysel tepkisine derin anlamlar katarak dahil oldu elbet.
Cattelan’ın eserleri müthiş hiciv içeriyordu! Milano’daki borsa binasının önüne yerleştirdiği ortaparmak heykeli (L.O.V.E.), kanalizasyon sistemine bağl altın klozet (America) sanat galerisi müdürünü duvarda bantla çarmıha germesi (Mükemmel Bir Gün) gibi çalışmalarla kurumsal yapıları eleştiriyor, sistemle oynuyor, sermayeyle dalga geçiyordu. Her semt manavında üç kuruşa bulunan ve çürüyüp gidecek, kalıcılığı olmayan muza para döken burjuvazinin ahmaklığını, açlığın kol gezdiği dünyada zenginlerin sınırsız ve boşa saçılan servetini, gelir adaletsizliğini tartıştırıyor, sınıflararası uçurumu gösteriyordu.
Tabiî işin bu yönlerini, gerekli olsa, benden çok daha iyi değerlendirecekler var. Belki de doğrudur. Ama konunun “sanat dünyası” düzleminde olduğundan emin değilim. Değişecekti, plastik sanatlar tanımı, kullanılıyor mu hâlâ? Aa, bak muz plastik olaydı… Puf.
Duvara bantlı muz eserinin adı “Comedian” imiş. İroni tehlikeli şeydir. Gani Müjde’nin senaryosuyla, Ertem Eğilmez’in Yeşilçam melodramlarını hicvettiği ‘absürt komedi” filmi “Arabesk”in gördüğü büyük ilgi, bu hicivci yanı kaynaklı mıydı yoksa o filmlerin bütün atraksiyonlarını iceriyor olması nedeniyle miydi, epeyce tartışılmıştı. Yani, bu arabesk temalarla dalga geçen, ironik filmi düzden okuyup seven izleyiciler de olabilir miydi ki?
Ya da, bantlı muzla alay etmek için fotoğraf çektirip paylaşanlar üzerinden olduğu gibi, komik fragmanlarla bir kültür yeniden mi üretiliyor, sevimlileşiyor, dolaşıma giriyordu? Ne bileyim…
Kripto para platformu TRON'un kurucusu Justin Sun 6,2 milyon dolara aldığı “eseri” yemeye hazırlanırken, “Ben Justin Sun, Maurizio Cattelan'ın ikonik eseri ‘Comedian'ı 6,2 milyon dolara satın aldığımı paylaşmaktan heyecan duyuyorum. Bu sadece bir sanat eseri değil; sanat ve kripto para topluluğu dünyaları arasında köprü kuran kültürel bir fenomeni temsil ediyor. Bu eserin gelecekte daha fazla düşünce ve tartışmaya ilham vereceğine ve tarihin bir parçası olacağına inanıyorum,” demiş ve eklemiş: “Ayrıca önümüzdeki günlerde, bu eşsiz sanatsal deneyimin bir parçası olarak muzu bizzat yiyeceğim ve hem sanat tarihindeki hem de popüler kültürdeki yerini onurlandıracağım”. Müthiş ifadeler değil mi? “Geldim, gördüm, yendim” kadar tarihsel. Ben Justin Sun… Satın aldığımı paylaşmaktan… Bizzat yiyeceğim ve onurlandıracağım… Sanat ve para köprüsü… Müthiş, müthiş… Efendi hitabı tam… Ya da, ironik yaklaşımı güçlü, kendisini ti’ye alan bir burjuvadır, tanımıyorum, muzip bir suratı var elhak.
Sonra şapur şupur yemiş eseri, videoya çeke çeke. Sindirim sonrası onurlandırma ve sanat tarihindeki, popüler kültürdeki yerine koyma faslı henüz kamuoyuna yansımadı. Gayet ironik bir merakla bekleniyor.
İlk defa değil aslında bu onurlandırma, zaten sergilenirken de, muz ikide bir çürüdükçe, değiştiriliyormuş. Çöpe atılmıyor da tarihe kaydediliyorsa, eskileri de yeniyordur. Sanatçısı değil, eseri yaşlanıp ölüyor ve öldükçe yerini başkası alıyor. İroni mi lazımdı, eserin mideye inmesinden başka? Dorian Gray mi, yok artık…
Yalnız kötü haber şu ki, son yenilişi oldu bu muzun. Eskiden olduğu gibi, manavdan bir yenisi alınıp bantlanamayacak artık. Sun, bu fikri de satın almış ve böylece eseri ebediyen gömmüş. Şeye, tarihe…Burjuvazi de salak değil hoş, ne o öyle habire röprodüksiyon?
Muz, “ünlü eser”leştiğine hiç aldırmadan çürüyordu, çünkü organikti. O doğası gereği çürüdükçe, burjuvazi fiyat yükseltebiliyordu, çünkü insanlığı muz deyince ilk akla gelen canlıya dönüştüren, doğaya aykırı bir sistemin dünyasındaydık. Ölüm döşeğinde zombilik taslayan bir sistemin. Dokunduğu, temas eden ne varsa, “kendisini dalgaya alan”lar dahil, çürüten, sadece zor yoluyla yıkmaya cüret edenlerden, teğet bile geçmeyenlerden korkan bir sistemin.
Engels, yarım bıraktığı ama bununla önemini yitirmeyen (liberal küfürbazların hadsizliği hariç), “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” makalesinde, yağma ekonomisinin bu geçişe güçlü bir biçimde katkıda bulunduğunu söyler. Yağma ekonomisi, yiyecek bitkilerin sayısının sürekli olarak çoğalmasına yol açmıştı ve bunun bedene kimyasal etkileri, bu süreçte emek kadar rol oynamıştı…
Duvara bantlı muzu, hem de buna öfkelenen insanlar üzerinden pazarlamayı, insanı, bir masum muzu bile kirleten binbir yöntemi, aynı makaledeki “bir fabrikatör ya da tüccar, ürettiği ya da satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez” saptamasıyla birlikte işlesek, bu yazıya, “İnsandan Maymuna Dönüşte Sermayenin Rolü” gibi çook yaratıcı bir başlık konabilirdi.
Tüccar tamam, malıyla ilgilenmesin de, sanatçı, eserinin dışkıya dönüşüp yok olmasıyla ilgilenmez mi yahu?
Maymundan insana geçişin olumlusu yağma ekonomisi, tersine dönüşün de mimarı olacakmış, Engels uyarmış tee o zaman, “normal bir kâr” derken kullandığı ölçütten eser kalmasa da…
Engels’in, “atalardan kalma” yağmacılığının, “modern kapitalizmin insanı”nda dürtü ötesinde bir şey bırakmaması, Cattelan muhalifliğini Justin Sun onurlandırmasına vardırmış olsa gerek.
Böceği öldürülünce dünyası yıkılan mahkûmun suçu, hikâyeyi anlatana göre değişebiliyor. Ama besbelli ki, hayallerinin karartılmasıyla, çok geçmeden yeniden bir hücre arkadaşı arayacak. Peki eseri kripto paracı tarafından dışkıya dönüştürülecek sanatçının zafer kazanmışlık suçu “ironik sistem eleştirisi”yle affa uğrar mı?
Bu muz eserinin böceklenmeli versiyonunu yazmalı bir ara …
/././
İTÜ’de akıl almaz olay: Ağzımızın tadı kaçmasın -Berkay Kemal Önoğlu-
"Memleket gerçeğine uzaydan bakan bir görüş kendisini örgütleyemez ama bir ur gibi etrafını umutsuzluğa sürükleyip örgütsüzleştirebilir. Tehlike burada."
Geçtiğimiz günlerde İTÜ’de Türkiye Komünist Partili bir öğrenciye Ülkü Ocakları mensubu bir grubun arkadan saldırmasıyla patlak veren ve ilerleyen saatlerde faşist grubun güvenlik çemberine alınarak okuldan çıkarılmasıyla sonuçlanan kavga kimi kampüs içi haber sayfalarında böyle anıldı: İTÜ’de akıl almaz olay!
İşin ilginç yanı “akıl almaz olaylar” zinciri yeni de başlamamıştı. Haftalardır Ankara ve İstanbul’daki pek çok noktada faşist grupların TKP’li öğrencilere saldırı girişimleri ve cevaplarını aldıkları örnekler yeni değildi. Üstelik diğer kampüsleri geçelim. İTÜ içinde de önemli bir süredir faşist grubun gerilimi yükselttiği görülüyor ve bir noktada saldırıya vardıracakları artık tahmin ediliyordu. Özellikle bir soruşturmaya da konu olan taciz gündemi ve kamuoyu önünde faşist grubun bazı üyelerinin kadınları açıktan tehdit etmeleri, küfürleşmeleri bunu gösteriyordu.
Buna rağmen İTÜ’deki faşist saldırı, kimi mecralarda “akıl almaz arbede”, kimilerinde “karşıt görüşlü öğrencilerin kavgası” şeklinde ifade edilebildi. Bunların bir kısmının bilinçli bir şekilde bu haber dilini seçtikleri ve “ağzımızın tadı kaçmasın”cılığın sağcılığın ekmeğine yağ sürdüğü gerçeğinden hareket ettikleri aşikar. Ama bir kısım akvaryum balığına da bazı akıl almaz gerçeklerden bahsetmemiz gerekiyor ki İTÜ’nün bir fanus olduğunu varsayıp memleket gerçeğinden bu kadar uzaklaşmasınlar. Bu tip saldırılar karşısında öğrencilerin topyekün örgütlenmeleri, yanıt üretmeleri, siyasal mücadeleyi yükseltmeleri İTÜ’de kesinlikle yeni bir olgu değil.
Alın size akıl almaz bir olay, İTÜ’nün asla silinmeyecek tarihinden.
1967'den 1969 yılına kadar öğrenci gençliğin Beyoğlu’ndaki en yaygın meşgalesi; Amerikan askeri kovalamak, kıstırıp hırpalamak, fırsat geçerse fırlatıp denize atmak… Bunu niçin yapıyorlar? Memleketin namusunu korumak için. O gençler olmasaydı, Kıbrıs'ta, Vietnam'da, Filistin'de ABD’nin i̇nsanlık düşmanı politikalarını sürdürmek için Akdeniz’e gelmiş 6. Filo’nun askerlerine müstemleke ülke gibi genelevlerini boyatıp, neşe içinde kucak açıyor olacaktı ülkemiz. Bir onur meselesiydi yani her şeyden önce. İTÜ öğrencileri de bu kavganın en ön saflarında oldu. 17 Temmuz 1968'de Gümüşsuyu Öğrenci Yurdu’na yapılan polis baskınında bir öğrenci yurdun ikinci katından aşağı atıldı. Kaldırıldığı hastanede bir hafta boyunca yaşam mücadelesi verse de kurtarılamadı. Vedat Demircioğlu ismi Türkiye’nin anti-emperyalist mücadele tarihinde sonsuza dek yaşayacak.
Vedat Demircioğlu’ların, Harun Karadeniz’lerin karşısında ise dönemin Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği gibi oluşumlar vardı. Organize olup Amerikan gemilerinin sahile en yakın olduğu mevkilerde ellerinde sopalarla nöbet beklediler. Namazlarını orada filoya karşı kılıp, yankilerin kılına zarar gelmesin diye gece gündüz örgütlü bir biçimde solcu öğrencilere saldırdılar. O hain takımının bazıları ileride bakan, milletvekili hatta meclise başkan bile oldu… Akıl almaz bir olay değil mi?
Bazılarına Karadeniz’in kuzeyindeki savaş bir masal diyarında, Suriye'deki cihatçı gruplar uzayda, Filistin’deki katliam paralel evrende gerçekleşiyor gibi gelebilir. Yine aynılarına göre Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, taciz-tecavüz vakaları, tarikat örgütlenmeleri, istismarlar, doğa katliamı örnekleri, ırkçılık yaşanmıyor gibi gelebilir. Belki de onlar için Türkiye, sadece gelinip geçilecek, Avrupa ya da ABD’ye gitmeden önce sınırlı bir süre sessiz sedasız, ‘olaylara karışmadan’ yaşanıp gidilecek bir yer haline çoktan gelmiştir. Artık ülkelerine ve aslında borçlu bulundukları topluma karşı hiçbir sorumluluk duygusu taşımıyor, Türkiye’ye ait hissetmiyorlardır. Üzgünüz ama gerçek bu. Onları kaybediyoruz.
Yine de bu akılsızlığın daha ileri bir noktaya taşınmasının önüne geçmemiz gerekiyor.
Türkiye'de dışarıdan yalıtılmış, korunaklı bir fanus falan yok fakat yaşadıkları yeri, okudukları okulları birer fanus varsayarak hayatına devam edenler ne yazık ki hep oldu. Onlara tavsiyemiz, hayatla kurdukları ilişkiyi ellerindeki oyuncakların sunduğu sonsuz kaydırma işleminden ibaret görmemeleri.
Hayatın bir kısmının ideolojik, bir kısmının ideolojik olmadığını iddia edip, bütün yaşantılarını ideolojik ve politik olmadığını iddia ettikleri alanlarında yaşamaya çalışanlar büyük bir dolandırıcılık işlemiyle karşı karşıya. Her şeyin olması gerektiği gibi gittiğine, iyiliklerin ve kötülüklerin onları hak edenlerin başına geldiğine ve dolayısıyla tek yapmaları gerekenin vizelere çalışmak olduğuna inanmış durumdalar. Çevrelerine duyarsızlaşıyor, köksüzleşiyor, yalnızlaşıyor ve hayatı kavga etmeye değer bulmuyorlar. Korkarım ki bir adım sonrasında o hayatı yaşamaya değer de bulmayacaklar.
Son yıllarda özellikle akademik başarısı görece yüksek üniversitelerde daha sık rastladığımız bu kayıtsızlık örnekleri tabii ki hiçbir zaman toplumsallaşamayacak. Fakat bu tip bir tutumun daha geniş ölçekte mahkum edilmemesi daha fazla insanı yalnızlığın pençesine ittirebilir. Memleket gerçeğine uzaydan bakan bir görüş kendisini örgütleyemez ama bir ur gibi etrafını umutsuzluğa sürükleyip örgütsüzleştirebilir. Tehlike burada. Onun için de düzenin aptallaştırıcı etkileri ile mücadele etmek, halk çocuklarını gerekirse sarsarak kendilerine getirmek ve etrafımızda hepimizi içine alan mücadelelerin sürmekte olduğunu onlara göstermek faşizme karşı mücadele etmekten asla önemsiz değil.
Muazzam bir sömürünün yaşandığı, savaşların, cinayetlerin, yağma ve talanın hüküm sürdüğü, orman kanunlarının yürürlükte olduğu vahşi bir düzende yaşıyoruz. Aman oğlum dersine çalış, olaylara karışma, ilk fırsatta uç uzak diyarlara...
Akıl almaz bir olay! /././
Önce Kadınlar -Ayşe Şule Süzük-
"Bir kez daha bu sistem bizlerden ya katil, ya kurban ya da izleyici üretmeye programlanmış. Peki, dördüncü bir seçenek var mı? Var."
Özgürleşme anlarımız vardır. Zamanı hissedemeden, mekânın tam içinde olamadan, ağız dolusu gülüp dahası kahkaha atamadan bazen günler geçer. Kimi zaman öyle birbirine benzer biçimde geçer ki günler ve yıllar, birdenbire hangi yılın hangi gününde olduğumuzu bile hatırımıza getiremeyiz. Tutamak noktalarına ihtiyaç duyarız, ufak çakıl taşları, yolu kaybetmemek için yere serpilen ekmek kırıntıları lazımdır oysa. Bir hedef, bir hatırlayış, bir bekleyiş yaşamımızı güzelleştirir, yaşamaya değecek güzellikler için bize güç verir.
Ama bir süredir eğer Polyanna karakteri değilsek hayatı öyle geldiği gibi hafif ve neşe içinde yaşamak giderek zorlaşıyor. Eğer hanlarınız hamamlarınız yoksa, eğer orta, orta alt sınıflardansanız, eğer patron sınıfına dâhil değil de emekçi iseniz, eğer kendi kaderiniz bu ülkenin kaderi ile bütünleşmişse az biraz, eğer şiirdeki “bir mendil neden kanar?” sorusu belleğinizden hiç gitmiyorsa, eğer haberleri izliyorsanız, eğer haksızlıklara katlanamamak gibi değerli bir huyunuz varsa, eğer hayatının baharında sistemin saçmalıkları yüzünden çocuklar, bebekler ölüyor, size de tasası, ağır kederi ve öfkesi kalıyorsa…
Öyle değil mi?
Uzatmak ve saymaya devam etmek mümkündür.
Ama zaten bilmiyor muyuz? Defalarca konuşmadık mı?
Bizzat yaşamıyor muyuz?
Biliyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz. Görmezden gelmeye, duymazdan gelmeye ve bilmiyormuş gibi yapmaya elvermeyen bir vicdan da taşıyoruz üstelik.
Bir de taptaze olalım istiyoruz. Kısacık geldiğimiz şu mavi dünyada sevinelim, el ele kol kola, korkusuzca yaşayalım istiyoruz.
Çok şey mi istiyoruz?
Körelince, yapayalnız hissedince, keçeleşince, donuklaşınca, korkunca, kaygılar giderek birikip dağlaşınca… Öyle ya “Korku örtmeye en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur.”
Bir kadın olarak konuşalım mesela.
Bir kadın olarak bizler, bugün, şu anda ülkemize ve dünyaya baktığımızda neler görüyoruz?
Pek parlak değil. Peki.
Peki, üç kuruşluk misafirliğimizde hani bu dünyadaki abartmadan, iri laflara pabuç bırakmadan kurtuluşu nerede çocuğumuzun? Bizden geçti denir ya, demeyelim de. Hani çocuklarımız ya geleceğimiz, bizzat doğurduğumuz, kalbimizden ya da kendimizden fark etmez, çocuklarımız için kurtuluş nerede örneğin?
Mutsuz annelerin mutsuz çocukları, korkak annelerin korkak çocukları, tüketici ailelerin değer bilmez evlatları, bizden geçti de ah! Hani, iyi kötü güzel günlerimiz de oldu, peki bu çocuklara ne olacak ah!
“Kadın cinayetleri politiktir” sloganının ne anlama geldiğini soruyor bir arkadaşım. 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde atılan pek çok slogandan biri.
Niyeyse bir replik aklıma geliyor hemen bir skeçten olmalı: Kadınların daha çok maruz kaldığı bazı psikosomatik hastalıklar için denir ya, Cem Yılmaz mıydı, “Her şey sinirsel her şey.” diyerek kadın “sorunları” anlatılır. Ya da daha genel tarif edebiliriz, nihayetinde Marksçıyız. “Her şey sınıfsal, her şey…” de diyebiliriz. Böyle deyince de tam kalbine değeriz çözümün.
Sulandırmayayım, elbette. Şöyle:
Kadına dair yapılacak çözümlemelerde ataerkilliğe bakmadan yol alamayız. Bugün erkek egemen anlayışın beslendiği ilk kaynak, tarihsel arka plan budur. Ancak sınıflı toplumları üreten ve sistemlerinin yaşaması için bu eşitsizlik biçimlerine ihtiyaç duyan iktidar odakları kadını, bugün arkaik ataerkil sistemle ve onun bugünkü “çağdaş” yüzü kapitalist sistemle terbiye etmeye çalışıyor. Toplumu istendiği şekilde düzenleyebilmek için eşitsizlikleri derinleştirmek, hep “öteki” silsilesi var etmek; sınıfsal, dinsel, ırksal vb. bölünmüşlükleri bir yandan pompalamak bir yandan da el çabukluğu ile görünmez kılmak zorundalar. Bunların türlü oyunlarını öğrenmek ve bilmek zorundayız. Çünkü bu bilme bizi güçlü kılar ve türlü kötülükle baş edebilme gücü verir. Hele hele bir de yalnız değilsek daha güçlü ve dirençli oluruz.
İşte kadına yönelik her başlık; kız ve erkek bebeklerin kıyafet renginin seçiminden, kadının ve erkeğin ev içi rollerine, dinlerin kadını ikincilleştirmelerinden ve günahkâr görmelerinden, kadınların seçme ve seçilme hakkına ya da yönetici konumundaki niceliksel azlığına kadar pek çok başlıkta toplumsal ve politik olarak hep yeniden kurulur. Dolayısıyla ezilen cins olarak kadınların varlığı ve kadın cinayetleri hem sistemsel hem de yönetsel olarak politik tercihler toplamının bir sonucudur.
Daha açarsak patriarka ile kapitalizmin “mutsuz evliliği” kadınlar için sömürü ve ölüm getiriyor. Aşağılandığımızdan, daha çok sömürüye maruz kaldığımızdan, günahkâr ve cadı addedildiğimizden, cennetten kovulma nedeni olarak gösterildiğimizden, makbul olmamız yaşlı ve çocuk bakımı ile simgeleştiğinden, namus üzerinden metalaştırıldığımızdan öldürülüyoruz. Daha kolay ve daha elverişli bir alan açıyor kadına yönelik şiddete sistem bütün bunlardan dolayı. Sonra cezasızlıkla, sonra iyi hâl indirimleri ile, sonra her türlü saldırıda yine kadını suçlayarak (orada ne işi varmış, kapıları açmasaymış, çocukları yalnız bırakmasaymış, kahkaha atmasaymış, iş görüşmesine gitmeseymiş, yoksul olmasaymış, kadın olmasaymış…) şiddet ve cinayet sarmalı giderek genişliyor. Bir şey yapmazsak yakında hepimizi bir karadelik gibi yutacak haberiniz olsun.
İşte bu yüzden kadın cinayetleri politik, canım benim. İşte bu yüzden her türlü sömürü ilişkisi ortadan kaldırıldığında kadının kurtuluşu için çok önemli bir eşik de atlanmış olacak. İşte o yüzden bugünü doğuran karanlıkla savaşmak birincil görev, günahkârları ise affedebiliriz. Çünkü ve bir kez daha bu sistem bizlerden ya katil, ya kurban ya da izleyici üretmeye programlanmış.
Peki, dördüncü bir seçenek var mı?
Var.
Yan yana gelmekle, birbirimizden güç bulmakla, asla yalnız yürümemekle yaratabiliriz onu.
“Taptaze duygular, yeni güçler uyanırsa insanların içinde, yüreğinde ve damarlarında kan tazelenirse ona dokunmamalı. Çünkü bu an insanın yaşadığı en kutsal andır.”*
*Gladkov (2021). Çimento, Yordam Yayınları, İstanbul.
/././
Mücadele ve dayanışmanın sergisi: 'Filistin Halkı Direniyor'-Fide Lale Durak-
"Sanat mücadelenin bir parçası, silahı, güçlü sesi olabildiğinde daha samimi ve gerçek oluyor."
29 Kasım Filistin Halkı ile uluslararası dayanışma günüydü ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin İsrail’in saldırganlığına karşı direnen Filistin halkı ile dayanışmak için yaptığı etkinliklerden biri olarak “Filistin Halkı Direniyor” sergisi açıldı.Sergi 15 Aralık’a kadar İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde görülebilir. Serginin fiziksel gösteriminin sona ermesinin ardından, eserlerin her biri İstanbul’daki 32 semt evine dağıtılarak Filistin mücadelesi ile dayanışmayı sürdürmenin parçası olacaklar.
İyad Sabbah, Savaş Zamanlarında Melekler 8Sergiye katılan sanatçılardan İyad Sabbah, Belçika’da göçmen olarak yaşıyor. Resimlerini dijital olanaklardan faydalanarak kurguluyor ve daha sonra üzerine müdahalelerde bulunuyor. Savaş Zamanında Melekler adıyla ürettiği bir seri işle sergide yer alan sanatçı, savaşın barbarlığı, yarattığı yıkım ve meleklerin çağrıştırdığı olumlu duygular arasındaki tezatı kullanarak kompozisyonlar yaratıyor. Melek tasvirini en çok Rönesans dönemi eserlerinde, cennette, gökyüzünde bulutların arasında İsa’yı ya da hükümdarları kutsarken görmeye alışkınız. Sabbah’ın melekleri ise bazen savaşın ortasında çaresizce oturuyor, bazen bir bebeği yıkıntılardan kurtarıyor ya da harabe bir binayı sırtlayarak kaldırmaya çalışıyor, bazense hayalete dönmüş şehrin tepesinde çaresizce uçuyor. “Savaş Zamanında Melekler 8” resmindeki meleğin, şehrin üzerinde uçuyor mu yoksa şehre düşüyor mu olduğu ise pek anlaşılmıyor. Bu belirsizliğin anlamını sanatçının kendi sözlerine kulak verdiğimizde çözebiliriz:
“Sergi, hayal gücünü gerçeklikle, savaşların artan yoğunluğundan kaynaklanan inanç ve mitleri birleştiren efsanevi fantezilerle birleştiriyor. Sergi, içinde bulunduğumuz gerçeklikte bizi doğaüstü bir dünyaya, örneğin ideal barış duygusuna sahip meleklerin dünyasına götürüyor. Ancak bu melekler kendilerini insan savaşlarının tam ortasında bulacak ve kaosa karışacaklardır. Kurbanlar sadece insanlarla sınırlı değil. Savaş zamanlarında, insan ve melek arasında fark yoktur, çünkü her iki dünyanın da barışı etkilenir. Sergideki eserler, felaketin ardından sessizliğin durumunu yansıtıyor. Bu, yıkım ve trajediden sonra kurbanlara atılan sessiz bir bakıştır.”
Mohammed Hassan, Savaş alanından portrelerMohammed Hassan ve Basel Elmaqosu sergide yer alan ve halen Gazze’de yaşayan başka iki sanatçı.
Hassan, savaş alanından kara kalem portreler yapıyor. Mülteci kampında yaşayan insanların duygularına odaklanıyor ve yaşamlarına bizi tanık ediyor. Sanatçı resimlerini başka söze gerek kalmayacak bir biçimde, sergi komitesinde ulaştırdığı mesajında şöyle açıklıyor:
“Dostlarım; ben şüphelerle dolu bir bedenim, artık bu evrende hiçbir şeyi anlamıyorum. Belki de kasıtlı bir aptallık hali beni boğuyor. Zihnim artık çadırımda oturmaktan başka bir şey anlamama ya da yapmama yardımcı olmuyor. İnsanları neden buraya çizdiğimi merak edip duruyorum. Kapalı bir çevrede steril düşünmekten kendimi alıkoymak için mi? Ya da bu hiçliğin, kaybın, yerinden yurdundan edilmişliğin ve ölümün ortasında, görünürdeki varlıklarını yeniden hissettirmek için etkilenmiş insanların dudaklarına bir gülümseme çizmek için mi? Ya da belki de güzel, amaçlı bir şey yaptığımı hissetmek ve çadırımda oturup sıkıcı sessizliğimin heyulasını kovmayı misyon edinmiş bir sanatçı olarak varlığımı hissetmek için dudaklarındaki o gülümsemeye ihtiyaç duyan benim. Buna izin verilebilir ve bu da mümkün, bu yüzden lütfen bu insanları unutmayın.”
Basel Elmaqosu, Savaş Alanından HayatlarBasel Elmaqosu, “Savaş Alanından Hayatlar” adlı bir seri resim ile sergide yer alıyor. Basel ressamlığının yanı sıra ödüllü bir fotoğraf sanatçısı ve aynı zamanda Gazze’de bir çağdaş sanat kolektifinin kurucu üyesi. Sergide yer alan işleri kâğıt üzerine kara kalem ve renkli çizimlerden oluşuyor. Bazı çizimlerinde gözleri kapatılmış, elleri arkadan bağlanmış bir erkeği ya da bacağını kaybetmiş bir kız çocuğunu tüm gerçekliği ile doğrudan ele alırken, bazı resimlerinde çadırların önünde oturan bir kadın ve erkeğin eline tutuşturduğu çiçekle ya da mülteci kampının üzerinde uçurduğu uçurtmayla umutlu bir bakışla resmediyor. Renk ağırlıklı işlerinde soyutlamalara daha fazla yer veriyor ve resimleri rengarenk bir kompozisyonun içerisinde her şeye rağmen umutlu insanları hissettiriyor.
Diğer taraftan sanatçı, İsrail’in barbarlığı ve yaptığı soykırımı sonucunda yaşamı bir şarapnele ve bir kıymığa benzeterek şöyle diyor:
“Her tarafta şarapneller, her tarafta parçalar, sadece insanları parçalara ayıran şarapneller değil, sadece binaları ikiye bölen parçalar değil. İnsanların kendisi parçalanıyor, hayatın kendisi parçalanıyor, hiçbir şey tam değil, hiçbir şey mükemmel değil, her şey parçalanmış. İnsanlar, binalar, sokaklar, ağaçlar, çadırlar, insan hakları. Hayatın kendisi şarapnel oldu, kıymıklar ve parçalar. Anne babasını kaybetmiş bir çocuğu, sevgili eşini kaybetmiş bir adamı, bebeğini kaybetmiş bir anneyi, geçim kaynağını kaybetmiş bir işçiyi, hastanesini kaybetmiş bir hastayı, fabrikası yıkılmış bir fabrika sahibini, yıllarca alın teriyle inşa ettiği evini harabeye dönmüş gören bir ev sahibini kim tek parça halinde toplayabilir ki? Hayatım boyunca bir Filistinli olarak, bir sanatçı olarak eksiksiz resimler çizmek için elimden geleni yaptım. Bugün, bu soykırımın içinde parçaları, şarapnel parçalarını ve kıymıkları bir araya getirip tek bir bütün haline getirmeye çalışıyorum, başarabilir miyim?”
Kholoud Mohammed, BalıkKholoud Mohammed Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşıyor ve sergideki tek kadın sanatçı. Resimlerinde ağırlıklı olarak tuval üzerine akrilik boya kullanıyor. Depresyon teması üzerinden ürettiği birden fazla işi var. Şöyle diyor sanatçı: “Boğulma hissini sembolize eden akrilik renklerle yapılmış olan bu eserde; bunaltıcı düşünce ve olaylar beni bir duvara, sırtım ya da ellerim yerine başımla yaslanmaya, vücudumun tüm ağırlığımı başıma yüklemeye yöneltiyor.” Bunalım belki de sanatçının yaşananlar karşısında hissettiklerini anlatan en iyi durum. Bu resmin devamında “Balık” resmini yapıyor ve ekliyor “Bu akrilik resim çaresizliği ve güçsüzlüğü anlatıyor. ‘Bunalım’ projesinin bir parçası olan bu eserde, balık unsuru bir kırılganlık ve zayıflık sembolü olarak kullanılıyor.” Kholoud’un eserlerinde kadınlar göze çarpıyor, balıkları kucaklayan, içinde nice canlılar barındıran, kafasından kuşlar uçuran, Kudüs’e sarılan ama gölgeleri erkek olan kadınlar.
Hilmi Saed, İsimsizSergiye katılan ve Batı Şeria’daki savaş koşulları nedeniyle sergi komitesine eserleri hakkında herhangi bir açıklama metni iletemeyen Hilmi Saed, bir göçmen kampında doğmuş ve kendi kendini yetiştirmiş bir sanatçı. Naif fırçasıyla Filistin halkının acılarını ve umutlarını tablolarına taşımasıyla meşhur. Saed’in, bu yazıda paylaşılan, ismi olmayan, çerçeveden dışarı kaçan çocuk resmine dair, zamanında sosyal medyada yaptığı bir paylaşım üzerinden onun sesine de kulak verelim:
“Molozların arasında zafer doğdu.
Kahramanların gözünde, söz parlar
Ey Gazze, direnç, hayatın sembolü
Nefes olduğu sürece sende umut vardır”
Sanat mücadelenin bir parçası, silahı, güçlü sesi olabildiğinde daha samimi ve gerçek oluyor. Filistinli sanatçıların bize ulaştırdığı bu ses, büyütülmesi gereken bir mücadele ve dayanışma aynı zamanda.
İşgalciler kaybedecek, Filistin halkı kazanacak…
/././
Sahaflar Çarşısı(XXXIV) - Tekstil işçisi Mitka'nın büyük direnişi ve ıhlamur kokulu Sofya şehri -Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Bulgar edebiyatının önemli eserlerinden olan Mitka Grıbçeva'nın "Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum" romanını konuşuyoruz."Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum,
böyleymiş kaderim
elden ne gelir…
Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
hele kavak,
nerdeyse odaya girip
kırmızı kilime oturacak…
Sofya şehri, büyük mü?
Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,
anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
Sofya büyük bir şehir…
Burda akşam deyince dökülüyor sokağa millet,
çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,
bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,
bir aşağı, bir yukarı,
yan yana, kol kola, el ele…
İstanbul’da Şehzadebaşı’nda ramazan geceleri
-Sen o devre yetişmedin Münevver-
piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok… Geçti o geceler…
Şimdi İstanbul’da olsam
aklıma mı gelirdi onları aramak?
Ama İstanbul’dan uzak
her şeyini arıyorum.
Üsküdar Cezaevi’nin görüşme yerini bile…
Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşerilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.
Şu gurbetlik zor zanaat zor…"
Nâzım Hikmet'in Sofya için yazdığı bu dizilerde sadece büyük bir şehrin ölçüsünü tanımlamıyor. Aynı zamanda Türkiye'de ramazan gecelerinde zaman zaman rastlanan bir eğlencenin gündelik hayata nasıl taşındığından da bahsediyor. Kibarca "Bırakın elalem yılda iki bayram seyran etsin. Ama sosyalistler her günü bayram kıldı" diyor.
Yusuf Şaylan, bu şiiri okuduktan sonra masaya Bulgaristan üzerine kitaplarını seriyor. Bu haftaki konumuz Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum romanı. Kitabın hafızalarda bıraktığı lezzet Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanına benziyor. Yusuf Şaylan hem olmazsa olmaz hem de görev babında yaklaşıyor konuya. Ankara'nın iyiden iyiye soğuyan günlerindeyiz. Yusuf Şaylan atkısı ve paltosuyla birlikte sırtında heybesiyle geliyor. İçinde bir sürü kitap var. Bir mekana oturuyoruz. Muhitimiz Ayrancı. Börekçideki hanımefendi, üzerinde önlüğü ve sipariş kağıtlarıyla kitapları inceliyor. "Yahu bir kitap vardı bizim oğlana lazımdı. Bulabilir misiniz? Ödev için" diyor. Yusuf Şaylan'a gün doğuyor anlayacağınız. Bulanamayan kitaplar sarrafıdır kendisi, malum. Hemen iki üç telefon açıyor sahaflara. Ayrancı'ya en yakın olanı seçiyor, buluyor kitabı. Börekçideki emekçiler gülümsüyor. Nâzım'ın ıhlamur kokulu şehir dediği Sofya'yı masamızın üzerine seriyoruz.
"Haydi bakalım, başlayalım" diyor.
Başlıyoruz.
Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum romanının Bulgaristan'da 1962 yılı baskısında kullanılan kapak görseliİyi insanların öyküleri
Şaylan, "Her yanı konuştuk yazdık. Ama Bulgaristan'ı konuşmadık. Yunan edebiyatı, İran edebiyatı derken komşulardan sıra Bulgarlara geldi" diye başlıyor söze. İşin görev kısmı burası diye anlıyorum.
Diğer yandan da olmazsa olmazımız bu kitap.
"1980 öncesi yaşanan kimi şeyler bu kitapta okuyunca daha çok mana buluyor. Elbette birebir karşılaştırılamayacak şeyler ama Türkiye'de de buna yakın şeyler yaşadık. Şimdi yaşadıklarımıza ve yaptıklarımıza bakınca bu romandaki şeyler daha farklı geliyor insana. Sadece bu romandaki şeyler de değil üstelik. Yaşadıklarımız da öyle geliyor" diye devam ediyor anlatımına.
Bulgaristan edebiyatı, tarihsel olarak sosyalist mücadele ve faşizme karşı direnişle iç içe geçmiş bir yapıya sahip. Özellikle 1944'teki anti-faşist direniş ve sonrasında kurulan sosyalist düzen, edebiyatın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Biz de zaten bu haliyle tanıyoruz Bulgar edebiyatını. Türkçe'ye çevrilen kitapların önemli bir kısmı bu dönem yazılan eserler.
Nâzım Hikmet'in Bulgaristan ziyaretleri de bu döneme denk gelir. Nâzım Bulgaristan'daki Türklerin sosyalizme örgütlenmesi adına saha çalışmaları yapar. Toplantılar düzenler, evleri gezer. 1951'de Bulgaristan'a yaptığı ziyaret, Türk köylülerini sosyalizme örgütleme amacı taşıyordu. Nâzım, bu süreçte Türk köylülerinin yaşadığı sorunları anlamaya çalışmış ve onlara sosyalizmin faydalarını anlatmış.
Mitka Grıbçeva'nın Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum romanı da işte İkinci Dünya Savaşı'ndaki Bulgaristan'ı işgal eden Nazilere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadelenin öyküsünü anlatıyor.
"Güzel insanların, iyi insanların öyküsüdür bu kitap. Nedir iyi insan sorusunun elbette kişiden kişiye değişen bir tanımı var. Ama her dönem kendi şartlarını zorlayan, çevresi ve halkı için hep daha iyisini isteyen, istemekle kalmayıp bunun için mücadele eden, kahramanların mütevazi, sıradan insanların da kahraman olduğu dönemlerin hikayeleri bunlar."
Şaylan iyi insanı böyle tanımlıyor. "Gözümü dahi kırpmam. Bu kitabı okuyamayan bence eksik kalır" diyor. Bunu söylerken bir eliyle de kitabın sayfalarına karıştırıyor.
Yusuf Şaylan Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum romanına ek olarak bu kitapları seriyor masaya. Özellikle Tütün romanı ile birlikte Fahri Erdinç'n Nâzım Hikmet'in Bulgaristan anılarını başa yazıyor.'Sen bizimkilerdensin'
Yazar Mitka Grıbçeva'nın romandaki kişilerden biri olduğunu tahmin ediyoruz. Zira kendisi de bu mücadelete aktif katılanlardan biri. Faşizme karşı verdikleri mücadele aynı zamanda Bulgar halkının bağımsızlık mücadelesiyle örtüşüyor.
Kitap, Bulgaristan’da Nazi işgaline ve yerel faşist yönetime karşı verilen halk mücadelesinin içinden tanıklıklar sunuyor. Mitka Grıbçeva, partizan hareketine aktif olarak katılmış bir kişi olarak, savaşın hem fiziksel hem de ideolojik cephelerini birinci elden anlatıyor. Üstelik bunu çok sadece bir o kadar da etkileyici yapıyor. Bu, okuyucunun dönemin ruhunu, direnişçilerin düşüncelerini ve mücadelelerinin zorluklarını anlamasına büyük katkı sunuyor.
Ognyana yazarın evlenmeden önceki soyadı. Mitka Ognyana 1916'da Bulgaristan'ın Plevne eyaletindeki Radomir köyünde çok yoksul bir ailede dünyaya gelir. Kadın bir partizan olarak yirmili yaşlarında partizan mücadelesine katılır. Dolayısıyla anlatımında benzeri romanlardan farklı olarak kadınların gözünden de bir döneme tanıklıklar yer alır. Kadınların faşizme karşı direnişteki aktif rollerini ve bu süreçte karşılaştıkları zorlukları romanı önemli kılan ayrıntılar arasında yer alıyor.
Kitap, dönemin sınıf mücadelesi ve sosyalist ideolojisine ışık tutuyor diğer yandan. Antifaşist direnişin yalnızca bir ulusal kurtuluş hareketi değil, aynı zamanda bir sınıfsal mücadele olarak ele alınması, bu eserin politik ve ideolojik bir belge niteliği taşımasını sağlıyor.
Romandaki ifadeler, duygular ve küçük nüanslar metni okurken daha da önemli hale getiriyor.
Yusuf Şaylan bunları anlatırken hafif gözleri doluyor. "Mesela baksana şu bölüme...
'Ben ana sevgisinden, ana şefkatinden, akrabadan, dosttan yoksun, cahil bir köylü kızıydım. Parti beni bulup yüce ailesine aldığı zaman, aileyi aklımdan bile geçiremiyordum. Parti bana hem ana, hem baba oldu, inanç verdi, güven verdi, hayal etmeyi öğretti, görülmedik, duyulmadık geniş ufuklar açtı benim önümde. Henüz yürümeye başlamış küçük çocuklara benziyordum, hızla giden zamana ayak uydurmam ve henüz gözleri açılmamış kardeş ve kızkardeşlerime de öğretmenlik etmem gerekiyordu.'
Mücadele biraz da böyle bir şey ya. Koca bir aileden kendini önemli hissetmek. Kitapta yer yer geçiyor bu ifade. Sen bizimkilerdensin diyorlar partizana. Bu bazen bir uyarı bazen bir teşvik bazen bir övgü olarak kullanılıyor. Çünkü böyledir. Bizimkilerden olmak dikkat gerektirir, özen gerektirir, incelik gerektirir. Ama her şeyden önce çokça emek ve çaba gerektirir" diyor.
Bir tekstil işçisi dünyayı nasıl değiştirir?
Romanda mücadeleye ve insana dair yer alan ayrıntılar bir anlatım zenginliği sunuyor okura. Bu ayrıtılar her kavramda kendini belli ediyor. Zaman zaman bir haini anlatırken zaman zaman en yakınını özleyen bir partizanda kimi zaman da soğukta mücadele verenlerin inandıkları eşit ve özgür dünyaya dair bir sürü imge sunuyor okura.
Bunun yanı sıra kitapta gerçek hayatta yer alan isimler ve yazarlara da denk geliyorsunuz. Şiirlerini Ataol Behramoğlu'nun çevirdiği Nikola Vaptsarov da onlardan biri. Romanda nasıl öldürüldüğünün anlatıldığı bu şair gibi birçok örnek var. Bu aynı zamanda romanı tarihsel bir bellek inşa etmesi açısından da önemli olduğunu gösteriyor.
Yalnızca Bulgaristan özelinde bir direnişi değil, aynı zamanda tüm emekçiler için özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelesini yansıtıyor roman. Partizanların fedakârlıkları, insanlık tarihinin faşizm, baskı ve zulme karşı direnişine bir ayna tutuyor yazar.
Yusuf Şaylan kitabın bu özelliğinin altını çizerken şu ifadelere yer veriyor:
"Mitka Grıbçeva’nın sade ve etkileyici üslubu, okuyucunun hikâyeye duygusal olarak bağlanmasını sağlıyor bence. Kitap, yalnızca bir tarihsel belge değil, aynı zamanda derin insani duyguların, dayanışmanın ve özverinin anlatıldığı bir eser. Beni biraz da bu etkiliyor. Yani insani duyguların böylesine derin anlatısı çok etkileyici. Tabi burada çeviri de devreye giriyor. Ama çevirmenin işini kolaylaştıran bir şeyin de kültürel yakınlık olduğunu düşünüyorum. Bulgaristan işte ya. Şurası hemen, nedir ki? Ne kadar uzak olabiliriz ki birbirimizden.
Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum, hem tarihsel hem de ideolojik anlamda bir direniş manifestosu olarak değerlendirilebilir. Bu eser, geçmişteki antifaşist mücadelelerin değerini anlamak ve gelecekteki mücadeleler için ilham almak açısından önemli bir kaynak. Çünkü tüm bu geçmiş eserleri gelecekte işe yarayacağını düşünerek ele alıyoruz bir yanıyla."
Yusuf Şaylan sözlerini tamalarken kitapta bir bölüm açıyor. Parmağını sayfanın ortasına getiriyor ve başardıkları önemli bir andan sonra Mitka Grıbçeva'nın parti tarafından tebrik edildiği andaki duygularını okuyor.
"Bütün vücudumu hoş bir sıcaklık kapladı. Ben, Radomirtsi köyünden Çıplak Baço'nun kızı Mitka Gribçeva'yı, birkaç yıl öncesine kadar el yazısı harfleri zor okuyabilen, kimsenin tanımadığı tekstil işçisi Mitka Gribçeva'yı şu akşam saatlerinde Parti tebrik ediyordu! Gözlerim sulandı, onlara bakmaya, hıçkırırım diye konuşmaya cesaret edemiyordum."
Bu cümleleri okuduktan sonra "Kimsenin tanımadığı tekstil işçisi" ifadesini yineliyor. Tekstil işçieri ve onların verdikleri mücadelenin Avrupa'da bıraktığı izleri anlatıyor kısaca. Tekstil işçilerinin vaktiyle, "Burjuvazinin kefenini dokuyacağız" sloganını hatırlatan Şaylan, "Bak bizim Mitka'ya. Burjuvazi kefen örmemiş sadece. Faşizmi de kundağa sarmış adeta" diyor gülerek.
"Böylesi kitapları insanlara okutmanın yollarını bulmak gerekiyor sahiden. Nasıl olur bilmiyorum. İnsanın, eline koca bir mikrofon alıp tüm şehre okuyası geliyor" diyor. Sohbetimizi burada tamamlıyoruz. Ötesi romandan rol çalmak olacak çünkü
Gözlüklerini çıkarıyor ve notlarını yavaş yavaş topluyor Şaylan. Hava soğuk ama yürüyüş için pek güzel. Hava karardı iyice. Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz.
/././
Aile hekimleri yeni yönetmeliğe karşı yarın yeniden iş bırakacak
Sağlık Bakanlığı tarafından yürürlüğe sokulan yönetmelikte geri adım atılmamasının ardından aile hekimleri bir kez daha eylem kararı aldı. Hekimler, 2-6 Aralık tarihlerinde yeniden iş bırakacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/aile-hekimleri-yeni-yonetmelige-karsi-yarin-yeniden-birakacak-396494)***
Suriye'de Kürt güçleri koridor planını devreye soktu, Türkiye kontrolündeki cihatçılar operasyon başlattı.
SDG'nin kontrolünde olan Tel Rıfat ve Menbiç arasında koridor oluşturma planını devreye soktuğu, Türkiye güdümündeki SMO'nun ise koridora karşı operasyon başlattığı belirtildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyede-kurt-gucleri-koridor-planini-devreye-soktu-turkiye-kontrolundeki-cihatcilar)***
Suriye, cihatçıların Hama'ya girdiğini yalanladı, Türkiye piyonu SMO paralel operasyon başlattı
Suriye'de cihatçıların Hama'ya girdiği iddialarına Şam'dan yalanlama geldi. Esad, Irak ve BAE liderleriyle görüştü ama hâlâ kamuoyuna seslenmedi. Türkiye piyonu SMO, operasyonu genişletiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriye-cihatcilarin-hamaya-girdigini-yalanladi-turkiye-piyonu-smo-paralel-operasyon-baslatti)***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder