Suriye Dosyası(VI) - Cihatçıların arkasında emperyalist koalisyon var -Orhan Gökdemir-
Suriye halkı kaybetti ve emperyalist koalisyon bir kez daha kazandı. Ortadoğu’da 19. yüzyıldan bu yana sınırlar değişip duruyor ama bu değişimden halkların payına düşen sadece yoksulluk ve ölüm.
Artık HTŞ olarak bilinen Heyet Tahrir'uş Şam veya Şam Kurtuluş Heyeti iki haftadan az bir zamanda hiçbir ciddi direnişle karşılaşmadan 13 yıldır ayakta kalmaya çalışan Suriye yönetimini devirdi. Böylece Ortadoğu’da İsrail ile sınırı olan son sorun odağı da dağıtılmış oldu. İsrail, etrafındaki kuşatmayı kırıyor ve adım adım sınırlarını genişletiyor. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da bunu açıkça ifade etti; “Orta Doğu'yu değiştireceğiz demiştim ve değiştiriyoruz. Suriye hep İsrail'e karşı düşman bir devlet oldu, bize sürekli saldırdı. Birkaç gün içinde Esad rejiminin onlarca yılda inşa ettiği yetenekleri imha ettik” dedi. Haliyle zafer cihatçı HTŞ’den çok siyonist İsrail’indir.
AKP’nin kurucularından Bülent Arınç da "Suriye'de olanlardan en kârlı çıkan İsrail'dir” diyerek teyit etti Netahyahu’nun iddiasını.
Kuşkusuz, Suriye’nin düşmesinin başka nedenleri, başka kazananları ve kaybedenleri var. Türkiye bunlardan biri. O cihatçıların Suriye’nin kuzey sınırında 12 yıldır barınabilmelerinin nedeni Türkiye’nin silahlı himayesiydi. İsrail Lübnan’da Hizbullah’ı etkisiz hale getirince İran’ın Lübnan’da ve Suriye’de kıpırdayacak hali kalmadı. Rusya’yı da Ukrayna’da sıkıştırdılar. Bu şartlarda Suriye’ye karşı Türkiye’nin de içinde olduğu çok güçlü bir koalisyon oluştu. Türkiye’nin cihatçıları himayesi de, İsrail’in Hizbullah’ı etkisiz hale getirmesi de aynı planın parçaları.
Yani 10-12 günde tamama eren bu operasyon 10 yılı aşan bir planlamanın, hazırlığın ve yığınağın bir sonucu. Psikolojik harp kısmı da var bu hazırlığın. Suriye yönetimi bu sürede canavarlaştırıldı, ona saldıran cihatçılar cilalandı, parlatıldı. Çünkü o cihatçılar ilk günden beri ABD’nin, İsrail’in ve Türkiye’nin himayesindeydi ve onlara hizmet ediyordu. HTŞ’nin son operasyonu o hazırlığın üzerine geldi, örgüt ve lideri operasyondan daha hızlı bir biçimde meşrulaştırıldı. Kafa kesen haki giyimli cihatçı gitti, dindar-muhafazakâr takım elbiseli devrimci geldi. HTŞ, Baas rejiminin yıkılışıyla doğan boşluğu doldurmaya artık hazırdı, ısrarla kabul ettirmeye çalıştıkları şey buydu. ABD ve müttefiklerinin büyük başarısıdır.
Kazananlar ve kaybedenler
Peki kim o kazananlar kulübü? Tabii, başta ABD ve saldırgan fino köpeği İsrail var. Ardından MI6 adlı dış istihbarat teşkilatı ile operasyonda önemli roller üstlenen İngiltere, MİT ve silahlı kuvvetleriyle başından beri Suriye içinde olan Türkiye ve “dron ordusuyla” işgale katkı sağlayan Ukrayna sıralanıyor. Bu sonuncunun kazancı Rusya’nın Suriye’den kazınması ve bu nedenle güç duruma düşmesi oldu. Kendi savunması için gereken silahları Suriye’ye taşıması bir yandan da Rusya’ya karşı bir kararlılık gösterisiydi.
Tabii en kararlıları her zaman olduğu gibi İsrail. İsrail, Esad iktidarı düştükten sonra da alan düzlemeye kesintisiz devam ediyor. Suriye’den geriye kalanları, bir daha Suriye ayağa kalkmasın diye yerle bir ediyor. Ülke, cihatçılara bırakılmadan önce, İsrail için tehdit oluşturmayacak silahsız bir vahaya dönüştürülüyor.
Kaybedenlerin listesi daha kısa. En büyük kaybeden Rusya ve İran. Rusya ülkeden onur kırıcı bir şekilde ayrılmak zorunda kaldı. O korkutucu askeri gücünün belli şartlar oluştuğunda hiçbir işe yaramayacağı ortaya çıktı. Rusların bölgedeki tek sorunu silahlı gücünü etkili bir biçimde kullanamaması değil üstelik. Bunun yanında derin istihbari zaafları olduğu çıktı. Gelişmeleri okuyamamışlar veya okumak istememişlerdi. Zaten Suriye’de mutlak egemen gibi görünürken bile İsrail’in Şam’a yönelik saldırılarına göz yumdular, İsrail’i üzmek istemediler. Rusya’nın Esad’a desteği, İsrail’e karşı durmayı içermiyordu.
Rusya ve İran’ın bu son işgal hareketinde hareketsiz kalmalarının sırrı işte burada. Her ikisi de Suriye yönetimini gönülsüzce destekliyordu. Belli her iki ülkenin yöneticileri de Baas rejiminin düşeceğinden emindi. Esad’ın direnemeyeceğini anlayınca sessizce arkalarından çekildiler. Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da, Suriye'de Esad yönetiminin devrilmesinde Türkiye'nin rolüne ilişkin soruyu cevaplarken bu sessizliği teyit etti. “Rusya ve İran'la konuştuk, askeri denkleme girmediler” dedi.
Rusya'ya ait Hımeymim Hava Üssü'nde günlerdir hareketlilik devam ediyor. Rus birlikleri, Suriye genelinde konuşlu oldukları Şam, Humus ve farklı şehirlerden Lazkiye'deki Hımeymim Hava Üssü'ne çekiliyor.Filistinli direniş örgütleri hedefte
İran’ın durumu ayrı, Suriye’den sonra sıranın onlarda olduğunda fikir birliği var. Ama o arada Filistin de kaybedenler kulübüne dahil oldu. Şimdi bir yanda İsrail, öbür yanda Filistin direnişini silahsızlandırmak isteyen HTŞ ve Mahmut Abbas var. Suriye'de yönetimi ele geçiren cihatçı HTŞ, ülkede faaliyet gösteren Filistinli direniş örgütlerine silah bırakma ve askeri kamplarını kapatma talimatı verdi. O sırada Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, İsrail’in desteğinde Batı Şeria'daki Filistinli direniş örgütlerine karşı operasyona girişti. Mahmud Abbas liderliğine bağlı El Fetih hükümetine bağlı polisler Nablus, Tulkerim, Eriha ve Cenin’de direniş örgütlerini bastı. Hem Filistin yönetimi hem de İsrail tarafından aranan Filistin İslami Cihad Örgütü komutanı Yezid Ceysa o operasyonda öldürdü. Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugayları da operasyonun hedefi oldu. Şehrin sokaklarında şiddetli çatışmalar yaşandı, Hamas üyeleri Filistin yönetimince gözaltına alındı. Operasyona tepki göstermek için sokağa çıkan halka da polis tarafından ateş açıldı. Açılan ateş sonucu bir Filistinli çocuğun öldüğü gelen bilgiler arasında.
Hamas, Cenin'deki operasyonu kınayarak, bunun "İsrail'in saldırganlığı ve suçuyla aynı olduğu" değerlendirmesini yaptı. İslami Cihad bir günlük protesto çağrısında bulundu.
Filistin Başbakanı Muhammed Mustafa, Cenin ve diğer kentlerdeki kamplarda "barış içinde yaşamı'' sağlayacaklarını öne sürdü. Filistin Güvenlik Güçleri Sözcüsü Enver Receb ise operasyonun İsrail ordusu ile yakın işbirliği içinde başlatıldığını açıkladı. Receb operasyonun amacının “güvenlik ve barışı korumak, hukukun üstünlüğünü sağlamak, çekişme ve kaosu sona erdirmek” olduğunu iddia etti.
Batı Şeria'yı ilhak mesajları veren İsrail güçlerinin de bölgedeki saldırıları sürüyor. İsrail ordusunun Ramallah, Kudüs, Tulkerim ve Cenin ile El Halil kentlerine düzenlediği baskınlarda 15 Filistinli gözaltına alındı.
Suriye’nin düşmesinden en büyük zararı ise Hizbullah gördü. Netanyahu, Suriye'de yönetimin değişmesinin ardından direnişe giden mühimmat yollarını kestiklerini açıkladı. Lübnan'ın büyük bölümünü kontrol eden Hizbullah Lideri Naim Kasım da, cumartesi günü yaptığı açıklamada, Suriye'de HTŞ liderliğindeki cihatçıların Şam'ı ele geçirmesinin ardından silah tedarik yollarının kapandığını açıkladı. Yani Lübnan direnişi bundan sonra daha zor olacak. İsrail’in en büyük kazanımlarından biri de bu. Bundan sonra Hizbullah’ın belini doğrultması zor.
İsrail sorunsuzca ilerliyor
İsrail ordusu Esad yönetiminin devrilmesini izleyen ilk 48 saatte Suriye’de yüzlerce noktaya saldırı düzenleyerek askeri altyapı ve imkânlarını imha etmeye başlamıştı. Bu saldırıların kısa zamanda biteceğini sananlar yanıldı. Esad yönetiminin devrilmesini fırsat bilerek Suriye'de işgal ettiği alanı genişleten İsrail, bölgede demografik büyümeyi teşvik eden bir planı da onayladı. Buna göre Suriye'de yerleşim genişletilecek ve nüfus iki katına çıkarılacak.
İsrail ordusu bir taraftan da Golan Tepeleri’ndeki "tampon bölge"nin devamında yer alan Suriye topraklarını işgal ederek başkent Şam’ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokulmuş durumda. İsrail'e ait savaş uçakları, Suriye'nin Lazkiye ve Tartus illerinde çok sayıda askeri noktaya hava saldırıları düzenledi. Bu saldırıların hedefi 32. Hava Savunma Alayı, 107. Askeri Karargâh ile Hıreysun, Harab, Mıserhin ve Ballutiyye köylerindeki askeri karargahlar ve mühimmat depolarıydı. En son Tartus'ta yer alan Hıreysun köyüne düzenlenen saldırıda depremlere yol açan şiddetli patlamalar meydana geldi. Böylece hem Suriye’den hem de Suriye’nin ev sahipliği yaptığı Filistin kurtuluş örgütlerinden kurtulmuş oldular. O saldırılar sürerken HTŞ de açıklama yaparak “İsrail için tehdit değiliz” dedi. İsrail için tehdit değillerdi ama Filistinli örgütler için tehditlerdi.
Suriye çöktü, İsrail’in çevresinde ona direnecek devlet mahiyetinde hiçbir güç kalmadı. Bölgede bir İsrail Barışına, Pax İsrail, çok yaklaşıldığının da işaretleri bunlar. Uzaktaki İran ise güçsüzleşti ve savunmaya çekildi.
İsrail Suriye’deki Kürt siyasi çevreleri ile siyasi olarak yakındı, şimdi coğrafi olarak da yakınlaştı. Kuzeye, Kürt bölgesine doğru açılacak bir koridoru açmayı başarırsa gerçekten de Türkiye ile İsrail komşu olacak.
Bunlar bölgedeki Kürt güçlerini kazananlar tarafına yazılmak için cesaretlendiriyor. Zaten PYD’yi ABD eğitiyor ve donatıyordu. ABD ve İsrailli yetkililer Türkiye’yi PYD’ye ve Suriye Demokratik Güçleri’ne dokunmaması, onların topraklarına girmemesi için uyarıyor. Operasyon sırasında Türkiye ile bu güçler arasında Münbiç’i sınır kabul eden bir anlaşma yapıldığı da duyurulmuştu. Culani de Kürt guruplarla ilgili olumlu açıklamalar yapıyor. Böylece Suriye’de İsrail yandaşı, cihatçı kukla bir Arap rejiminin tutunması için ortam hazırlanıyor.
Yeni Osmanlıcılığın ilk zaferi
Özellikle AKP dönemi ile birlikte emperyal heveslerini saklamayan ve bu hevesini “Yeni Osmanlıcılık” olarak formüle eden Türkiye’nin sermaye sınıfı da kazananlar arasında. AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın heyecanında da bu kazancın büyük katkısı var. Erdoğan birkaç gün önce “Suriye'de tam bir halk devrimi gerçekleşti, 61 yıllık baskı ve karanlığın ardından Baas rejimi artık tamamen tarihe karıştı” derken sahada HTŞ güçlerinden başka bir “halk” olmadığını biliyordu. O halkın dört milyonu AKP’nin kapıları açması nedeniyle savaşın başından beri Türkiye’de yaşıyor. Tepkisini ise bir iki cılız meydan gösterisi ile belli etti. Sonra hepsi evlerine çekildi. Cihatçı fethinin ardından sınıra koşanlar Türkiye’ye sığınmış yağmacılarla sınırlı kaldı.
Suriye’nin göçmen halkı savaşın bitmesini, ülkede inşaat faaliyetlerinin güven içinde başlamasını bekliyor. Tayyip Erdoğan’ın heyecanın yatıştığı kısımda da bu var. AKP'li Cumhurbaşkanı, “Muhalefetin kışkırtmalarına rağmen Suriye krizinde ne kadar doğru bir konum aldığımızı bugün daha iyi anlıyoruz. Suriye'nin imarı ve yeniden ayağa kaldırılmasında da Suriyeli kardeşlerimizin de yanında olacağız” dedi.
Zaten Türk şirketleri daha sınırı kazanmadan büyük kazançlar elde etti. Türk inşaat sektörüyle ilgili şirketlerin, özellikle çimento ve çelik sektörlerindeki firmaların hisse senetleri, Beşar Esad rejiminin beklenmedik çöküşünün ardından değer kazandı. Türkiye Ordusu Emeklilik Fonu'nun sahipliğindeki Oyak Çimento'nun hisse değeri yüzde 9,9, Sabancı Holding’in çimento üreticisi Çimsa Çimento hisseleri ise yüzde 10 değer kazandı. Ayrıca, çelik üreticisi İsdemir ve çimento üreticisi Limak Doğu Anadolu Çimento'nun hisse senetleri yüzde 10 artış gösterdi. Bu gelişmelerin ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Türkiye'nin "Suriyelilerin güvenli ve gönüllü dönüşünü ve ülkenin yeniden inşasını" kolaylaştırma konusundaki kararlılığını vurguladı.
Birleşmiş Milletler’in tahminine göre Suriye’nin yeniden inşası için yaklaşık 400 milyar dolar (yaklaşık 13 trilyon 924 milyar lira) gerekiyor.
Gözler Çin şirketlerinde
Savaşın sırrı da işte bu rakamlarda yatıyor. Kapitalizmin yeni iş alanlarına ihtiyacı var. Emperyalizmin ise bu yeni iş alanlarındaki istenmeyen rekabetin önlenmesine. Suriye’nin emperyalist ordularca düzlenmesinin nedeni işte bunlar.
Rusya pılısını pırtısını toplayıp gitti. Ama ortalıkta görünmeyen Çin toz duman dağıldıktan sonra gelip bölgeye güçlü bir şekilde yerleşebilir. Emperyalist merkezlerde enerji koridorları ve ticaret yolları üzerinde ABD’nin hakimiyet kurma planları yapılıyor.
Rusya ve Çin hedef ama topun ağzında İran var. İran, tıpkı Türkiye gibi iç bütünlüğünü sağlamakta zorlanan bir ülke. İçinde büyük bir Azeri nüfusu barındırmasına rağmen Azerbaycan-Ermenistan Savaşı'nda Ermenistan'ı destekledi. Azerbaycan ise bu savaş vesilesiyle İsrail’in en yakın destekçisi haline geldi. Bunlar İran’ın bir Azeri isyanıyla karşılaşma riskini arttıran gelişmeler.
Ortadoğu 19. yüzyılın başından beri emperyalist güçlerin hesaplaşma alanı. Savaşlar çıkarıyorlar ve sonucunda yeni sınırlar belirliyorlar. Birinci ve ikinci Dünya savaşında ortaya çıkmış sınırların yeniden tartışma konusu yapılması bundan. Sınırlar değişiyor ama bu değişimden halkların payına düşen sadece yoksulluk ve ölüm.
Suriye’de Baas rejimi düştü ve cihatçı bir Arap rejimi için yol açıldı. Ama bunlar bölgesel bir barışın işareti değil. Ortadoğu’da asıl savaş şimdi başlıyor.
/././
Asgari ücrette son söz kimde?-Oğuz Oyan-
Kapitalist bir toplumda son sözü her zaman sermaye söyler. Egemen sınıf, sermayenin değerlenme sorunlarını ilgilendiren tüm yaşamsal konularda, “vekillerinin” belirleyici olmasına izin vermez.
Arada ben de söylüyorum: Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) üyesi olmadığı halde Cumhurbaşkanı (CB) hukuksuz bir biçimde son sözü söylüyor diyorum. Bu görünürde doğru ama gerçekte yeterli değil. Çünkü her ne kadar iktidar ve yürütmenin başı sermayenin doğrudan/dolaylı temsilcisi rolünü -şimdiye kadar görülmedik ölçüde- açıkça oynuyor olsa da, emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerini belirleyen konularda son sözü söyleme hakkına hiçbir zaman erişemez.
Kapitalist bir toplumda doğrudan veya dolaylı olarak son sözü her zaman sermaye söyler. Egemen sınıf, sermayenin değerlenme sorunlarını ilgilendiren tüm yaşamsal konularda, “vekillerinin” belirleyici olmasına izin vermez. Ama perdenin önüne çıkmayı ve emekçi sınıfların hışmını üzerine çekmeyi de istemez. O yüzden son sözü “yürütmenin başına” söyletmek işine gelir. Böylece Komisyona ek olarak CB’nin siyasi iradesini/otoritesini de işin içine dahil ederek muhtemel itirazları/ memnuniyetsizlikleri peşinen baskılamak ister. (Cumhurbaşkanı isterse bir kararnameyle kendisini AÜTK başkanı ilan edebilir kolayca, ama şeklen bu yöntem tercih edilmez çünkü daha üstten ve sözde emek lehine bir müdahale imiş gibi görünsün istenir).
Elbette “ağaya” bir son söz hakkı verilemez değildir. Gene sermayenin pazarlık payı içinde gördüğü örneğin bir ek yüzde beş veya bin TL yukarı çıkma izni her zaman bir “ağalık hakkı” olarak tanınabilir. Bu, toplu iş sözleşmelerinde (TİS), sendika başkanlarına da genellikle son bir hak olarak tanınır zaten; işin raconundandır.
Bu arada Türkiye gibi ekonomik açıdan bağımlı bir ülkede, dış sermayenin de ücret düzeylerine ilişkin bir diyeceği olur ve bu yaklaşımın yok sayılması pek mümkün olmaz. Bu yaklaşımlar çeşitli sermaye kuruluşları tarafından açıklanır, ama asıl önemlisi onlar adına IMF, DB gibi uluslararası finans kuruluşlarının neyi önereceğidir. Bir ülkede örtük bir IMF programı uygulanıyorsa, bu uyarıların dinlenme olasılığı da artacaktır kuşkusuz.
Cici sermaye hep 'demokrattır' ama…
AÜTK’da sermaye sınıfını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) temsil eder. TİSK, tüm sermaye örgütlerini kapsar ama büyük sermaye örgütü TÜSİAD’ın sanki hiçbir rolü yokmuş gibi görünmez kılınmasını da sağlar. Sermayenin çeşitli kesimleri arasında asgari ücret konusunda tam bir görüş birliği olmaz, sektörlere göre veya işletme büyüklüğüne göre farklı yaklaşımları olabilir, bunlar bazen medyaya da yansır (konfeksiyoncu ve inşaatçıların daha düşük artışlardan yana olduklarını kamuoyu önceden öğrenir genellikle) ama sonuçta anlaşırlar. Tespit sonrasında, bazıları sanki çok artış sağlanmış gibi şikayetlerini bildirir, bazıları ağlamaklı görünür, böylece hem Komisyondaki sendika temsilcileri kurtarılmış olur hem de işçiye “bak, daha fazlası mümkün değildi” mesajı verilir. Danışıklı döğüş tiyatrosunun oyunları çoktur.
Peki ama neden asgari ücretin kapsamı Türkiye’de bu denli geniştir? Ve neden buna bir çözüm bulunmaz? Aslında bunun çözümü çalışma mevzuatı içinde var. Prof. Aziz Çelik de buna defalarca değindi. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 40. Maddesinde CB’ye teşmil yetkisi verilmiş durumda:
“Cumhurbaşkanı; teşmili yapılacak işyerinin kurulu bulunduğu işkolunda en çok üyeye sahip sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesini, o işkolundaki işçi veya işveren sendikalarının veya ilgili işverenlerden birinin ya da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının talebi üzerine, Yüksek Hakem Kurulunun görüşünü aldıktan sonra tamamen veya kısmen ya da zorunlu değişiklikleri yaparak, o işkolunda toplu iş sözleşmesi bulunmayan işyeri veya işyerlerine teşmil edebilir”.
Demek ki istenirse TİS kapsamı bütün bir işkoluna teşmil edilebilir (yayılabilir). Eğer öyle olursa, asgari ücretin kapsamı da daralır. Peki bu hüküm neden uygulanmaz? Çünkü sermaye bunu istemez. Ücretler genel seviyesinin yukarı çıkması istenmez. O istemeyince sermayenin iktidarından da bir hareket gelmez. Aslına bakılırsa TİS imzalayan işçi sendikaları yöneticileri de bunu pek istemezler, çünkü kendi önemlerinin azalacağını ve üye (ve gelir) kaybına uğrayacaklarını düşünürler.
Teşmil uygulamasının çok etkili uygulandığı ülkeler vardır. Bunlardan başında da Fransa gelir. Orada da sendikalaşma oranı düşüktür. Ama sendikaların önemi ve etkisi, teşmil uygulaması yüzünden, üye sayılarının çok üzerindedir. Üyesi olmayan işçileri de sokağa dökme kapasiteleri genelde oldukça yüksektir.
Peki ama teşmil uygulaması nasıl oluyor da Türkiye’de memur kesimi için uygulanabiliyor? Çünkü TİS imzalayan Memur-Sen’in üyesi olmayan memurları ücret zammından mahrum bırakmak, kamu yönetimini imkansız kılacak denli büyük hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açar. Bunu yapamazlar.
Türkiye’nin en kapsamlı toplu sözleşmesi ama bir TİS değil
Asgari ücret Türkiye’de sadece asgari ücretlileri ilgilendirmez. Asgari ücretin altında (genellikle kayıt dışında veya patrona ücret iadesi yöntemiyle istihdam edilenlerde) ya da asgari ücretin belirli miktar üzerinde ücret alan geniş işçi kesimlerinde ücret düzeyleri asgari ücrete bakarak belirlenmektedir. Bu arada asgari ücret birçok başka hakkın belirlenmesinde referans değeridir: İşsizlik Sigortası Ödeneğinde, Kısa Çalışma Ödeneğinde, Genel Sağlık Sigortasından primsiz yararlanma sınırının çizilmesinde vs. asgari ücret düzeyi belirleyicidir. Bu da asgari ücretin baskılanması için ek gerekçeler yaratmaktadır. Demek ki, asgari ücretin kapsamının daraltılması işçi sınıfı açısından da talep edilmelidir.
Gerek asgari ücret gerekse diğer ücret/maaş düzeylerinin belirlenmesinde TÜİK enflasyon verileri esas alınmaktadır. Dolayısıyla TÜİK, bölüşüm ilişkilerinin perde arkasındaki temel belirleyicisi durumuna yükselmiştir. Bu nedenle TÜİK teknik bir kurum olmaktan sermaye iktidarının bir aparatı olmaya doğru talihsiz bir tersine evrim geçirmiştir. Ancak, Türk-İş’in hazırladığı gıda harcamaları endeksinin, Haziran ve Kasım aylarında yüzde 1’in altında artışla açıklanması da, tam da ücret düzeylerinin belirlendiği bu aylarda, bu konfederasyonun sermayenin ve iktidarın işini kolaylaştıracak bir manipülasyona ne kadar yatkın olduğunu göstermiştir. Üstelik Kasım 2024’te TÜİK’in gıda enflasyonu endeksi bile yüzde 5,10 iken! Buna bizzat konfederasyon üyelerinin tepki vermesi gerekirdi…
Peki Türkiye’nin bu fiilen en kapsamlı toplu sözleşmesi niçin resmen bir TİS kapsamına alınmamaktadır? Çünkü o zaman işçileri sadece TÜRK-İŞ’in temsil etmesi kabul edilemez. Bütün işçi konfederasyonlarının katılması ve iktidar-işveren karşısında en azından eşit oy hakkıyla temsil edilmeleri gerekir. Daha önemlisi, grev hakkını da içermesi gerekir. Bu hakkın kullanımı sorunlu olabilir; ama en azından sokağın tepkilerinin Komisyona ulaşmasının mekanizması kurulmalıdır. Mevcut durumda TÜRK-İŞ (zevahiri kurtarmak adına) en fazla muhalefet şerhi koyabilmektedir, onun da bir hükmü bulunmamaktadır. Ancak asgari ücretin bir TİS kapsamına alınmasını veya hatta asgari ücretin yüksek belirlenmesini birçok sendika yöneticisi de istemez; bunun kendilerini işlevsiz bırakacağını düşünürler. Eh o zaman asgari ücretin kapsamını daraltacak teşmil uygulamasını savunsunlar!
Metal iş kolunda yeniden grev yasakları
Denilebilir ki, asgari ücret TİS kapsamında belirlenseydi ne olurdu ki, nasıl olsa Türkiye’de grevler fiilen yasakken! Grev hakkının kullanımının sermaye-iktidar işbirliğiyle gerçekten kullanılamaz duruma getirildiği doğru. Bunu metal iş kolundaki son grev yasaklarıyla bir kez daha deneyimlemiş olduk. Üstelik “grev ertelemesi” ifadesi altında grev yasağının perdelenmek istenmesi de cabası. Çünkü erteleme süresi sonunda sendika, sermayeyle uzlaşmak veya Yüksek Hakem Kurulu’na gitmek dışında seçeneğe sahip olamıyor. (Bkz. Aziz Çelik, “AKP grev yasaklama şampiyonu”, Birgün 16.12.2024). (Bu bağlamda, Birleşik Metal-İş sendikasının bugünlerde MESS-iktidar işbirliğiyle grev hakkından mahrum bırakılmasını şiddetle kınıyor ve tüm emek güçlerini dayanışmaya çağırıyoruz).
Hangi düzeyde bir asgari ücret?
Öncelikle hedef enflasyon mu yoksa gerçekleşen enflasyon mu kısır döngüsünden kurtulmak gerekiyor. Hedef enflasyon deseniz, TÜİK’in yüzde 17,5, TCMB’nin yüzde 21 hedefi var. Ama artık yüzde 25’in altını konuşan yok, ki o da 21.275 TL eder. Gerçekleşme tahminlerine bakarsak, TÜİK yüzde 41,5 demişti OVP’de. Ama Kasım’da bile yüzde 42,91 oldu. Demek ki yılsonunda yüzde 45-46 olacak. Yüzde 45’i alsak, 24.653 TL eder. 21.275 veya 24.653, hangisi olursa olsun asgari ücretliyi keser mi? Kuşkusuz hayır.
TÜİK’in bir başka gerçekleşme tahmini daha var: TÜFE’de 12 aylık ortalama artış tahmini OVP’de yüzde 60,9 olarak belirlenmiş. Kuşkusuz aşılacak, çünkü Kasım’da bile yüzde 60,45 oldu. Her durumda, asgari ücretin bir yıllık enflasyon aşındırmasını buna göre karşılasaydık, 27.356 TL düzeyinde bir asgari ücrete varırdık. Bunu 2025 için TÜFE 12 aylık ortalama tahmini olan yüzde 33,9 ile çarpsaydık, 2025 Ocak ayında 36,630 TL’lik bir asgari ücret düzeyine ulaşırdık.
Bu düzey, DİSK’in de başlangıç için talep ettiği miktar civarında. DİSK, bir ailede iki asgari ücretlinin toplam gelirinin 72 bin TL’lik yoksulluk sınırına ulaşmaya imkan vermesini esas alıyor, ki bu da şu an için 36 bin TL olarak beliriyor. DİSK haklı olarak bugünkü enflasyonist ortamda rakam telaffuz etmiyor; asgari ücretin yoksulluk sınırının yarısına endekslenmesini savunuyor.
Bütün bunlar kuşkusuz gerçekleşmeyecek. Ama mücadelenin nereden başlatılması gerektiğini göstermesi bakımından en azından TÜRK-İŞ’e mesaj oluyor.
/././
Bir sergideki tablolar -Nevzat Evrim Önal-
Olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok.
Bu yazıyı, dünyanın bugün geldiği noktanın ve gitmekte olduğu yönün yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini düşünenler için yazıyorum. Filistin, Lübnan ve Suriye’de son bir yılda olanlardan, bu olanlarda başta Türkiye olmak üzere “dış güçler”in oynadığı rolden, yaşananların yarın filizlenmek üzere ektiği yeni kıyım ve yıkım tohumlarından endişelenmiyor, her ne olacaksa bunun hayatınıza dokunmayacağını, dolayısıyla sizi ilgilendirmediğini düşünüyorsanız; yani içinde yaşadığımız düzenin bireyi insanlıktan çıkartan bencillik şerbetini içtiyseniz ve halinizden memnunsanız, yazının devamını okumayabilirsiniz.
***
Peki, madem artık biz bizeyiz, biraz samimi bir sohbet edebiliriz.
Dünya, Orta Doğu, Türkiye bu hale geldi çünkü insanlık 1991’de büyük bir yenilgi aldı ve hala onun uzun vadeli sonuçlarını yaşıyoruz.
Baas Suriyesi, Soğuk Savaş dünyasında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin yarattığı, dış tahakkümün olmadığı gri bölgede yükselmişti. Aynı diğer Baas iktidarları ya da Yugoslavya gibi. Ve emperyalizmin rakipsiz olduğu günümüz dünyasında bir yeri yoktu. Ve ne kadar direndiyse de, sonunda yıkıldı.
Dünya çapında saygı gören ve vicdanlı, ahlaklı her insan tarafından kucaklanan; defalarca uçak kaçırma eylemlerine katılmasına rağmen aklı başında kimsenin meşruiyetini sorgulayamayacağı Leyla Halid gibi bir kahraman çıkartmış; öncülüğünü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin yaptığı laik ve özgürlükçü Filistin direnişi de Soğuk Savaş dünyasına aitti. Emperyalizm rakipsiz kaldıktan kısa bir süre sonra bu mücadelenin liderliği Hamas’ın eline geçti. Bu oldu diye mazlum Filistin halkının direnişi tarihsel meşruiyetinden bir şey kaybetmedi, ama önderlik gericileştikçe, yenilgi kaçınılmaz hale geldi.
Burada çok önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum: Sorun sadece sosyalizmin yokluğu, Sovyetler Birliği’nin desteğinin ortadan kalkmış olması değil. Sosyalizmin olduğu dünyada emperyalizmin insanı insanlıktan çıkartan ideolojisi de tek egemen değildi. Emperyalist ülkelerin bağrında da kentli ve emekçi kitlelerin kolektif ahlak ve vicdanı çok önemli bir toplumsal güçtü. Emperyalizmin sürekli liberal zehirle çürütmeye çalıştığı bu güç ona en nefret ettiği şey olan sınırlar dayatıyordu. Sosyalizm yıkıldıktan sonra emperyalizmin liberal saldırısının önünde de bir engel kalmadı. Liberal ideoloji işçi sınıfının kolektif vicdanını yıktı ve onu yalnız, güçsüz, bencilleşmeye açık bireylere parçaladı.
Ve bugün, yıkım henüz kendi kentine gelmemiş, evinin kapısından ya da duvarından içeri girmemiş bizler, olan bitenleri parçası olduğumuz insanlığın başına gelen güncel felaketler değil de sanki bir sergideki tablolarmış gibi izliyoruz. İsrail Filistinli çocuk ölülerini üst üste yığıyor ve biz Rubens’in Masumların Katli tablosuna bakıyoruz. Aradan aylar geçiyor, reforme olmuş, eğitilmiş, donatılmış şeriatçılar ordusu Şam’a giriyor ve biz birkaç adım atıp Delacroix’nın Haçlıların Konstantinopolis’e Girişi tablosunun önüne geliyoruz.1 Hiçbir etkimiz olmayacağını düşündüğümüz bu büyük meselelerden sıyrılıp, “bari sokak hayvanlarına bir faydam dokunsun” dediğimizde serginin bir alt katına inip Goya’nın Bir Köpek tablosuna bakmaya başlıyoruz.
Olanlar karşısında her birimiz güçlü biçimde duygulanıyoruz. Bu duygulanımlarda bir benzeşme de var: üzülüyor ve kaygılanıyoruz. Ama gördüklerimize somut ve güncel olgular değil de bir sergideki tablolar gibi yaklaştığımız için vicdanımızı örseleyen bu olaylara karşı harekete geçmiyor; sanki olanları durdurmak için bir hamle yapsak, resme fazla yaklaştığımız için alarm çalacak, görevli bizi uyaracak, başka insanlar tarafından ayıplanacak gibi davranıyoruz: Güvenli bir mesafeden fotoğrafını çekip, duygularımızı birkaç cümleyle özetleyip, sosyal medyada paylaşıyoruz.
Oysa bu resimleri avuçlarımızla duvardan kopartıp yere çalmalı, üzerinde tepinmeli, müze güvenliğini ezip geçmeli, duvarlarında sadece böyle resimler olan müzeyi ateşe verip, karşısına geçip yanmasını seyretmeliyiz.
Ne var ki bunun için kalabalık olmalıyız, ama yapayalnızız.
***
Kısa bir parantez: Böyle bir eyleme “barbarlık” diyecekler olabilir, hepsinin canı cehenneme. Eşitlik ve özgürlükten yana olan insan barbarlıktan çekinmemeli. Barbarlık, uygarlığa karşıdır. İçinde yaşadığımız emperyalist uygarlık da vicdansızlığın, ahlaksızlığın, alçaklığın insanlık tarihindeki doruğudur. Bu uygarlığın sahipleri jilet gibi takım elbiselerini giyip, tertemiz tıraşlarını olup, mis gibi parfümlerini sürüp, pırıl pırıl toplantı odalarına gider; işçileri işten çıkartmak, halka daha fazla vergi yüklemek ya da yoksul çocukları bombalayıp öldürmek için kararlar alır; sonra kapısını özel şoförlerinin açtığı pahalı arabalarına binip nezih hayatlarına, saray gibi evlerine dönerler.
Bu bağlamda cihatçı ve şeriatçı HTŞ de saf anlamda “barbar” değildir. O, barbar kavimler içinden çıkmış ve başka barbarları silah zoruyla Roma’ya köle yapan bir işbirlikçi hainler güruhudur.
***
Sanat insanlığın en soylu edimlerinden biridir; ama pekâlâ estetiğinin gücüyle izleyicisini ipnotize edip hareketsiz kılabilir, onun öznelliğini paralize edebilir. Oysa bugün bizim, belki de her zamankinden fazla özne olmaya ihtiyacımız var. Ve insan ancak yalnızlığını kırdıkça, ortak duygular hissetmekle kalmayıp ortak eyleme geçtikçe, yani örgütlendikçe özne olur.
Lütfen kusuruma bakmayın, söylemek zorundayım; olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok. Duygularımız bizi eyleme geçirmiyorsa, yaşananları durdurmak için bir şey yapmıyorsak, katledilen masumlara değil kendi örselenmiş vicdanımıza üzülüyor, düşen Şam için değil kendimiz için kaygılanıyoruz demektir.
Ve harekete geçmedikçe, bu kifayetsiz duygular zaafımız haline gelir. Düzen bizi bu duygulardan yakalar, onları bazen kışkırtıp bazen teskin eder ve bizi duygularımızı istismar ederek yönetir. Örneğin manipülasyonu ve yalancılığı meslek edinmiş Amerikancı bir gazeteci, “bunlar değişmiş, farklılıklara hoşgörü gösteriyor, kimsenin başını zorla kapatmıyorlar” diye şeriatçı canilerin halkla ilişkiler çalışması yapar ve bu sefer de “oh neyse” der, kaygımızdaki geçici azalma ile teskin olur, olan biteni kabullenip hiçbir tarihselliği olmayan hayatımıza geri döneriz.
Bu döngünün ne bize ne katledilen masumlara faydası var. Ya boş verelim, kendi konforumuza odaklanalım ve yazının başında “sizin okumanıza gerek yok” dediğim bencil güruha katılalım; ya da düzenin bizi içine soktuğu yalnızlaşmayı kıralım, evimizden çıkalım, bizim gibilerle yan yana gelelim ve kızıl bayraklar kuşanıp şiddetin, vicdansızlığın, ahlaksızlığın kural olduğu bu dünyayı yıkmak için mücadele edelim.
Mücadelede kuşkusuz yenilme ihtimali de var. Ama biz, hayatı boyunca izleyicisini harekete geçirecek sanata eserleri yapmaya kafa yormuş büyük ozan Brecht’e kulak verelim: “Mücadele eden yenilebilir, etmeyen çoktan yenilmiştir.”
Bir de şunu bilelim; bu yanıp yıkılası serginin bir yerinde Bruegel’in muazzam ve uğursuz Ölümün Zaferi tablosu da asılı duruyor ve insanlığın önüne gelmesini bekliyor.
- 1.Teşbihte hata yok. “Haçlılık” Batı’nın Orta Doğu’ya yönelik bahanesi din olan fetihçiliğidir. Bu fetihçiliğin modern ve emperyalist halinin en büyük eseri soykırımcı İsrail devletidir ve şeriatçı HTŞ güruhu da, emperyalizmin ve İsrail’in uşağıdır. Zamanında Haçlılar da Orta Doğu’da kendilerine işbirlikçi müttefikler bulmakta güçlük çekmemişti.
Evet yanlış okumadınız. İki farklı olaydan 6'şar yıl 3'er ay ceza alan Elazığ Sosyal Yardımlaşma ve Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı göreve devam ediyor. Bakanlık ise bu durumu “Mevzuat izin vermiyor” diyerek açıklıyor.
Bu yanıt, konuya dair şikayette bulunan yurttaşın CİMER'e yazmasıyla ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) üzerinden yapılan başvurunun ardından gelen cevapta, spor kulüplerinin yönetmeliğinde suç işleyen yöneticilerin görevlerinin sona ermesi gerektiği açıkça ifade ediliyor. Ancak 7405 sayılı Spor Kulüpleri ve Spor Federasyonları Kanunu'nun eksik mevzuatı nedeniyle bu görevden alma işlemi gerçekleştirilemediği ifade ediliyor.
Çocukların korunması adına büyük bir ihmali gözler önüne seren bu açıklama, "Suçlu ama görevden alamıyoruz" diyor özetle.
CİMER'den gelen ilgili cevapta tacizcinin "neden görevden alınamayacağı" böyle gerekçelendirilmiş.Mevzuat eksikliği, cezasızlık ve denetimsizlik çocukları daha korumasız hale getiriyor
Böyle dernek ve kulüplerde çocukların fiziksel ve psikolojik sağlığının ne kadar göz önünde alındığı bir tartışma konusu. Öğretmen-öğrenci ilişkisindeki denetimsizlik dikkat çekiyor. Denetimsizlik de istismara zemin olabiliyor.
Elazığ'daki cinsel istismar davasının avukatı Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği'nden Avukat Çisel Demirkan Sakallı, mevzuattaki açığın hukuki sürece de yansıdığından söz ediyor.
soL'a konuşan Demirkan, "Çocuklarımıza emanet ettiğimiz bakanlıklara ait kurumlar ne yazık ki denetimsiz ve bu denetimi sağlamak için herhangi bir çaba ya da düzenleme bulunmuyor. Çok basit alınması gereken önlemler dahi alınmıyor. Bu ve benzeri olaylarda alınabilecek birkaç tane basit önlem, en basitinden güvenlik kamerası kaydı gibi düzenli denetim gibi örnekler dahi hayata geçirilmiyor. Yaşanabilecek birçok şeyin önüne geçebilecekken göz göre göre ihmal ediliyor" diyor.
Demirkan, "İstismar ya da şiddet gerçekleştikten sonra da idari soruşturma, 'kanun açığı var', 'alt düzenleme yok', 'şikayetin süresi vardı-yoktu', 'ilgili madde şöyleydi değildi' denilerek sorunlar sürüncemeye bırakılıyor. İdari soruşturma yapılmayınca da görevden alınmayan sanık o suçu işlemeye devam ediyor. Yargıda, kamu kurumlarında bir cezasızlık hali mevcut. Okullar denetlenmiyor, yurtlar denetlenmiyor, istismarlar yaşanıyor. Kimse doğru düzgün ceza almıyor! Bu suçların mağdurlarını devlet korumayacaksa kim koruyacak? Çocukları, kadınları, emekçileri spor okullarındaki sözüm ona hocaların ya da antrenörlerin insafına bırakamayız" diye konuşuyor.
CİMER'den gelen bakanlığın yanıtı sorunun boyutlarını gözler önüne sererken, istismara uğrayan çocukların yakınları sorumluların yargılanmasını, kurumların denetlenmesini talep ediyor.
Bakanlığın açıklaması sorunun büyüklüğünü görmezden gelirken, denetimsizlik tacizcilere alan açmaya devam ediyor.
/././
Antakya İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nden okullara yazı: 'Kız öğrenciler serviste ön koltuğa oturmasın'
Antakya Kaymakamlığı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, kız öğrencilerin serviste ön koltukta oturmaması için okullara yazı gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/antakya-ilce-milli-egitim-mudurlugunden-okullara-yazi-kiz-ogrenciler-serviste-koltuga)***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder