Diplomaya da kayyım!
CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olması beklenen Ekrem İmamoğlu’nun diploması, iktidara yakın gazetecilerin günlerdir anons ettiği gibi, üniversite yönetimi marifetiyle iptal edildi.
Bir süredir operasyonlar, tutuklamalar, kayyım atamalarıyla siyaset alanını zorla daraltan iktidarın, bir ‘hayali’ daha gerçekleşti. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olması beklenen Ekrem İmamoğlu’nun diploması, iktidara yakın gazetecilerin günlerdir anons ettiği gibi, üniversite yönetimi marifetiyle iptal edildi.
Belediyelere operasyonlar, kayyım atamaları, CHP kongresine soruşturma, 5 kez siyasi yasak ve 25 yıldan fazla hapis cezası isteminden sonra Ekrem İmamoğlu’nun diploması da iptal edildi. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı ön seçiminden 4 gün önce alınan karara tepki gösteren İmamoğlu, “Bu ülkede herkesin kazanılmış tüm hakları tehlike altındadır. Milletimizin yürüyüşü durdurulamayacak” dedi.
Maltepe’de toplanma çağrısı
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Kimse enseyi karartmasın. Cumhurbaşkanı adayımızı belirleyecek ve hep birlikte arkasında duracağız” dedi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, cumhurbaşkanı adaylığı konusundaki kararını askıya aldığını duyurdu. CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, yurttaşları bugün saat 14.00'te Maltepe Cumhuriyet Meydanı'nda toplanmaya çağırdı.
Karara tepki yağdı: Darbeci yöntem
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, kararın siyasi olduğunu vurgularken, EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan, iktidarın başkasına siyaset yapma hakkı tanımadığını söyledi. SOL Parti, “İktidar toplumun rızasını kaybettiği için darbeci yöntemlere başvuruyor” derken, TİP Genel Başkanı Erkan Baş, Erdoğan’a “Kazanamayacaksın” diye seslendi. TKP de “Türkiye bu zihniyeti var eden holdingler ve tarikatlar düzeninden kurtulmalıdır” açıklaması yaptı.
***
Yoksulların değil zenginlerin partisi AKP’nin adaleti!-Mustafa Yalçıner-
Sadece İmamoğlu’na açılan sayısız davalardan ibaret değil AKP’nin “adaleti”. Yüzlerce mafyacı ve katil serbestçe ortalıkta dolaşır ve reisin diplomasını henüz kimse görmemişken onun diplomasıyla uğraşılması AKP’nin adaletinin göstergesi, ama tabii ki sadece o değil. Muhalif belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanmasından ibaret de değil adalet yoksunluğumuz. Yok yere bir ay hapsedilen Halk TV GYY Toktaş ve birçok gazetecinin muhatap oldukları da yetmez AKP’nin “adaleti”ni tanımlamaya.
AKP “Üç Y’ye karşı” olduğunu söyleyerek iktidar oldu. Dediğim dedik generallerin yerini dediğim dedik tek adam aldı! Eskiden devlet aygıtı generallerin emirlerini uygulardı. Şimdi “reis”in bir dediğini iki etmiyorlar. İsterse bir kurumun sorumlusu etmesin - bedeli en azından sürgün oluyor.
Neydi üç “Y”? Yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk.
Şimdi yasaktan geçilmiyor. Cumhurbaşkanı adayına bile kapalı salon verilmiyor toplantı için. Ücretlere reva görülenden, şimdi yüzde 30’dan fazla zam istemek yasak. İstediklerine pişman ediliyor işçiler: Gaz, ters kelepçe… ve daha birçoğu. Grev mi? O zaten yasak! Konuşmak ve görüş açıklamak mı? Tek adam yönetimini savunuyorsanız serbest, eleştiriyorsanız yasak. Israr ederseniz, buyurun Silivri’ye!
Yolsuzluk deseniz bini bir para!.. Tek bir örnek yeterli olacak: Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı İstanbul-İzmir otoyolu üzerindeki Osmangazi Köprüsü’nün maliyetini 1 milyar 480 milyon dolar olarak açıklamıştı. Geçiş fiyatı 35 dolardan 55 dolara yükseltilen köprüden işletici şirketin bugüne kadar elde ettiği gelir maliyeti fazlasıyla aşmasına karşın, şirket köprüyü 2036’ya kadar işletmeye devam edecek. Halkın cebinden 5 kuruş çıkmadan ülkeye kazandırılacağı iddia edilen köprü bu tarihe kadar kim bilir kimlerin ortak olduğu ya da komisyon aldığı şirkete en az 15 milyar dolar kazandıracak!
Ya yoksulluk?
Ticaret bakanı güle oynaya kişi başına yıllık gelirin 15 bin dolara yükseldiğini açıkladı. Bu ortalamadan ilerlersek, herkesin eline ayda 1250 dolar geçmesi gerekiyor. 45 bin 812 TL eder. Şöyle bir ceplerimize, borç içindeki kredi kartlarımıza, banka hesaplarımıza bakalım. Kim kaybetmiş ki biz bulalım - öyle değil mi? 22 bin TL’lik asgari ücret bunun yarısı bile etmiyor. Sadece 603 dolar. Ve olur verilen ücretlere zam enflasyonun yarısı kadar bile olmayınca asgarisi dahil tüm ücretler enflasyon tarafından sürekli yenip bitiriliyor. Ne kiraya ne gıdaya ne de ulaşıma yetiyor!
Geçinemez olan emeklilere olsun, ücretlilere olsun zam talep ettiklerinde “Para yok” deniyor. Ama AKP ve tek adam adaleti bu ya, sadece Osmangazi değil geri kalan tüm köprü, havaalanı, şehir hastanesi türünden “Altın yumurtlayan tavuk” durumundaki “yap-işlet” işletme sahiplerine para bulunuyor!
Sadece onlara değil, pazartesi günkü Evrensel’in manşeti 2024’te ülkenin kalbur üstü zenginlerine ait şirketlere uygulanan vergi kıyağıyla ilgiliydi. Büyük şirketlerin teşvik, indirim gibi yollarla vazgeçilen 2.2 trilyon TL’lik vergileri tahsil edilmemişti. Bordroluların 5 kuruş vergi kaçırma olanağı yokken, zaten şirketler faturasız satış, gider gösterme ve bilanço oyunları gibi yollarla doğru dürüst vergi ödemezler. TOFAŞ örneğin gelirlerinin yüzde 1’i bile vergi ödememiş, Ford Otosan’ın gelirlerine oranla ödediği vergi ise sadece binde 2 olmuştu.
Daha da vahimi, “nas” denip sözde faiz karşıtlığı yapılır ve yeniden faiz indirimi başlatılırken sadece 2025’in ilk iki ayında, ocak ve şubatta faiz ödemelerinin 303 milyar TL’yi bulmuş olması. Bir de faize “karşı” olmasalar yanmışız!
Tümüne para bulunuyor. Halktan toplanan vergilerden hazine garantisi olarak köprü vb. işletmecisi şirketlere ödenecek milyarlar bulunuyor! Para var ki, sermayedarlardan vergi alınmıyor. Faize de bulunuyor. Bir tek işçi ve emekçilerle emeklilere para bulunamıyor! Adalet işte!
Geçelim efendim! Şirketlere vergi indirimi yapma, maliyetini çoktan çıkarmış köprülerden geçiş için yapımcı kapitalist şirketlere hâlâ havadan para ödeme. Ücretlerle emekli maaşlarını rahatça 3-4 kat artırırsın.
Ama hayır. AKP kapitalistlerin, zenginlerin partisi. İşçilere, yoksullara dönüp bakmıyor bile!
Ulusların sefaleti: Dünya Bankası küresel sefaleti nasıl gizliyor?-Kansu Yıldırım-
Yoksulluk kapitalizmde ortadan kaldırılabilecek ya da kaldırılmak istenen bir durum değildir. Aksine bir toplumdaki yoksul sayısı ne kadar artarsa bağımlı nüfus o denli genişler. Bu nedenle yoksulluk sermayenin hem üretim ilişkilerinde hem siyasal alanda toplumsal denetimini sağlama araçlarının başında gelir. Yoksulluk ideolojik ve ekonomik siyasal bileşkeye dönüştürüldüğünde ücretleri baskılamaktan sosyal yardımların dağıtımındaki önceliklere dek bir kontrol aygıtına dönüşür. Bunun için yoksulluk belirli bir sistem dahilinde ölçülebilir hale getirildikçe yoksulluğu yönetilebilir kılmanın mekanizmaları da sağlanmış olur.
Dünya Bankası uzun süredir küresel yoksulluğu ölçmeye çalışıyor. Başta Birleşmiş Milletler kalkınma programı olmak üzere pek çok uluslararası kurum da Dünya Bankasının veri setini kullanarak yoksulluğa dair istatistiksel çıkarımlarda bulunuyor.
Dünya Bankasının 15 yoksul ülkenin ulusal yoksulluk sınırlarından türettiği, 2011 yılı satın alma gücü paritesine (SGP) göre hesaplanan uluslararası yoksulluk sınırına (UYS) göre günde 1.90 dolar ve altında yaşayan geçinen herkes aşırı yoksul kabul edildi. Bu istatistiksel havuza başka düşük gelirli ülkelerin de eklenmesiyle birlikte UYS en yoksul 28 ülkenin 2017 SGP’lerine göre ifade edilen ulusal yoksulluk sınırlarının ortancası olarak kullanıldı.
Yoksulluğun her ülkenin sosyoekonomik ve demografik özelliklerine göre değişiklik göstermesi nedeniyle 1.90 dolarlık sınır yetersiz kalmaya başladı. Temel kamu hizmetlerine erişim, ısınma, ulaşım, barınma, kırsal ve kentsel büyüme hızı gibi kriterlerin UYS’nin dışında kaldığı eleştirileri Dünya Bankasını rakamını revize etmeye zorladı ve eylül 2022’de günde 1.90 dolarlık sınırı 2.15 dolara çektiler.
Dünya Bankasının Yoksulluk ve Eşitsizlik Platformunun eylül 2024 verilerine göre günde 1.90 dolar ile yaşayan kişi sayısı 538 milyon iken, bu rakam günde 2.15 dolara kaydırıldığında 692 milyona yükselir. Ancak burada önemli bir detay daha var. Dünya Bankası 1.90’lık sınırı, aynı dönem için sadece doların yaşadığı enflasyon kadar artırsaydı bile yeni sınır 2.72 dolar olacaktı. Gerçekten yoksullar için enflasyon verisi hesaplanırsa ya da doların yaşadığı enflasyonun ABD dışında daha şiddetli olduğu düşünülürse 2.72 dolar dahi hissedilen enflasyonun altında kalır. Ancak bütün bunlara rağmen bile eğer 2.72 dolar referans alınsaydı, dünyada aşırı yoksul sayısı 692 milyon değil, 1 milyar 62 milyon olacaktı. Yani enflasyon tek kalemde 370 milyon kişi aşırı yoksul olmaktan Dünya Bankası tarafından kurtarıldı!
Veri: Dünya Bankası, Grafik: EvrenselNe var ki, bu bile küresel yoksulluğun görece artışı gerçeği sunmuyor.
Kapitalizmin yarattığı yıkım nedeniyle ülkelerin demografik yapısı önemli ölçüde değişti. 1990 ile 2024 yılları arasında dünya nüfusu 2.8 milyar artarak 8 milyarın üzerine çıktı. 1990 yılında her 10 kişiden yaklaşık 6’sı düşük gelirli ülkelerde yaşarken, aşırı yoksulların 10’da 9’undan fazlası düşük gelirli ülkelerde yaşıyordu. Bugün ise alt ve üst-orta gelirli ülkeler dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlasını oluşturuyor. Başta Çin ve Hindistan gibi kalabalık ülkeler olmak üzere birçok ülke düşük gelirli statüsünden alt veya üst orta gelirli statüsüne yükselmiş durumda. Günümüzde düşük gelirli ülkeler dünya nüfusunun yüzde 9’unu oluşturuyor.
Küresel demografide değişim Dünya Bankasını UYS kriterlerini bir kez daha revizyona zorladı ve günde 2.15 dolarlık sınıra ilaveten üst-orta gelirli ülkelere özgü günde 6.85 dolarlık yeni bir sınır daha getirildi. Buna göre dünyada 3.53 milyar insan aşırı yoksuldur: Güney Asya’da 1 milyar 487 milyon, Sahra Altı Afrika’da 1 milyar 117 milyon, Doğu Asya ve Pasifik’te 529 milyon, Latin Amerika’da 161 milyon, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 198 milyon, Avrupa’da 36 milyon insan aşırı yoksuldur.
Günde 6.85 dolarlık yoksulluk sınırı küresel yoksulluğu daha görünür kılsa da istatiksel düzeyde hâlâ şaibelidir. Michael Roberts’e göre yüksek gelirli ülkelerde yoksulluk sınırı günlük 30 dolar civarında olup, her ülkenin kendi formasyonuna göre yoksulluk örüntüleri değişir. Dünyanın en zengin ülkelerinde bile insanların önemli bir kısmı bu yoksulluk sınırının altında yaşar. Hiçbir ülke, en zengin ülkeler bile, yoksulluğu ortadan kaldıramadığı için esasen “gelişmiş” değildir.
Prabhat Patnaik, Dünya Bankasının ölçümünde üç temel metodolojik ve siyasi tercih sorunu saptar:
Birincisi, bir kişinin mülkiyet pozisyonuna hiçbir atıfta bulunmaz, yalnızca gelirini dikkate alır. İkincisi, harcamaları gelir için referans olarak alır. Üçüncüsü, gerçek harcamaları ölçmek için yaşam maliyetindeki gerçek artışı büyük ölçüde düşük gösteren bir fiyat endeksi kullanır. Dolayısıyla Bankanın veri seti büyük ölçüde hatalıdır.
Dünya Bankasının gelire endeksli ölçümü küresel ilksel birikimi analiz dışında bırakır. Bütün toplumlarda servet ve gelir eşitsizliği artarken buna yol açan temel faktör, toplumsal üretim araçlarının mülkiyetinin nüfusun çok küçük bir bölümünün elinde toplanmasıdır.
OXFAM’ın 2023 raporuna göre 2020 yılından itibaren yaratılan 42 trilyon dolar değerindeki tüm yeni servetin yaklaşık üçte ikisini dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi yönetiyor. Böylesine yaygın bir mülksüzleştirme ve aşağıdan yukarıya servet transferi yaşanırken yoksulluğun görece düşüşü ile övünmek büyük bir ironi teşkil eder.
İkinci olarak, örneğin Hindistan dahil çoğu ülkede gelir verileri mevcut olmadığından gerçek gelir bile bu ölçünün kapsamına girmez. Dünya Bankasının gelir kıstası ise kendi başına zaten sorunludur. Kişilerin gelirleri düşse bile varlıklarını azaltarak, birikimlerini eriterek ya da borçlanarak önceki harcama düzeylerini korumaya çalışırlar. Buradan harcamaları değişmediği için kişilerin daha yoksul hale gelmediği sonucuna varmak saçma olacaktır. Aslında emekçiler daha yoksul hale gelirken harcamalara dayalı ölçüm, kişilerin daha önce olduğu gibi aynı seviyede olduğunu gösterecektir.
Üçüncü olarak Patnaik, reel harcama ölçümlerinin büyük ölçüde hatalı olduğunu çünkü bu tür nominal harcamaları deflate etmek için kullanılan fiyat endeksinin yaşam maliyetindeki gerçek artışı olduğundan az gösterdiğini belirtir. Baz yıldan sonra tüketim sepetinin bileşiminde önemli değişiklikler meydana gelir ve ölçümlerde değişikliklerin etkileri göz ardı edilir.
İster UYS olsun, ister “çok boyutlu yoksulluk” gibi yeni analiz birimleri oluşturulsun Dünya Bankası gibi kurumların yoksulluk ölçümleri hem ekonometrik hem etik-politik açıdan sermaye sınıfına hizmet eder. Çünkü bu ölçülerde yoksul ülkelerin yoksul kalmasına yol açan emperyalist bağımlılık ilişkileri ve yeni sömürgeci pratikler görünmezleştirilir.
/././
‘İktidar medyada tek çatlak ses duymak istemiyor’-Gözde Tüzer-
İktidara yakın isimlerin ‘operasyon’ söylemlerini, gazetecilere açılan yeni soruşturmalar izliyor. Medyada tekelleşmenin ardından iktidarın güdümünde olmayan az sayıdaki gazete ve televizyon hedefte.
Muhalefete yönelik baskılar “medyaya operasyon dalgası” tartışmalarıyla sürüyor. RTÜK’ün Gezi eylemleri yayınlarını savcılığa göndermesi, Gazeteci İsmail Saymaz’ın pasaportuna el konulması ve hakkında bir soruşturma olduğuna dair iddialar, Flash TV’ye Yeni Şafak’tan kayyım atanması derken son olarak Cem Küçük Halk TV’yi hedef alarak “Ramazan Bayramı’ndan önce olur mu bakacağız” diyerek operasyon tarihi bile verdi. Son olarak Halk TV Ana Haber Sunucusu Ece Üner, savcılık tarafından ifadeye çağrıldı.
Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Akademisyen Tezcan Durna iktidarın artık tek bir çatlak ses bile duymak istemediğini söyledi. İktidarın zapturapt altına aldığı ana akımın “marjinal” hale geldiğine dikkat çeken Durna, “Siz bir taraftan mevcut ana akım medyayı tamamen, partizanca, belli bir iktidarın hedefi ideolojik ve politik hedefleri doğrultusunda dizayn edeceksiniz, ondan sonra o dizayn ettiğiniz medyanın ana akım medya işlevi görmesini arzu edeceksiniz. Bu hakikaten oksimoron bir şey. İmkansız yani” dedi. Geçmişteki ana akım medyanın “ana akım olma işlevini” yitirdiğini aktaran Tezcan Durna, Evrensel, BirGün, Halk TV, Sözcü TV’nin gerçek gazetecilikle geniş kitlelere hitap ettiğini söyledi. Durna, “İktidar bunu kaldıramıyor” dedi.
‘Siyasi olduğunun kanıtı’
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği Eş Direktörü Avukat Veysel Ok, İsmail Saymaz’ın savcılığa gittiğini ve kendisine “Dosyada gizlilik var” denilerek bilgi verilmediğini, “İfadeye hazırız” deseler de yargı makamlarının ifade almadığını hatırlatan Ok, “Ama iktidara yakın gazeteciler dosya içerisindeki her türlü ayrıntıyı biliyorlar. Bu durum soruşturmaların hukuki değil siyasi bir motivasyon olduğunun en büyük kanıtı” dedi.
TGS: Örgütlü bir mücadeleye ihtiyacımız var
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Başkanı Gökhan Durmuş, “Toplumu ve gazetecilikte ısrar eden meslektaşlarımızı sindirmeye çalışıyorlar” dedi. Medyada tek sesliliği inşa etmek isteyen bu ısrarı “beyhude bir çaba” olarak yorumlayan Durmuş “Gazetecilik mesleği, halkın haber alma özgürlüğüne saygı duyanların kaleminde devam edecek. Peki bu saldırılara karşı biz ne yapıyoruz? Susmak ya da tek başına örgütsüz bu saldırıyı geçiştirmek mümkün değil. Böyle olmadığını sayısız kere gördük, yaşadık. Mesleği savunmak için esaslı bir mücadeleye, bunun için de örgütlü birlikteliğe ihtiyacımız var” dedi.
DİSK Basın-İş Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu da “Son dönemde basın özgürlüğünü kısıtlayan yasaların Meclisten son sürat geçtiğini görüyoruz. Ceza kanunları yetmezmiş gibi ‘devlet sırrı’, ‘milli güvenlik’ veya ‘terörle mücadele’ gibi gerekçelerle özgür basının haber yapması engelleniyor. Bildiğiniz gibi internet ve sosyal medya sıkı bir şekilde denetleniyor iktidar karşıtı paylaşımlar anında cezalandırılıyor. Bu iktidarın darbe anayasasından sıyrılıp daha demokratik bir anayasa yapabileceği inancına biz katılmıyoruz. Bu Anayasa’da demokratik hakları koruyamayan bir iktidar nasıl daha demokratik bir anayasa yapabilir?
***
Ocak-şubat döneminde bütçe açığı 449,4 milyar TL
Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın verilerine göre bütçe şubat ayında 310,1 milyar lira açık verdi. Ocak-şubat aylarında faize ayrılan tutar yüzde 72 artarak 302,7 milyar TL’ye çıktı.
Hazine ve Maliye Bakanlığı 2025 yılı şubat ayına ilişkin merkezi yönetim bütçe gelir ve giderlerini açıkladı. Buna göre, şubat ayında bütçe giderleri 1 trilyon 33 milyar TL, bütçe gelirleri ise 723.4 milyar TL olarak gerçekleşti. Bu durum, şubat ayı bütçe açığının 310.1 milyar TL olmasına neden oldu.
Faiz dışı bütçe giderleri ise 893.8 milyar TL olarak kaydedilirken, faiz dışı açık 170.4 milyar TL seviyesinde gerçekleşti.
2025 yılının ilk iki ayını kapsayan ocak-şubat döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 2 trilyon 89.9 milyar TL, bütçe gelirleri 1 trilyon 640.5 milyar TL oldu. Bu dönemde bütçe açığı 449.4 milyar TL olarak kaydedildi. Faiz dışı bütçe giderleri ocak-şubat döneminde 1 trilyon 787 milyar TL olurken, faiz dışı açık 146.6 milyar TL olarak gerçekleşti.
Türkiye’de ücret ve maaşlılardan alınan gelir vergisi geçtiğimiz yılın şubat ayına göre yüzde 89.2 arttı. Şirketlerden alınan kurumlar vergisi tutarı ise geçtiğimiz yılın aynı ayına göre yüzde 16.8 azaldı. Ücretlilerden alınan gelir vergisi 131.5 milyar TL olurken, şirketlerden alınan kurumlar vergisi 10.9 milyar TL’de kaldı.
Şubat ayında hükümetin topladığı gelir vergisi, kurumlar vergisini 12’ye katladı. Ücret ve maaşlılardan alınan damga vergisi tutarı dahi şirketlerden alınan kurumlar vergisini solladı. Devlet 14.3 milyar TL damga vergisi geliri elde etti. Kurumlar vergisi tutarı ise 10.9 milyar TL’de kaldı.
Tüketimden alınan dahilde katma değer vergisi (KDV) tutarı geçtiğimiz yılın şubat ayına göre yüzde 45.6 artarak 93.9 milyar TL’ye ulaştı. İthalde alınan KDV ise yüzde 9.7 artışla 109.8 milyar TL’ye ulaştı. Benzer şekilde özel tüketim vergisi (ÖTV) tutarı da aynı dönemde yüzde 41.8 arttı. Devlet şubat ayında 125.9 milyar TL ÖTV geliri elde etti.
Dolaylı vergilerin payı yüzde 61.4 oldu
Bütün dolaylı vergiler hesaplandığında vergi gelirlerinin yüzde 61.4’ü dolaylı vergilerden oluştu. Kurumlar vergisinin vergi gelirleri içindeki payı yüzde 1.9’da kaldı. Gelir vergisinin payı ise yüzde 22.5 oldu.
Bütçeyi faiz yedi
2024 yılı ocak-şubat aylarında bütçeden faize 175.9 milyar TL ayrılmıştı. Bu tutar bu yılın ocak-şubat aylarında faize ayrılan tutar yüzde 72 artarak 302.7 milyar TL’ye çıktı. Buna göre faizin bütçe giderlerindeki payı yüzde 14.5 oldu.
Faizin payı eğitim ve sağlıktan fazla
Bütçeden sağlığa 165.9 milyar TL, eğitime ise 244.4 milyar TL ayrıldı. Buna göre faize ayrılan pay, eğitim ve sağlığa ayrılan payı aştı.
***
Türkiye’deki altın madenlerini Avrupa fonluyor -Özer Akdemir-
Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Türkiye’deki altın madenlerine milyonlarca dolarlık kredi imkanı sağladı. Krediyi kullanan maden şirketleri, işten atmalar ve çevre felaketleriyle gündemde.
Eczacıbaşı: Balıkesir Balya (kurşun, çinko, bakır madeni): 50 milyon dolar- 2024’te onaylandı.
Nurol Holding'e ait TÜMAD: Lapseki ve İvrindi (altın madeni): 40 milyon dolar- 2017’de onaylandı.
Nurol Holding'e ait TÜMAD: İlaveten 50 milyon dolar- 2019’da onaylandı.
Centerra Gold’a ait Öksüt Madencilik: Kayseri (altın madeni): 75 milyon dolar-2016’da onaylandı.
Kredi verilen madenler hep doğa ve emek sömürüsü ile gündemde
EBRD tarafından milyonlarca dolar kredi verilen bu madenler Türkiye’de ciddi çevre ve sağlık sorunlarının yanı sıra ihmal edilen işçi sağlığı-iş güvenliği önlemleri ve emek sömürüsü ile de hep gündemde.
Örneğin, Balya’daki Esan Eczacıbaşı’na ait kurşun-çinko madeni, uzun süre 243 işçiyi sendikalaştıkları için işten çıkarması ile gündemde yerini aldı. Ayrıca madenin sadece Balya’ya değil, yakın çevresindeki korunan alanlara da büyük zarar verdiğini, maden kaynaklı kirliliğin Manyas Kuş Cenneti’ne kadar taşındığı iddialarını gündeme taşıdık.
TÜMAD’ın Lapseki ve İvrindi’deki madenlerinin bölgedeki (Kaz Dağı ve Madra Dağı) orman varlığını ciddi oranda tahrip ettiği, su kaynaklarını kirletme riski barındırdığı, köylülerin yüzlerce yıldır kullandığı yaylaların bu şirket tarafından ellerinden alınmak istendiğine dair birçok haber yaptık.
EBRD’nin tam 75 milyon dolar kredi verdiği Kanadalı Centerra Gold’a ait Öksüt Altın Madeni ise işçilerin kanında cıva ve kurşun tespiti, 8 işçinin ağır şekilde cıvadan zehirlenmesi, 71 işçinin cıva soluduğunun tespit edilmesi, siyanür taşıyan borudan siyanür sızıntısı gibi birçok olumsuz haberin konusu oldu.
EBRD’nin ‘11 önemli madencilik ülkesi’
EBRD’nin 2024-2028 madencilik strateji belgesinde öncelikler arasında “ekonomik kalkınma, karbonsuzlaştırma, çevresel, sosyal kapsayıcılık, yenilikçi, rekabetçi madencilik” kavramları göze çarparken, bu madenlerde çalışan işçilerin iş sağlığı ve güvenliğine dair bir cümle gözükmüyor. Aynı belgede 11 önemli madencilik ülkesi arasında Türkiye’nin yanı sıra Yunanistan, Kazakistan, Moğolistan, Fas, Rusya, Polonya, Sırbistan, Tacikistan, Ukrayna, Özbekistan da var. Banka, Yunanistan Selanik Halkidiki yakınlarındaki Eldorado Gold firmasının altın madenine de 56 milyon dolar kredi vermiş durumda.
Banka, Türkiye’de ayrıca “yeşil finansman” ve “düşük karbonlu yatırımların desteklenmesi” adı altında JES ve RES, GES gibi projelere milyarlarca avroluk kredi kullandırdı.
/././
Almanya, Solgun Anne!-Koray Y.Yılmaz-
Hitler’in Almanya’da iktidara geldiği ve Nazi rejiminin resmen başladığı 1933 yılında Almanya’nın durumuna dair bir sorgulama ve uyarı niteliğindedir aslında Bertolt Brecht’in “Deutschland bleiche Mutter” başlıklı şiiri, ki Türkçeye “Almanya, Solgun Anne” olarak tercüme edilebilir. Şiir, esası itibariyle Almanya’nın içine girdiği karanlık sürece ve halkın maruz kaldığı baskıya karşı içten bir acının kâğıda dökülmüş hali olarak çıkar karşımıza. Almanya’nın bir "anne" olarak tasvir edilmesi, bir yandan anayurdun (Mutterland) kendisine ve halkına ihanet edişine diğer yandan tarifsiz yorgunluğuna işaret eden güçlü bir metafordur. Almanya, çocuklarını (halkını) savaşlara sürükleyen, yıkıma uğratan bir anneye dönüşmüştür.
“Başkaları kendi utançlarından bahsetsin / Ben kendi utançlarımdan bahsedeceğim” diyerek başlıyor şiir. Herkese bir çağrı gibi…Evinde / Yalanlar yüksek sesle haykırılıyor / Ama gerçek / Sessiz kalmak zorunda / Öyle mi?... Sanki yine herkese bir çağrı var zamanları aşan…Almanya, solgun anne! / Oğulların seni nasıl da mahvetti…
Şüphesiz mahvolan sadece Almanya olmadı. Faşizm bütün bir Avrupa’yı, Japonya başta olmak üzere birçok başka ülkeyi, hülasa bütün dünyayı hırpaladı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası karşımıza çıkan ABD-Avrupa İttifakı (Atlantik ittifakı) Sovyetler Birliği başta olmak üzere Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlere karşı olduğu kadar, faşizme karşı bir oluşum olarak da görülmelidir. İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıcı etkileri ve faşist rejimlerin neden olduğu trajediler, Avrupa'da kalıcı bir barış ve istikrar arayışını doğurmuş, bu da liberal bir uluslararası ilişkiler nizamının, diğer bir deyişle kural tabanlı uluslararası düzenin (Rule Based International Order- RBO) inşasını beraberinde getirmiştir. RBO ile birlikte devletlerin birbirleriyle düşmanca ilişkiler yerine, savaş sonrası sürecin bir ürünü olarak inşa edilen uluslararası hukuka dayalı ilişkiler geliştirmeleri hedeflenmiş, serbestleşen uluslararası iktisadi ilişkilere uluslararası barış, istikrar ve iş birliğinin de eşlik etmesi amaçlanmıştır. Her ne kadar dünyanın geri kalanına yönelik politikalarında barış, hukuk, uzlaşı vb. kavramlar sözde kalsa da ABD-Avrupa bağlamında bu süreç başarıyla işlemiştir.
Ancak SSCB sonrası neoliberalizmin küresel etkileri, ekonomik krizler, küresel salgın, NATO’nun genişlemesine eşlik eden Rusya-Ukrayna Savaşı ve İkinci Trump dönemi işleri değiştirmeye başladı. İşte böylesi bir süreçte Avrupa’da faşist, otoriter, ırkçı/milliyetçi, muhafazakâr seslerin daha fazla duyulur olduğunu gözlemlemeye başladık. “Oligarşi, faşizm ve yeni küresel koalisyon” isimli yazımda da işaret ettiğim gibi Avrupa Parlamentosunda Avrupa’nın birçok faşizan unsurunu içeren Avrupa'nın Vatanseverleri" (Patriots for Europe) adında bir ittifak bile kuruldu yakın zamanda. İttifakın kurucularından Macaristan Başbakanı Orban, Trump’ın göreve başlamasını büyük bir beklenti ile kutladı: “Bu yeni dönem Trump ve “Avrupa'nın Vatanseverlerinin” Batı dünyasını dönüştürmeye başlayacağı bir dönem olarak tarih kitaplarına girecek." Orban sloganını ifade etti: “Occupy Brussels – Brükseli İşgal Et!” Bu ifade, Avrupa Vatanseverlerinin Brüksel merkezli Avrupa Birliği politikalarına karşı çıkışının çarpıcı bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir.
Arkasından Münih Güvenlik Konferansı ve Trump’ın Başkan Yardımcısı JD Vance’ın Avrupa değerlerine yönelik eleştirileri ve bunun yarattığı şok etkisi yaşandı. ABD, Trump yönetimi altında Musk’ın el selamını iletmeye devam ediyordu.
Münih Güvenlik Konferansı, Nazi Almanya’sı tarafından 22 Mart 1933'te inşa edilen Dachau toplama kampına oldukça yakın bir yerde toplandı. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz kamptaki anıtın bu tür vahşetlerin bir daha asla yaşanmaması gerektiğini gösterdiğini ifade ederek, "Bir daha asla" ilkesinin Almanya'nın savunması gereken tarihi bir görev olduğunu vurguladı. Scholz, aşırı sağcı AfD'yi de sert bir şekilde eleştirerek, "Bir daha asla" ilkesinin AfD'yi desteklemekle bağdaşmadığını söyledi. Bu konuşma hiç de boşuna değildi. ABD Başkan Yardımcısı Vance önceki akşam Şansölye Scholz ile görüşmek yerine aşırı sağcı AfD partisinin lideriyle bir araya gelmişti. Öncesinde de Scholz’ü atlayarak iki kere CDU/CSU lideri Merz ile görüşmüştü.
Böylesi bir konjonktürde Almanya seçimleri çok önemliydi. Piyasa köktencisi, muhafazakârlar ve sağcılardan oluşan partiler Almanya'da ezici bir zafer elde etti. Friedrich Merz'in liderliğindeki CDU/CSU oyların yüzde 28.5'ini, eski Goldman Sachs bankacısı Alice Weidel'in aşırı sağcı partisi AfD ise yüzde 20.8'ini aldı.
Küresel faşizasyon sürecine eşlik eden böylesi bir sürecin Almanya gibi son derece kritik bir ülkede söz konusu olması endişeleri artırmalı şüphesiz. Brecht’in şiirinde çizdiği manzaranın tekrarı olasılığı insanlık için büyük bir risk.
Almanya, solgun anne! / Nasıl da oturmuşsun kirletilmiş halde / Halklar arasında. / Lekelenmişler arasında / En çok göze çarpıyorsun. Oğullarının en yoksulu / Öldürülmüş yatıyor. / Açlığı büyüdüğünde, / Diğer oğulların / Eli onun üzerine kalktı. / Bu herkesçe biliniyor. Elleri öyle kalkmış halde, / Kardeşlerine karşı kaldırılmış, / Şimdi küstahça senin önünde geziyorlarVe yüzüne gülüyorlar. / Bu herkesçe biliniyor.
Söz konusu eller Musk’ın kalkan elini hatırlatıyor ister istemez…
Ancak ehvenişer haberler geliyor Almanya’dan. CDU/CSU’nun AfD ile hükümet kurmayı reddettiğini biliyoruz. Görüşmeler Sosyal Demokratlarla bir ittifakın muhtemel olduğunu hatta bu yönde yol alındığına işaret ediyor. Dahası deli gömleğine dönen “borç freni” uygulamasının esnetilmesine dair de bir uzlaşı var gibi görünüyor. Bu nokta özellikle önemli, onu da başka bir yazıda ele alalım.
-----
Not: Şiirden yapılan alıntılar profesyonel bir çevirinin ürünü olarak değerlendirilmemelidir.
/././
Emperyalistlerin ve Erdoğan iktidarının yeni pozisyon arayışı -Yusuf Karadaş-
ABD Başkanı Trump’ın Ukrayna savaşını Rusya lideri Putin ile görüşerek bitirme, ABD’nin NATO içindeki görev ve sorumluluklarını azaltma gibi hamlelerinin ardından yüksek vergilerle sadece en büyük rakibi Çin’e karşı değil, Kanada ve Avrupa Birliği (AB) gibi “müttefiklerine” karşı da ticaret savaşını başlatması bütün emperyalistleri bu gelişmelere göre yeni pozisyon almaya zorluyor. Trump ve Putin arasındaki telefon görüşmesi, ABD’nin Biden dönemi Ukrayna politikasının sonu anlamına geliyor. Artık ABD şemsiyesine eskisi gibi güvenemeyecek olan ve 800 milyar avro silahlanma kararı alan AB, Suriye konferansı düzenleyerek yeni gelişmelere göre sahadaki pozisyonunu da yenilemeye çalışıyor. ABD’nin Yemen’de Husilere yönelik saldırıları karşısında Çin ve Rusya’dan yapılan açıklamalar, Suriye ve Lübnan’daki saldırılarına devam eden İsrail’in Gazze’de katliama yeniden başlaması da bu gelişmelerin sahaya yansıması olarak cereyan ediyor. Türkiye’deki Erdoğan iktidarı da emperyalistler arasında yeni bir boyut kazanan egemenlik mücadelesinin kendisine hareket alanı yaratmasını umuyor. Bunun için bir taraftan Trump’ın kapısını çalarken öte yandan Türkiye’yi AB’ye bir ‘kurtarıcı’ olarak pazarlamak istiyor ve yine Rusya ile gerilen ve gerileyen ilişkilerini de Suriye’deki pozisyonu üzerinden onarmaya çalışıyor.
Öncelikle, Trump’ın hamlelerinin onun kişisel ‘çılgınlığı’ ile açıklanamayacağını, aksine ABD tekelci burjuvazisinin iki büyük kanadından birinin eğilimi olduğunu belirtmek gerekiyor. Trump’ın bu ‘şok’ hamleleri, içinden geçilen belirsizlikler döneminde dünyadaki dengeleri ABD emperyalizminin lehine çevirmeyi amaçlıyor. (Bu konuda daha kapsamlı bir tartışma için Teori ve Eylem Dergisi’nin Bahar 2025-67. Sayısında Ahmet Cengiz’in “Belirsizlikten Emperyalist Pervasızlığa” başlıklı yazısına bakılabilir).
Trump’ın ABD’de medya önünde küçük düşürdüğü Zelenski’yi zengin toprak mineralleri anlaşmasını imzalamaya zorlaması, Ukrayna’yı Rusya ile paylaşma planının önemli bir parçasını oluşturuyor. 2022 başından bu yana devam eden Ukrayna savaşı sürecinde yıpranan Rusya ile bu paylaşım planı üzerinden Trump, Rusya ve Çin arasındaki ilişkilere sızarak ABD’nin Çin’e karşı pozisyonunu güçlendirmeyi hedefliyor.
ABD emperyalizminin belirsizlikler döneminde dengeleri kendi lehine çevirmek üzere giriştiği yeni hamlelerden biri de Ortadoğu’nun yeniden dizaynı kapsamında Yemen’deki Husilere (Ensarullah) yönelik saldırı oldu. Ortadoğu’da İran merkezli ‘direniş ekseni’nin en güney ucunda yer alan Yemen’deki Husiler, özellikle İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı ve işgaline karşı İsrail’le bağlantılı ticaret ya da İsrail’e destek veren savaş gemilerine (ABD) saldırılar düzenlemişlerdi. Yemen ve Cibuti arasındaki Bab’ül Mendeb boğazı Kızıldeniz üzerinden deniz ticareti bakımından stratejik konumda bulunuyor.
Trump’ın NATO konusunda açıkladığı yeni politika sonrasında ‘güvenlik’ alanında AB ile ilişkilerini yeniden geliştirmeye yönelen İngiltere’nin, ABD’nin Husilere yönelik hava saldırısına aktif olarak katılması, batılı emperyalistlerin yeni pozisyon arayışının düz bir çizgi halinde ilerlemediğinin/ilerlemeyeceğinin tipik bir örneği.
Esad rejiminin devrilmesinin ardından Suriye ve Lübnan’a karşı aralıksız saldırılar düzenleyerek bölgedeki pozisyonunu güçlendiren İsrail’in yüzlerce sivilin katledildiği Gazze’ye yönelik son saldırısı da ABD’nin Yemen’deki saldırısının bir devamı olarak anlam kazanıyor. Gazze’de katliam saldırılarının yeniden başlaması, Netanyahu’nun iç politik ihtiyaçlarıyla bağlantılı olduğu kadar, Trump’ın Gazze’yi boşaltma ve “turizm cenneti yapma” planına yönelik itirazlara da bir yanıt niteliğinde.
ABD’nin Yemen’e yönelik saldırısına karşı Çin, “Kızıldeniz’de gerilimi tırmandıracak eylemlerden kaçınma” ve Rusya da “saldırılarını sonlandırma” çağrısını yaptı.
Ukrayna’da ABD ve Rusya arasındaki uzlaşma arayışları, bu güçler arasında diğer alanlardaki rekabetin devam ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Esad rejiminin düşmesinden sonra önemli bir bölgesel müttefikini kaybeden Rusya’nın ilk hamlelerinden biri de İran ile 20 yıllık kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak oldu. Öte yandan Rusya, enerji konusunda kendisine bağımlılığı önemli oranda devam eden Türkiye’yi Suriye’de yeniden pozisyon alabilmek için kullanmaya çalışıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Dışişleri Bakanı Fidan ile görüşmek üzere Ankara’ya geldiği gün (24 Şubat) Suriye’deki geçici yönetimin Dışişleri Bakanı Şeybani’nin de Ankara’ya gelmesi, bu pazarlıkların bir parçasını oluşturuyordu.
Suriye’de Alevilere yönelik katliam devam ederken HTŞ’nin geçici yönetimini Brüksel’e davet eden “demokrasinin kalesi” AB de önceki gün gerçekleşen Suriye konulu konferansta yeni Suriye yönetimine 2,5 milyar avro “yardım” kararı alarak oyunu kurallarına göre oynayacağını gösteriyor. Ancak AB-Çin ilişkilerinin 50. Yılı dolayısıyla Çin Devlet Başkanı Şİ’ye yaptığı davetin Çin tarafından reddedilmesi, AB’nin yeni pozisyon arayışından istediği sonuçları almasının öyle kolay olmayacağını da ortaya koyuyor.
Uzunca bir süredir hem ekonomik ve hem de siyasal olarak ciddi bir sıkışmışlıkla karşı karşıya bulunan Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, emperyalist güçler arası ilişkilerdeki bu kaymaları kendisi yeni hareket alanına çevirmenin yollarını arıyor.
Trump’ın ikinci kez başkan seçilmesine en çok sevinenler arasında yer alan Erdoğan, 20 Ocak’ta göreve başlayan Trump ile ilk telefon görüşmesini ancak önceki gün gerçekleştirebildi. Erdoğan, bu görüşmede Trump’ın Ukrayna planına desteğini sunmanın yanı sıra Rusya’dan alınan S-400’ler nedeniyle uygulanan CAATSA (ABD’nin Hasımlarına Yaptırım Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yaptırımlarının sonlandırılmasını istedi. Erdoğan’ın bir diğer talebi de ABD’nin SDG’ye (Suriye Demokratik Güçleri) verdiği desteğin sona erdirilmesiydi.
Erdoğan’ın beklediği telefon görüşmesinin bile bu kadar gecikmeli gerçekleşmesinin Trump’ın bölgedeki öncelikleriyle bağlantılı olduğunu söylemek gerekiyor. Elbette bu durum, Türkiye’nin ABD emperyalizmi için önemini kaybettiğini değil, Erdoğan’ın beklentilerinin gerçekleşmesi için ABD eksenine daha fazla bağlanmak dışında fazla bir seçeneğinin olmadığını gösteriyor.
Yine “AB’yi içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye’nin tam üyeliği kurtarır” açıklamasını yaparak AB ve ABD arasındaki çelişkiyi kullanmak için zaman kaybetmeden harekete geçmiş olsa da Erdoğan’ın buradan da istediğini alması kolay görünmüyor. Çünkü AB, Türkiye’yi yeni ‘güvenlik mimarisi’nin içine dahil etmek istese de bunun karşılığında sınırlı bir ekonomik destek-yatırımın ötesinde bir sorumluluk üstlenmeyeceğini şimdiden belli ediyor. Bu kapsamda geçtiğimiz günlerde Baykar ile İtalyan Leonardo şirketleri arasında İHA-SİHA üretimi konusunda (10 yılda 100 milyar dolar hedefiyle) yapılan anlaşmayı hatırlatmak gerekiyor.
Bir ucunda silahlanma yarışı olan (2024’te dünyada silahlanmaya harcanan para 2,46 trilyon dolardı) bu yeni pozisyon arayışından halkların payına, yeni gerilim ve çatışmalar ve bunların bir sonucu olarak da Suriye ve Lübnan’dan Gazze ve Yemen’e kadar katliamlar düşüyor. Erdoğan iktidarı bir yandan içeride bütün emek ve demokrasi güçlerini baskı altına almaya çalışırken öte yandan tekelci burjuva gericiliğin yayılmacı emelleri doğrultusunda Türkiye’yi yeni gerilim ve çatışmaların içine sürükleyecek pazarlıklardan da geri durmuyor. Böylesine ağır bir siyasal tablo karşısında işçi sınıfı ve halklar, emperyalizme ve işbirlikçi ülke gericiliğine karşı birleşik bir mücadeleye yönelmedikçe, ne ezilen haklarla gerçek anlamda dayanışmayı geliştirebilir ne de kendi geleceği konusunda söz sahibi olabilirler.
Almanya’dan tarihi silahlanma kararı: Anayasa’nın üç maddesi değiştirildi -Yücel Özdemir-
Almanya'da Federal Parlamento bugün bir araya gelerek rekor düzeyde askeri harcamalara bütçe ayrılmasına karar verdi.
Köln - Almanya’da bugün bir araya gelen Federal Parlamento, rekor düzeyde askeri harcamalara bütçe ayrılmasına karar verdi. Müstakbel koalisyon ortakları CDU/CSU ve SPD tarafından hazırlanan, Yeşiller Partisi tarafından desteklenen anayasa değişikliğinde bir taraftan askeri harcamaların yüzde 1’i dışındaki kısmın bütçe açığı dışında tutarak, rekor düzeyde askeri harcamaların önü açılırken diğer taraftan ise 10 yıl içinde kullanılmak 500 milyar euronun alt yapı için kullanılması öngörülüyor.
Alman Anayasa’sının 109, 115 maddelerinde yapılacak değişiklik ve eklenecek 143h madde için gerekli olan üçte ikilik çoğunluk, 2021’deki seçimlerden sonra oluşan meclis tarafından onaylandı. 23 Şubat’ta erken genel seçimler yapıldığı halde değişiklik oylamanın eski meclis tarafından yapılması pek çok kesim tarafından eleştirildi. 25 Mart’tan itibaren göreve başlayacak yeni parlamentoda aşırı sağcı AfD ve Sol Parti’nin toplam milletvekili sayısı üçte birden fazla olduğu için, oylama eski parlamentoya yaptırıldı.
Sol Parti ve AfD, Rusya’dan gelecek tehdit gerekçe gösterilerek askeri harcamaların arttırılmasına karşı çıktı. Daha önce koalisyon ortağı olan FDP ve BSW de borç freninin kaldırılmasına karşı oy kullandı. FDP’nin Anayasa’nın 87a Maddesi’nin değiştirilerek savunma harcamaları için özel bir fonun kurulması önerisi oylamaya sunuldu. Öneri 631 oyla reddedildi.
Daha sonra CDU/CSU ve SPD’nin önerisiyle hazırlanan, Yeşiller’in de destek verdiği 109, 115 ve 143h maddeleri için isimli oylama yapıldı. 720 milletvekilinin oy kullandığı bu oylamada 513 milletvekili silahlanmaya ve alt yapıya borçlanma yoluyla daha fazla bütçe ayrılmasını öngören Anayasa değişikliğini kabul etti. Gerekli olan üçte ikilik çoğunluk için en az 489 oy gerekiyordu. Böylece salt çoğunluktan 24 oy fazla aldı. Anayasa değişikliğine 207 milletvekili ise karşı oy kullandı. Bu oylamayla eksi meclisin görev süresi de dolmuş oldu.
25 Mart’ta göreve başlayacak 630 sandalyeli yeni mecliste CDU/CSU’nun 208, AfD’nin 152, SPD’nin 120, Yeşiller’in 85, Sol Parti’nin 64, SSW’nin 1 milletvekili bulunuyor. Bu durumda bugünkü oylamada eski meclis ile üçte iki çoğunluğu sağlayan partilerin Anayasa değişikliği yapması mümkün görünmüyor.
Borçlanma oranı artırılıyor
Oylama öncesinde konuşan Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Rusya’dan gelecek tehdide karşı daha fazla silahlanma çağrısında bulundu. Yeniden savunma bakanı olmasına kesin gözüyle bakılan Pistorius, "Avrupa büyümeli. Rusya Avrupa güvenliği için en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Putin Ukrayna'da barış istemiyor. Almanya için, Avrupa için, NATO için yeni bir dönemle karşı karşıyayız” dedi.
Meclis tarafından silahlanma ve alt yapı için Anayasa’da yapılan değişikliğin cuma günü Eyaletler Meclisi (Bundesrat) tarafından da onaylanmadı gerekiyor. Mecliste çoğunluğa sahip partilerin Eyaletler Meclisi’nde de çoğunluğu bulunuyor.
Anayasa’daki değişiklik sadece Alman ordusuna milyarlarca euronun verilmesini öngörmüyor aynı zamanda Ukrayna gibi ülkelere daha fazla mali yardım öngörüyor. Aynı meclisin Ukrayna'ya 2025 yılı için üç milyar avroluk ek askeri yardım yapılmasını onaylaması bekleniyor.
Eylemler yapıldı
Federal Parlamento’da tartışmaların sürdüğü saatlerde dışarıda çok sayıda protesto gösterisi düzenlendi. Savaş karşıtları ellerinde pankart ve dövizlerle askeri harcamalara rekor düzeyde bütçe ayrılmasını eleştirdiler.
Anayasa’da değiştirilen maddeler:
* Anayasa'nın 109. ve 115. Maddelerinde, savunma harcamaları, sivil savunma, istihbarat servisleri ve siber güvenlik gibi alanlardaki harcamalar nominal Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın (GSYİH) yüzde birini aşan kısmının borç kuralından muaf tutulması öngörülüyor.
* Eyaletlere de gelecekte bütçe hazırlama sürecinde borçlanma esnekliği tanınacak. Buna göre, eyaletlerin toplam borçlanması nominal GSYİH'nin yüzde 0,35'ini aşmayacak.
* Altyapı yatırımları için 500 milyar euroluk bir "özel fon" oluşturulacak ve bu fon kredilerle finanse edilecek.
* Bu kaynaklar, 2045 yılına kadar iklim nötrlüğüne ulaşmak için ek yatırımlar" amacıyla da kullanılabilecek. Bu düzenleme, Anayasa'nın 143h maddesine eklenecek.
/././
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder