soL "Köşebaşı + Gündem" -18 Mart 2025-

 

Sosyal devlet konusunda düşünceler…-Nevzat Evrim Önal-

Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.

Geçen haftaki yazının son bölümünde, devrimi hedeflemeyen ve kendisini işçi sınıfının kazanımlarını savunma gündemiyle sınırlandıran bir mücadele hattının yenilmeye mahkûm olduğunu söylemiştik. Gerekçemiz şuydu: bu kazanımlara zemin teşkil eden devlet teşkilatlanmaları neoliberalizm tarafından tasfiye edilmiş, kazanımların bazıları ortadan kalkmış, geri kalanının ise altı boşalmıştı. Örneğin, emeklilik kuşkusuz kıymetli bir haktır, ama işçi sınıfının bugünkü düşük ücret düzeyiyle eskiden ifade ettiği anlamı yitirmiştir, zira emeklilerin büyük bölümü çalışmaya devam etmek zorundadır. Ya da, eğitimin devlet okullarında yurttaşlara bedelsiz sağlanması kuşkusuz önemli bir haktır, ama bu hak devlet okullarındaki eğitim bilimsel olmaktan çıkartılıp bu okulların her biri birer kuran kursunu andırır hale geldikçe eski anlamını yitirmiştir.

Varacağımız sonucu baştan söyleyelim ve tartışmayı derinleştirelim: İşçi sınıfının canhıraş bir biçimde kendi devletine ihtiyacı vardır ve sermaye devleti altında yaşandığı müddetçe bunu sorgulamadan kazanımlara odaklanmak pek çok sakınca barındırmaktadır.

Gelin, inceleyelim...

***

“Sosyal devlet” tartışması hiç yeni değildir. Bu kavram yerleşiklik kazanmadan çok önce, kapitalist üretim biçiminin toplumun önemli bir kesimini mahkûm ettiği akut sefaletin iki açıdan çelişki yarattığı fark edilmişti.

Birincisi, bir yanda yurttaşların bireysel özgürlüğüne dayalı bir hukuki yapı, diğer yanda bireyin kendisini asla özgür hissedemeyeceği maddi koşullar içerisinde yaşaması patlamaya hazır bir bombaydı. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere bu çelişkiyi başta İrlandalılar olmak üzere emekçi kitleleri Kuzey Amerika kolonisine doğru kaybederek ve sonunda bu büyük koloniyi kaybederek; Fransız burjuvazisi ise neredeyse yüz yıl süren devrim ve karşı devrim sürecinde birden fazla defa iktidarı baldırıçıplaklara kaptırmanın eşiğine gelerek tecrübe etmişti. Kriz dönemlerinde “hepimiz aynı gemideyiz” ayağı çekip emekçi sınıftan fedakârlık istemek mümkündü; ama kapitalizmin başarılı biçimde işlediği ve sermaye birikiminin sağlanıyor olduğu dönemlerde “boş tencere” tehlikeli bir şeydi.

İkincisi, piyasa ekonomisinde her ücretli emekçi aynı zamanda birer müşteriydi ve sefiller üretilen metalara müşteri olamıyorlardı. Bu da, bilhassa üretilen malların kolaylıkla dış pazarlara ihraç edilemediği durumda aşırı üretim sorunu yaratıyordu. Kapitalizmin ilk yıllarında (1600’lerin sonunda), İngiliz tüccarlar sanayi devriminin sağladığı üretkenlik artışını bütün Avrupa’yı ucuz kumaşa boğmak için kullanmış, yoksul işçilere ürettirdikleri metalara yurt dışında pazar buldukları için iç pazarı görece önemsememiş ve ücret artışına hiç yanaşmamıştı. Charles Dickens’ın romanlarında anlatılan ve insanı insanlıktan çıkartan rezil sefalet koşulları böyle ortaya çıkmıştı. Ne var ki, arka arkaya gelen Amerikan ve Fransız devrimlerinin İngiliz tüccarların başlıca pazarlarını serbest erişime kapatmasının hemen ardından İngiltere’de 1802 yılından başlayarak “Fabrika Yasaları” olarak bilinen bir dizi yasa kabul edildi. Sosyal devlet uygulamalarının ilk örneklerini de içeren bu yasalar, bir yanda yaşanan devrimlerin İngiliz işçi sınıfının aklına kötü şeyler getirmesini önlemeye, diğer yanda ise sermayeye talep kapasitesi görece yüksek bir iç pazar sunmaya yönelikti.

Özetleyelim ve devam edelim: Sermaye yoksulluk konusuna iki soruyla yaklaşır: (1) Emeğin yeniden üretiminin maddi ve politik koşullarını sekteye uğratıyor mu? (2) Bir iç pazar ihtiyacı var mı ve yoksulluk bu iç pazarın cılız kalmasına neden oluyor mu?
Bu iki sorunun cevabı hayır olduğu müddetçe, sermaye yoksulluk karşısında kılını kıpırdatmaz.

***

20. yüzyılın ekonomi literatüründe “Keynesçi” olarak tanımlanan üçüncü çeyreğinde, gelişkin kapitalist ülkelerde “Refah Devleti”, Türkiye gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise “Kalkınmacı Devlet” kavramı etrafında yaşanan dönem, yukarıda bahsettiğimiz çelişkilerin kapitalist sistem açısından bir dizi nedenle taşınamaz hale gelmesinin sonucuydu. Aslında mesele 2. Dünya Savaşı’yla değil, 2. Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçesi olan 1929 buhranıyla başlamıştı. Bu ekonomik krizde sermayenin sınai ve finansal unsurlarının çıkarları birbirlerinden çok sert biçimde ayrışmıştı ve sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün de üretken faaliyetleri terk edip spekülasyon alanlarına kaymasıyla birlikte korkunç bir işsizlik dalgası yaşanmıştı.1 Üstelik artık dünyada tüm işçilerin bakıp imrenebileceği Sovyetler Birliği vardı ve bu sosyalist ülke buhrandan hiç etkilenmemişti.

J.M. Keynes, teorisini bu ortamda yazdı. Daha Keynes 1936’da “Genel Teori” kitabını yayınlamadan ABD’de 1933’te Roosevelt’in Başkanlığında “Yeni Anlaşma” (New Deal) denen refah ve istihdam paketi yürürlüğe konmuştu. Almanya’da aynı mesele Nazi partisini iktidara getirmiş ve Hitlerciler hızla sanayi sermayesini toparlayacak ve işsizliği büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir savaş ekonomini harekete geçirmişlerdi. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur “tereyağı olmadan yaşayabiliriz ama silahlarımız olmadan yaşayamayız” söylevi, toparlanmakta olan Alman ekonomisinin bir kez daha iç tüketime kapanmaması ve sonunda kaçınılmaz biçimde dünya savaşı çıkartacağı yolda kalması için verilmişti.

Sonrası malum. Sermayedar sınıf, egemenlik tarihinin en büyük yenilgisini aldı.

Savaş öncesinde, henüz bütünlüklü bir teori dahi değilken el yordamıyla uygulanmaya başlanmış olan Keynesçilik, tüm kapitalist ülkelerde bu yenilgi ortamında hayata geçirildi. Model, Sovyetler Birliği’nin zaferi karşısında işçi sınıfına hatırı sayılır bir refah sağlamayı ve böylece yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu. Bunun yanı sıra kapitalist ülkelerin sermaye birikim rejimleri olabildiğince iç pazar odaklı hale getiriliyor; uluslararası ticaret ve finans yoluyla sürekli dünya savaşı dinamikleri yaratan emperyalistler arası rekabet bir süreliğine ABD’nin büyük ağabeyliği altında baskılanıyordu.

İşçi sınıfının sosyal devlet ilkesi çerçevesindeki neredeyse bütün kazanımları bu dönemin ürünüydü.

Daha önemlisi ise şu: Keynesçi politikalar, liberallerin eleştirdiği üzere “komünizm” falan değildi.2 Keynes’in kripto komünist olduğunu iddia eden ahmaklar, Obama’nın da sosyalist olduğunu zannediyor, dolayısıyla bunlara laf anlatmaya gerek yok. Ama şunu bilelim: Keynesçilik, sermayedar sınıfın 1946 yılında ilerlemekte olan işçi sınıfı karşısında geri çekilme programıydı. Görevini fazlasıyla yerine getirdi ve 1970’lerin ortalarından itibaren, Thatcher, Reagan, Özal gibi halk düşmanları tarafından bugün Arjantin’de Milei’nin yaptıklarına benzer bir hoyratlıkla rafa kaldırıldı.

Gelelim bugüne…

***

Büyük kehanetlerde bulunmayacağım, ama uluslararası rekabetin şu anki gidişatına dair kimi gözlemlerimi paylaşacağım.

Trump, ABD ekonomisini bir “yeniden sanayileşme” sürecine sokmaya çalışıyor. Hayli karmaşık görünen dış ticaret politikası ve dış politikasının en temel amacı bu “u dönüşünü” mümkün hale getirmek. Bu doğrultuda, görünüşe göre şu alt hedefler mevcut: (1) ABD sanayisinin enerji ve doğal kaynak tedarikinin tüm başlıklarda güvence altına alınması, bunun için gerekiyorsa doğal kaynak zengini bazı ülkeler üzerinde politik egemenlik ve/veya askeri baskı kurulması, hatta belki ilhakın gündeme gelmesi (Kanada meselesi buraya oturuyor). (2) Sanayi malları ticaretinde en büyük rakip olan Çin’in metalarını pazarlara ulaştırmak için kullandığı ticaret yollarının kontrol altına alınması ve gerekiyorsa sekteye uğratılması (Panama Kanalı meselesi de buraya oturuyor). (3) Dünya çapında kapitalist ülkelerin iç pazarlarının eskisine göre görece kapalı hale gelmesi ve ABD emperyalizminin sahip olduğu asimetrik baskı gücüyle bu pazarları olabildiğince “kendine açması”.

Bu eğilimler ilerlediği takdirde, doğal bir yönelim, her ülkenin daralan dış pazarlar karşısında kendi iç pazarını büyütmeye, emekçileri daha fazla meta satın alabilecek hale getirmeye yönelik önlemler almasıdır. Nitekim Çin’de geçtiğimiz günlerde açıklanan tüketimi rahatlatma paketi, hayli sınırlı bir kapsamda olsa da, bunu hedefliyor.3
Yukarıda, yazının girişinde, “sosyal devlet politikaları iç pazarı büyütmek için de uygulanabilir” demiştik. Bu eğilim güçlenirse, liberallerin bol keseden “bu sağ popülizm,” “bu da sol popülizm” diye yadsıdığı ekonomik modeller, bilhassa da işçi sınıfının reel ücretlerinin düşük ve dolayısıyla iç pazarın büyüme potansiyeli bulunan ülkelerde uygulanır hale gelebilir. Ülkeler görece kapalı ekonomik yapılar haline gelirse, sermaye sınıfı işçi sınıfıyla ulusal uzlaşıyı böyle bir model üzerinden kurmaya yönelebilir.

Bu konunun bütün boyutlarıyla tartışılması bu yazının kapsamını aşar. Ayrıca, yukarıda belirttiğim üzere, süreç tamamen farklı bir mecraya doğru da akabilir. Ama her durumda “sosyal devlet ilkesi” üzerine baştan düşünmemiz gerekiyor. Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden (tabii ilkenin güncelleştirilmiş ve 21. yüzyıla uyarlanmış bir haliyle) sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.

1Sadece ABD’de işsizlik birkaç hafta içerisinde yaklaşık %0’dan %25’e yükselmişti: https://www.economicshelp.org/blog/162985/economics/unemployment-during-the-great-depression/

2Keynes bu konuda safını açıkça beyan ediyor: “Bana adalet ve sağduyu gibi görünen şeylerden etkilenebilirim; ama Sınıf Savaşı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır.” John Maynard Keynes, “Am I a Liberal?”, Essays in Persuasion içinde, New York ve Londra: W.W.Norton and Company, s.234, [1925] 1963.

3https://www.reuters.com/world/china/china-looks-boost-consumption-amid-consumer-squeeze-2025-03-16/.                                                                        /././

‘Viyadük’ diye onay alan inşaattan Söğütlüçeşme’ye AVM çıktı: 'Bir kent suçu abidesi'

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu’nda yapılan eylemde “Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir” denildi.

İstanbul’un Kadıköy ilçesinde halkın yapılmaması için yıllardır mücadele verdiği Söğütlüçeşme’deki AVM inşaatı neredeyse açılış aşamasına geldi.

Söğütlüçeşme İstasyonu'nda ek viyadük ayakları yapmak için onay alan inşaat projesi, viyadük bağlantıları tamamlanmadan AVM olarak ortaya çıktı. O alanda viyadük yapılmasının gerekli olup olmadığı tartışmalıyken asıl hevesin viyadük altına yapılan dükkanlar olduğu iyice gün yüzüne çıkmış oldu.

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu'nda eylem yapıldı.

Eylemde konuşan Kadıköy Halk Meclisi Kent Suçları Komisyonu sözcüsü Gülsün Gökalp, Söğütlüçeşme’de küçük esnafın yutulduğunu, buradaki ticaret olasılığının büyük sermayeye aktarıldığını vurguladı.

“Bir kent suçu abidesinin önünde toplandık bugün” diyen Gökalp büyük sermaye sahiplerinin “bu ucube yapıyı renkli bir törenle açabilmek için” ramazanın bitmesini beklediğini söyledi.

Buradan gelip geçenlerin kaldırımlardaki büfeleri hatırlayacağını dile getiren Gökalp “O büfeler böylesi heybetli değildi, büyük masraflarla açılmamışlardı. Çünkü sahipleri küçük esnaftı. Belediyeye kira öder anca evlerini geçindirirlerdi, su, çay, tost, sandviç satarak. Ancak gördüğünüz üzere büyük sermaye küçük esnafı yuttu” dedi.

“Siz metrobüse koşanlar, tren bekleyenler, maç günleri çevre büfe ve lokantalardan yararlananlar, sizlerin cebinden çıkacak paralar, onların kasalarını doldurmalı çünkü. Bunu sağlamak için taş atıp kolları yorulmadı” diyen Gökalp, Ulaştırma Bakanlığı’nın bütçesiyle, 49 yıllığına, halkın vergileriyle bu dükkanlara “dünyanın en pahalı çatısı”nın yapıldığını dile getirdi.

'Paravanların ardında çevre katliamı yapıldı'

Paravanlara “Viyadük ve çevre düzenlemesi inşaatı” yazıldığını hatırlatan Gökalp, paravanların arkasındaysa bir çevre katliamı yapıldığını kaydetti: 

250’si bin bir çeşit meyve ağacı tam 500 ağacı bir suçlu gibi, gece yarısından sonra sabaha karşı, herkesten gizleyerek kestiler. Kestikleri ağaçları tırlara koyarak kaçırdılar. O ağaçlarsa Kadıköylü, bir küçük esnaf olarak ömür süren, kızını TEMA gönüllüsü olarak yetiştiren rahmetli İhsan Dedeoğlu’nun kendi elleriyle diktiği ağaçlardı. Cevizinden şeftalisine, dutlarından eriklerine herkesin uzanıp eliyle koparacağı yemyeşil bir cennet yaratmıştı.”

Kuşların cıvıltılarının hâlâ kulaklarında olduğunu söyleyen Gökalp “Sermaye acımadı, halkın olanı gasp etti. Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir. Kadıköy tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, kültür merkezleriyle, sanatsever mütevazı yaşam süren halkıyla birlikte, İhsan Dedeoğlu’nun ruhuyla bu kara yapıyı lanetleyecektir. Akfen Holding’in patronları, sermayenin iktidarı, bu iktidarın açık veya gizli ortakları, yalancı kahramanları ve onlara boyun eğenlere karşı sesimizi yükseltmeliyiz” diye konuştu.

'Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı'

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Fulya Girginer ise halkın mücadele ettiğini, Kadıköylülerin üzerine düşeni yaptığını ama sermaye saltanatı yaşandığı için kaybedildiğini anlattı.

“Söğütlüçeşme’de AVM yapılmasın diye çok mücadele ettik. Ama olmadı. Neden olmadı? Çünkü paranın saltanatını yaşıyorlar” diyen Girginer, “Kamu alanını ticari alana çevirmek için viyadük ayağı yapma bahanesi buldular. Şimdi burada gördüğümüz nedir? Viyadük ayağı değil dev gibi bir AVM” ifadesini kullandı.

Bu alan için mücadele ederken meslek odalarından, medyadan, yerel yönetimlerden destek istediklerini kaydeden Girginer “Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı” dedi.

Girginer şöyle konuştu:

Bu mücadeleler içinde iyice anladık ki düzen siyasetinin AKP’si, CHP’si, MHP’si birbirinden farklı değil. ‘Yetkim yok’ diyerek savuşturulduk, bilgilendirilmedik. CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin de burada olup bitenlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kadar, TCDD işletmesi kadar suçu var.

Projenin ismini değiştirip temizlemeye çalışıyorlar. Burada, Söğütlüçeşme’de, 500 ağaç kesilerek AVM yapıldı. Bunu hiç unutmayacağız, unutturmayacağız.”

Eylemde taşınan dövizlerde ve atılan sloganlarda halkın tepkisi açıkça görülüyordu:

‘Hamdi Akın gibi olma, halkın malına göz koyma’, ’AKFEN viyadük diye başladı AVM yaptı’, ‘Yaşasın depremde sığınabileceğimiz bir AVM'miz var’, ’Haydarpaşa gardır, Söğütlüçeşme İstasyon’, ‘Buraya AVM yapmak için 500’den fazla ağaç kesildi’, ’Sermaye Kadıköy’den defol’, ‘Söğütlüçeşme halkındır, sermayenin değil!’, ‘Rantın değil, halkın Kadıköy’ü’, ‘Sermaye halkın olana yine el koydu’,  ‘500 ağaç kesip yaptığınız AVM'niz hayırlı olsun’…

                                                      ***

Marmara Üniversitesi'nden kadın cinayetlerini protesto eden öğrencilere ceza

Kadınlar ve çocuklara yönelik şiddet ve istismar haberleri Ekim ayında Türkiye'yi sokağa dökmüş, öğrenciler kampüslerde protestolar düzenlemişti. Marmara Üniversitesi o eylemlerden birine katılan öğrencilere kınama cezası verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/marmara-universitesinden-kadin-cinayetlerini-protesto-eden-ogrencilere-ceza-396817)

                                                                           ***

Emekli, Avrupa’da sondan ikinci -Atilla Özsever-

Emekli ikramiyesi 3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. İkramiye, ilk çıktığı 2018’de en düşük emekli aylığından daha yüksek iken bugün yüzde 28’ine geriledi. Türkiye, Avrupa’da Bulgaristan’dan sonra en düşük emekli aylığına sahip ülke…

Emeklilerin bayram ikramiyesini 3 bin liradan 4 bin liraya yükselten kanun teklifi, TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Bu hafta içinde de kanun teklifinin meclis genel kurulunda kabul edilip bayramdan önce yürürlüğe girmesi bekleniyor. Emeklilere Şeker (Ramazan) Bayramı ile Kurban Bayramı’nda ödenmek üzere iki kez ikramiye veriliyor.

Torba yasayı içeren aynı teklifte, Cumhurbaşkanı’nın emekli aylığı da artırılarak 2025 yılı için 142 bin 456 liraya çıkartıldı. Cumhurbaşkanının emekli aylığı yüzde 52,8 oranında artarken emekli ikramiyesi ise yüzde 33 oranında artmış oldu.

Ocak 2025 itibariyle işçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına yüzde 15,75, memur emekli aylıklarına da yüzde 11,54 oranında zam yapılmıştı. En düşük işçi ve Bağ-Kur emekli aylığı da, yılbaşı itibariyle 14 bin 469 lira olarak belirlenmişti. Ortalama emekli aylığı da 17 bin 500 TL dolayında bulunuyor. Ülkemizde 16,5 milyon da emekli var.

Erdoğan’ın ikramiye yanıtı

CHP milletvekilleri meclis komisyonu çalışmaları sırasında “ikramiye değil sadaka” şeklinde dövizleri gösterip tepkilerini ortaya koydular. Aslında AKP Hükümeti, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağzından emeklileri bir anlamda “bütçeye yük” olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, TBMM’de bir gazetecinin emeklilerin ikramiyesinin düşük bulunması üzerine sorduğu bir soruya şöyle bir yanıt verdi: “3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. Sen beni dolduruşa mı getiriyorsun, daha ne olsun”  

İkramiye yüzde 28’e geriledi

Emekli ikramiyesi ilk kez 2018 yılında 1.000 TL olarak belirlenmişti. Aynı yıl en düşük emekli aylığı ise 939 TL idi. Yani, emekli ikramiyesi, en düşük emekli aylığından daha fazlaydı, oranı 1,06 idi.

Emekli ikramiyesi, 2021’de 1.100 TL, 2023’te 2.000 TL, 2024’te de 3.000 TL olarak uygulandı. 2025’te ise 4.000 TL olarak belirlendi. En düşük emekli aylığı da 14.469 TL olduğuna göre, emekli ikramiyesi en düşük emekli aylığının yüzde 28’e kadar inmiş oluyor.

Asgari ücret yönünden ise; 2018’de asgari ücret 1.603 lira idi, ikramiye de 1.000 lira olarak asgari ücretin yüzde 62’sini oluşturuyordu. Şimdi ise 4.000 liralık ikramiye, 22 bin 104 liralık asgari ücretin yüzde 18’ine denk geliyor.

DİSK: 13 bin 793 TL olmalı

DİSK-AR’ın (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi) araştırmasına göre, emekli ikramiyesinin 2018’deki asgari ücretin yüzde 62,4’üne karşılık geldiği dikkate alındığında bu oranın bugün korunması halinde ikramiyenin 13 bin 793 lira olması gerekiyor.

Öte yandan 14 bin 469 lira olan en düşük emekli aylığı, hem 22 bin 104 lira olan asgari ücretin, hem de şubat sonu itibariyle 23 bin 324 lira olan açlık sınırının altında bulunuyor.

Emekli aylıklarının çok düşük olması nedeniyle emekliler çalışmak zorunda kalıyorlar. Çalışan ve iş arayan emeklilerin tüm emeklilere oranı, 2023 yılı itibariyle yüzde 55,3 idi. Yani emeklilerin yarıdan fazlası, çalışmak ve iş aramak zorunda kalıyor.   

Avrupa’da sondan ikinciyiz

Öte yandan DİSK-AR’ın Mart 2024 tarihli “Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu” isimli raporuna göre, Türkiye ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip sondan ikinci ülke durumunda bulunuyor.

Raporda Türkiye, 32 Avrupa ülkesi içinde 2012’de ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip onuncu ülkeydi. 2021’de ise Türkiye sondan ikinci sıraya geldi. En son sıradaki Bulgaristan’da ortalama emekli aylığı 224 Euro, bizde ise 237 Euro idi.

Birinci sırada 2.734 Euro ile Lüksemburg yer alıyor. Diğer bazı ülkelerdeki ortalama emekli aylıkları ise şöyleydi: Hollanda 2.003 Euro, Almanya 1.552 Euro, Fransa 1.485 Euro, Yunanistan 1.026 Euro, Slovenya 654 Euro, Romanya 351 Euro.

Emekli aylığının asgari ücrete oranı yönünden de Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en düşük orana sahip ülkeler arasında yer alıyor, sondan dördüncü sırada bulunuyor.

AB’linin emekli aylığı yüzde 70

Avrupa Birliği’nde (AB) çalışana ortalama olarak son ücretinin yüzde 68’i emekli aylığı olarak bağlanıyor. İspanya’da bu oran yüzde 86. Yani Avrupa’da bir çalışan, emekli olduğu zaman yuvarlak olarak son ücretinin yüzde 70’i oranında bir aylık alabiliyor.

Türkiye’de ise 1999 yılında çıkarılan 4447 sayılı yasayla 25 yıllık bir sigortalının emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 olarak belirlenmişti. AKP iktidarı döneminde 2008’de çıkarılan 5510 sayılı yasayla bu oran yüzde 50’ye düşürüldü.

Daha önce emeklilere aylık bağlanması sürecinde büyümenin yüzde 100’ü oranında bir refah payı verilirken bu oran 5510 sayılı yasayla yüzde 30’a düşürüldü. Yani, Türkiye’de AKP döneminde emekli aylıklarının düşük olmasında, hem aylık bağlama oranının düşürülmesi, hem de refah payının azaltılması son derece etkili oldu.

Batı’daki emekli örgütleri

Avrupa’daki emeklilerin örgütlenmesi üç düzeyde oluyor. İtalya, Lüksemburg ve Malta’da çalışanlar emekli olduktan sonra bağlı oldukları konfederasyon bünyesindeki emekli sendikalarına üye olabiliyorlar.

Özellikle İtalya’da güçlü emekli federasyon ya da sendikaları var. 4.5 milyon üyeli İtalyan CGIL konfederasyonunun 2,5 milyon üyeli ISP adında bir emekliler sendikası bulunuyor.

Fransa, Danimarka, İsviçre, İspanya, Portekiz ve Kıbrıs Rum Kesimi’nde ise, emekliler ayrı bir emekli federasyonu çatısı altında örgütlenebiliyorlar.

Finlandiya, İrlanda, Almanya, Avusturya, İngiltere, Belçika, Norveç, Hollanda ve İzlanda’ da çalışanların daha önce çalıştığı işkolundaki sendikaya emekli olarak da üyeliği devam ediyor.

İtalya’daki emekliler sendikası, hükümet ve işveren tarafıyla emekli aylığı pazarlığı yapıyor. Belçika’da işçi emekli olduğu zaman sendikasından ayrılmıyor, hükümetle pazarlık yapıyor, işsizlik parasını da sendikalar veriyor. Devlet de sendikalara katkı sağlıyor.

Türkiye’de emekliye sendika yasak

Türkiye’de ise, yasal olarak sadece işçi ve işverenlerin sendika kurması mümkün olduğundan emeklilerin kurduğu sendikalar valiliklerce kapatılıyor. Hukuk yoluna da başvurulduğu zaman mahkemeler, genelde yasal mevzuatı esas alıyorlar, emeklilerin sendika hakkına sahip olmadığı ileri sürülüyor.

Mevcut anayasa, işçi ve işverenlerin sendika kurma hakkına olanak tanımakla birlikte Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde herkesin sendika kurma hakkından söz ediliyor.

Türkiye, her iki sözleşmeyi de onaylamıştır. İç hukukumuzda uluslararası sözleşmelere uygun değişiklik yapılmamış olması, sendika hakkının kullanılmasına engel değildir. Anayasanın 90. Maddesinde,  uluslararası sözleşmeler ile iç hukukun çelişmesi durumunda uluslararası sözleşmelerin esas alınacağına dair bir hüküm vardır. O nedenle emeklilerin sendika hakkının da yasal statüye kavuşturulması uygun olacaktır.

Ülkemizde DİSK’e bağlı Emekli-Sen, Tüm Emeklilerin Sendikası, Birleşik Emekli Sendikası, Emekliler Dayanışma Sendikası, Emekli Meclisleri Sendikası gibi çeşitli emekli sendikaları bulunuyor. Ancak maalesef hiçbiri yasal bir statüye sahip olmadığı için resmi makamlarca tanınmıyor, emekli aylıklarının artırılması ve diğer talepleri konusunda toplu görüşme olanağına sahip bulunmuyor…

                                                      /././

Enkaz altında kalan arabaları satıyorlardı: 'Parça değişim' şebekesi ortaya çıkarıldı -Utku Beycan-

6 Şubat tarihli depremlerde enkaz altında kalan bir araca, çalıntı bir araca ait parçaların takılarak satıldığı ortaya çıktı. Bir şüpheli, başka araçlara da benzer işmelerin uygulandığını anlattı.

M.M. ve Ş.M.’nin satın aldıkları araç, parça değişimi yapıldığı şüphesiyle incelendi.

İncelemeler sonucu arabanın 6 Şubat tarihli depremlerde enkaz altında kaldığı, şebeke tarafından 170 bin liraya satın alındığı ve parçalarının çalıntı bir aracın parçaları ile değiştirildiği ortaya çıktı. 

Düşük fiyata alınan araçlara çalıntı ve kaçak arabaların parçaları takıldı

Ş.M. ve M.M.’nin çocuklarına hediye etmek için aldıkları araç, parça değişimi yapıldığı şüphesiyle polisler tarafından durduruldu. 

Motor numarası, plaka ve şase numarası üzerine yapılan incelemede aracın 6 Şubat tarihli depremlerde Ebrar Sitesi'nde enkaz altında kaldığı ve ardından İzmir'in Gaziemir ilçesinden çalınan bir araçla parçalarının değiştirildiği ortaya çıktı. 

Şüphelilerin depremde enkaz altında kalmış, kaza geçirmiş veya yanmış araçları düşük fiyatla satın aldığı, ardından parçalarını çalıntı, hacizli veya kaçak arabaların parçaları ile değiştirip piyasaya sürdüğü belirtildi.

Aracın gerçek sahibi AKP milletvekili aday adayı 

Müşteki Ş.M. mahalleden tanıdıkları E.Ş.’nin kendilerine ulaşarak, elinde bir araba olduğunu söylediğini ifade etti. Ş.M., E.Ş. ve G.O.Ç. isimli bir başka şüpheli, satış için noterliğe gittiklerinde, aracın sigortası eski plakası üzerine kayıtlı olduğu için satış yapılamadı. Ertesi gün G.O.Ç., aracın mevcut plakasına uygun sigorta yaptırdı. 

Aracı 1 milyon 200 bin liraya satın alan Ş.M., aracın parçalarının değiştirilmiş olduğunu öğrenince G.O.Ç.’yi aradı. G.O.Ç. ise aracın gerçek sahiplerinin tamirci V.T. ile iki adet özel okulun sahibi ve aynı zamanda 2018 seçimlerinde AKP milletvekili aday adayı olan E.M.Ö. olduğunu söyledi.

Ebrar Sitesi enkazı altında kalmıştı: 170 bin liraya aldılar, 1 milyon 200 bin liraya sattılar 

Parça değişimi yapılan araç 6 Şubat Depremleri'nde, Ebrar Sitesi'nde enkaz altında kalmış, sahibi V.K.U. tarafından G.O.Ç.'ye satılmıştı. Öte yandan V.K.U., satışın 170 bin liraya yapıldığını fakat G.O.Ç.'nin talebi üzerine noterde satış bedelinin 275 bin lira olarak yazıldığını söyledi. 

G.O.Ç.’nin iddialarına göre, arkadaşı olan özel okul sahibi ve AKP milletvekili aday adayı olan E.M.Ö., aracı onun üzerine tescil etmek istediğini, V.T.’nin kendisini arayacağını söyledi. V.T. kendisini aradığında G.O.Ç., İ.G. isimli şahsa vekalet verdi. Sonrasında V.T., G.O.Ç.’yi tekrar arayarak plakayı düşürdüğünü söyledi. G.O.Ç. de Büyükçekmece Emniyet Müdürlüğü'ne giderek plakanın kaybolduğu ile ilgili müracaatta bulundu. Bir ay sonra E.M.Ö.'ye ait okula gittiğinde aracı yeni plakası ile gördü. 

G.O.Ç., ayrıca E.M.Ö.'nün, akademisyen T.A. üzerine tescil ettiği birden fazla aracın da parçalarının değiştirildiğini söyledi.

PTS kayıtları E.M.Ö.’yü yalanladı 

E.M.Ö. ise E.Ş.'nin kendi çalışanı olduğunu, G.O.Ç.'yi üç yıldır tanıdığını, bahse konu değişim işlemini yeni öğrendiğini ve arabayı hatırlamadığını iddia etti. Ayrıca V.T. ile bir görüşme yapmadığını, G.O.Ç.'nin kendisine gönderdiği paranın borcuna karşılık olduğunu ve arabanın alınıp satılmasına aracılık yapmadığını öne sürdü. PTS kayıtlarında yapılan incelemede ise aracın çoğunlukla E.Ş. tarafından, kimi zamanlarda da E.M.Ö. ile beraber kullanıldığı tespit edildi. 

E.Ş. ise E.M.Ö.’nün işçisi olduğunu, arabayı zaman zaman okul işlerinde kullandığını, arabanın G.O.Ç. üzerine kayıtlı olduğunu bildiğini söyledi. E.Ş.’nin ifadelerine göre kendisini arabayı kullanırken gören M.M., aracı satın almak istedi. E.Ş., arabanın parçalarının değişmiş olduğunu bilmediğini, G.O.Ç. tarafından kendisine gönderilen paranın da borcuna karşılık gönderildiğini savundu.

V.T. ise savunmasında arabaya dair durumu bilmediğini, kendisinin araba tamiri işinde olduğunu, G.O.Ç.’nin araba satın almak isteyerek ilandaki aracı gösterdiğini söyledi. V.T., G.O.Ç.’nin İ.G.’ye vekalet verdiğini, aracın satılmasına aracılık ettiğini fakat aracın parçalarının değiştirildiğini ve çalıntı olduğunu bilmediğini iddia etti.

                                                      ***

Kongo Demokratik Cumhuriyeti isyancılara karşı ABD'nin kapısını çaldı: Değerli madenlerini sunacak -Can Kuyumcuoğlu-

İsyancıların ilerlemesini sürdürdüğü Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin hükümeti, ABD'den askeri destek alma hedefinde. Hükümet, bunun karşılığında ABD'ye ülkenin madenlerini sunmaya hazır gibi görünüyor.

Uzun zamandır iç savaşlarla boğuşan Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC), bugün de anlaşmazlık yaşadığı komşusu Ruanda tarafından desteklendiği öne sürülen isyancılarla çatışmalar yaşıyor. Bir süredir devam eden çatışmalarda, M23 isyancıları, kritik maden yataklarının da dahil olduğu bölgeleri ele geçirdi.

Zor durumda olan KDC hükümeti, çareyi ABD'nin kapısını çalmakta buldu. Hükümet, değerli mineraller karşılığında ABD'den askeri destek almayı umuyor. ABD'nin buna dair verdiği mesajlar olumlu.

Çin'in maden alanında önemli yatırımlarının olduğu ülkede bu gelişmeler, yaşananlara yeni bir uluslararası karakter getirebilecek bir potansiyel taşıyor.

ABD'yle başlayan müzakereler

KDC, güvenlik karşılığında mineraller anlaşması sağlamak amacıyla ABD hükümetiyle "günlük görüşmeler" gerçekleştiriyor.

Bu hamle, Doğu Afrika ülkesinde şiddetin arttığı bir ortamda geldi. Ülkedeki isyancı M23 silahlı grubu, elektronik aletlerin üretiminde kullanılan önemli bir mineral olan altın ve koltan açısından zengin bölgelerde kritik noktaları ele geçirmişti.

KDC hükümetine göre, Ocak ayından bu yana çatışmalarda en az 7 bin kişi öldürüldü, binlerce kişi de yerinden edildi.

ABD ile anlaşmaya dair resmi teklifin ayrıntıları henüz ortaya çıkmasa da, KDC yasama organları ABD'nin minerallere ilişkin haklar karşılığında çatışmayı kontrol altına almaya yardımcı olmak için asker konuşlandırmasını umuyor gibi görünüyor. Ancak, böyle bir ittifakın ABD Başkanı Donald Trump'ın "Önce Amerika" politikasıyla uyumlu olup olmayacağının belirsiz olduğuna ve Washington'ın herhangi bir anlaşma kapsamında daha az müdahaleci bir yaklaşım benimseme olasılığının daha yüksek olduğuna dönük değerlendirmeler var.

kdc
M23 isyancıları, geçtiğimiz ay Doğu Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin ikinci büyük şehri olan Bukavu'nun merkezine girdi ve Güney Kivu eyaletinin idari ofisinin kontrolünü ele geçirdi

KDC neden şimdi ABD'yle bir mineral anlaşması arıyor?

KDC'nin, Washington'ın bir mineral anlaşması karşılığında Ukrayna'yı Rusya'ya karşı savaşında destekleme teklifinden ilham almış olabileceği düşünülüyor.

Bu teklif, Kiev'in ülkenin mineral gelirlerinin yüzde 50'lik bir hissesini ABD'den "istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna'nın gelişimine uzun vadeli mali taahhüt" almak üzere devretmesini içeriyor.

Reuters haber ajansına göre, KDC Başkanı Felix Tshisekedi'nin yardımcı genel sekreteri Andre Wameso, bu ayın başlarında ABD yetkilileriyle benzer bir potansiyel "ortaklığı" görüşmek üzere Washington'a gitti. KDC yetkilileri böyle bir anlaşmanın neleri içereceğine dair belirli ayrıntıları açıklamadı.

KDC'nin, M23'e ve ülke genelindeki kazançlı madenlerin kontrolünü elinde bulunduran 100'den fazla silahlı gruba karşı savaşı kazanması için "güvenlik ortaklarına" ihtiyacı var. Kaynak zengini ülke, kalay, tungsten, tantal ve altının önemli bir üreticisi. Toplu olarak 3TG olarak bilinen bu mineraller, elektronik, savunma ekipmanı, elektrikli araçlar ve diğer teknolojilerin üretiminde kullanılıyor. KDC'nin kullanılmayan doğal kaynaklarının yaklaşık 24 trilyon dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.

kongodc
Kolwezi yakınlarındaki Shabara madeninde bir madenci bir çuval maden taşıyor

Kongolu yasama organları tarafından ne önerildi?

21 Şubat'ta, Afrika iş çıkarları için uluslararası bir savunma grubu olan Afrika İş Konseyi, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio'ya ABD'yi KDC'nin kullanılmayan kaynaklarına yatırım yapmaya davet eden bir mektup yazdı. Grup, KDC'nin savunma, güvenlik ve sınır koruma senato komitesine başkanlık eden Kongolu senatör Pierre Kanda Kalambayi adına hareket ettiğini ifade etti.

Grup, bu tür yatırımlara erişimin "her iki ulusa da fayda sağlayacak uzun vadeli bir ekonomik ve güvenlik ortaklığı" karşılığında yapılabileceğini öne sürdü.

Afrika İş Konseyi teklifinde şunları önerdi:

* ABD savunma ve teknoloji şirketlerinin KDC madenlerine erişimi ve ihracat için bir limana erişim.

* İki ülke tarafından paylaşılacak Kongo minerallerinden oluşan ortak bir mineral stokunun kontrolü.

* Karşılığında ABD, Kongo kuvvetlerine eğitim ve ekipman sağlayacak ve KDC'deki ABD ordusuna doğrudan erişim sağlayacak.

ABD yetkilileri geçtiğimiz hafta bu tür teklifleri değerlendirmeye hazır olduklarını belirttiler ancak doğrudan yanıt vermediler.

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Reuters'a "ABD, Trump Yönetimi'nin Önce Amerika Gündemi ile uyumlu bu sektördeki ortaklıkları görüşmeye açık" dedi ve Kongo'nun "ileri teknolojiler için gereken dünyanın kritik minerallerinin önemli bir payına" sahip olduğuna işaret etti.

Sözcü, ABD'nin KDC'ye özel sektör yatırımını "sorumlu ve şeffaf bir şekilde" artırmak istediğini sözlerine ekledi.

Kongo Demokratik Cumhuriyeti'ndeki silahlı çatışma neden yaşanıyor?

Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde 30 yıldan uzun süredir devam eden uzun bir çatışma yaşanıyor. Ülkenin silahlı kuvvetleri, hükümet yolsuzluğu nedeniyle zayıf duruma düştü. 1996 ile 2002 yılları arasında iki iç savaş yaşayan ülke, bugün de binlerce kişinin öldüğü M23 isyanına tanık oluyor. Bu süreçte milyonlarca insan yerinden edildi.

M23 silahlı grubunu yenmek, Cumhurbaşkanı Felix Tshisekedi'nin en büyük önceliği. Ülkede şu anda Birleşmiş Milletler misyonu (MONUSCO) dahil olmak üzere birkaç barış gücü bulunmasına rağmen, M23 yıldırım hızında en az iki büyük kasabayı, Goma ve Bukavu'yu ele geçirmeyi başardı. Grup, şu anda üçüncü bir kasabaya, büyük bir madencilik merkezi olan Walikale'ye yaklaşıyor.

Komşu Ruanda ile yaşanan anlaşmazlık, çatışmaya başka bir boyut katıyor. BM ve ABD, Ruanda'yı M23'ü desteklemek ve ona asker sağlamakla suçluyor. Ayrıca M23 grubunun Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden altın, koltan ve diğer mineralleri kaçırdığı iddia ediliyor.

Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame, M23 ile herhangi bir bağlantısı olduğunu reddediyor. Ancak geçmişte Kongolu Tutsileri "ayrımcılıktan" koruma gerekçesiyle Ruanda askerlerini KDC'ye göndermeyi onaylamıştı. Bu azınlık nüfusu, Hutu çoğunluğunun üyeleri tarafından gerçekleştirilen bir soykırımın ardından 1994'te Ruanda'dan kaçmıştı.

Ruanda ayrıca KDC'yi soykırıma karışan Hutu silahlı gruplarına ev sahipliği yapmakla suçlamıştı. Kongo iç savaşları sırasında, BM raporları hem Ruanda'nın hem de müttefiki Uganda'nın KDC'nin mineral kaynaklarını yağmaladığı sonucuna varmıştı.

Bu sefer M23'ün KDC'nin doğusundaki değerli madenleri kontrol etmesiyle, ülkede aynı senaryonun yaşandığına dair Batı dünyasında bir endişe hakim. Şubat 2024'te Ruanda ile 3TG mineralleri tedarik etmek için bir anlaşma imzalayan Avrupa Birliği, şimdi bu sözleşmeyi iptal etmeyi düşünüyor. Ruanda şu anda dünyadaki tantalumun yaklaşık yüzde 30'unu tedarik ediyor. AB'nin KDC ile benzer anlaşmaları var.

Birkaç Avrupa ülkesi ve ABD, son haftalarda, KDC'nin doğusundaki mevcut şiddetle bağlantılı olduklarını iddia ettikleri kilit Ruandalı yetkililere yaptırımlar uyguladı ve Kagame hükümetinden askerleri geri çekmesini istedi.

KDC'nin Çin'den kopma çabaları: Yerine ABD geçebilir mi?

Washington'ın KDC hükümetine ait minerallere doğrudan erişimden faydalanabileceği değerlendiriliyor.

Eski KDC Başkanı Joseph Kabila, Çin ile altyapı karşılığında mineraller için birkaç anlaşma müzakere etmişti. Şu anda, Çinli şirketler KDC'nin mineral endüstrisindeki yatırımlara hakim konumda. En büyük kobalt madenciliği bölgelerinden dokuzu KDC'nin güney Katanga'sında. Bu bölgelerdeki madenlerin yarısı Çinli operatörler tarafından işletiliyor.

Başkan Tshisekedi yönetiminde, KDC hükümeti Çin'den uzaklaşmaya ve Batılı ülkeler başta olmak üzere diğer aktörlere yakınlaşmaya hazır bir tavır takınıyor. KDC, son iki yılda AB ve Hindistan ile anlaşmalar imzaladı. Bu hafta, KDC sözcüsü Patrick Muyaya, Reuters'a ülkenin "çeşitlendirmeye" hazır olduğunu ve özellikle ABD'nin hoş karşılanacağını söyledi.

Sözcü, "Bugün Amerikalı yatırımcılar KDC'ye gelmekle ilgileniyorsa, açıkçası yer bulacaklardır... KDC'nin mevcut rezervleri var ve Amerikan sermayesinin buraya yatırım yapması da iyi olurdu" ifadelerini kullandı.

Bundan sonra ne olabilir?

İki ülke eski ABD Başkanı Joe Biden'ın yönetimi altında zaten büyüyen bir ilişki geliştiriyordu ancak KDC ile ABD'nin herhangi bir anlaşma imzalayıp imzalamayacağı veya ne zaman imzalayacağı belirsiz.

Ülkede faaliyet gösteren hiçbir ABD şirketi olmamasına rağmen Washington, KDC'nin minerallerini komşu Angola üzerinden ihraç etmek için demiryolları ve limanlar inşa etmeyi içeren bir altyapı projesi olan Lobito Koridoru'na yatırım yapıyor.

Trump yönetiminde iki ülke arasındaki ilişkilerin Ukrayna müzakerelerinin gösterdiği gibi daha "işlemsel" hale geleceği düşünülüyor.

Bununla birlikte, M23'ün Kinşasa'ya doğru ilerlemesi sürerken, KDC için yeni ABD askeri teçhizatının savaşın gidişatını hemen değiştirip değiştiremeyeceği de belirsizliğini koruyor.

Böyle bir desteğin KDC'nin zayıf ordusunu orta ve uzun vadede yeniden şekillendirme çabalarını daha da güçlendireceğine dair görüşler hakim.

                                                         /././

Bugün asker, akşam Kıbrıs, yarın üyelik -Engin Solakoğlu-

AB zaten uğruna ölünecek leyla değildir ama siz siz olun telefonda ya da sosyal medyada kendisini akademisyen veya düşünce kuruluşu yetkilisi olarak tanıtıp AB üyeliğinin eli kulağında olduğundan söz edenlere aklınızı kaptırmayın.

Düzenin yalan söylemesi, yalan söylemek için çeşitli araçlar kullanması yeni bir olgu değil. Çığırtkan çıkartmaktan bugünlere kadar gelmişiz. İletişim organlarının rolü ilerleyen teknolojiyle birlikte büyümüş. Radyo, Televizyon ve nihayet internet. Yalanı yaymak işin sadece bir bölümü. O tarafı hallettikten sonra bir de üretme kısmına eğilmek gerekiyor. Yeterince yalan üretemezsen neyi yayacaksın? Düzen bunun için de yaratıcı çözümler geliştirmeye çalışıyor hiç durmadan. Bakanlıklar, başkanlıklar, müsteşarlıklar kuruyor. Bunun en bilinen örneği Hitler düzeninin Goebbels’i. Emrindeki binlerce kişi yalan üretiyor, o da radyodan bunları yayıyor. 

Goebbels tipi yalan üretim ve yayma mekanizmalarının tıkandıkları nokta ise bir süredir insanların “resmi” yalanlara göreli bir bağışıklık kazanmış olmaları. Bu yüzden yeni yalan üretim mekanizmalarına  ihtiyaç duyuluyor. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu üretim sürecine akademyayı da dahil eden, böylelikle yalanın inandırıcılığını artıran bir formül bulunuyor. Bu formülün adı yerine göre değişiyor. Kimisine Araştırma Enstitüsü, kimisine Vakıf deniyor. Ancak son dönemlerde bunlara verilen bir başka isim var: Düşünce Kuruluşu. İngilizcesi Think Tank. Bire bir çevirirsek düşünce deposu veya varili gibi bir şey oluyor. 

Bir ülkenin devlet başkanlığı, başbakanlığı ya da dışişleri bakanlığının yaydığı bilgilerin inandırıcı bulunmadığı durumlarda işte bu kuruluşlar devreye alınıyor. Kim söylemiş? Düşünce Kuruluşu! O zaman tamam. Başında “koskoca’ profesörlerin bulunduğu, bünyesinde akademik ünvanlı araştırmacıların ter döktüğü bu kuruluşlar yalan söyleyecek değiller ya diye düşünmemiz isteniyor. Kaynağın yeteneğine bağlı olarak bu tuzağa düşüyoruz ya da düşmüyoruz.

Batı’da bu kuruluşların sayısı çok fazla. Faaliyet alanları çok geniş. Kimileri belirli bölge veya sorunlar üzerinde uzmanlaşıyor, kimileri ise her konuda “düşünce” üretiyor. Türkiye bu konuda Batı’ya oranla bir hayli geriden geliyordu ama son dönemde bu farkın kapandığını görüyoruz. Vakıf, Enstitü vs adları altında faaliyet gösteren düşünce kuruluşu sayısı hızla artıyor. Bazıları Batı’daki genel merkezlerine bağlı, bazıları ise doğrudan ülkenin resmî kurumlarının emir komutası altında çalışıyor. Gerçeği eğip bükme konusunda arada büyük fark bulunmuyor zira her iki grup da sermaye çıkarlarına hizmetle yükümlü. 

Ukrayna cephesindeki gelişmeleri sıklıkla ele aldık bu köşede. Trump’un iktidara gelişiyle birlikte çarşı karıştı. ABD Başkanı’nın seçim vaatlerinden biri olan Rusya’yla savaşı sona erdirme hedefine ulaşmak için başlattığı girişimler devam ediyor. Riyad’da gerçekleşen ABD-Rusya toplantısından sonra geçen hafta da Ukrayna heyetiyle bir görüşme yapıldı aynı mekânda. Buradan bir ateşkes çağrısı çıktı. Rusya’nın bu çağrıya vereceği yanıtın belirleyici olacağı söylendi.

Anlayabildiğimiz kadarıyla Rusya savaşın durmasından ziyade sona ermesiyle ilgileniyor. Diplomatik dille söylersek, ateşkes değil Barış anlaşması istiyor. Buradaki hâkim mantık ise ateşkes sürecinin çok uzaması halinde başta insan olmak üzere bir çok kaynak bakımından tükenmiş olan Ukrayna’nın toparlanmasına izin vermemek. Üstelik sürecin uzaması Trump’ın isteyerek veya istemeyerek fikir değiştirmesi riskini artırabilir. Savaş devam etmek isteyen Avrupalı güçler ve onların Washington’daki güçlü müttefikleri galebe çalabilirler.

Avrupa’da ise devam eden bir tartışma var. Avrupa’yı özerk askeri ve siyasi bir güç haline getirmek. Senaryonun heyecanlı olduğunu kabul etsek de filmin sonu belli. Olacak bir iş değil. Bu kesin görünen yargının dayandığı temelleri özetlemek gerekirse: 1) Avrupa diye tek bir şey yok. Avrupa dediğimiz yarımadada bulunan ülkelerin en az yarısı ABD’siz bir gelecek hayal edemiyorlar. 2) Bu konuda ortak bir irade geliştirilse dahi silah üretimi alanında yılların gecikmesini kısa sürede tamamlamak mümkün değil. Endüstrinin dönüşü için zamana ihtiyaç var. 3) Avrupa enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı. 4) Fransa ve (en iyi senaryoda) İngiltere’nin toplam nükleer gücü Rusya karsında caydırıcılık sınırına yaklaşamıyor.

Bu tartışmanın alevlendiği noktayı da herkes biliyor. ABD’nin vazgeçmesi halinde Ukrayna’ya askeri desteği sürdürmek ve oraya asker göndermek. Avrupalı medya organları ve düşünce kuruluşları ısrarla “Barış Gücü” vurgusu yapıyorlar. Bizdeki papağanlar da yineliyorlar. Bu büyük bir palavra. Diplomaside Barış Gücü’nün anlam ve tanımı belli. Ukrayna-Rusya savaşında taraf olan ülkelerin bölgeye gönderecekleri askerler bir ‘Barış Gücü” olarak nitelenemez. Taraf olmayı da açalım. Siz savaşan bir ülkeye silah desteği veriyor veya satışı yapıyorsanız tarafsınızdır. Diğer taraftan Barış Gücü’nün bir çatışma alanında görev yapabilmesi için savaşan tarafların onayı gerekir. Ukrayna cephesinde bu var mı? Aksine Rusya oraya gönderilecek Avrupa birliklerinin meşru hedef sayılacağını söylüyor. Demek ki ortada bir Barış Gücü filan yok. Savaşınızın haklı mı, haksız mı olduğu meselesinden bağımsız olarak ahlaksızlık etmeyecek, meselenin adını doğru koyacaksınız. Ukrayna’ya gönderilecek Avrupa askeri barış gücü değil, bir müttefike gönderilen askeri destek kuvvetidir. Bunun doğal sonucu da karşı tarafın bunu hasmane bir davranış olarak kabul etmesidir.

Şimdi bu kuramsal meselenin pragmatik tarafına geçelim. Türkiye’nin bu güce katkıda bulunması ve buradan hareketle Türkiye ile AB arasında yeni bir balayı başlaması. Ülkemizde faaliyet gösteren ve halka yalan söylemek için ödenek alan kimi Düşünce Kuruluşları da bu konuda saçma sapan haberler yayıyorlar.

Öncelikle yaptıkları analizde Barış Gücü’nden söz etmelerinin ancak iki açıklaması olabilir. Derin bir bilgisizlik ya da ağır bir kötü niyet. İsminde Rusya bulunan böyle bir kuruluş kamuoyuna seslenirken Rusya’nın Türkiye’nin bu Avrupa gücüne katılım askerlerini bölgeye göndermesine “karşı olmadığını” ileri sürebiliyor. Buraya yakından baktığımızda da iki olasılık çıkıyor karşımıza. Rusya Türkiye’nin Ukrayna cephesine ve Rus birliklerinin karşısına asker konuşlandırmasını “istiyor ama bunu  pek çaktırmıyor” ya da halka utanmazca yalan söyleniyor. 

Bu kurguyu kaleme alanların işi çok zor. Bir yandan Avrupa Türkiye’yi şiddetle arzu ederken bir yandan Rusya’nın da benzer duygular içinde olduğuna bizi inandıracaklar. İsminden Rusya’yı araştırdığı, yazdıklarından ise araştırmalarının sonuçsuz kaldığı anlaşılan düşünce kuruluşumuzun analizi bu noktadan itibaren 6 yaş altı çocuklara masal dinletisi kıvamına daha da yaklaşıyor. Analizin kurduğu denkleme göre, Türkiye Avrupa ile askeri işbirliğini artırarak AB’yi içine düştüğü çıkmazdan kurtarıyor, Avrupa’nın askeri siyasi bir özerklik kazanmasına yardımcı oluyor, Dinyeper boylarına Avrupa gücü içinde asker göndererek Rusya’yı mutlu ediyor, üstüne üstlük bu sayede AB üyesi olup Moskova’yı bir kez daha sevindiriyor. O arada eli değmişken Kıbrıs meselesini hallettiğini de atlamayalım.

Yazının başında söylemiştik ya halka yönelik propaganda resmî kurumlar tarafından yapılınca inandırıcılığı azaldığından devreye bu tarz  kuruluşlar sokuluyor diye. Oradan baktığımızda Akepe düzeni de oyunu kurallarına göre oynuyor gibi görünüyor. Yalnız başka yerlerdeki örneklerde palavranın dozu ayarlanıp içine gerçek kimi unsurlar da konularak malzemenin hiç değilse ambalajı biraz güzelleştiriliyor. Komşunun yaptığını yapayım ama işi onun kadar  çalışmadan halledeyim dediğinizde ortaya bu tarz uyduruk dizi senaryoları çıkıyor.

İşin doğrusunu özetleyelim. Evet, Avrupa’ya yeni bir askeri yapılanma oluşturmak ve Türkiye’yi de buna dahil etmek ciddi şekilde tartışılıyor. Evet Akepe de böyle bir sürece katılma konusuna ciddi ilgi duyuyor. Hayır, bu sürecin AB üyeliğiyle uzaktan yakından ilişkisi yok. Yakın zamanda küçük enişte bizi Geri Kabul Masasına oturttuğunda Akepe’nin vaadi Vizesiz Avrupa’ydı. O zaman uyarmış ve Türkiye’ye vizenin kaldırılmasının mümkün olmadığını söylemiştik. Sonuçta Geri Kabul imzalandı elimize hiç vize alamayan Türkiye kaldı. Şimdi de asker canları karşılığında AB üyeliğinden söz ediliyor. Yerseniz, yoğurtlu pilav da var!

Akepe bu işin sonucuyla değil süreciyle ilgili. Esasen sonuçlanmayacağını da biliyor. Mesele o arada Kıbrıs da dahil askeri ve siyasi alanlarda  Avrupa ile yakınlaşma görüntüsü vermek suretiyle asılsız beklentiler yaratarak açlıkla boğuşan Türkiye halkını oyalamaktan ibaret. Yoksa, tıpkı bir çok Avrupa ülkesi gibi Akepe’nin de son tahlilde ABD ile askeri ittifak ilişkisini olumsuz etkileyecek ve Moskova’nın tam karşısına konumlandıracak bir stratejik tercihte bulunması mümkün değil. 

AB zaten uğruna ölünecek leyla değildir ama siz siz olun telefonda ya da sosyal medyada kendisini akademisyen veya düşünce kuruluşu yetkilisi olarak tanıtıp AB üyeliğinin eli kulağında olduğundan söz edenlere aklınızı kaptırmayın.

                                                         /././

La Traviata'nın arabeski ve kamu zararı -Melis Gönenç-

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İDOB) sahnelediği La Traviata operası kurumsal yönetimdeki yozlaşma ile sanatsal düzey düşüklüğü arasındaki ilişkiyi bir kez daha gözler önüne seriyor.

Verdi’nin La Traviata’sından başı dik çıkabilmek, saygın ve iddialı opera sahnelerinin, kimliklerini koruyup güçlendirdiklerine yönelik sağlam göstergelerden biridir. Yapıt, reji, ses ve orkestra üçgeninin su sızdırmazlığıyla tam bir çetin ceviz sayılır.

Reji konusu oldukça dikenlidir çünkü ilk kez 1853’te sahnelenen bu operanın içeriği güçlü bir toplumsal eleştiri barındırmaktadır. Ancak, dramatik yapısı, toplumsal bilinç ve duyarlılığı düşük birinin elinde kolaylıkla sıradan bir melodrama dönüşebilecek tuzaklara da sahiptir. Dolayısıyla, tarihselci yaklaşım ve özgünlük kavramına uzak bir rejisörün, sahneye 19. yüzyılı taşır ya da onu 20 veya 21. yüzyıla uyarlarken düşebileceği en önemli yanlış, yapıtın toplumsal eleştiri niteliğini gölgede bırakması olacaktır. Diğer bir güçlük, neoliberal değerlerin kıskacındaki günümüz sahnesinde, operada 19. yüzyılda doğmuş olan gerçekçilik (Verismo) akımının yorumlanma biçimidir.

La Traviata’nın ses dünyasında rol almak ise sık mayınlı bir araziden geçmeyi peşinen kabul etmektir. Epey azı bu yolu liyakat belgesiyle tamamlayabilmiş, tamamlayabilmektedir.

Yapıtın omurgası olan Violetta karakteri en görkemli ama en zor soprano rollerinden biridir. O kadar ki, Violetta yorumundaki başarı, neredeyse tek başına La Traviata’nın başarı ölçütü sayılmaktadır. Gerçek bir Verdi sopranosu olan Violetta, “tam teşekküllü” bir ses ve çok sağlam bir teknik gerektirir. Her ne kadar Verdi belirli bir teknik adlandırma yapmamış olsa da, genellikle, bu genişliğe en yakın olduğu değerlendirilen lirik-spinto sesler, koloraturdan dramatiğe uzanan yelpazenin tamamında at koşturabilir. Nitekim Verdi üç perdelik La Traviata’nın ilk perdesinde leje ve koloratur, ikincisinde dramatik, üçüncüsünde lirik tınlamaları öne çıkaran bir kompozisyona yaslanmış, yetinmeyerek, Violetta’nın fizik özellikleri ve sahnesinin (oyunculuğunun) de çok önemli olduğunu belirtmiştir. Violetta’ların en ünlülerinden biri olan Maria Callas’ın, 1951’de ilk kez seslendirişi öncesinde, bir yıl boyunca, “Acaba becerebilir miyim?” endişesiyle kendisine yapılan öneriye “evet” deme cesaretini gösterememiş olduğuna dikkat çekelim.

Diğer iki önemli karakter, lirik tenor Alfredo ile, geniş ses aralıklı, güçlü, parlak ve esnek tınlayan bariton Germont (baba) da, vokal kapasite ve sahne inandırıcılığı açısından sıradan olmayan rollerdir. Germont, Verdi karakterleri içinde en derinlikli, en esinleyici olanlardan biridir. Her ikisinin de hem vokale, hem oyunculuğa giydirilmesi kolay değildir.

Orkestraya gelince; Verdi, gerçekçilik akımına son derece uygun, yalın, gereksiz süslemelerden arınmış, hoş ezgisel çizgiler, nefes alıp veren nüanslar ile bezeli müziğini, eşlik işlevinin çok ötesinde, adeta doğrudan sahne rolü taşıyan, dramatik alan oyuncusu olacak biçimde tasarlamıştır. Orkestranın yorumu bu sayfanın dışına taşmamalıdır. O da kolay sayılmaz.

Toplumsal eleştiri ve gerçekçilik

La Traviata’da iç içe bulunan toplumsal eleştiri ve gerçekçilik, yapıtın daha başında sansüre takılmasına neden olmuştur. Burjuva toplumunun ikiyüzlü ahlak değerlerine keskin bir eleştiri yöneltirken, mitolojik öyküler, masalsı karakterler, romantik kahramanlar ile dolup taşan opera sahnesinin kapılarını, alışık olunmayan çarpıcı bir gerçekçiliğe açar.

Violetta 23 yaşında, eğitim ve toplumsal konum açısından son derece mütevazı, ancak çok zarif ve çekici, üstelik akıl, algı ve uyum yeteneğini bu özelliklerine katabilmiş bir fahişedir. Aristokratlar ile düşüp kalkmakta, lüks evinde renkli ve pahalı partiler düzenlemektedir. Fakat ciddi bir sağlık sorununun, veremin de pençesindedir. Evindeki partilerden birinde, Alfredo adında bir genç ile tanışır. Tipik tutucu bir burjuva aileye mensup genç, Violetta’ya âşıktır. Onu, Paris’te sürdürdüğü yaşamı terk edip, bir çiftlik evinde birlikte yaşamaya ikna etmeye çalışır. Sancılı bir karar sürecinden sonra, Violetta evet der. Ancak, bu durumdan hiç memnun olmayan tutucu baba Germont, Violetta’nın fahişelik geçmişinin ailelerine leke sürdüğünü, bu nedenle kızının evlenemediğini, oğlundan ayrılması gerektiğini fırtınalı bir görüşme sonrasında Violetta’ya kabul ettirir. Alfredo’ya beslediği derin aşka karşın, Violetta bu özveriyi göze alarak, eski yaşamına döner. Alfredo, durumu hazmedemez. Bu arada, verem ölümcül evreye ulaşmıştır. Sonunda Germont vicdan muhasebesine yenik düşüp, Violetta’nın erdemli kişiliğini takdirle, olup biteni oğlu Alfredo’ya anlatır. O da son dakikada yetişip, Violetta’ya hasta yatağında sarılacak, ancak ölmesine engel olamayacaktır.

Operadaki gerçekçilik o derecededir ki, anlatılan öykü bizzat yaşanmış, üstelik operadan önce, romana ve tiyatroya da aktarılmıştır. Yaşayan ve romanlaştıran kişi, Fransız yazınının önemli ismi oğul Alexandre Dumas, romanının adı da Kamelyalı Kadın’dır (1848) (La Dame Aux Camélias). La Traviata’daki Violetta, romandaki adıyla Marguerite, bir süre oğul Alexandre Dumas ile yaşamış olan gerçek fahişe Marie Duplessis’tir. Hatta Franz Lizst ile de ilişkisi olduğu ileri sürülür. 

Verdi hem romanı okumuş, hem de oyunu izlemiştir. Bundan bir opera çıkarma kararına varmasında, toplumsal duyarlılığa sahip olması yanında, özel yaşamının da rolü vardır.

Toplumsal duyarlılık ve eleştiri kumaşı, 19. yüzyıl İtalya’sının en “siyasal” bestecisi olmasıyla yakından ilişkilidir. Verdi, İtalyan ulusçuluk akımının simge adlarındandır. 1842’de bestelediği Nabucco operasındaki koro parçası (“Va, pensiero…”), temsilin ilk gününden itibaren, Avusturya-Macaristan imparatorluğu işgalindeki İtalya’da özgürlük marşı olarak benimsenecektir. 1848 devrimci dalgasının Milano’da işgal karşıtı ayaklanmaya dönüşmesi Verdi’yi yakından etkileyince, 1849’da tamamladığı Legnano Savaşı (La Battaglia di Legnano) adlı operası güçlü yurtseverlik mesajları içerecek, temsiller anlamlı birer siyasal gösteriye dönüşecektir. İşte, 1853’te sahnelenen La Traviata’nın siyasal arka planını oluşturan toplumsal eleştiri ve gerçekçiliğin tarihsel bağlamı budur.

Özel yaşamına gelince; La Traviata’daki Violetta benzeri bir kadın, şarkıcı Guiseppina Strepponi ile bir kasabada on yıl birlikte yaşar. Gerçi Guiseppina fahişe değildir ama dönemin tutucu ahlak kurallarına göre “hafif” kadındır. Verdi’nin daha sonra onunla evlenecek olması da durumu değiştirmez. Guiseppina yaşadıkları kasabada toplumsal açıdan koyu bir dışlanmışlıktan kurtulamaz.

Verdi ülkedeki siyasal düzene olan tepkisini, bireysel yaşamındaki sıkıntıyla örtüştürerek, toplumsal değer yargılarını hedefe koyan büyük bir yapıta imza atar.

Bunları neden anlattık?

İDOB’da, 2025 Ocak’ından beri sergilenmekte olan La Traviata’nın, Verdi’nin bu ünlü yapıtının gerekliliklerini ne ölçüde yerine getirdiğini sorgulayabilmek için.

İDOB’un tüccar yöneticileri kolaya kaçıyor

İDOB’un, La Traviata’nın yeni bir yorumuyla, farklı bir sanatsal arayışa gireceğini düşünerek oturduğunuz koltuktaki ilk hayal kırıklığınız: Yapıt, önce 2012-2013 sezonunda Antalya DOB’da; ardından 2015-2016 sezonunda Ankara DOB’da sahnelenmiş olanın, AKM’ye fiziksel uyarlanma zorunluluğundan kaynaklanan birkaç ufak değişiklik ve uvertür ve öncesine yapılmış bir ek (prolog) dışında aynısı. Rejisör: Recep Ayyılmaz. Yani, yakınlardaki bir yazımızda ayrıntılı biçimde ele almış olduğumuz Hışır Recep.

Öyle ya; yeni bir La Traviata’ya ne gerek var?! Dünya zahmet… Çıkar buzluktaki musakkayı, koy mikrodalgaya, daya gitsin… Düşük maliyet, yüksek kâr zihniyeti ticaretin temelidir.

Tamam da, yüksek sanat ticaret değil ki!

Ama artık Yeni Türkiye’deyiz. Hatta Türkiye Yüzyılı’nda. DOB’un başına balenin en büyük tüccarı Tan Sağtürk, İDOB’un başına da tüccar iş arkadaşları, iki holding sırnaşığı, Caner Akgün ile Caner Akın getirildi. Biri müdür, diğeri başrejisör yapıldı. Opera bilgileri sınırlı, para tutkuları sınırsız.

Herkes bu biçimde yolunu daha iyi buluyor. Hem de nasıl!

Olan Verdi’ye, opera sanatını çağdaşlaşmanın kültürel simgelerinden kabul eden Laik Cumhuriyet ve kurumu DOB’a, bir de bu sanata ilgi duyan izleyiciye oluyor.

Arabesk rejiye güdük imgelem

Recep Ayyılmaz’ın ideolojik ve estetik tercihlerini tanımlayan üç temel etmen, La Traviata rejisinin erişilmesi güç başarısızlığının da belirleyicisi durumunda:

1) Toplumsal içerik ve duyarlılığa olan alerji.
2) Postmodern estetik militanlığı.
3) Arabesk tutkusuna dönüşmüş “Şark ifratı”.

Ayyılmaz, Verdi’nin saçını başını yolarak, La Traviata’nın varlık nedeni olan toplumsal eleştiriyi bütünüyle silip, yerine, Yeşilçam’ın salak melodramlarından birini, kenar mahalleden gelen veremli fahişenin olanaksız aşkı ve trajik ölümünü yerleştirmiş. Her şey ve herkes o kadar karikatür ki, tam bir müsamere. La Traviata’nın yerli ve milli yorumu olsa gerek.

                             Bizim oğlan Allah’ın günü pavyon kraliçesine şarkı söylüyor.

Verdi’de çok güçlü bir karakter olan Violetta’dan, sünepe bir halayık (Görkem Ezgi Yıldırım), ezik bir pavyon fahişesi çıkarıyor (Hale Soner). Aşkı uğruna toplum ve ailenin tutucu değer yargılarının üzerinden atlamayı göze alıp, babasıyla sert bir çatışmaya girecek derin duygusal angajmanlı Alfredo’dan, aile budalası, “paşa babam” yavanlığında bir angut yontuyor (Ufuk Toker). Son derece tutucu ve otoriter, ancak inancı ve iç hesaplaşması gereği ilkesel tutumunu gözden geçirebilecek ölçüde karmaşık bir kişiliğe sahip Germont’dan, kadını neredeyse görür görmez yelkenleri suya indiren, duygusal geçişlerinde yer yer mizahi görüntüler veren plastik bir horoz yaratıyor (Caner Akgün, Serhat Konukman).

Hiçbiri yaşamıyor. Konser vermeye gelmiş şarkıcıları izliyorsunuz. Doğal olarak, dramatik akış paramparça; epey de çocuksu.

Ayyılmaz’ın “klasik” olanı tarihsel bağlamına oturtma zayıflığı, postmodern estetiğe kolayca eklemlenmesini sağlarken, anlatıyı, zaten sorun yaşadığı üç boyutlu sahnede dramatik kurguya dönüştürebilme yetersizliğini de gözler önüne seriyor. Onun algı dünyası iki boyutlu. Her şeyi sinematografik kavrıyor, yerleştiriyor. Oysa opera sahnesi bütünüyle tersidir. Derinlik algısının çok belirgin olması gerekir. Vokal ile teatral olanın buluşma noktası buradadır. Tabii, işin zorluğu da. Operayı tiyatro ve konserden farklı kılan, bu derinliğin yaratılmasında vokal unsurun ağırlıklı işlevidir. Aksi halde, ekranda şarkıcı filmi izlemekte olduğunuz duygusu baskın çıkar; görsel olanın tamamı bir süre sonra sanalmış izlenimi doğurur. Nitekim cast seçiminde ortaya çıkan vokal çolaklık, La Traviata’nın öncelikle bir opera yapıtı olduğunun göz ardı edilmesinin sonucu olmuş. 

Ayyılmaz’ın sinematografik anlatımı, İDOB sahnesinde, Antalya ve Ankara’dakilere göre daha bir katmerlenmiş. Oysa AKM’nin fiziksel ve teknik olanakları bu eğilimi meşrulaştıracak hiçbir gerekçe sunmuyor. Tam tersine…

Uvertüre kadar yaşananlar bütünüyle bir sessiz film. Önce, perde üzerinde bir telgraf metni beliriyor. Librettonun kaynağı olan Kamelyalı Kadın romanının yazarı oğul Alexandre Dumas, Verdi’ye, İstanbul’daki randevularını anımsatıyor. Ardından, perde önünde, 19. yüzyıl kostümleri içinde oğul Alexandre Dumas ve Verdi beliriyor. Dans etmeye başlıyorlar. Görüntü oldukça tuhaf. Koreografi ise mizahi sınırlarda. Sonra perde açılıyor. Bizim ikili biraz daha dans ettikten sonra, Verdi ceketinin cebinden bir baget çıkarıyor, sahnenin önüne gelip, orkestraya, uvertürü başlatacak komutu veriyor. Müzik başlıyor. Bu kez oğul Alexandre Dumas sahne ortasına gidip, yavaş yavaş yükselerek görünürlük kazanan, dekorun en önemli iki parçasından biri, dev Kamelyalı Kadın (Fransızca başlıklı) cildinin zuhuruna eşlik ediyor. Biri bestelediği müziğin, diğeri yazdığı romanın somutlaşmasını bizzat sağlıyor. Yani, her ikisi de, opera sahnesinin özneleri oluyor ki, üç perdelik operanın üç perdesinde de dramatik akışta yerlerini alacaklardır. Bu kadarla kalmıyor; oğul Alexandre Dumas o sırada sahneye giren Violetta’nın boynuna bir kolye takıyor. La Traviata’nın gerçek sahnesi, birinci perde bundan sonra başlıyor.

Opera rejisi açısından o kadar güdük bir imgelem, o kadar kabız bir yaratıcılık ki! Yapılan bu ekleme operanın ne vokal, ne de dramatik yönüyle organik bir bağ kurabilmiş. Sakil ve sırıtkan. Ancak, yine de belirli bir ideolojik tercihi, mantığı yansıtıyor. Zaten önemli olan yönü de bu:

1) Yapıtın bestecisiyle romanın yazarını operanın cast’ına dahil etmek, tarihsel gerçeklik ve zaman kavramlarına bütünüyle karşı konumdaki postmodern algı ve estetiğin tipik bir göstergesi oluyor. 2012 ve 2016’daki temsillerde yer almayan bu bölümün, 2025’dekine eklenmiş olmasıyla, İslamcı iktidarın geçen sürede Laik Cumhuriyet’e saldırısını daha da yoğunlaştırması ve Recep Ayyılmaz’ın DOB Genel Müdürlüğü Başrejisörü yapılması arasındaki koşutluğa dikkat çekelim. İslamcı siyasetin liberal zihniyetini, liberal olanın ise postmodern algı ve estetikten ne ölçüde hizmet aldığını önceki yazılarda ayrıntılı biçimde anlatmıştık.

2) Ayyılmaz, gerek dekorun iki ana parçasından biri yaptığı Kamelyalı Kadın romanını sahne ortasına (birinci ve üçüncü perde) konuşlandırıp, pivot işleve yerleştirerek, gerekse bizzat oğul Alexandre Dumas’yı cast’a dahil ederek, vokal dünyanın temel malzemesi librettonun yerine, doğrudan yazınsal metni öne çıkardığı mesajını veriyor. Kamelyalı Kadın, anlatı içinde anlatı denebilecek bir teknikle yazılmıştır; roman kahramanı Armand Duval (oğul Alexandre Dumas) başından geçenleri bir anlatıcıya (narrateur) aktarır. Ayyılmaz romanın izinden giderek, yazarı ve besteciyi sahneye çıkarıp, anlatının doğrudan öznesi yapıyor. Yani, La Traviata’yı, anlatıcılı bir opera olarak düşlüyor. Cast seçimindeki vokal ve fiziksel özensizlik de dikkate alındığında, yapıtı opera sınırları dışına taşıma çaba ya da refleksi hemen anlaşılıyor. Özgün karakterlerin duyumsanır ölçüde başkalaşması ise sinematografik kurguyu daha da belirginleştiriyor.

Tipik bir postmodern yaklaşım; tarihsel olarak tanımlanmış “özgünlük” ve “tür” kavramlarını törpülemek.

3) Ayyılmaz, operadaki gerçekçilik (verismo) akımını, sosyolojik gerçekliğin sınırlarını sonsuza uzatıp, tarihsel boyutu yok ederek, dilediğince eğip bükmek sanıyor. Bunun sahneye yansısı, dramatik akışın bütünleştirici unsuru olduğunu varsaydığı, abartılı boyutlarda sunulan simgesel bloklar (dev kırık çerçeve, roman, Violetta büstü vb.). Anlatıyı adeta göze sokar biçimde, baklavayı bala batırtırcasına somutlaştırma çabası, sahne performansının oyunculuk ayağında da görülüyor. Doğal olarak, arabesk duyarlıklı, yapışkan ve ağlak bir dramatik anlatıya tanık oluyorsunuz. “Şark ifratı” dedik ya.

La Traviata’da Violetta kazası: Dilruba Bilgi 

Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, La Traviata öncelikle Violetta demektir. Opera repertuarının en zor soprano rollerinden biri. Teknik anlamda vokal zorluk, karakteri yansıtmaktaki teatral zorluk ile birleşince, sahnede yaşatılması gerçekten de kolay olmayan bir figür ortaya çıkar. İkisi birbirine sıkıca bağlanmıştır. Koloraturdan dramatik’e uzanan ses paletiyle, oldukça zor iç çatışma ve gerilimlerin öznesi olan Violetta karakterini çok başarılı ve uyumlu biçimde örtüştüren Verdi, vokal yeterlilik dışında, bu rol için olmazsa olmaz üç koşulu şöyle sıralıyor: “İçtenlik, duygu ve güzel bir sahne duruşu.”

İDOB’un cast’ına bakalım:

İki Violetta var: Dilruba Bilgi ve Hale Soner. Bir de alelacele getirtilen tek temsillik konuk Görkem Ezgi Yıldırım.

Bunlar içinde Dilruba Bilgi adı şaşırtıyor. Ne vokal kapasite, ne de sahnesi bu rol için yeterlidir. İstanbul Operası’nda bu iş için akla gelebilecek son birkaç isimden biri. Üstelik birinci cast yapılmış, prömiyere çıkartılmış. Sanatsal ölçüt ve liyakat ile asla açıklanamayacak bir durum. Hele geçen yıl II. Mehmet’teki sefalet ötesi performansından sonra böyle bir şeye kim, nasıl cesaret edebildi?

Elbette, İDOB Müdürü olan eşi Caner Akgün ile İDOB Başrejisörü yapılan ticari ortağı Caner Akın. 

Üçünün Opera Trio adıyla yıllarca Antalya’nın lüks otellerinde turist eğlendirdikleri düşünüldüğünde, sanatsal kaygı ve kurumsal saygınlığın, ilgilerini çeken en son konu olduğu kolayca anlaşılır. Buna bir de müdür eşin nepotizmin getiri bohçasından kana kana sebeplenme alışkanlığıyla, eşine olan aşırı zaafı eklenince, ortada ne sanatsal, ne yönetsel, ne de etik ölçüt kalıyor.

Peki, Dilruba Bilgi gibi kısıtlı yetenek, sınırsız hırs ile malul biri, müdür eşinin bu özelliklerini nimete çevirme fırsatı yakaladığında gaz pedalını köklemez mi?

Hem de tarifsiz!

Fırsat bu fırsat; yoksa bu kalibredeki bir rolü rüyasında bile görmesi kolay sayılmaz. 

Toplam on bir temsillik La Traviata’nın beşinde söyleyeceği resmen duyurulmuşken, yalnızca ikisinde söyledi. Pas geçtiği üç tanenin ikisi Hale Soner, biri de Ankara’dan getirtilen Görkem Ezgi Yıldırım tarafından üstlenildi. Oysa İstanbul Operası’nda, Dilruba Bilgi’ye gelene kadar, Hale Soner dışında, Violetta’nın gönül rahatlığıyla teslim edilebileceği bir dizi isim var: Başta Gülbin Günay olmak üzere, Özgecan Gencer, Sevim Ateş, Evren Işık Yasemin akla ilk gelenler. Sanatsal ve kurumsal saygınlık öncelenerek oluşturulacak cast’ta bu isimlerden biri ya da birden fazlasının yer alması beklenirken, daha başında hepsinin dışlanıp, zorunluluk doğduğunda apar topar Ankara’ya başvurulması, müdür Caner Akgün’ün yöneticilik kapasitesinin sınırlarını gösteren anlamlı bir örnek. İki tüccar Caner’in İDOB’u nasıl çiftliğe dönüştürdüklerini, 24 Kasım 2024-5 Ocak 2025 tarihleri arasında yayımlanmış yedi yazılık dizinin sekizinci bölümünde anlatacağız.

Bu arada, Dilruba Bilgi üç temsile neden mi çıkmadı?

Çünkü İzmir DOB’da sahnelenecek olan Attila (Verdi) operasında Odabella rolüne çalışması gerekiyordu. Hiç ama hiç beceremeyeceği bir bel canto rolü daha. Olsun, devir reklam/PR devri; CV’yi doldurmak gerek. Kocanın oturduğu koltuk her ne kadar holding takviyeli olsa da, sanıldığı kadar sağlam değil ki… Peki, CV’yi şişirip de ne olacak; sahnede madara olduktan sonra. La Sonnambula’da (Bellini) Amina, II. Mehmet’te (Rossini) Anna, La Traviata’da (Verdi) Violetta rollerindeki açık yetersizliğinin ardından şimdi de Attila’da Odabella kurban verilecek. 

Ama ne Dilruba Bilgi, ne de müdür koca sizinle aynı fikirde. Burası Türkiye; rolün altından kalkıp kalkmamanın ne önemi var? Esas olan CV’den taşan vitrin. Adınızın yanında sıralanan roller, repertuarın ne kadar önemli ve zorlarından olursa, avantanız da o ölçüde kaymaklı olur.

Yüksek sanatta öyle şey olmaz! Bol köpüklü, hormonlu CV’ler falan sökmez. Bunlar naylon işlerdir. Boy sahnede ölçülür, not ve saygınlık sahnede kazanılır.

Yeni Türkiye’de olduğumuzu hâlâ anlamıyorsunuz, değil mi?!

Figüran sözleşmesiyle zamanın İDOB müdürü Suat Arıkan tarafından İDOB’a alınan, değil solistlik, koristlik sınavını bile verememiş Dilruba Bilgi için CV her şeydir. Figüran sözleşmesinden solistliğe ancak mahkeme kararıyla geçebilmiş olmasını, dava dilekçesinde adının yanına sıralanan rollere borçlu olduğundan, ve de hâkimin, “Tamam da, bu rollerin altından ne ölçüde kalktın?” diye sormadığını bildiğinden… Neyse, Dilruba Sultanın öyküsünü yazı dizimizin sekizinci bölümüne saklayıp, La Traviata’ya devam edelim.

Hadi, İstanbul’da müdür eşin zaafı, başrejisör ile ticari ortaklık… Peki, ya İzmir’de?

Genel Müdür Tan Sağtürk’ün İstanbul’daki bu iki Caner’in iş ortağı olduğunu ve DOB’da merkezileşme gereği “tek adam” rejiminin tıkır tıkır işlediğini, dolayısıyla, repertuarın da, cast’ın da genel müdürün bir telefonuna baktığını anımsatmaya gerek var mı? Hatta biraz daha kazarsak; Dilruba Bilgi’nin siyaseten çok makbul kabul edilen alaturka çıkışlı oluşu, evlilik bağından devşirdiği holding (Öztürk Grup, Gedik Holding) desteği, Attila’nın rejisörü Yiğit Günsoy’un eşi Sema Cal Günsoy’un öğrencisi olduğu, Yiğit Günsoy’un da yakın zamanda Recep Ayyılmaz’dan boşalan DOB Genel Müdürlüğü Başrejisörlük koltuğuna oturtulup, tüccar ekibin bir parçası yapıldığı… Neyse, uzatmayalım. Tekmili birden sekizinci bölümde.

Bu arada, İzmir’de, Dilruba Bilgi’nin gelişinin sanatsal gerekçesini bütünüyle ortadan kaldıran, Odabella rolünü üstlenebilecek, ilk elde üç ismin, Burçin Savigne, Sevinç Demirağ, Eylem Demirhan’ın varlığına dikkat çekelim. Sanatsal ölçütleri temel alan hemen herkesin, Burçin Savigne’in tartışmasız birinci cast olacağı yönündeki beklentisine karşın, üçüncü cast’a itilip, önüne Dilruba Bilgi’nin yerleştirilmesinin, Dilruba Sultanın CV yoluyla prima donna yapılma çabasında yeni bir adım olduğu görülüyor. Burçin Savigne bu liyakatsizliğe isyan edip, cast’tan ayrılıyor. İtalya’dan getirtilen bas Giancula Margheri ilk kez Dilruba Sultan ile sahneye çıkartılarak, Sultanın CV’sine yabancı isim ekleme oyununa biri daha katılıyor. Dahası, Anadolu Ajansı (AA) için hazırlanan basın bülteninde, cast sıralaması yapılırken Dilruba Bilgi adı ilk sıraya yazılıyor. Doğal olarak, Cumhuriyet dahil, basında da bu biçimiyle yer alıyor.

Bütün bu itiş kakış, yetersizlik ile klinik hırs arasına sıkışıp kalmışlığın kompleksinden kurtulamayan birinin, kendini kabul ettirme aç gözlülüğünden kaynaklanıyorsa, bunun, bu tür malzemeyi çok iyi kullanmayı öğrenmiş olan İslamcıların son iktidar demleri, doğal uzantısı olarak da Opet kocanın o koltukta oturma süresiyle sınırlı olacağı rahatlıkla öngörülebilir. Yok eğer CV köpürtüp, PR şişirerek üst yönetim koltuklarına tırmanma gibi niyetler de okşanıyorsa, Dilruba Sultanın epey dikenli sabahlara uyanma olasılığına vurgu yapalım.

Eyvallah da, birinin hırsı, diğerinin zaafı, ötekinin iş ortaklığı derken, kurumsal yönetim ve sanatsal çöküşe bir de kamu zararı ekleniyor. 

Nasıl yani?

Dilruba Bilgi İzmir’e gidiyor, Görkem Ezgi Yıldırım Ankara’dan İstanbul’a geliyor; resmi görevlendirme olduğu için, masrafların tamamını kamu kurumu DOB ödüyor. Az buz değil; uçaklar, oteller, yemekler vb. Bitmiyor; Alfredo rolündeki Mert Süngü’nün İtalya’da özel işi olduğundan, ilan edilen temsil tarihinde onun yerine İtalya’dan acele bir tenor getiriliyor. 

Kaça patladı dersiniz?

Kurumu yönetenleri tüccar tayfasından seçerseniz, devlet malı deniz olur.

Malum, genelde bu durumlar İslamcıları pek rahatsız etmez. Ancak bu kez kepazelik o noktaya ulaştı ki, müfettişlerin radarına takıldı. Bakalım, ne çıkacak?

İDOB’un nasıl yönetildiğinin ayrıntıları için, II. Mehmet rezilliği dahil, ilgili dizimizin yine sekizinci bölümünü adres gösterelim. 

Dilruba Bilgi’nin Violetta’sına gelince; tek bir satıra dahi değmez; değil “Sempra libera…”, bel canto falan, ortalama bir aryanın bile ne ölçüde altından kalkabileceğine gözü kapalı kefil olamayacağınız, etik niteliği tartışmalı ilişkilere yaslanarak, çok daha iyi olanların kendisiyle kıyaslanabileceği her tür talihsiz seçeneği devre dışı bırakmak suretiyle sivrilmeye çalışan böyle birini ciddiye alıp, performansını değerlendirmeye kalkmak, içinden geçtiğimiz koşullarda, bu sanatın da, DOB’un da meşruluğunu tartışmaya açmak olur. 

Zavallı Dilruba, yüksek sanatın havuz kenarında içkisini yudumlayan yağlı turisti eğlendirmekle hiçbir ilişkisi olmadığını nasıl anlayabilir ki! 
Ne stil, ne teknik, ne kimlik… Çığlık çığlığa denetimsizlik. Böbrek ya da mesane taşı düşürmek istiyorsanız, ön sıralardan bilet alın; yardımını görürsünüz.

İDOB’un La Traviata’sının vokal dünyası

Bir opera yapıtının, müzik dışında, sahne başarısı üç şeye bağlıdır: İyi bir reji, doğru bir cast ve yalın bir libretto. Genel olarak, rejinin operadaki belirleyici konumunu bir türlü değerlendiremiyoruz. Tıngır bir rejinin hem müziğin, hem sanatçıların yeterince görünür kılınabilecekleri algı alanını daraltan rolünü küçümsüyoruz. Nitekim opera rejisi giderek ya “müzikal”, ya “sinema” ya da “konsertant” koordinatlarında düşünülüyor gibi. İşin kötüsü, zaten istem ve beğeni düzeyi yüksek olmayan ortalama izleyicimizin buna alışıyor oluşu.

Ayyılmaz’ın La Traviata rejisi sanatçıları da, müziği de biçen türden. Vokal açıdan ne kadar kusur varsa, hepsini görünür kılıyor; daha kötüsü, sindirimlerini zorlaştırıyor.

Görkem Ezgi Yıldırım’ın birinci perdede projeksiyon sorunu vardı. Adeta marke ederek söyledi. Ünlü “Sempra libera…” aryası, bel canto’nun olmazsa olmaz inceliklerine epey uzaktı. Burada bel canto çizgileri, romantik bir ses şovunu değil, lüks ve eğlence dünyasıyla, aşk arasındaki çelişkiyi vurgulayan verismo duyarlılığını besler. Yani, son derece işlevseldir. Arya, bütünüyle, dışa dönüklükten çok, içsel bir gerilimi, savaşımlı bir duygusal gelgit durumunu yansıtır. Vokal ifadenin bu yoğunluğu verebilmesi gerekir. Oysa biz, koparıp atılan kolyeler, yerlere savrulan bardaklar ve konser edalı bir yoruma hapsedilmiş Violetta izledik… Yıldırım’ın seçkin ve görgülü bir fahişe yerine, histerik bir halayık çizmesi, ödediği reji faturasının yalnızca bir bölümüydü. İkinci perdede, dramatik koyuluk için gereken özgüvenli pesler, dolu ve ağır orta tonlar duyamadık. Doğal olarak, Germont ile yaşanan sert çatışmanın dramatik boyutu da çok sınırlı kaldı. Onun yerine, bolca verem öksürüğü eşliğinde, Germont karşısında teselli arayan zavallı, ağlak bir kız. Üçüncü perde vokal açıdan en rahat olduğu bölümdü denebilir. Sahnesi de tıknaz sayılmazdı. Ancak bu perdenin, arabesk duyarlılığın doruğunu yakaladığını belirtmeden geçmeyelim.

On bir temsilin sekizini üstlenen Hale Soner, rejinin kuşkusuz en büyük kurbanı. Başı dik, özgüvenli, cesur iç hesaplaşmalı Violetta yerine, ruhsuz, ifadesiz bir pavyon fahişesi… O kadar duygusuz, o kadar içtenlikten uzak söylüyor ki, tam bir konsertant provasındasınız. Mimikleri bile zoraki, yapmacık. Bırakın “Sempre libera…”yı, “Ah, se ciò è ver, fuggitemi…” veya “Delirio vano è questo!”daki yapaylığı asla yaşayan bir karaktere soluk verecek nitelikte değil. Genellikle sorunsuz tizleri ve ajilitesi ise bel canto sınırını aşmasını sağlamaktan uzak. Zaten “Sempre litera…”ya geldiğinde, vokal denetim ve teknik kaygısı o derece belli oluyor ki, ortada duygusal anafor içindeki Violetta’nın doğallığından eser kalmıyor.

                                  Güçlü karakter Violetta yerine, sinmiş, yıkılmış, ağlak pavyon fahişesi…

İkinci perde, Soner’in sıcak, sağlam orta ve pesleriyle, Violetta’ya, kuşkusuz, en güçlü yaşam desteği sağlayacağı bölüm; yoğun duygulu, fırtınalı bir kişilik. Öyle ki, perde kapandığında, bu kızı verem değil, toplum öldürecek, izlenimi derine kazınmış olsun. Reji yine izin vermiyor. İte kaka, kötürüm bir canlılık.

Germont’un, Violetta’nın geçmişine gönderme yapan “geçmişin bedeli” (Ah, il passato, perché v'accusa?) yargısına, Violetta’nın sert çıkışı (Più non esiste - or amo Alfredo, e Dio lo cancellò col pentimento mio.), dramatik gerilimin doruk noktalarındandır. Oysa Soner tam tersi bir yorum ile, anında sinmiş, yıkılmış, acınası bir pavyon fahişesini seslendiriyor. Alfredo’dan kısa süreliğine ayrılma (Ah, comprendo - dovrò per alcun tempo da Alfredo allontanarmi - doloroso fora per me - pur) seçeneğini dile getirirken, öksürük eşlikli ağır hastalık itirafında (Ah, il supplizio è sì spietato, che a morir preferirò.) veya Germont’un evlenmek üzere olan kızı için kabul ettiği özveri söyleminde (Ah! dite alla giovine sì bella e pura ch'avvi una vittima della sventura, cui resta un unico raggio di bene - che a lei il sacrifica e che morrà!) o kadar yapay ve sığ ki, hiçbir inandırıcılığı yok. Ya Germont’un, “Erkekler genellikle sadık olmazlar… Aşk da geçicidir” (ma volubile sovente è l'uom… quando le veneri il tempo avrà fugate) sözlerinden sonra, gidip çiçekleri koklaması, okşaması? Hele, “Beni evladınız gibi kucaklayın” (Qual figlia m'abbracciate, forte così sarò.)’dan sonra, birdenbire vurarak oturduğu yerden kalkışı (Morrò! La mia memoria non fia ch'ei maledica, se le mie pene orribili vi sia chi almen gli dica.) hepten müsamere sahneleri. Ardından gelen ve asla bitmeyeceğini düşündüğünüz “Evet/Elveda” vıcıklığı (Conosca il sacrifizio… Si … Addio)... Mizahi yönler de yok değil; “İçimden ağlamak geldi, bak şimdi gülümsüyorum” (Di lagrime aveva d'uopo - or son tranquilla - lo vedi? Ti sorrido - lo vedi?) derken, donuk, bir karış surat…

İkinci perde, ikinci sahnenin sonunda, “Alfredo, Alfredo, di questo core…” ile başlayan arya, Hale Soner’in vokal ifadesinin doruk noktasıydı. İşte şimdi Verdi’nin Violetta’sı oldu, diyorsunuz. Hayır, son saniyede yine reji golü yiyor: Perde kapanırken, ayakta, sarsılarak zırlıyor. O etkili vokal derinlik bir anda “Şark ifratı” gölgesindeki arabesk sığlıkta boğulup, kayboluyor. Trajik Violetta, ağlak pavyon fahişesine dönüşüveriyor.

Bu arada, Soner’in tizleriyle orkestraya kafa tutabildiğini not etmekte yarar var.

Üçüncü perde, Ayyılmaz rejisinin tepeleme arabesk olanı. Faturanın büyük bölümünü elbette Hale Soner ödeyecek. Ölüm döşeğindeki Violetta, “İnsanlar eğleniyor ama Tanrı acı çekenleri biliyor” (Ah, nel comun tripudio, sallo Iddio quanti infelici soffron!) dedikten sonra kollarını açarak kendini yatağa öyle bir bırakıyor ki, tümüyle şehvetengiz. Artık arabesk okyanusundayız. “Çok geç… Tanrım merhamet et…”e geldiğinde (È tardi!..  a lei, deh, perdona; tu accoglila, o Dio!), Soner çoktan konser formatına geçmiş; rahatlıkla üstesinden gelebileceği süzülmüş bir lirik derinlikten iz yok. “Acılarım bitecek, sağlığıma kavuşacağım” (Parigi, o caro,… . De' corsi affanni compenso avrai. La mia salute rifiorirà.)’da Violetta rolünü değil, yalnızca şarkıyı düşündüğü gizlenemez hale gelince, doğal olarak, vokal etki rendeleniyor. “Bu kadar acı çektikten sonra genç yaşta ölmek!” ise (Ah! gran Dio! Morir sì giovine, io che ho penato tanto!) duygusal yoğunluğun en koyu anlarından biri. İç içe birçok duygunun çarpıştığı bir zayıflık kavşağı. Hale Soner bu inceliği kaba bir arabesk yoruma dönüştürüp, adeta hırlayarak söylüyor. 

Rejinin elinden ne Violetta, ne de Hale Soner kurtulabiliyor.

Alfredo ve Germont’a gelince…

İDOB’un uzunca bir süredir devam eden tenor sorunu var. Bir türlü yeterli sayıya ulaşılamıyor. Bütün yük çok az sayıda olanların üzerinde. Bunlardan biri de Ufuk Toker. Her yere yetişmeye çalışıyor. 

La Traviata’da Alfredo rolünde. Oysa fiziksel açıdan ciddi bir uyumsuzluk var. Keza her iki Germont (Caner Akgün, Serhat Konukman) ile baba-oğul ilişkisinde de.

Toker’in, lirik tenor olmasına karşın, Alfredo’nun gerektirdiği volüme sahip olduğunu söylemek kolay değil. Birinci perdede, Violetta’ya aşkını ilan ederken (Ah, sì; da un anno. Un dì felice, eterea…) ışıltılı tizlerin desteklemesi gereken parlak tınıya yaslı çekingen ama canlı bir ifade yerine, Violetta’nın şalını koklayarak konser veren ruhsuz bir evkaf memurununkini duyumsatıyor. Rejinin sınırlarını zorlayamaması, sahnede kıyılmasına yol açıyor. Tutkulu bir genç aşığın içtenliğini bir türlü veremiyor. Stüdyoda, sırası geldikçe kendi partisini kaydeden şancı gibi. İkinci perdedeki “gençlik ateşi” (De' miei bollenti spiriti), para konusu, Violetta mektup yazarken gizlice gelişi… Nefes alıp vermeyen, donuk müsamere sahneleri ve vokal ifade örneklerinden. İkinci perdenin sonunda babası tarafından yere serilmiş halde söylediği, utanç ve pişmanlık duygusunu dile getiren aryadaki (Ah, sì - che feci! Ne sento orrore.) inandırıcılığı, Ertem Eğilmez’in Arabesk filmini aratmayacak cinsten. Üçüncü perdenin ünlü duo’sundaki (Null'uomo o demon, angel mio, mai più dividermi potrà da te.) yavan yorum, Toker’in kostümü ve abartılı yatak sahnesiyle birleşince, mizahi sınırlarda dolaşıyor bile denebilir. Babasını suçladığı (La vedi, padre mio?) sahnedeki dramatik gerilim ise ne fizik, ne vokal olarak duyumsanıyor. Orkestra ile rekabetinde yer yer geriye düştüğünü de belirtelim.

Germont rolündeki Serhat Konukman ile ilgili sanatsal açıdan söylenecek bir şey yok. Tam bir felaket. Ne gerekli ses genişliği ve esnekliği, ne de sahnesi bu role uygun. Baston gibi söylüyor ve oynuyor. Ama merakı körükleyen şu: İDOB’da bu rolü her açıdan rahatlıkla üstlenebilecek Murat Güney ve Alper Göçeri gibi iki bariton varken, neden Antalya’dan sanatsal yeterliliği bu rol için tartışmalı biri getirildi? 

Müdür Caner Akgün öyle istediği için.

Tamam da, parasını kendi cebinden mi veriyor?

Güldürme beni. Kazulet kamu zararı. Dedik ya, tüccar ekip İDOB’u çiftliğine dönüştürmüş durumda.

Germont rolünün, Verdi karakterleri içinde en derinlikli, en esinleyicilerden biri olduğunu belirtmiştik. Tutucu değerlerin kuşattığı önyargılı, soğuk, acımasız ve sert olmakla birlikte, “özveri” kavramına duyarlı olan birinin, vicdan muhasebesi yaparken yaşadığı duygusal yoğunluğu son derece gerçekçi biçimde çizen Germont’u kuşanabilmek için, öncelikle, vokal açıdan bu duygusal dönüşüme eşlik edebilecek geniş ses aralığı ve esneklik gerekir. Ardından, rafine bir oyunculuk yeteneği, son olarak da gerekli fiziksel özellikler. Bunlar üst üste gelmediğinde, yaşamayan, kukla bir karaktere dönüşmesi çok kolay tiplerdendir Germont.

Caner Akgün, ikinci perdenin başındaki, dramatik gerilimiyle ünlü o Violetta-Germont duo’sunun daha başında, Germont’u canlandırmaktan çok, konserini vermek için çıktığını duyumsatıyor. Tabii, Germont karakterini iyi anlayamamış olmasında rejisörün önemli payını gözden kaçırmamalı. İnandırıcılığının çok düşük kalmasında ise, vokal genişliğinin Germont’u kucaklayacak ölçüde olmayışı, tizlere çıkarken doğallığı kaybetmesi yanında, sahne duruşuyla, cezbedici, güven veren bir otorite çizemiyor oluşuna işaret etmeli. (Siate di mia famiglia l'angel consolatore)’deki sığlık ve yapaylığı Hacivat’ı anımsatıyor. (Piangi, piangi…Sento nell'anima già le tue pene)’deki ezberlenmiş yüzeysellik, paradoksal olarak mizahi sınırları zorluyor. (Pura siccome un Angelo…) gibi lirik içerikli pasajların gereği o esmer vokal parlaklıkta cömert olduğunu söylemek hiç kolay değil. Projeksiyon ve orkestra ile cebelleşme konusunda ise başarısız olduğu söylenemez.

Birinci perdede koro netlik izlenimi verecek bir tınıya yakın değildi. İkinci perdede durum daha olumlu bir yöne evrilmesine karşın, bu kez, perdenin sonunda koro-solistler dengesi sorunluydu.

Lazarov yönetimindeki orkestra, (Di lagrime aveva d'uopo…)’daki fortesinin sahne ile arasındaki makası açması türünden birkaç örnek dışında, genellikle solistleri kollayan bir tutum içindeydi. Hatta, (Di Violetta! Perché son io commosso!...)’da olduğu gibi aşırı kolladığı bile söylenebilir. Lirik ve dramatik pasajların genellikle kötü tınlamadığı, sahne kaygısı taşıma ve de öznesi olma çabasının elle tutulur olduğuna dikkat çekmeli.

Ha arabesk reji, ha rejinin arabeski

Recep Ayyılmaz’ın bolca feyz aldığı Alman rejisör Willy Decker, 2005’te, Netrebko-Villazon ikilisi için La Traviata’nın çağdaş bir versiyonunu hazırlamıştı. Verismo’nun dekor ve kostüm anlayışını bütünüyle bir kenara bırakıp, çok yalın ama bir o kadar da simgesel, işlevsel malzeme kullanmıştı: Beyaz bir duvar, dev bir saat. Yalnızca üçüncü perdede kısa bir varlığı olan doktoru da, operanın tüm perdelerine sessiz özne olarak taşıyarak, bir tür “supervisor”a dönüştürmüştü.

Ayyılmaz’ın bu yaklaşımdan çok etkilendiği anlaşılıyor. Tabii, Şark ifratlı arabesk duyarlılığa dönüştürerek.  2012-2013 sezonunda Antalya, 2015-2016 sezonunda ise Ankara’daki rejisinde, fahişelik simgesi dev bir kırmızı topuklu ayakkabıyla, öykünün simgesi dev bir Kamelyalı Kadın romanı sahnenin neredeyse tamamını kaplayan demirbaşlardı. Gerçekçi algıdan uzaklaşan yalın bir simgesellik yerine, sahneyi kötürüm bırakan, avaz avaz simgesel iki arabesk kütle. 

2012’den 2025’e uzanan yolda arabesk meşruluk kamusal alanın bütününü kapsadı. Tabii, operayı da…

Ancak, ayakkabı ve roman, AKM sahnesine göre epey küçük olan Antalya ve Ankara’dakileri doldurabilirken, AKM’ninkinde sahnenin yarısının boş kalmasına yol açacağından, yanı sıra, İslamcı iktidarın liberal anlayışının, Ergenekon’dan bu yana arabesk kültür meşruluğunu daha da resmileştirmiş olduğundan, Ayyılmaz kırmızı topuklu ayakkabının yerine, simgesellikte daha çığırtkan, daha dev, kırık, kalın çerçeveli bir tablo yerleştirir. Yeşilçam salya sümüklüğünde kavradığı La Traviata’nın gerçekte “kırık bir aşk hikâyesi” olduğunun peşinen ilanı. Nitekim, öykü ilerledikçe, çerçeve daha da kırılıp, tablo yarılıyor. Decker’in gizemli “supervisor” doktoru yerine ise her üç perdede de yer alan Verdi ve oğul Alexandre Dumas. Simgeselliğin somutluk boyutu yine camı çerçeveyi indirecek ölçülerde; arabesk lezzetin olmazsa olmazı.

Ayyılmaz büyük sahnelerin rejisörü değil. Derinliği kullanmayı bilmiyor ya da gereksiz görüyor. Onun aklı fikri sinematografik iki boyutlulukta. Küçük sahnede daha rahat nefes alıyor. Bu dev dekor kütleleri, Verdi’nin La Traviata’sının özgün dramatik akışıyla doku uyuşmazlığı taşısa da, Ayyılmaz’ın yerli ve milli arabesk yorumuna uyumsuz kaçmıyor. Derinlik için arka arkaya sıraladığı roman ve çerçeve, adeta sinema perdesi gibi işlev görüp, değişik renklere bürünen dev fonun önünde iki boyutlu algılanıyor. Üçüncü perdede, yatağa dönüştürülmüş roman tek başına derinliği sağlayamayınca, bir önceki perdede işlevsel kılınmaya çalışılmış havuz çukuru, hiçbir anlam taşımadığı halde aynen korunuyor.

İkinci perdedeki dev iskambil kâğıtları, koca Violetta büstü hep aynı duyarlılığın ürünleri. Fonda değişen renkler de aşırı simgeselliğe destek veriyor (İkinci perde-mor renk vb.).

Ayyılmaz’ın sahnesi ateşten erken alınmış postmodern aşure; Verdi’nin Verismo’sundan kaçıp, daha simgesel bir alana geçmeye çalışırken, arabesk tutkusu yüzünden gerekli soyutlamayı ıskalıyor. Verdi ve oğul Alexandre Dumas’nın kostümleri 19. yüzyıla ait, diğerlerininki değil; yatak olarak kullanılan romanın simgeselliğiyle, çok gerçekçi oksijen tüpü ve maskesi, aryasını söylemekte olan Violetta’nın ciğerlerini doktorun gerçek bir stetoskop ile dinlemeye kalkması türünden hışırlıklar… 

İkinci perdede, maskeli balo sahnesinde, en renkli kostümleri taşıyanların neredeyse yarı bellerine kadar havuz çukuruna sokulup, acaba Devlet Çoksesli Korosu’nu mu canlandırıyorlar, diye düşündüren bir örnek giyinmiş diğer grubun dışarıda tutulması da herhalde postmodern yamukluk ile açıklanabilir bir durumdur. 

Başta matador sahnesi olmak üzere, dansların, AKM sahnesinin boyutları dikkate alınarak, nitelik ve nicelik olarak daha dolgun bir koreografiyle sunulması beklenirdi. 

Verdi ile oğul Alexandre Dumas’nın ortaya çıktığı anlar, kat yerleri o derece belli zorlamalar ki: İkinci perdede, Alfredo-baba duo’sunda, oğul Alexandre Dumas’nın dans ederek gelip, babaya bastonu verişi, ardından Verdi ile Violetta büstünü getirip, yanına ilişerek uslu uslu sahneyi izlemeleri epey amatör işlerden.

Dramatik yapıya arabesk şekerleme

La Traviata’nın dramatik yapısını üç katmanlı bir gerilim hattı oluşturur. Bu üç katman, operanın üç perdesine denk geliyor:

1) Birinci perde Alfredo’nun Violetta’ya olan aşkının, toplumsal bir içerik taşıyan fahişelik ile karşı karşıya getirilmesi ve Violetta’nın bu sancılı süreçte, toplumsal bir statüden (fahişelik) bir başkasına (bireysel aşk) geçme kararını anlatır. Ayyılmaz toplumsal içerikli bu gerilimi öne çıkaracağına, Alfredo’dan, Orta Anadolu eşrafından toptancı Halim’in, kendini kanıtlama peşinde koşan zayıf kişilikli, tutucu oğlu karakterini çıkararak, ona, başkasının sevgilisi avam aşüfteyi  kıskanan “arabesk âşık” imgesi giydiriyor. Yani, Verdi’nin Alfredo’su Violetta’nın fahişeliğini (çoklu ilişki) kabullenemezken, Ayyılmaz’ın Alfredo’su onun kendisinin değil de başkasının (baron) sevgilisi oluşunu kabullenemiyor.

Ve Yeşilçam arabeskinin kapıları açılıyor; Violetta’nın Alfredo’nun üzerine içki kadehini boşaltması, Alfredo’nun onu haşin bir biçimde valse kaldırması, Alfredo kuliste aryasını söylerken, sahne tabanında ışık dolaştırılması, Violetta’nın kararsızlık içindeyken içki şişeleriyle dans etmesi gibi bir dizi ham efekt, dramatik gerilimin yanlış, daha doğrusu, yerli ve milli bir eksene oturtulması çabasının sonucu. Doğal olarak, bu tasarımın temellendirdiği yapay, zorlama, yapmacık, karikatürvari tavırlar ve konser formatlı yorum da türev olarak sahneyi oksijensiz bırakıyor.

2) İkinci perde yalnızca Violetta-Germont gerilimini değil, ona yakın bir diğerini, baba-oğulunkini de barındırır. Fahişelik algısının toplumsal derinliğini iliklerine kadar duyumsayan Germont’un, Violetta ile girdiği savaştan, onun fahişeliğini neredeyse unutarak ayrılması, Violetta’nın özverili tutumunun güçlü karakter yansısı olarak ortaya çıkışını sağlarken, algılanışı çok sorunlu toplumsal bir kategoriyi de (fahişelik) adeta dönüştürür. Ayyılmaz’ın “toplumsal” olana alerjisi, “Birey” hastalıklı liberal bakışı ise gerilimi Violetta’nın “arabesk trajedisi”ne, yani, iyi kalpli yosmanın “imkânsız âşkı”na kilitliyor.

Kalanı kendiliğinden; ne Violetta’nın, ne de Germont’un sancılı, yaşayan, gerçek bir dönüşüm sürecine tanık oluyoruz. Zavallı, veremli fahişe öksürük ve bol gözyaşı eşliğinde anında yelkenleri suya indiriyor. Germont geride kalır mı? Bıraksan o da ağlayacak. Çömelmiş, yere yığılmış kızın kafasını seviyor. “Elveda” (Addio) sahnesi herkes için “kaybetme” anlamı taşır. Violetta Alfredo’yu, Germont toplumsal değer yargılarına inancını kaybetmiştir. Bunun getirdiği trajik ama asil, mesafeli bir yoğunluk söz konusudur.  Ayyılmaz ise bizi keşlerin kulübüne götürüyor; herkes kafayı tütsülemiş, zaman yavaşlamış, kendine ağlayan sırnaşık, vıcık bir perişanlık… Vokal yapaylığa yukarıda işaret ettik. Üstüne bir de Violetta ile Germont’un yaşının ters orantılı hali eklenince… Tabii, demirbaş çerçevemizden birkaç parça daha kopmuş, tablo yırtılmış.

Ayyılmaz’ın dokunmaktan özenle kaçındığı bir diğer gerilim baba ile oğul arasında. O kadar ki, operada Violetta-Germont gerilimi giderilirken, baba-oğulunki asla çözülmüyor. Tabii, Verdi için. Germont’un oğlunu teselli edip, eve dönmesini istemesine Alfredo çok sert tepki verir. Hemen ardından, maskeli balo sahnesinde karşı karşıya geliyorlar. Üçüncü kez de son perdede. Ayyılmaz, İslamcıların “kutsal aile” kavramını parlatma kaygısıyla olmalı, baba-oğul ilişkisini bütünüyle değiştirmiş. Alfredo’nun babasına yönelik en sert tepkisi, kulaklarını tıkamaktan öteye geçmiyor. Eh, toptancı Halim’in pısırık oğlu! Son perdedeki tutumu ise Verdi’yi mezarında ters döndürecek türden. Dedik ya, Ayyılmaz toplumsal içerik taşıyan eleştirellikten karga çığlığıyla kaçıyor.

3) Üçüncü perdenin gerilim hattı, Violetta’nın kişiliği ile toplumsal değer yargıları arasından geçiyor. Ölümün kapısında, değer yargılarını alt ettiği, hem Germont’un “Size kızım diyerek sarılmaya geldim” (A stringervi qual figlia vengo al seno, o generosa!) deyip, özür dilemesi ve yaşamı boyunca bu vicdani yükü taşıyacağını vurgulamasından, (Finchè avrà il ciglio lagrime io piangerò per te.), hem de Alfredo’nun babasına, “Gördün mü yaptığını!” yollu sert çıkışından anlaşılıyor. Violetta’nın ölümü, özverinin gizlediği asalet duygusunun öne çıkışını görünür kılmalı. Bireysel ve toplumsal olanın örtüşme noktası burası. Bu doruk anı La Traviata’nın da sonu.

Ayyılmaz’ın arabesk yorumu üçüncü perdenin özgün fiziğini de kimyasını da yok ediyor. Güçlü, gururlu ve son ana kadar savaşan Violetta’nın yerine,  sünepelikten lime lime olmuş bir pavyon fahişesi (siyah saten askılı gecelik) üzerinden ölüm-şov yapılıyor. Tüm perde ölüm yatağına hapsedilmiş. Siyah yatak örtüsü ve yastıklar, oksijen tüpü, ilaçlar, verem, stetoskop, öksürükler, defalarca yatıp kalkmalar, Alfredo’nun dizine başını koyup, mırnav yapışkanlığı çekmeler, ağlama seansları, oğlanın babayı teselli eden, “Neyse, olan oldu. Babamsın. Bundan sonraki karıda umarım arıza çıkarmazsın!” yollu, omuzunu hafif tertip pıtpıtlaması, Violetta’nın yastığın altından adeta boy fotoğrafı çıkarıp… Billahi arabesk katranı! 

Ya Alfredo’yu taze soğana çevirmiş o paltoyla koşarak gelip, yatağa atlaması! Malkoçoğlu filmlerinde kurban tam öldürülecekken bizim yağızın yetişip onu kurtarma sahnesinde sinema salonunda nasıl alkış kopuyorduysa, 26 Şubat temsilinde de Alfredo sahneye koşarak girince aynı alkış koptu.

Violetta’nın, ölümden önceki son cümlesi, “Gücümü topladım, acılarım bitti”si (Cessarono gli spasimi del dolore. In me rinasce - m'agita insolito vigor! Ah! ma io ritorno a viver!) etkili bir güç göstergesi, sağlam bir vedayken,  Ayyılmaz’ın rejisinde, “Zavallı kız, havale geçiriyor!” izlenimi doğuruyor.

Ayyılmaz ölüm şovlarına bayılıyor. Don Kişot’ta da adamcağızı bir türlü öldürememiş, Ümit Besen duyarlıklı fonda süründürmüştü.

Ülkemizin ilk tam teşekküllü arabesk La Traviata’sı hakkında daha bir dizi ayrıntı dile getirilebilir. 

Değer mi?

İnsan koskoca kurumun birkaç işbirlikçi cahil piyasacının elinde ne hale geldiğine üzülüyor.

Bitirelim.

Sonuç

İDOB’un La Traviata’sı tek başına, kurumdaki sanatsal çöküş ile yönetsel keyfilik ve kokuşmuşluğun birbirlerini nasıl beslediğinin parlak bir göstergesi. Alınan kararların arkasında sanatsal ve kurumsal bilinç ile refleks düzeyi o kadar düşük yöneticiler var ki, İslamcıların DOB’u ve temsil ettiği sanatı haklamak için neden bunları getirdikleri kolayca anlaşılıyor. Tan Sağtürk, Caner Akgün, Caner Akın başı çekiyorlar. Üçü de tüccar, üçü de piyasacı, üçünün de bilgi ve entelektüel görgü düzeyi yerlerde sürünüyor.

Adam, Violetta’yı Mbabane’de bile söyleyemeyecek olan karısını, bu işi çok rahat sırtlayabilecek olanları bir kenara itip, birinci cast yapacak; özel nedenlerden dolayı gıkını çıkaramayacak durumda olan birini ikinci cast yapıp, bütün yükü ona yıkacak; karısının keyfi için Ankara’dan biri getirilecek; İzmir’in hiç gereksinimi yokken, karısının hırsını yüksek sanat kamu kurumu çıkarlarının üzerinde görüp, oradaki cast’a zorla kaynattıracak; yetmeyecek, Germont’a kendini birinci cast yazıp, gölgelerinde kalacağı endişesi taşıdığı diğer iki baritonu yanına yaklaştırmayacak; bunun için Antalya’dan dış kapının mandalını getirtip, ikinci cast yaparak, “nasıl söylüyorum ama!” diye şişinecek; bütün bunlar fırsat kollayan İslamcıların merceğine takılıp, heriflerin, “İşte sizin yüksek sanat ve sanatçı dedikleriniz!” diyerek bu paçozluğu resmi belgelere, müfettiş raporlarına geçirmelerine yol açacak; yarın öbür gün kurumun yasasını bütünüyle gırtlaklayıp, kapıkulu ocağına dönüştürme gerekçeleri arasında sayfalarca müfettiş raporu yer alacak; ve bu şekilde Laik Cumhuriyet’in çok zor koşullarda doğurup, gürbüzleştirmeye çalıştığı yüksek sanat kurumu DOB yüksek standartlara kavuşacak, öyle mi?

Bu kurumda bir gün bu rezillikler bitecek ama siz yakında defolup gideceksiniz. Hep birlikte göreceğiz.

                                                       /././

(soL)


                           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -18 Mart 2025-

  Sosyal devlet konusunda düşünceler…-Nevzat Evrim Önal- Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, i...