Tavuklu pilavdan dijital materyale -Ayça Söylemez-
Yüksel direnişini hatırlıyor musunuz?
Uzak bir geçmiş gibi görünse de her şeye rağmen sokağa çıkılabileceğini kanıtlayan birkaç kişi, başkentin küçük bir meydanda “İşimi istiyorum” eylemine başlamıştı. O birkaç kişi zamanla çoğaldı, diğer kentlerden gelenler de katıldı, meydanın adı direnişe verildi… Haftalar ayları kovaladı, eylemciler yüzlerce kez gözaltına alındı, onlarca davadan yargılandı, beraat ettiler, para cezaları kesildi, iptal edildi…
Anayasa Mahkemesi, 4 yıl süren eylemi, “demokratik hak” olarak tanımladı. İki ayrı başvuruda verdiği kararında, yasal barışçıl eylemlerden kaynaklı örgüt üyesi suçlamasıyla açılan soruşturmalarda verilen ev hapsi şeklindeki adli kontrol tedbirinin bile hak ihlali olduğuna, kişi özgürlüğü güvenliği hakkının ihlal edildiğine hükmetti.
Ancak eylemciler, 22 Ağustos 2020’de “ısrarlı ve sürekli eylem yapmak” gerekçesiyle tutuklandı. Bu soruşturma sonucu açılan davada savcı mütalaasını verdi, sanıkların 15 yıla varan hapis cezasına mahkûm edilmelerini istedi.
KARAR DURUŞMASI BUGÜN BAŞLIYOR.
Davada neler mi var? Açıklamalarından: “Kızını üniversite kaydına götürene ‘Bir kadınla Yalova’ya gitti’ dediler, pikniğe tavuklu pilav götürene ‘örgüte yardım’ dediler. Bandrollü Tanya adlı kitabı delil diye alıp ‘Kır birliklerine ilgi duyuyor’ dendi. Ablasının hesabına 50 lira yatırana ‘örgüt finansmanı’ suçlaması yöneltildi.”
5 GÜNDE 192 SAYFA RAPOR
Ankara 28. Ağır Ceza Mahkemesindeki davada sanık avukatlarından Fatih Gökçe, mütalaaya karşı savunmasında dosyadaki dijital materyallerin gerçekliğine dair şunları söyledi: “14 Ekim’de dijitaller alınmıştır. 22 Ekim’e kadar incelenmiş ve bir suç unsuru olmadığı tespit edilmiş. 22 Ekim’den sonra yani en iyi ihtimalle 23 Ekim günü tekrar incelemeye başladıklarını ifade ediyorlar, bizim anladığımız kadarıyla. Peki rapor tarihi ne zaman? 27 Ekim… 5 gün içerisinde TEM şube 192 sayfa bir rapor hazırlıyor ve bu raporda güya dijitallerin içeriğini çözdüklerini ifade ediyorlar. Çözdüklerini ifade ettikleri şeyde bir kısmının kod adı kullanan, bir kısmının açık ismi, bir kısmının da bazı harflerden yola çıkarak istihbari bilgilerle nasıl oluşturdukları belli olmayan 192 sayfa rapor hazırlıyorlar 5 günde. Bu mümkün müdür… Gerçekten mümkün müdür… Bu dosyada ilk gözaltına alındığında cep telefonu, bilgisayarı alınan insanların dijital inceleme raporları, 2 seneyi aşkın süre sonra yeni yeni dosyaya girdi. 5 gün içinde emniyetin böyle bir değerlendirme yapması mümkün değil. Burada bizim kanaatimizce bu dijitaller üzerinde oynama yapıldığı açıktır. Alakasız, ilgisiz ya da kamuoyunda tanınan insanların bu dijitallerin içine yerleştirilerek bu insanları yasa dışı örgüt üyesi olarak gösterilmek istendiği açıktır.”
Bugünden başlayarak dört gün boyunca sanıklar da son sözlerini söyleyecek.
/././
Yedi yıl önce de soğanı taneyle alıyorduk -Özge Güneş-
Bundan yedi yıl önce BirGün’de yayımlanan ilk yazımda, tarım-gıda alanındaki çöküşü “soğan” ve “egzotik meyve” karşıtlığı üzerinden anlatmış, halkın sofrasındaki krizlerin şirketler lehine yapılan yapısal tercihlerden kaynaklandığını tartışmıştım: “Bugün vatandaşı soğanı tane ile alacak noktaya getiren, ‘Milli Tarım Projesi’ ile ortada yerli tohum bile bırakmayanlar, kendi sofralarını egzotik meyvelerle donatabilmektedir.”
Şarbon krizinden ithalata, yerli tohumdan JES karşıtı köylü direnişine uzanan örneklerle tabloyu ortaya koymuştum. Aradan geçen yedi yılda, ne yazık ki bu sorunların hiçbiri çözülmedi; aksine daha da derinleşti. Şimdi daha ağır bir bilanço ile karşı karşıyayız.
O gün de gıda krizinin merkezinde, halkın sağlıklı, güvenli ve erişilebilir gıdaya ulaşma hakkının sistematik olarak gasp edilmesi yatıyordu. Et ve Süt Kurumu’nun ithal hayvanlarında çıkan şarbon salgını, yalnızca bir sağlık skandalı değil; özelleştirmelerle zayıflatılan kamu kurumlarının, denetimsiz ithalat politikalarının ve üretici aleyhine kurulan piyasa düzeninin bir sonucuydu. Yerli üretici dışlanmış, tarım tamamen ithalata bağımlı hale getirilmiş, tohumdan yeme kadar her aşama şirketlerin denetimine bırakılmıştı.
∗∗∗
Kısa süre sonra Tanzim Satış Noktaları büyükşehirlerin merkezlerine kurulmaya başlanmıştı. Yaş sebze meyve taneyle alınıyordu. Artık soğan egzotik meyveyle değil, biberle yarışıyordu. İkisini de alabilmek için uzun kuyruklarda beklemek gerekiyordu. Yıllar içinde, ancak kuyruklarda uzun saatler beklenerek alınabilecekler listesi büyüdü de büyüdü. 2021’e geldiğimizde sıra ekmek kuyruklarına gelmişti. Her senenin bilançosu bir sonraki seneyi ağırlaştırmayı sürdürdü. Şekere, yağa kota kondu, şeker sonra karaborsaya düştü.
2018 civarıydı, iktidar önce patlıcanı, biberi raftan kaldırmayı denedi, olmadı. Soğan depoları bastı, olmadı. Aracıları ortadan kaldırmak için tanzim satışları kurdu, yine olmadı. Yasalar çıkardı, kanunlar yaptı, Tarım kredi marketleri açıldı, şirketler büyütüldü… Yine olmadı. Bilindik sermaye reçeteleri harfiyen uygulandı ama hiçbiri gıda enflasyonuna çare olmadı.
Gıda manşetlerde “rekor kırdı/kıracak” haberleriyle yer almayı sürdürüyor. Türkiye gıda enflasyonunda dünya liderliğini koruyor. En son merkez bankası başkanı da önümüzdeki dönem gıda fiyatlarında artış “müjdeledi”.
Bir zamanlar üretmek lükstü, şimdi üretmek zarar etmek halini alırken tüketmek lüks oluverdi. Öte yandan birileri memnun olacak ki, düzen bir türlü değişmediği gibi halk aleyhine gitmekten geri durdurulamıyor.
∗∗∗
Peki iktidarın bir politikası yok mu derseniz, elbette var ama yanlışta ısrar ediyor. Son politika belgesi örneği olarak IV. Tarım Orman Şûrası Sonuç Bildirgesi’ne bakabiliriz örneğin. Bildirge duyurulurken gıda güvenliğinin altı çizilmişti. Ancak içerikte farkındalık yaratma ve bilinçlendirme çalışmalarına sıkıştırılmış.
Tarım ihracatçısı bir ülkenin ilk kez sebze-meyve ithalatı yapabileceğine dair öngörülerin ortaya çıktığı bir döneminde, gıdaya erişim, sağlıklı ve yeterli beslenme hakkı, tüketici yoksulluğu gibi gıda güvenliğinin toplumsal boyutları unutulmuş.
Ağırlıklı olarak mevzuat önerileriyle dolu teknokratik, dijitalleşmeci/teknolojik modernizasyoncu ve sermaye dostu önerilerden oluşan bildiğimiz iktidar perspektifini korumuş. Üretim planlamasını dijital teknolojilerle entegre ederek verimliliği artırmayı, uluslararası rekabette güçlenmeyi, tarım-sanayi entegrasyonunu ve sermaye dostu yapıları geliştirmeyi hedeflemiş…
Demem o ki, yedi yıl önce soğan ve egzotik meyveyle sembolleşen bu hikaye, bugün sofradan eksilen her lokmada yeniden yazılıyor. Sofra ile raf arasındaki makasın açılmasının basit durum olmadığı berraklaşıyor. Artık meyvenin rafa ulaşmasının dahi risk altında olduğu konuşuluyor. Tohumdan rafa kadar her aşama piyasanın insafına terk edilmişken, krizin bedeli de ağırlaşıyor. Gıda krizi, yoksulluğun, adaletsizliğin, demokrasi eksikliğinin krizi halinde, bir iktidar krizi olarak derinleşiyor. Bu yüzden çözüm teknik önlemlerde değil, topyekün bir politik yön değişikliğinde.
/././
“Ne kahramanlara ne de kahramanlığa inanırım”-Osman Öztürk-
Yazının başlığı, Özen Demir ve Onur Erden’in TTB eski Başkanı Dr. Selim Ölçer’le yaptığı söyleşi kitabının başlığı.
Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde, 1948 yılında doğar Selim Abi. İlk ve orta okulu bitirdikten sonra lise eğitimi için Ankara’ya gelir. Sonrasında 1965’te Ankara Tıp Fakültesi’ne girer. Girer girmez de kendini devrimci mücadelenin içinde bulur.
Daha birinci sınıfta fakültede arkadaşlarıyla birlikte Sosyalist Fikir Kulübü’nü kurup Başkanlığı üstlenir. Bir yandan da Dev-Genç’e gidip gelmeye başlar. “Beni siyaseten en çok etkileyen Hüseyin Cevahir’dir. Bir de tabii Mahir’in konuşmaları bizi yükseltiyor.” diye anlatıyor o günleri.
O yıllar faşist saldırıların başladığı dönemdir aynı zamanda. Bir gün bir kamyonetle okulu basarlar, aralarında İbrahim Doğan, Osman Durmuş, Sadi Somuncuoğlu’nun olduğu faşist grup sağa sola ateş açıp Türk Ocağı’na kaçırırlar Selim Abi’yi. O sırada yedek subaylık yapmakta olan Dr. Necdet Güçlü’yü de öldürürler.
Akrabası olan, eski Sağlık Bakanlarından Yusuf Azizoğlu Alpaslan Türkeş’e telefon ederek kurtarır.
∗∗∗
Mezuniyetten sonra Mutki ve Tatvan’da mecburi hizmet yılları gelir. Sonrasında da 1980’de Ankara Numune Hastanesi’nde Kulak Burun Boğaz ihtisası ve baş asistanlık günleri.
O sırada Bahçelievler’de arkadaşlarıyla birlikte bekar evinde kalmaktadırlar. Evde yalnız olduğu bir gün Siyasal’dan bir arkadaşı “Bu akşam sana misafirler gelecek” der. Gelenlerden biri Sinan Cemgil, diğeri Kadir Manga’dır. Ertesi gün ayrılıp Nurhak’a giderler.
Ve nihayet meslek örgütü günleri başlar. Önce Ankara Tabip Odası’nda Çağdaş Hekimler grubunu kurup 1986’da seçime girerler. Karşılarında da TTB’nin efsanevi Başkanı Prof. Dr. Nusret Fişek’lerin listesi vardır O dönem karşı karşıya gelirler ama bir sonraki dönem Selim Abi’yi TTB’ye çağırır, “Sen” der, “sağda solda ‘ben artık yokum’ diyormuşsun. Ben kabul etmiyorum senin bu kararını.” Nusret Fişek’in yanındaki Prof. Dr. Türkan Akyol ve Prof. Dr. Rüknettin Tözüm de tatlı, sert çıkışınca devam etmek zorunlu olur.
Sonra da 1990’da TTB Başkanlığı gelir.
∗∗∗
O sıralar işçilerin Bahar Eylemleri başlamıştır. TTB de Beyaz Eylemler başlatır.
Aralarında Füsun Sayek, Özen Aşut, Ata Soyer, Şükrü Hatun, Eriş Bilaloğlu, Metin Bakkalcı gibi gençlerin olduğu dinamik kadro Ankara’nın bütün hastanelerini dolaşır, hekimleri örgütlerler. Yürüyüşler, mitingler, toplu nöbetler, Sağlık Bakanlığı önüne önlük bırakma eylemleri birbirini takip eder.
Öz güvenleri de müthiş yüksektir bu kadronun. Dönemin Sağlık Bakanı Halil Şıvgın bir gün Ankara Numune Hastanesi’ne gelir. Toplantı salonu hınca hınç doludur. Bakan Bey “Merak etmeyin, sorunları en kısa zamanda toparlayacağız” minvalinde konuştuktan sonra “Söz almak isteyen var mı?” diye sorar. Selim Abi söze direkt girer; “Yalan söylüyorsunuz!”
O günlerde bir kokteylde karşılaştıkları Ahmet Özal “Biz babamla seni soruşturduk” der, “Senin kimin, kimsen de yok, bunca kabadayılığın nereden geliyor?” Cevap “Benim kabadayılığım örgütümden geliyor. Doktorlar benim arkamda.” olur.
∗∗∗
TTB’nin korporatist bir meslek örgütünden toplumsal muhalefetin bir bileşenine dönüşümü Dr. Erdal Atabek’in liderliğinde olmuşsa, 12 Eylül sonrasında tekrar bir mücadele örgütüne dönüşümü de Dr. Selim Ölçer’in liderliğinde gerçekleşir.
Bu dönüşümün formülünü doğrudan Selim Abi’nin ağzından dinleyelim.
“Biz hekimdik. Hekim odaklı düşünüp hekim odaklı hareket ettik. Mesela bir iş yapacaksak hekim odaklı tavır alırız, yan çıktısı da siyasettir bunun. Ama yan çıktısı, temel unsuru değildi. Bu nedenle biz ‘bu işe siyasetçiler ne der’den ziyade ‘hekimler ne der’ noktasında pozisyon almıştık. Çünkü biz hekimiz ve bizi onlar seçti. Evet, siyaseten bir noktada durursun, bir şeyler söylersin, ki söylemenin de adabı var fakat işte o söylediğini hekim kitlesi ne kadar tolere eder, absorbe eder, edebilir? Bunun muhasebesini yapmalı.”
∗∗∗
Selim Abi’nin hayatından aktarılacak daha birçok kesit var ama yazının sınırlarını da aşmamak lazım. Yalnız 1995’ten bu yana Diyarbakır’da yaşayan Selim Abi’nin memlekete dair sözlerini aktarmadan bitirmek istemiyorum. Bugünlerin mana ve ehemmiyetine de denk gelmiş olacak.
“Biz hep hayatımızda eziyet çektik, sıkıntılar çektik; Kürt olmanın verdiği yüklerin ağırlığı hep sırtımızdaydı zaten. Ama ben hep iyi insanlarla beraber oldum, hep iyi insanlarla mücadele ettim ve dolayısıyla hayata hep iyi pencereden bakmaya çalıştım.
Avrupa’ya gitmem için zaman zaman baskılar oldu bana. Ama ben bu memleketin taşını toprağını, kayasını çamurunu, suyunu balçığını çok severim. Diyarbakır’ın sisini, Uzungöl’ün maviliğini çok severim. Ben Gölcük’ü çok severim, Yedigöller’i çok severim, ben Hasankeyf’i çok severim. Çok çok severim.”
Sen bu toprakları çok seviyorsun, biz de seni çok seviyoruz Selim Abi. İyi ki varsın, iyi ki bizim abimizsin.
/././
Trump Avrupa’yla at pazarlığında -Hayri Kozanoğlu-
Ekonomileri durgunlaşan AB ülkeleri, ABD Başkanı Trump’ın gümrük sopasından kaçınmanın yollarını arıyor. Fransa’dan İtalya’ya havacılık ve otomotivden, parmesan ve şampanyaya dev şirketleri dış ticaret paniği sardı.
Kurban Bayramı yaklaştı. Artık medya kanallarında bolca sıkı hayvan pazarlıklarına yer verilir. Muhatabının elini yakalayıp, tamam diyene kadar bırakmayan celep görüntüleri sık sık ekrana yansıtılır. Trump 2.0 döneminde gümrük vergisi pazarlıkları da benzer bir manzara sergiliyor. Geçtiğimiz hafta AB’nin görüşmeleri ağırdan almasına sinirlenen ABD Başkanı önce 2 Haziran’dan geçerli olmak üzere yüzde 50’lik bir gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Pazar günü AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in, “Niyetimiz ciddi, işi hızlandırmaya hazırız, yeter ki biraz zaman tanı” yollu telefonundan sonra Trump insafa geldi ve 9 Temmuz’a kadar mühlet tanıdığını açıkladı.
Zaten durgunluk sorunu yaşayan AB ülkeleri için ABD’ye yönelik ihracat yaşamsal önemde. Yılda yaklaşık 600 milyar dolarlık ihracat yapılırken 250 milyar dolarlık dış ticaret fazlası sağlanıyor. Çin’e karşı da yaklaşık aynı miktarda, 2024 rakamlarıyla yaklaşık 237 milyar dolar açık veriliyor. Ancak ihracat yoluyla ekonomik yavaşlama sorunu bir parça hafifletilebiliyor.
AB EKONOMİK RAPORU
Hatırlanırsa Trump meşhur 2 Nisan Kurtuluş Günü nutkunda AB’ye yüzde 20 gümrük vergisi koymuş, bir hafta sonra finansal piyasaların karışmasının getirdiği panikle bu oranı yüzde 10’a çekmişti. Alüminyum ve çelik yanında otomotivde de daha önce konulan yüzde 25 vergi korunmuş, mikro işlemciler ve eczacılık ürünlerine ise muafiyet tanınmıştı.
AB’nin 2025 İlkbahar Ekonomik Raporu’na göre, yüzde 20 gümrük vergisi sonucu ABD’ye yönelik ihracatın yavaşlaması, bölgenin GSYH’sini 2025-2075 arası her bir yıl sadece yüzde 0,2 aşağı çekerken ABD’deki olumsuz etki 2025’te GSYH’nin yüzde 0,6’sı, sonraki iki yılda yüzde 1 gibi daha yüksek bir oranda olacak. Raporun iddiası, ABD’ye yönelik ihracatın yediği darbenin iki kanaldan büyük ölçüde telafi edileceği yönünde. Birincisi, AB ihracatçılarının, ABD üreticilerinin hem girdilerinin pahalanması hem de başka ülkelerin misillemede bulunmasıyla rekabet güçlerinin zayıflaması sonucu pazar payları artacak. İkincisi, Çin’e daha ağır gümrük vergileri uygulanması sayesinde bazı AB şirketleri onların ihracat payını kapacak. Ancak rapor 19 Mayıs’ta yayımlandıktan sonra Trump’ın ani beyanıyla oranın yüzde 50’ye çıkarılması hesapları karıştırdı, Brüksel’de bir panik yaşanmasına yol açtı.
Haliyle böyle ince hesaplamaların, “Benim halim ne olacak?” diye paniğe kapılan Fransız şampanya ve İtalyan parmesan peyniri üreticilerini ikna etmesi olanaklı değil. Bazı ülkeler ve sektörler “ticaret savaşlarından” asimetrik olarak olumsuz etkileniyor ve bir an önce dertlerine bir çözüm yolu bulunmasını talep ediyorlar.
HANGİ SEKTÖRLER ETKİLENİYOR
Financial Times Gazetesi böyle kırılganlık noktalarını ayrıntılı bir biçimde analiz etmiş. Trump’ın vergilerinden en çok etkilenecek ülkelerin başında Almanya, İrlanda, İtalya ve Fransa geliyor. Sektörel bazda da 200 milyar avroluk makine ve otomotiv, 160 milyar avroluk kimyasallar ve 25 milyar avroluk yiyecek ve içecek sıralanıyor.
AB’nin ABD’ye ilaç satışları 2024’te 80 milyar avroyu bulmuş. Doğaldır ki bu konu şarap ve peynir satışına benzemiyor. Atlantik’in iki tarafından da bazı hastaların yaşamsal ilaçlara erişememesi çok ağır insani sonuçlar yaratma tehlikesi barındırıyor. Bu çekişmenin obezite ve diyabet ilaçları imalatçısı Danimarkalı Novo Nordisk yanında, düşük vergileri fırsat bilerek üretimlerini İrlanda’ya kaydıran ABD ilaç devlerini de rahatsız ettiği görülüyor.
Havacılık sektörüne gelince; bu alanda tekel oluşturan Boeing ve Airbus’ın her ikisi de gelişmelerden endişeli. Amerikalı üretici Boeing, başta İtalya birçok Avrupa ülkesinden yedek parça sağladığı için durumdan rahatsız. Ryanair gibi havayolu şirketleri de uçak fiyatlarının artmasının, maliyetlerini sıçratacağını, işlerini baltalayacağını dile getiriyorlar.
Otomotiv üreticileri de geçtiğimiz haftalarda ABD’nin anlaşma sonucu sektörde Birleşik Krallık’a yönelik vergileri yüzde 10’a indirmesinin benzeri bir uzlaşmayı beklerken Trump’ın yeni hamlesinden ürkmüş görünüyorlar. Çünkü AB geçtiğimiz yıl ABD’ye 760 bin otomobil satarken sadece 170 bin araç ithal etti. Özellikle Audi, Porsche gibi ABD’de fabrikası bulunmayan firmaların kısa vadede üretimi Amerika’ya kaydırma şansı bulunmuyor.
Yiyecek ve içecekte; Fransız şampanyaları ve İtalyan peynirleri AB ihracatında öne çıkarken ABD’den meyve, sebze, yemiş ithal edilse de önemli bir dış ticaret fazlası veriliyor.
GÜMRÜK VERGİLERİNİN SINIFSAL SONUÇLARI
Aslında tartışmalar manşet gümrük vergisi oranları üzerinden yapılınca, ithal ürünlerdeki fiyat artışlarının ABD’deki farklı toplum kesimlerini nasıl etkileyeceği konusu ihmal edilmiş oluyor. Çin’den alınan elektronik, elektrikli ev aletleri, tekstil gibi ürünler büyük market zincirlerinin raflarını dolduruyor, daha çok alt-orta sınıfı etkiliyor. Buna karşın AB’den ithal edilen parfümler, lüks markalı giyim ve aksesuarlar, şaraplar ve spor otomobiller en fazla üst gelir gruplarının tüketim deseni içerisinde yer alıyor.
AB’NİN YAPISAL SORUNLARI AĞIRLAŞIYOR
AB’nin sıkıntıları sırf ihracat ile sınırlı değil. Bilindiği gibi Trump’ın ikinci döneminde NATO şemsiyesi altında Avrupa’nın güvenliğine garantör olamayacağını açıklaması, AB ülkelerini silahlanma harcamalarını artırmayı yöneltti.
Başta Almanya uzun bir süredir ekonomik durgunluk sorununu aşamayan ülkeler açısından da bu durum savunma ve altyapı yatırımlarını hızlandırarak ekonomiyi canlandırma çabalarından medet ummayı getirdi. Henüz Trump’ın GSYH’nin yüzde 5’ini silahlanmaya ayrıma koşulunu yerine getiremeseler de birçok AB ülkesi savunma bütçelerinde yüz milyarlarca avro artışa gidiyor. Buradan AB’nin askeri Keynesçiliğe yönelerek hem kendi sıkıntılarını aşmak, hem de Trump’a taviz vermek gibi bir rotaya girdikleri sonucu çıkarılabilir.
Trump’ın gümrük vergilerinin ayrımsız tüm ülkeleri kapsaması, AB’deki aşırı sağcı müttefiklerini, başta Macaristan Başbakanı Viktor Orban gelmek üzere kendi kamuoyları önünde zor duruma düşürdü. Ancak son Polonya ve Portekiz seçimleri de Avrupa’da faşizme eğilimli Trumpçı partilerin yükselişini doğruladı. Hemen hemen tüm ülkelerde aşırı sağ yüzde 20’nin üzerinde oy oranlarıyla söz sahibi konumunda. Kapitalist küreselleşmenin getirdiği gelir ve servet eşitsizliklerinin yarattığı rahatsızlık; sosyal devletin zayıflaması; AB kurumlarının özellikle Komisyonu’nun ulusal egemenliği zayıflatarak bir elitler, teknokratlar sultasına yol açtığı okuması üzerinde gelişen tepki yanında; göçmen, mülteci karşıtlığı, bunun yer yer İslam karşıtlığına dönüşmesi; aşırı sağın yükseliş dinamikleri olarak okunabilir. Sosyal demokrat partilerin neoliberalizme teslim olması; Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi radikal sol bilinen partilerin de hükümetlerin de bekleneni verememesinin de aşırı sağın ekmeğine yağ sürdüğü söylenebilir.
Tüm bu tartışmalar; küresel rekabette ABD ve Çin’e ayak uyduramayan, 27 üyeli bir yapıda ortak kararlar almakta ve kaynaklarını birleştirmekte zorlanan, kapitalizm içerisinde yeşil dönüşüm stratejisiyle farklılık yaratmaya çalışırken Trump’ın fosil yakıtları desteklemesi sonucu bocalayan Avrupa kapitalizminin yapısal sorunlarını aşmakta daha da zorlanacağının belirtileri sayılabilir.
/././
Tüpten çıkan macun dönmez -Semra Kardeşoğlu-
İktidarın tüm girişimlerine karşın ‘dindar’ ve ‘muhafazakâr’ olarak tanımlayan gençler azalıyor. Prof. Erdoğan “Mobilize ortamda toplum mühendisliği yapılamaz. O gençleri geri götüremezsiniz” dedi.
Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın KONDA’ya yaptırdığı gençlik araştırması çarpıcı sonuçlar ortaya koydu. İktidarın dindar nesil hedefi için milyonlarca lira kaynak ayırdı, okulların Diyanet’in arka bahçesi haline getirilmesi için ‘projeler” üretti, müfredatı buna göre değiştirdi, kitap içeriklerinde bu hedefe göre ayarladı, tarikatların okullarla ortak ‘faaliyeti” nin önünü açtı… Bu sayısız girişime karşın araştırma sonucuna göre, kendini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayanların oranı, modern olarak tanımlayanların oranı arttı. Gençlerin özgürlükleri konusunda endişeli olduğu da ortaya kondu. Bu sonucu, nedenlerini gençlik alanındaki çalışmalarıyla tanınan Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Emre Erdoğan’a sordum, yanıtladı.

Kendini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan gençlerin oranı iktidarın projelerine rağmen neden düşüyor?
Bir kere 20 yılda kentte yaşayanların oranı arttı. Maksimum yüzde 17’lik bir kırsal kesim var. Bu oran 1980’de yüzde 45 civarındaydı. Kentte yaşamayan da yarım saat, 45 dakikada bir ilçe merkezine, 2-3 saat içinde metropollerinden birine ulaşabilecek durumda. Başka bir faktör (içeriği ayrı tartışılır) eğitim arttı. Okullaşma oranları 30 -40 sene öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yüksek. 1960’ta üniversite öğrencisi oranı yüzde 2’ydi. Bu oranın içinde kadın neredeyse yoktu. Yani 60 yılda geldiğimiz yer burası. Burada işin içine “Mobilizasyon’ giriyor. Eğitim bunun en önemli faktörlerinden biri. Eğitimin içeriği ne olursa olsun. Üniversitede anfide öğrenmenin ötesinde arkadaşlardan öğrenilen şeyler var, sosyalizasyon, oradaki farklı bir yaşam, ‘Yabancıyla’ karşı karşıya kalma hali de eğitimin parçası.
Kadınların eğitimde daha fazla yer alması gençlere nasıl etkiledi?
Kadının okullaşma oranının artmasıyla bugünkü gençler tarihimizde hiç olmadığı kadar eğitimli anneler tarafından yetiştirildi. Şu an 18 yaşında bir gencin annesi 1980 ve civarı doğumlu. Ve onlar arasında lise ve üstü mezuniyet oranı yüzde 34. 1970’lerde doğanların sadece yüzde 4’ünün annesi ise ve üstü mezunuydu. Kadının iş gücüne katılımı da arttı. Yani hem kendileri mobilize oldular hem de mobilize ailelerde büyüdüler. Mobilizasyon medya tüketimi, bilgi tüketimi de demek.
Gençlik dediğimiz bugün, 2000’li yıllarda doğmuş kişiler. Tek bir iktidar görerek büyüdüler, dindar nesil hedefi ters mi tepti?
Türkiye muhafazakârlığının kendisine özgü yapısı etken. Türkiye’de anglo sakson muhafazakarlığında olmayan bir şey var; Ailede tutucu, toplumda değişimden yana. Türkiye’deki muhafazakarlık iktidar ilelebet eski sahiplerin elinde kalsın demiyor, buna bugünkü iktidar da dahil. Bazı şeylerin yerli ve milli olanın daha ön plana çıkması isteniyor. Öteki tarafta ‘aileyi koruyalım’ diyor. Orada da bahsedilen şey pederşahi alışkanlıklar. Yani baba, amcalar hiyerarşi, yaş hiyerarşisi onu da korumaya çalışıyor ama koruyamıyor. Bir kere mobilize ettiğiniz zaman geri dönüşü olmaz. Macunun tüpten çıkması gibi bir şey, geriye sokamazsınız macunu. O kadınları okula yolladıktan sonra... Toplumsal cinsiyet rolleri bir kere kafada değişmiştir. Para kazandıktan sonra o eski tahakküm ilişkilerine kolay kolay döndüremezsiniz.
İktidarın derdi ne bu noktada? Neden bu kadar ‘aile’ deniyor?
Birden fazla derdi var. Bunlardan biri bir şekilde mobilizasyon iddiasını korumak, yani kadını sokağa çıkarmak. Özellikle başörtülü dindar kadının. Onların baktığı yerden sorun çözüldü, istedikleri kadar olmasa da. O yüzden de aslında bugün “İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmışken niye kadınlar hala oy veriyor?” diye soruluyor.
Kadın bunu şöyle formül ediyor; Hayatta hiç başına gelmeyeceğini düşündüğü bir risk var; Şiddet ve benzeri bir olay var. Öteki tarafta başörtülüyken öğretmen olamıyordu şimdi olabiliyor. İkincisi yine o pederşahi kültürü hayatta tutmaya çalışıyor ki çok zor. Bugün iktidarda kimse “peygamber” “asrı saadet” demiyor. Fatih Sultan Mehmet’ten bahsediyor, Abdülhamid’ten bahsediyor ama daha çok dronedan bahsediyor, savaş gemileri, füzelerden başka bir dünya sisteminden bahsediyor. Bir çelişki yaratıyor bu kendi içerisinde. Çünkü o kesim parti içerisinde asimetrik olarak kuvvetli. Yani o radikal, milli görüş kökenli kısmı müfredatta görüyoruz ya da işte tarikatlarla işbirliğinde görüyoruz.
Şimdi burada kadının toplumsal cinsiyet rolünü çıkartıp yerine aileyi koymaya çalışıyor ama bunlar marjinalize kalan şeyler. Yani YÖK’ün kontrol edemediği bir üniversite ekosisteminde bunları kontrol etmek çok zor. Dolayısıyla boşa düşüyor.
ÇOCUKLARI ÖZEL OKULA GİTSİN İSTİYORLAR
Yani aslında iktidarın kentleşme ve eğitimdeki ‘yatırımları’ kendini mi vurdu?
Hedeflenen şeyle ortaya çıkan durum birbirinden farklı oldu. Yani toplumsal mühendislik çabaları “boşa gitti”. Küreselleşmenin bu derece olduğu bir yerde toplumsal mühendislik yapmak çok kolay değil.
İnsanların fiziki olmasa da daha çok temas ettiği ortamlar. Toplumsal mühendislik için statik toplumlara ihtiyaç var. Bir de eninde sonunda toplumsal mühendislik için kulaklarınızı tıkayabilmeniz gerekiyor topluma. Ama seçim kazanmak gibi bir derdiniz varsa o kadar kulak tıkayamıyorsunuz? Kuvveden fiile çıkarmak mümkün olmadı, kağıt üstünde kalıyor. İstediğiniz kadar müfredatı değiştirin insanlar çocuklarını özel okullarda okutmaya çalışıyor. İyi ya da kötü özel okul. Şöyle bir bakın; 1,5 milyon çocuk lise sınavına giriyor. Anadolu liselerini bir kenara bırakıyorum. Rekabetçi olarak yerleşebilecekleri özel okul kontenjan 11 binin altında. Yani niye bu kadar insan çocuğunu sınava sokuyor o zaman? Anadolu liselerine ne kadar müdahale edebilirsiniz? Öteki tarafta üniversiteler, YÖK gerçekten kontrol edebilir. Yani YÖK bazı şeyleri vaaz eder ama 208 tane üniversite var. Çocukların birbirleriyle konuştuklarını nasıl kontrol edebilirsiniz?
Sonuçta iktidarın bugün en sert tosladığı duvar gençlik olabilir mi?
Evet gençlerden oy alamıyor. Çok basit bir matematik. Eğitimlilerden oy alamıyorlardı. Şimdi gençlerden, doğru. Şimdi bu parti siyaseti açısından problem sayılmazdı. Çünkü demografik bir gerçek var. Genç kadınlardan daha fazla oranda oy alamıyor.
Burada çok uzun yıllardır yürütülen kadın mücadelesi de etkili değil mi?
1980’lerin ikinci yarısından başlayan bir kadın Türkiye’de hareketi var. Derslerde de anlattığım bir mesele var; Kadının reklamlarda temsiliyeti. Cırt Ayşe teyzeden, bakıcı bakım veren kadından haklı bir kadına evrilmeye başladı. Neden, hedef kitle değişti ama daha önemlisi karar verici kadın sayısı arttı. Yani reklam verende de reklam şirketinde de kadın sayısı arttı.
Muhafazakar tarafa dönersek kadınlar daha fazlasını istedikleri zaman ellerindekini kaybedecekleri olasılığıyla korkutuldu. Orada da kendi temsillerinin doğru olduğunu düşünmüyorlar siyaseten. Çünkü pederşahi bir parti pederşahi bir partidir. Yani “İyi kız olursanız oralara gelirsiniz” deniyor. Hak ettiğiniz için değil yani. Türkiye’de siyasi partilerde bu yaygın bir şey. Zaten gençler ve genç kadınlar sistemik olarak dışlanıyor siyasetten. Şimdi ama burada niye ortalığı yıkmıyorlar? Birincisi zaten yıkma kültüründe olan bir insan muhafazakar bir partide olmaz. İki kayıplardan korkuyor. Yani “Bak işte sen başörtünü taktın, öğretmenlik yapıyorsun, polislik yapıyorsun, hakimlik yapıyorsun. Tabii ki baskın geliyor. Çünkü karşı tarafı reaksiyonel şekilde tanımlıyor. Yani bir öcü var dışarıda, öcü seni buradan dışlayacak.
AİLE ETKİSİ AZALIYOR
Tüm bu değişim gençlerin ailelerinden farklı bir partiye oy vermeye götürür mü?
Mobilizasyonla ebeveynlerin etkisi azalıyor. Akran etkisi mutlaka devreye giriyor. Bir de kendi yaşam deneyim de var. Bu da en az %25’inde etkili olur. Bu da kayda değer bir değişim. 3 milyon oy demek bu.
GENÇLER HINÇ DUYUYOR
19 Mart sonrasında bir gençlik hareketi etkili oldu. Yürüyüşlerde, protestolarda en ön safta yer aldılar. Ne oldu burada, ne değişti?
Her şey vadedip hiçbir şey vermediğiniz gençlerde oluşan bir hınç duygusu var. Bu hınç duygusu önemli, yoksunlukla alakalı bir şey. Göreli mahrumiyet var bir de. Sahip olmak istediklerinizle olduklarınız arasındaki uçurum, bu subjektif bir kavram. Mobilizasyon burayı arttırır. Daha fazlasını istersiniz dediğim gibi ama bu sübjektiftir. Referans grubunuzla alakalı, insanları sokağa döken önemli şeylerden biri bu adaletsizliktir. Adaletsizlik insanları öfkelendirir. Şimdi adaletsizlik sadece maddi konularla olmaz. Süreç adaletsizliği denen de bir kavram var. Yani sizi ne kadar ciddiye alıyorlar, sizin görüşleriniz ne kadar önemseniyor? Sizin görüşünüze ne kadar başvuruluyor? Bizim toplumsal yapımız genci görmemeye programlanmış durumda. Bu hınca dönüşür. Mesele bu hıncı ne yapacaksınız? Bu genelde aşırı sağa gider. Muhalefet bu gençleri ne yapacak? Onları tanıyacaklar. Tanımazsa o su akar yatağını bulur, o yatağın da ne olduğunu bilmiyoruz. E muhtemelen faşizan ya da reaksiyondan bir milliyetçilik olur. Muhalefetin ses vermesi, dinlemesi gerekiyor.
/././
Nüfus, koltuk takımıyla gençleşmez -Gözde Bedeloğlu-
Dünya nüfusu yaşlanıyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) raporlarına göre 65 yaş üstü nüfus, 65 yaş altı nüfustan daha hızlı büyüyor. Çok değil, 25 yıl içinde 65 yaş üzeri nüfusun sayısı, 5 yaş altı çocukların sayısının iki katı, 12 yaş altı çocuklarla da eşit olacak. Tıbbi gelişmeler insan ömrünü uzatırken, doğum oranlarında devam eden bir düşüş söz konusu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı, 2021’de 1,71’e, 2022’de 1,63’e ve 2023’te 1,51’e düşmüş. Bu anlamda Türkiye, yaşlanmanın en hızlı gerçekleşeceği ülkelerin başında geliyor. 65 yaş üstü nüfusun diğer yaş grupları ile kıyaslandığında daha hızlı artış göstermesinin elbette sosyal ve ekonomik sonuçları var. Emeklilik ücretleri, sağlık hizmetleri, bakım ve barınma gibi çeşitli başlıklarda ciddiyetle ele alınması gereken, tüm dünya ülkelerini ilgilendiren bir konuyla karşı karşıyayız.
***
Ülkeler, doğum oranlarını artırmakla ilgili farklı girişimlerde bulunuyor. Örneğin İskandinav ülkeleri anne ve babalara, çocuklarının bakımını üstlenebilecekleri uzun izin desteği sağlamış. Devlet, ebeveynlere çocuklarını güvenle bırakabilecekleri ücretsiz kreş hizmeti sunmuş. Uluslararası sınavlarda çocukların başarılarını artıran, dünyadaki gelişmelerle uyumlu, ücretsiz bir eğitim sistemi kurulmuş. Hem mali anlamda hem de iş gücünden dışlamayan seçeneklerle anne babalar desteklenmiş. Ne kadınlara “kürtaj cinayettir” diyerek parmak sallayan olmuş, ne asgari ücret açlık seviyesinin altına düşmüş. Meseleyi, düşmanlaştırıcı sözlerle LGBT haklarına bağlamak da kimsenin aklına gelmemiş.
Cuma günü İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Aile Forumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’deki doğurganlık hızının tarihi düşüşünü ‘felaket’ olarak tanımladı ve ‘Aile Yılı’ ilan ettiği 2025’i, önümüzdeki 10 yılı kapsayacak şekilde genişleterek 2025-2035 ‘Aile ve Nüfus 10 yılı’ ilan etti. En az 3 çocuk çağrısını yineledi, özendirici politikaları devreye aldıklarını açıkladı. Erdoğan’a göre Türkiye’de doğurganlık hızının düşmesinin sebebi ekonomik zorluklardan ziyade, popüler kültür, konfor ve nefs hevesleri yücelten telkinler. Erdoğan sorunun ekonomik etkisini devre dışı bırakmış olsa da Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın ‘Aile Yılı’ kapsamında duyurduğu destekler bize tam tersini düşündürecek türdendi.
Gençler, değil 3 çocuk büyütmeyi hayal etmeyi, ev kurarken alacakları bir su ısıtıcısını bile masraf olarak hesaplıyor. Nereden mi biliyoruz? Bizzat bakanlık tarafından hazırlanan yeni evlenecek çiftlere yönelik destek paketlerinden… Bakan Göktaş’ın geçen ay duyurduğu proje kapsamında ‘aile kurma yolunda ilk adımı atacak genç çiftlere 48 ay vadeli, 2 yıl geri ödemesiz, 150 bin lira tutarında faizsiz ‘evlilik kredisi’ desteği sunuldu. Yatak odası, yemek odası ve koltuk takımlarından oluşan ‘düğün paketlerinin’ 80 bin - 195 bin lira arasında satışa sunulacağı söylendi. Her yıl nisan ayında, züccaciye ve küçük ev aletlerinde yüzde 50’ye varan indirimlerin olacağı açıklandı.
***
TÜİK verilerine göre, 2024 yılında boşanma oranlarında önceki yıllara kıyasla önemli bir artış görülmüş. Bunun, 2023 yılına göre %15 oranında bir artışa işaret ettiği belirlenmiş. Yine TÜİK’e göre boşanmalardaki artışa neden olan faktörlerin başında işsizliğin yüksek olması, geçim derdi ve ekonomik belirsizlikler var. Erdoğan, bir felaket olarak tarif ettiği nüfus yaşlanmasının önünün, kadınların çok çocuk doğurmasıyla kesileceğini düşünüyor. İstikrarlı bir şekilde kürtajı cinayetle eş tutuyor ancak bunu, her yıl kadın cinayetlerinin artarak devam ettiği bir iklimde söylüyor. İktidar, kadınların kaç çocuğu hangi yöntemle doğurması gerektiği konusunda kendini bilirkişi olarak atıyor ama diğer yandan, muhalif belediyelerin sunduğu kreş hizmetlerini engellemek peşinde.
Gençler mutsuz. Çok mutsuz! Bunu, ister kısa bir internet taramasıyla ulaşabileceğiniz araştırma raporlarından ister çevrenizdeki gençlerin anlattıklarından kolaylıkla görebilirsiniz. Erdoğan’ın, insanların çocuk sahibi olmaktan kaçınmalarını ekonomiyle bağdaştırmıyor oluşu Türkiye’de her 5 çocuktan 1’inin okula aç gittiği gerçeğini değiştirmiyor. Ankara Tabip Odası’nın TÜİK verilerine dayanarak yaptığı açıklamaya göre, Türkiye’de her 5 haneden 1’i yoksulluk sınırı altında ve oran geniş ailelerde daha da yükseliyor. Üstelik her 3 haneden 1’i sağlıksız barınma koşullarında yaşıyor. Gençlere, ‘3 çocuk şart’ diyerek ülkenin nüfusunu ayağa kaldırma görevi verilirken derin yoksulluğun gözden kaçırılması gerçekçi değil! Nüfusun yaşlanmaması için kimsenin koltuk takımı desteğine ihtiyacı yok! Gölge edilmese başka ihsan istemez kimse!
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder