T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Temmuz 2025-

MİT ajanları nasıl deşifre oldu?-Tolga Şardan-

Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargılamanın, 17 mağdur kurum ve kuruluşuna karşın tek “müşteki”si var: Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı! İddianamede dikkat çeken ve çarpıcı bir tespit bulunuyor, “dijital materyallere yönelik yapılan incelemelerde, MİT lojmanlarına ait adres bilgileri ile bu lojmanlarda ikamet eden MİT personelinin listesinin, MİT logosu bulunan illegal sorgu sistemine ait fotoğrafların, kolluk kuvvetlerinin sahte kimliklerinin, ‘gizli’ gizlilik derecesine sahip bazı belgelerin yer aldığı tespit edilmiştir” ifadeleri yer alıyor

mit

Kurumsal bir devlet yapısı içinde, o ülkenin istihbarat servisinden daha gizli bir yapı olabilir mi?

Ya da soruyu şöyle sorayım; bir ülkenin gizli servisinin personelinin, yani ajanlarının isimleri deşifre olursa o ülkeyi kurumsal yapı içinde değerlendirmek mümkün mü?

Soruya yanıt vermeden evvel, nefes aldığımız coğrafyada sıradanlaşan/sıradanlaştırılan olaylardan birisinin “kişisel verilerin güvenliği” konusu olduğunu hatırlatayım.

Öyle ki genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-yoksul ayırmaksızın ülkede yaşayan hemen herkesin kişisel verileri -sahiplerinin iradesi dışında- ortalıkta elden ele dolaşıyor.

İçişleri Bakanlığı’ndan kişisel verilerin korunmasına muhalefet ettikleri, yani ülkenin ölmüş veya yaşayan yurttaşlarının kişisel bilgilerini yasa dışı biçimde ele geçiren suç örgütlerine yönelik operasyon yapıldığı açıklamaları sık sık kamuoyu ile paylaşılıyor.

Peş peşe yürütülen adli soruşturmalara, tespitlere rağmen kişisel veri çalma işlerinin nasıl ve neden engellemediği de ayrı konu elbette.

Böylesi bir vahim tabloyla yaşıyoruz ülkede.

Ankara’da başlayan yargılamadaki korkutucu bilgi

Yazının girişindeki iki sorunun yanıtlarına gelince, yanıtları elimdeki bir iddianameden alıntılarla verdiğimde, “bu kadarı olmaz” diyeceksiniz haklı olarak.

Ankara Adliyesi’nde devam eden bir davaya esas olan ve yakın zamanda soruşturma savcısınca kaleme alınan bir iddianameyi inceledim hafta sonunda.

İddianame 49 sayfadan oluşuyor. Dosyanın konusu; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başta E-Devlet, Mernis, Tapu ve Kadastro, TCKN numarası üzerinden yapılan GSM abonelikleri, öğrenci okul bilgileri gibi kamuya ait sistemlerde yer alan kişisel bilgilerinin, sistemlere aykırı biçimde girerek oluşturulan yasa dışı sorgu sistemleri (paneller) aracılığıyla 3. kişilerin erişimine para karşılığında açılarak paylaşılması.”

İddianameye göre, şikayetlerle başlayan soruşturmada savcılık, yeni tespitlerde bulundu. 

Delillerin toplanmasıyla, şüphelilerin suç faaliyetini süreklilik içeren bir koordinasyon ve iş bölümüyle hiyerarşik bir düzen içerisinde kamu kurumlarına yönelik siber saldırılar veya sistem açıklarından yararlanarak, kurumlardan ele geçirdikleri kişisel verileri paneller arasında paylaşarak, panel yapılarının içindeki veri miktarını artırıp zenginleştirdikleri ve paneller arası veri değiş tokuşu yoluyla, her bir panel üzerinden faaliyetlerini devam ettirdikleri belirlendi.

Ayrıca savcılık, iddianamede, “bu şekilde kurulan çalışma düzeniyle faaliyet alanlarının genişletildiği de anlaşılmakla, söz konusu sistemin tesadüfi olmadığı ve şüphelilerin eylemlerinin bir bütün halinde değerlendirildiğinde, belirli bir sistematik içerisinde organize bir suç şebekesi şeklinde olduğu, bu haliyle de şüphelilerin örgütsel bir yapı içinde yer aldıkları anlaşılmaktadır” tespitine yer verdi.

Mağdurlar ve müşteki

Dosyanın 17 ayrı mağduru var:

“Adana Yüreğir Belediyesi, Altınbaş Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Gelir İdaresi Başkanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Dumlupınar Üniversitesi, İzmir Tınaztepe Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı, Nişantaşı Üniversitesi Rektörlüğü, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, On Dokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Rektörlüğü, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü ile Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Kuzey Çevre Otoyolu İşletmesi.”

Görüldüğü gibi, devletin epeyce önemli kurum ve kuruluşu dosyanın mağduru. Yani siber korsanlar söz konusu kurumların bilişim sistemlerine girip istedikleri kişisel verileri elde etmeyi başarmışlar.

Sıra geldi, dosyadaki en önemli noktaya. “Bomba” demek de mümkün.

Dosyanın 17 mağdur kurum ve kuruluşuna karşın tek “müşteki”si var:

Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı!

Yeri gelmişken küçük detay vereyim.

Yürürlükteki hukuk sistemine göre, “müşteki” suça konu olayı şikâyet eden kişi/kurum. Aynı zamanda “şikayetçi” anlamına gelmekte.

“Mağdur” ise, suça konu olayda zarar gören kişi/kurum.

Müşteki, aynı zamanda mağdur olmak zorunda değil.

Devam ediyorum.

Sistem kurulmuş, verilere ulaşılmış

İddianamede yer aldığı şekliyle, bilişim sistemlerinde yapılan detaylı araştırmalarda, “hackerdede” kod ismini kullanan M.E.’nin MİT ve Milli Savunma Bakanlığı personelinin kimlik bilgilerinin deşifre edildiği “Privex” adlı yasa dışı sisteminin kurucusu ve yöneticisi olduğu belirlendi.

Ayrıca yine aynı panelin kurucusu ve yönetici M.E.’nin MİT’e ait lojmanların adres bilgilerini “kanakan/temizadam1” kod adını kullanan E.S.’den sağladığı ve çalışmalar sonucunda MİT personeline ait detaylı bilgileri ele geçirdiği, MİT’e ait lojmanlara ait bilgileri Privex’e ekleyip kullandığı tespit edildi.

İddianameye göre, Privex’e veri sağlama işleminin E.S ile sınırlı kalmadığı görülüyor ne yazık ki.

Tıpkı iki siber korsan gibi bilişim sistemlerine yasa dışı sızarak faaliyette bulunan “Codesloji” kod adlı B.B.’nin de hem Privex’e sunucu veya alan adı gibi teknik alt yapı hizmeti verdiği, hem de “Xainn” kod adını kullanan F.Z.I. ile birlikte kurumlara yönelik siber saldırı çalışmalarında yer aldığı anlaşıldı.

Yanı sıra “soulfly” kod adlı M.F.K., “Fur die Familia” kod adını kullanan S.M.D.’nın, “Cyber rate” kod adını kullanan M.B., “Hoster” kod adını kullanan Ö.K.’nın ve “Y3ELLOW / Kesh” kod adını kullanan S.S.’nin Privex’e diğer şüpheliler gibi MİT Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı verileri sağladığı ortaya çıktı.

Yargılanan şüphelilerden “hydrad” kod adını kullanan H.M.’nin ise, Privex’in web sitesi tasarımını yaptığı belirlendi.

Savcılığın dikkat çeken tespiti

İddianamede, “dijital materyallere yönelik yapılan incelemelerde, Milli İstihbarat Teşkilatı lojmanlarına ait adres bilgileri ile bu lojmanlarda ikamet eden MİT personelinin listesinin, MİT logosu bulunan illegal sorgu sistemine ait fotoğrafların, internet tarayıcı geçmişinde MİT tesislerinin adreslerine yönelik keşif çalışmalarının, askeri tesislere ilişkin muhtelif bilgilerin, MİT, polis, asker gibi kolluk kuvvetlerinin sahte kimliklerinin, ‘gizli’ gizlilik derecesine sahip bazı belgelerin yer aldığı tespit edilmiştir” ifadeleri yer alıyor. Dikkati çeken, çarpıcı bir tespit.

* * *

Doğrusunu söylemek gerekirse, dosyanın içinde MİT ve Milli Savunma Bakanlığı dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri olması nedeniyle daha fazla detay vermek istemedim.

Ancak okuduğunuz bilgiler bile yaşananların ne kadar vahim olduğunun açık ve net göstergesi.

Tabii iddianameyi okuyunca insan düşünmeden edemiyor.

Ülke ve toplum olarak “suçlular yakalandı” diyerek sevinmeli miyiz, yoksa “eyvah, devlet ele geçirilmişse yurttaş ne yapsın” üzüntüsüne mi kapılmalıyız?

Bu satırların yazarı olarak ikincisinin dikkate alınmasından yanayım.

Son olarak devlet, kurumlarının verilerini korumakta zorlanıyorsa ya da başarısız oluyorsa yurttaşın kişisel verilerini korumanın üstesinden nasıl gelecek, bu da ayrı bir soru elbette.

İBB’ye yeni dalga operasyon: İETT Genel Müdürü ve bazı yöneticiler gözaltına alındı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “Aziz İhsan Aktaş suç örgütü”ne yönelik yürütülen soruşturma kapsamında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yeni bir gözaltı dalgası gerçekleştirildi. İhaleye fesat karıştırdığı iddiasıyla 25 kişi hakkında gözaltı kararı verildi, bunlardan 20’si gözaltına alındı, 5’ini arama çalışmaları sürüyor. Gözaltına alınanlar arasında İETT Genel Müdürü İrfan Demet’in de olduğu öğrenildi. İstanbul, Antalya, Çanakkale, Trabzon, Bursa ve Giresun’da arama, el koyma işlemleri başlatıldı.

Soruşturma kapsamında 25 şüpheliye “İSFALT ve İETT'den alınan ihalelere fesat karıştırdıpı” suçlaması yöneltiliyor.

Söz konusu ihalelerin komisyonlarında yer alan kişiler ile ihale yetkililerinden oluşan şüphelilerin yakalanmasına yönelik İstanbul, Antalya, Çanakkale, Trabzon, Bursa ve Giresun'da operasyon düzenlendi. Operasyonda 20 şüpheli gözaltına alındı. Diğer 5 şüphelinin yakalanması için çalışmalar devam ediyor.

Konuya ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan yapılan açıklama şöyle:

"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığımızca Aziz İhsan Aktaş suç örgütüne yönelik yürütülen 2024/236201 sayılı soruşturma dosyasında suç örgütünün İSFALT ve İETT’den aldığı fesat karıştırdığı tespit edilen ihalelerin komisyonlarında yer alan kişiler ile ihale yetkililerinden oluşan toplamda 25 şüphelinin İstanbul, Antalya, Çanakkale, Trabzon, Bursa ve Giresun’da bulunan adreslerinde arama, el koyma işlemleri yapılarak şüphelilerin gözaltına alınmalarına karar verilmiştir."

Hakkında gözaltı kararı çıkartılan bazı isimler şöyle:

İETT

-İrfan Demet -Genel Müdür, -Kazım Taylan Sever-Araç Bakım Onarım Daire Başkanı, -Halil İbrahim Kaya- İkitelli Garaj Müdürü, -Ali Haydar Topçu: Muhabese Müdürü, -Şeymus Oral: Mali İşler Daire Başkanı, -Cevdet Akarsu- Vekaleten Satın Alma Daire Başkanı, -Taşkın Ilıca - Emekli Satın Alma Daire Başkanı, -Ülkü Kaya - Planlama şefi/ İhale bakım onarım, -Samet Alptuğ Arıkan - Kağıthane Garaj müdürü

İSFALT

-Rana Uysal - Satınalma Müdürü, -Sencer Hacıoğlu - Avrupa Yakası Uygulama Müdürü - Uygulama Planlama ve Hakediş GMY Vekili, -Murathan Altınışık - İdari İşler Müdürü, -Göktunç Şentürk - Destek Hizmetleri Şefi, -Zafer Sola, -Burak Sırali, -Oktay Aktaş, -Erenay Delipınar, -Ahmet Savaş, -Murat Delice, -Halil yanmaz

Orman yangınları (I): Sadece sabotaj mı, asıl şüpheli kim?-Mustafa Durmuş-

Türkiye’deki sermaye, kâr ve rant çıkarım alanı olarak gördüğü doğaya ait ne varsa talana varırcasına onu tahrip etmekte sakınca görmüyor. Özelleştirmeler adı altında bu talan meşrulaştırılıyor. Halka, kamuya ait ne varsa adım adım adeta yeni bir çitleme hareketiyle büyük sermayeye devrediliyor

orman yangını

Eskişehir’deki yangına müdahale etmeye çalışan 10 emekçi hayatını kaybetti. Bu yangının ardından Bursa, Bilecek, Karabük, Ankara ve Kahramanmaraş’ta da yangınlar çıktı. Bu yangınlarda insani kaybın olmaması bir teselli olabilirse de ortaya çıkan ekolojik kayıp (orman hayvanı ve bitki zayiatı) çok büyük.

Diğer yandan, resmî açıklamaya göre, yılbaşından bu yana ormanlık alanlarda 1,728 yangın çıktı, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da 4-22 Temmuz tarihleri arasında çıkan 61 orman yangınıyla ilgili 23 şüphelinin gözaltına alındığını ve bunlardan dördünün tutuklandığını duyurdu. (1)

Yangınlara zamanında ve etkin müdahale edilememesi, ekiplerin yangın söndürme ekipmanlarından yoksun olması ve yeterli uçak ve helikopterin bulunmaması bu yangınlarla mücadele konusunda siyasal iktidarın, en iyi niyetli söylemle, başarısız kaldığını gösteriyor.

Ormanlarımız neden yanıyor?

Bu konuda birçok neden gösterilebilir. Örnek olarak; yanlış orman işletmeciliği, ormanlık alanların bilinçsizce kullanımı, bilinçsiz bir biçimde anız yakılması ya da piknik yapanların ormanlık alanlarda bilinçsizce ateş yakması en çok dillendirilen nedenlerdir. Nitekim yanlış orman işletmeciliğinin sonucunda ormanlardaki çıra ve hızlı tutuşabilir kuru odun parçaları artabiliyor, iklim değişikliği sonucunda artan yüzey sıcaklığı da bu odunların tutuşarak yangınların çıkmasını kolaylaştırıyor.

Bu nedenlere, yangın sonrasında açılan arazilere lüks otellerin ya da lüks villaların yapılması dahil edilebilir. Nitekim yanan birçok ormanlık alanda daha sonraları mantar gibi lüks inşaatların yapılması bunun bir kanıtı. Keza yangın sonrasında geriye kalan ağaçların haraç mezat tüccarlara satılması gibi faktörler de bu nedenlere eklenebilir.

Özelleştirmeler yangın sebebi

Bir başka neden kuşkusuz yapılan özelleştirmeler sonucunda ormanlık alanların alınıp satılabilen ticari bir mala dönüştürülmesi. Nitekim 22 yıllık AKP iktidarları döneminde siyasal iktidarın ve onun desteklediği sermayenin hem emek hem de doğa ile kurduğu ilişki onları sonsuz bir kâr hırsı için tahrip etme yönünde oldu. Bu gelişme aslında, özellikle de düzenlemelerin, denetimlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırılıp sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamında tam serbestlik demek olan neo liberal kapitalizmin tipik bir özelliği.

Türkiye’deki sermaye, kâr ve rant çıkarım alanı olarak gördüğü doğaya ait ne varsa talana varırcasına onu tahrip etmekte sakınca görmüyor. Özelleştirmeler adı altında bu talan meşrulaştırılıyor. Halka, kamuya ait ne varsa adım adım adeta yeni bir çitleme hareketiyle büyük sermayeye devrediliyor. Bunun özellikle de 20 Temmuz 2016’dan sonra ilan edilen OHAL altında ve sonrasında kurumlaşmış bir otoriter rejim altında daha da hızlanarak yapılması ise tesadüf değil.

Ormanlar imara açıldı

Böyle bir “çitleme” ya da çağdaş ilkel sermaye birikimine izin veren bir kanun 2018 yılının Nisan ayında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun ile orman alanları Hazine’ye takas yoluyla devredilip her türlü imara açıldı. Böylece ormanlar lüks villalarla ve malikânelere doldu taştı.

Oysa, bilim insanları yıllardır, bir bölgenin, bir kentin akciğerleri demek olan ormanların metalaştırmaya ve ticarileştirmeye konu edilmesinin ya da özelleştirilmesinin iklim değişikliklerine, aşırı ısınmaya ve ardından gelebilecek ekolojik felaketlere neden olduğunu ileri sürüyorlar.

Ayrıca tüm topluma ve bu ormanların içinde yaşayan hayvanlara ait olması gereken bu müşterek kullanım alanlarının sermayenin kâr hırsına terk edilmesi ve bunlar üzerinden bir haksız servet birikimi kabul edilebilir bir şey değil.

Orman ile köylünün kurduğu doğal ilişki bozuldu

Binlerce yıldır insanların ilk üretim ve dönüştürme faaliyeti; doğa ile kurduğu ücretsiz ilişki (karşılıksız olarak doğadan alma faaliyeti) üzerinde temelleniyor. Bu da onlara su kaynaklarını, toprağı, ormanları ve daha birçok yer altı ve yer üstü varlığını ücret ödemeden kullanmak gibi geleneksel bir hak veriyor. Aslında bu hak doğadaki diğer canlılar için de söz konusu olmalıdır.

Bu kanun ile ormanlar özelleştirilerek ve binlerce yıldır gelenek haline gelen kullanma hakları yok edilerek, insanların doğa ile kurdukları doğal ilişkisi yok edildi. Yani köylüler artık ormanın içindeki kuru odun, çalı çırpı, kuru yaprak ya da meyve toplanması gibi geleneksel olarak yüzlerce yıldır sahip oldukları haklarından faydalanamıyorlar. Köylülerin orman ile ilişkisi artık orman işçisi olmakla sınırlandırıldı. Eskişehir’de yaşandığı gibi, yeterince fiziki donanıma sahip olmadan adeta  ilkel koşullarda yangına sürülen orman işçileri liyakatsiz kadrolarca yapılan orman işletmeciliği altında büyük orman yangınlarında can verdiler.

Küresel ısınma

Ormanlar yanmaya başladığında, başta siyasal iktidar ve iktidar medyası olmak üzere bazı çevreler bu yangınların sabotajlar sonucunda ortaya çıktığı algısını yaymaya çalıştılar. Ancak (bu durum kısmen doğru olabilirse de) bu yangınların gerçek faillerini gizlemeye yarıyor.

Resmin büyüğünde “küresel ısınma” ya da “aşırı hava koşulları” gibi gezegenin ikliminde meydana gelen bazı önemli değişikliklerin bu felaketlere neden olduğu gerçeği var. Bunlar da birer semptom oldukları için işin arkasında aslında kapitalizmin kendisi var.

Bir başka anlatımla, orman yangınlarının daha da kötüleşmesinin bir nedeni iklim değişikliğidir. Örneğin orman yangını mevsimi 30 yıl öncesine göre, günümüzde 40-80 gün daha uzadı. Her yıl görülen kuraklıklar artık daha sık görülüyor. Bu da ormanda yüzeydeki yanıcı kuru maddelerin daha da kurumasına ve ateş alıp hızlıca yayılmasına neden oluyor. Bu yanıcı kuru maddeler, şimşekler ve kuvvetli rüzgarlarla kendini gösteren aşırı hava koşulları yangının büyümesine katkı veriyor. (2)

Orman yangınları ve su döngüleri

Dünyanın ikliminin karmaşık (hatta kaotik) ve dinamik olduğu biliniyor. Çünkü iklim; toprak, atmosfer ve okyanus arasında enerji akımlarını ve karşılıklı etkileşimleri içeriyor. Bu nedenle örneğin sellerin tek başına aşırı yağışlardan ya da orman yangınlarının kuru odunların tutuşmasından oluştuğunu düşünmek çok doğru değil. Öyle ki yaşanan kuraklıklar aynı zamanda orman yangınlarının nedeni olabiliyor.

Bir başka anlatımla, küresel ısınmanın sonucunda ortaya çıkan aşırı sıcak hava giderek daha fazla suyun buharlaşmasına, bu da susuzluk, kuraklık ve aynı zamanda da ciddi orman yangınlarına neden oluyor. İklim krizi yüzünden Gezegen ısındıkça su döngüsü de giderek yoğunlaşıyor

Su döngüsü atmosfer, okyanuslar, kara ve donmuş su rezervleri arasında oluşan bir döngü. Buharlaşmanın ardından gelen yağış şeklinde bir döngü oluşuyor ki son yıllarda her ikisinin gerçekleşme sıklığı bir hayli artmış durumda. Aşırı hava hem aşırı yağışlar hem de aşırı kuru hava ya da kuraklık biçiminde kendini gösteriyor. Bu da orman yangınlarına neden oluyor. (3)

Okyanusların ısınması

Ayrıca artan okyanus suyu sıcaklıklarının çevre üzerinde uzun vadeli etkileri var. Buna okyanusun karbondioksit tutma kabiliyetindeki azalma da dahil. Sıcak su, en önemli sera gazı olan karbondioksit de dahil olmak üzere soğuk suya göre daha az gaz tutar. Dolayısıyla, okyanus ısındıkça havadan daha az ısı tutucu gaz uzaklaştırılır ve daha fazlası atmosferde kalır. Bu bir kısır döngüdür: okyanus ısındıkça, daha az karbondioksit emilir ve daha fazlası havada kalır, bu da gezegenin daha da ısınmasına neden olur.

Küresel ısınmanın boyutları

Uluslararası basında yer alan bir habere göre, dünyanın önde gelen yüzlerce iklim bilimcisi, küresel sıcaklıkların bu yüzyılda sanayi öncesi seviyelerin en az 2,5 °C üzerine çıkmasını, uluslararası kabul görmüş hedefleri aşmasını ve insanlık ve gezegen için yıkıcı sonuçlara yol açmasını bekliyor. Tamamı yetkili Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinden (IPCC) olan katılımcıların neredeyse yüzde 80’i en az 2,5 °C küresel ısınma öngörürken, neredeyse yarısı en az 3,0 °C öngörüyor. Sadece yüzde 6'sı uluslararası düzeyde kabul edilen 1,5 °C sınırına ulaşılacağını düşünüyor. (4)

Özetle, bilim insanlarının birçoğu, sıcak hava dalgaları, orman yangınları, seller ve halihazırda yaşananların çok ötesinde yoğunluk ve sıklıktaki fırtınaların yol açtığı kıtlıklar, çatışmalar ve kitlesel göçlerle dolu "yarı distopik" bir gelecek öngörüyor.

Ocak ayı en sıcak ay

Bu yılın ocak ayı kayıtlara geçen en sıcak ocak ayı oldu (sanayileşme öncesi seviyelerin 1,7°C üzerinde). Birçok iklim gözlemcisi, doğal “La Niña” olgusu sayesinde dünyanın bu yıl biraz soğumasını beklese de bu beklenti gerçekleşmedi. Çünkü endüstriyel faaliyetler havaya sera gazları püskürtmeye devam ederken, partikül kirliliğinden arındırılmış hava daha fazla güneş ışığının yere ulaşmasına neden oldu, bu artan ısıtma etkisi doğal dalgalanmaları bastırmaya başladı ve dengeyi rekor sıcaklığa ve kötüleşen sıcak, kuru ve yağışlı aşırılıklara doğru kaydırdı. (5)

Haziran 2025: Cehennem sıcaklarının fragmanı

Küresel olarak, son 12 aylık dönemde görülen hava sıcaklıklarının (Temmuz 2024- Haziran 2025) yıllık ortalaması; 1991-2020 ortalamasının 0,67°C üzerinde ve sanayi öncesi seviyeyi tanımlamak için kullanılan tahmini 1850-1900 ortalamasının 1,55°C üzerinde seyrediyor.  Yani 2015/16 ve 2019/20 dönemlerinde ulaşılan 1991-2020 döneminin 0,46°C üzerindeki önceki en yüksek 12 aylık ortalamalardan çok daha yüksek. (6)

                                                                 (Kaynak, 27 July 2025)

Ülke olarak bizim de içinde yer aldığımız Avrupa coğrafyasında durum daha da kötü. Aşağıdaki tablo ve görselde her haziran ayı, tüm aylar ve 1979'dan 2025'e kadar 12 aylık ortalamalar için Avrupa toprakları üzerinde ortalaması alınan 1991-2020'ye göre, Avrupa-ortalama yüzey hava sıcaklığı anomalileri gösteriliyor.

Avrupa ortalama sıcaklık anomalilerinin genellikle küresel anomalilerden daha büyük ve daha değişken olduğu görülüyor. Haziran 2025 için Avrupa ortalama sıcaklığı:1991-2020 ortalamasının 1,10°C üzerinde; haziran ayı kayıtlara geçen en sıcak beşinci ay. Son 12 ay boyunca (Temmuz 2024- Haziran 2025) Avrupa'daki ortalama sıcaklık 1991-2020 yıllık ortalamasından 1,29°C daha yüksek.

Haziran 2025’te Batı ve Orta Avrupa’nın büyük bölümünde hava sıcaklıkları ortalamanın üzerinde seyretti. Avusturya, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, İspanya, İsviçre ve Birleşik Krallık dahil olmak üzere birçok ülkede sıcak hava dalgası yaşandı, Portekiz ve İspanya'da bazı yerlerde sıcaklık 40°C'nin üzerine çıktı. Bu durum haziran ayı aylık ortalamasına da yansıdı ve Fransa en sıcak ikinci haziran ayını, İspanya son 64 yılın en sıcak haziran ayını ve İngiltere ise 1884 yılından bu yana en sıcak haziran ayını yaşadı. Güneydoğu Avrupa da ortalamanın üzerindeki sıcaklıklardan etkilendi. (7)

Devam edecek: Aşırı sıcaklardan ölümler, sırada kimler var?

Dip notlar:

https://www.bbc.com/turkce (25Temmuz 2025).

https://theconversation.com/how-years-of-fighting-every-wildfire-helped-fuel-the-western-megafires-of-today (July 2021).

https://theconversation.com/the-water-cycle-is-intensifying-as-the-climate-warms-ipcc-report-warns-that-means-more-intense-storms-and-flooding (9 August 2021).

https://www.theguardian.com/environment/article/world-scientists-climate-failure-survey-global-temperature (8 May 2024).

https://theconversation.com/record-january-heat-suggests-la-nina-may-be-losing-its-ability-to-keep-global-warming-in-check (7 February 2025).

https://climate.copernicus.eu/surface-air-temperature-june-2025 (27 Temmuz 2025).

Rüşvetten vergi alınır mı?-Murat Batı-

Basında ve sosyal medyada görülen rüşvet operasyonlarında alınan rüşvet, karşı tarafı yakalatmak için verilmiş ise verilen rüşvet, müsadere edilmez. Ancak böyle bir amaç olmadan verilen rüşvet, tespit edildiği takdirde müsadere edilir ve o paraya devlet el koyar

rüşvet

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de rüşvet -basına ve sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla- hatırı sayılır bir noktadadır. Hemen hemen her siyasi kesimden birilerinin adının karıştığı rüşvet, paranın yüzü sıcaktır şiarından dolayı her kesimde büyük bir pişkinlikle resmedilmektedir.

Rüşveti veren ve alan, alenen suç işlemektedir ancak rüşveti alan, aldığı rüşvet dolayısıyla ki gelir elde etmesi nedeniyle ayrıca vergi de ödemeli mi? ya da soruyu şöyle sorayım; konusu suç olan bir fiil dolayısıyla vergi alınır mı?

Hemen cevap vereyim evet.

Ancak;

Suç karşılığında elde edilen gelirin vergilendirilmesine yasal dayanak teşkil eden madde Vergi Usul Kanunu’nun 9’uncu maddesidir. VUK m.9/2.fk. “Vergiyi doğuran olayın kanunlarla yasak edilmiş bulunması mükellefiyeti ve vergi sorumluluğunu kaldırmaz.” hükmü uyarınca bir eylemin kanunlarla yasak edilmiş olması onun üzerinden vergi alınmasına engel değildir. Örneğin Gelir Vergisi Kanunu m.82/2 uyarınca “ihale, artırma ve eksiltmelere iştirak edilmemesi karşılığında elde edilen hâsılat” arızi kazanç sayılmakta ve özü suç olmasına rağmen vergilendirilmesi kanunla mümkün hale getirilmektedir. Görüldüğü üzere ihaleden çekilme karşılığı alınan para gelir vergisinin konusuna girmekte, tespiti ya da beyanı durumunda vergilendirilmektedir. Hatta bu suç, TCK m.235 uyarınca ihaleye fesat karıştırma olarak değerlendirilmektedir.

Her suç ya da rüşvet vergiye tabi olmayabilir. Şöyle ki bazı suçlar, vergiyi doğuran olayı meydana getirmediği için ve dolayısıyla da kanunilik ilkesi gereği vergi kanunlarının kapsamı dışında kalmaktadır.

Bu noktada herhangi bir verginin konusuna girmeyen bir faaliyetin suç yani kanunlarla yasak edilmiş bir faaliyet olması durumunda vergi mevzuuna girmiyor ise zaten vergilendirilmeyecektir. Örneğin kalpazanlık faaliyetinden gelir elde eden bir kişinin bu faaliyetten dolayı elde ettiği gelir, gelir vergisinin konusuna girmeyeceğinden kanunlarla yasaklanmış bu kalpazanlık faaliyetinden dolayı elde edilen gelirin vergilendirilmesi de mümkün olmayacaktır. Oysa kenevir ekim ve satış işleminden gelir elde eden birinin bu faaliyeti GVK m.52 uyarınca zirai faaliyet olacağından kanunlarla yasaklanmış bu kenevir ekme ve satış faaliyetinden dolayı elde edilen gelirin vergilendirilmesi mümkün olmaktadır.

Buna göre kanunda açıkça sayılan bir faaliyetin suç teşkil etmesi vergilendirme açısından önem arz etmemekte suç teşkil etse dahi diğer koşulları sağlıyorsa ayrıca vergilendirilmesi de gerekmektedir. Ancak söz konusu faaliyet sonucunda elde edilen gelirin, TCK m.54 ve/veya m.55 uyarınca müsadere edilmesi sonucunda müsadere edilen kazanç ya da eşyanın vergilendirilip tarh edilecek vergi ve cezaların ödenmesi için kullanılması mümkün olabilir mi?

Öğretide farklı görüşler bulunmakla birlikte baskın görüş; müsadere ile birlikte vergi ve cezaların da tahsilinin yerinde olduğudur.

Ezcümle

Basında ve sosyal medyada görülen rüşvet operasyonlarında alınan rüşvet, karşı tarafı yakalatmak için verilmiş ise verilen rüşvet, müsadere edilmez. Ancak böyle bir amaç olmadan verilen rüşvet, tespit edildiği takdirde müsadere edilir ve o paraya devlet el koyar. Ayrıca basına yansıyan rüşvet işlemleri gelir vergisinin konusuna girmediği için gelir vergisi de alınmayacaktır.

İlaveten verilen rüşvet, genelde bir şey karşılığında verildiğinden yani bir ivaz olduğundan veraset ve intikal vergisine de tabi olmayacaktır.

Özetle rüşveti alan yakalanmadığı zaman vergisiz şekilde gelir elde etmiş olacaktır. Yakalanırsa rüşvete devlet el koyacaktır.

Türkiye alev alev: Yüzde 99’u ihmâl, ya parklar?-Yalçın Doğan-

Orman Mühendisleri Odası bazı sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi, bir süredir AKP’nin etkili olduğu bir örgüte dönüşüyor. Çünkü, orman mühendisleri büyük çoğunlukla bürokraside, yani iktidarın oluşturduğu alanda çalışıyor. AKP’nin bürokratik atamaları ormancılar arasında da kendini gösteriyor.

Şehirlerde nerede bir park varsa...

Parkın büyüklüğüne göre...

İnşaatlara izin çıkıyor.

İmar planı değişikliğine gerek bile görülmeden.  

Resmi Gazete’de yayınlanan kararın gerekçesi “parklarda sağlık merkezleri kurmak!..”

“Büyüklere Masallar” dizisinin yeni bir sayfası!..

Şehirlerde son yeşil alanlara veda zamanı.

Betonlaşma...

Şehirleri daha aşırı sıcaklara,

Daha ağır kuraklığa ve susuzluğa,

Zaten çileye dönüşen trafiği iyice içinden çıkılmaz hale getirmekle eş anlamlı.

Lüks konutlar

Önceleri şehirlerde askeri alanları imara açarken AKP:

“Bu alanlara sosyal konut yapacağız”.

Ama...

Lüks konutlar yapıyor.

Bitmez tükenmez rant iştahı.

Şimdi de, parklara hücum emri veriyor.

Sanki sağlık merkezleri yapılacak başka alan yokmuş gibi.

Bir de bakmışız ki, sağlık merkezleri yerine parklarda AVM’ler ve lüks konutlar yükselmiş!..

Gerçekten sağlık merkezi olsa bile...

Şehirlerin ortasını beton yığınına boğarak...

Halkı kuraklığa ve susuzluğa terk etmek hangi aklın ürünü?..

Hala birkaç yandaşın cebini doldurmak için mi?..

Yangın yetmezmiş gibi

Muğla’dan Kahramanmaraş’a, Bursa’dan Mersin’e, Uşak’tan Karabük’e, Antalya’dan Elazığ’a, İzmir’den Eskişehir’e, Bilecik’ten Diyarbakır’a ve bazı ilçelere...

Türkiye 25 Haziran’dan beri yanıyor.

Şu anda Türkiye’nin dört bir yanında yangın var.

Ormanlar küle dönerken...

Halkın suyu ile ekmeği ile oynamak pahasına, onların gözyaşlarına rağmen...

Yangın yetmezmiş gibi...

Maden sahası açmak adı altında ormanlar kesiliyor.

Şehirlerde parkları imara açan akıl, maden sahası açmak için ormanları kesiyor.

OMO sessizliği

Türkiye bir aydır yanarken...

Orman Mühendisleri Odası (OMO) sessizliğini koruyor. Ormancılar hayatlarını kaybediyor, binlerce hektar küle dönüyor, ola ki, Orman Mühendisleri Odası’nın sesini duyasın!..

En gerekli bir sırada, yangınlara bir neden, hani ilerisi için bir çözüm gösterebilirler mi diye beklerken, onlardan çıt yok.

Sessizliğin sırrı ortaya çıkıyor.

Orman Mühendisleri Odası bazı sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi, bir süredir AKP’nin etkili olduğu bir örgüte dönüşüyor.

Mimarlar, doktorlar, diğer mühendis odaları, barolar bağımsızlıklarını korurken, neden OMO?..

Çünkü, orman mühendisleri büyük çoğunlukla bürokraside, yani iktidarın oluşturduğu alanda çalışıyor. AKP’nin bürokratik atamaları ormancılar arasında da kendini gösteriyor.

Buna karşı bağımsız bir kuruluş “Ormancılar Derneği”, sesini yükseltiyor.

Neden bu yangınlar?

O bağımsız derneğe bağlı bir orman mühendisi ile konuşuyorum dün, verdiği bilgi şu:

“Başından beri hem yangınlarla mücadele edenler arasındayız, hem nedenlerini biliyoruz.

Önce vurgulamak gerek, kasıt yok, şu kasten yaktı, bu kasten yaktı gibi bir şey yok.

Ama, aşırı ihmal ve sorumsuzluk var. Yangınların yüzde 99’u dört temel nedene dayanıyor:

1-Elektrik telleri. Oralarda düzenli bakım yapılması gerekirken, ne ölçüde yapılıyor, çok tartışmalı.

2-İnsanların dikkatsizliği, sigara izmariti, mangal, anız ateşi yakmaları.

Bu ikisi ihmal ve sorumsuzluk.

Ayrıca:

-Aşırı ve kuru sıcaklar ile yangın bölgelerinde rutubetin hemen hiç olmayışı.

-Ve ağaç türleri, örneğin kızılçam hızla yanan bir ağaç. Aşırı sıcaklarda kızılcam bir kıvılcımla bir ormanı yakabiliyor”.

Yangına müdahale, yeterli uçak ve her türlü araç var mı, yok mu, orası söndürmeyle ilgili.

Çözüm nerede?

Ne yapmak gerek?..

Aynı orman mühendisi:

“Elektrik dağıtımı özelleştirildi ama, şirketler bakım için yükümlülüklerini yerine getiriyor mu, devlet onları denetliyor mu?..

İkincisi uzun süreye ihtiyaç gösteriyor, eğitim. Halkı eğitmek şart”.  

Yandaş kanalları sabahtan akşama kadar siyasi propaganda amaçlı kullanmak yerine, AKP iktidarı arada sırada (!) halkı bu yönde eğitmeyi düşünür mü?..

Halkı eğitmenin ötesinde...

Yangın söndürme personelinin eğitildiği iki merkez var, var - dı, Antalya ve Buca’da.

Hangi akla hizmetse, AKP Buca’daki merkezi kapatıyor.

Her gün tutuklu siyasiler, tutuklu gazeteciler, sansür, çözüm süreci, İsrail derken...

Adaletsizlik, hukuksuzluk, özgürlüklerin askıya alınması, aşırı pahallık, geçim derdi tavan yapıyor.

Yetmiyor...

Şimdi de parklar üzerinden elde avuçta kalan suyumuza, havamıza göz dikiyorlar.

Tutuklu eski İzmir BB Başkanı Tunç Soyer: Cemil Tugay'a kırgınlığımın bir önemi yok, ama bize atfedilen suçlamaya karşı tek bir talebim var...-Candan Yıldız-

Kooperatif modeliyle kentsel dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştığı dönemle ilgili ‘nitelikli dolandırıcılık’ iddiasıyla suçlanan  eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer: İddianameyi inceledim, ne kendimi belediye başkanı olarak tanıtarak yaptığım bir aldatma ne de çıkar ve menfaat ile ilgili tek bir beyan, tek bir tanık, tek bir belge, tek bir kuruş var!

Tunç Soyer

CHP, 47 yıl sonra sandıktan birinci olarak çıktığı 31 Mart 2024 seçimlerinin ardından yargısal kıskaç altında. Bir yanda belediyelere ‘yolsuzluk’ operasyonları, diğer yanda tutuklanan belediye başkan ve yöneticileri ve tabii ki atanan kayyımlar…

31 Mart seçimlerinden sonra DEM’in kazandığı Hakkari Belediyesi’ne ilk olarak kayyım atandı. Ki bu politika 2016 yılından itibaren sistematik olarak uygulandı. Son yerel seçimde sırada CHP’nin olduğu Ovacık Belediyesi’ne kayyım atanmasıyla netleşti. İlk zamanlar, CHP ve DEM’in bazı illerde hayata geçirdiği ‘kent uzlaşısı’ siyasetinin iktidar tarafından cezalandırıldığı yorumları yapıldı. Ama sonrasında durumun daha kapsamlı olduğu anlaşıldı.

Tunceli ile başlayan İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Adıyaman’la devam eden operasyonların durmayacağı açık. Ancak İzmir’deki gözaltı ve tutuklamalar biraz farklıydı CHP içi sorunları açık etmesi bakımından. 31 Mart seçimlerinde yeniden aday gösterilmeyen, 2009-2024 yılları arasında sırasıyla Seferihisar Belediye ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olan Tunç Soyer’e hem kızı hem de avukatı olan Defne Soyer aracılığı ile sorularımı gönderdim. 4 Temmuz’dan bu yana tutuklu olan Tunç Soyer, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’a kırgınlığının bir önemi olmadığını, ancak durdurulan kooperatif inşaatlarının devam etmesi gerektiğini, bunun hem dar gelirli insanların mağduriyetini gidereceğini hem de davaya konu olan suçlamaları boşa çıkaracağını söyledi. Soyer’in parti içindeki tartışmalara, kamplaşmalara ilişkin yorumu da şu oldu: “Kırgınlıkları bir tarafa bırakabilme sınavı ile karşı karşıyayız. Bu sınavdan hep birlikte geçemezsek içerde birleşmeye ve hep birlikte çoğalmaya devam edeceğiz.”

İşte Tunç Soyer’in sorularıma verdiği yanıtlar...

- Siz “Başka Bir Dünya Mümkün” kitabınızda kendinizi solcu, sosyal demokrat olarak tarif ediyorsunuz. Deniz Gezmiş’lerin verdiği bedellerin yanında kendi yaşadıklarınızı hafif kalır diye tarif etmişsiniz. “Şimdi sıra bana geldi…! Aklımın, vicdanımın solda olmasının bedelini ödüyorum” diyorsunuz. Hiç kendinizi cezaevinde düşünmüş müydünüz?

Elbette, hayatım boyunca bu ihtimali mümkün gördüm. Daha gençken, çocuklarım küçükken de olabilirdi. Katlanmanın daha zor olabileceği, daha ileri yaşlarda da olabilirdi. Bence en makul zamanda gerçekleşmiş oldu.

“Susturulan her ses dışarıda yankı odalarına dönüşüyor”

- Cezaevinden günlüklerle aslında bir anlamda hem siyasetin hem de hayatın içinde gibisiniz. Türkiye, cezaevinden seçim kampanyasının nasıl yürütülebileceğini Selahattin Demirtaş’tan görmüştü. Siyasetçiler de birbirinden öğreniyor mu sizce?

Hiç kuşkusuz birbirimizden öğreniyoruz. Sadece birbirimizden değil, geçmiş de benzer deneyimleri yaşamış ustalardan da öğreniyoruz. Gramsci’nin ‘Hapishane Defterleri’,  Mandela’nın 27 yıl boyunca gösterdiği direnç ve dirayet, Çin’de demokrasiyi savunduğu için hapsedilen ve aldığı Nobel Barış Ödülü ile sesi duvarların ötesine ulaşan Liu Xiaobo ve daha nicelerinden… Biliyoruz ki hücreye konarak susturulan her ses dışarıda yankı odalarına dönüşüyor.

- “Kooperatif inşaatlarının durdurulması kaosa ve mağduriyete yol açtı” Şimdi gelelim suçlamalara, hakkınızdaki iddialara … Kamuyu zarara uğratmak, zamanında bitmeyen evler nedeniyle vatandaşı mağdur etmek gibi suçlamalar var.  Kooperatif modeli ile yerinde kentsel dönüşüm nasıl suçlamaya dönüştü? Kooperatif modeli kamucu bir model olarak bilinir. Tam olarak suçlama nedir?

Suçlama kentsel dönüşümde ortaya koyduğumuz kooperatifçilik modelinin kanunu bazı dayanaklar yaratılarak hukuki olmadığına dair iddialara dayanıyor. Bizim dönemimizde hayatın doğal akışı içinde olağan sayılabilecek bazı gecikmeler, 2024 Temmuz ayında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından inşaatların tamamen durdurulmasıyla büyük bir kaosa ve büyük mağduriyetler yaratan bir sürece evrildi.

- Belediye iştiraki İzbeton’a belediye meclis kararıyla kooperatif modeli için yetki veriliyor. İzbeton da kentsel dönüşüm işini kooperatiflere taşere ediyor.  Evler neden zamanında bitirilmedi, bu kamuya zarar olarak döndü mü?

2024 Temmuz’unda inşaatlar durdurulmasaydı, bugün birçoğu çok daha yüksek tamamlanma oranlarına kavuşacaktı. Kooperatif üyelerinin mağduriyetlerine rağmen ve bu konu dışında gecikmeden dolayı hak sahiplerine ödenmesi gereken kira ödemeleri dışında bir kamu zararı olduğu iddiası yok. Çünkü yapılan imalatların tamamının mülkiyeti İzBB’ye ait.

“Kooperatifçilik ekonomik demokrasinin en güçlü araçlarından”

- Kentsel dönüşümle ilgili olarak müteahhitlerin ihalelere girmek istemediğini, bu engeli aşmak için kooperatif modelini hayata geçirmek istediğinizi söylediniz ifadenizde. Türkiye’nin yapı kooperatifi geçmişi pek iyi değil diye hatırlıyorum. Siz modelinizin bundan farkı neydi? Kooperatif modeli rahatsızlık yaratmış olabilir mi?

Öncelikle bir tabloya dikkatinizi çekmek isterim. 2001 yılına kadar Türkiye’deki konutların yüzde 35’i kooperatifler eliyle yapılmış. 2025 yılına gelindiğinde bu oran yüzde 1’e kadar düşmüş. Yani aslında AKP iktidarı toplu konut imalatında kooperatifçiliği öldüren bir yol haritası izlemiş. Sosyal demokrat bir yerel yönetici olarak kooperatifçiliğin kötü siciline bakarak ondan vazgeçmedim. Ekonomik demokrasinin en güçlü araçlarından biri olan kooperatifçiliği müteahhit karını ortadan kaldıran rantı yok eden şeffaf hesap verme kontrol mekanizmalarını farklı hukuki mevzuatlarla ile artıran maddelerle buluşturmaya gayret ettim.

A-Halk konut modeli depremden sonra orta hasarlı tekil apartmanlara belediye şirketinin yüzde 1’i ile hizmet vermesini mümkün kılan bir uygulamaydı. Yaklaşık 2500 konut için bu modeli hayata geçirdik.

B-Yaklaşık 450 evsiz belediye çalışanının ev sahibi olmasını sağlayacak başka bir model bir başka belediye şirketi ile uygulamaya başladık. C- Dava konusu kentsel dönüşüm alanlarında kooperatifçilik modeli ise yine farklı bir modeldi. Bu üç modeli de ayrı ayrı anlatmak isterim. Ancak röportajın sınırlarına sığmayacağı endişesiyle bunu bir başka söyleşiye bırakıyorum. Şu kadarını büyük bir özgüvenle söylemek isterim ki lekelenerek yarım bırakılmak istenmiş olsalar da her biri Türkiye’ye örnek olacak ve her yerde uygulanabilecek modellerdi

“İzBB’nin hazırladığı raporda ‘gereğinin yapılması’ talebi var”

- Şu konu muğlak kaldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu Başkanlığının 11.11.2024 tarihli raporu var. Kentsel dönüşümden sorumlu İzbeton’la ilgili raporunda döneminiz aleyhine tespitler var. Soruşturma ise 2025 tarihli. Belediyenin teftiş raporuyla ilgili Cemil Tugay, soruşturmanın hazırladıkları raporla ilgili olmadığını savundu. Ancak İz Gazete bir belge paylaştı ve o belgede İzmir Belediyesi, Başsavcılığa ‘değerlendirmek üzere’ rapor göndermiş. İşin aslı nedir? CHP’li bir başkan mı CHP’li siyasetçileri şikayet etti? Ya da başka bir durum mu var?

Hangi belgeden söz ettiğinizi bilmiyorum ama başsavcılığa gönderilen rapor, “Değerlendirilmek üzere” değil “gereği yapılması” talebine taşıyor.

“Cemil Tugay’dan tek bir talebim var”

Cemil Tugay’a kırgın mısınız?

Cemil Tugay’a kırgınlığımın bir önemi yok. Çünkü sorun benim kişisel kırgınlığımın çok ötesinde. O nedenle tek bir talebim var. İnşaatlar durdurulduğu noktadan devam ettirilmelidir. Bunun üzerinde hiçbir hukuki engel yoktur. Bu hem CHP’nin itibarını geri kazandıracak hem de binlerce insanın mağduriyetini ortadan kaldıracak. Hem de yargılandığımız arkadaşlarla birlikte atfedilen suçun konusunu ortadan kaldıracaktır.

- “Tek bir beyan, tek bir tanık, tek bir belge, tek bir kuruş yok” iddianame hazırlandı. Ve hakkınızda 45 yıl hapis cezası istenmiş. İddianameyi inceleme fırsatınız oldu mu, değerlendirmeniz nasıl?

İddianameyi inceledim. Nitelikli dolandırıcılık suçunun iki unsuru vardır. A) Hile ve desise ile aldatma iradesi B) Kendisi ya da üçüncü kişiler için çıkar ve menfaat elde edilmesi. Ne kendimi belediye başkanı olarak tanıtarak yaptığım bir aldatma, ne de çıkar ve menfaat ile ilgili tek bir beyan, tek bir tanık, tek bir belge, ne de tek bir kuruş var. Dosyada suçun unsurlarının oluşmadığı görülmektedir.

- Kılıçdaroğlu da sizi ziyaret etti. Siz hatırladığım kadarıyla kongre sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemiştiniz. Kılıçdaroğlu şimdi ağır eleştirilerle karşı karşıya. Kurultay davası gündeme geldiği mi görüşmede?

Hayır, gündeme gelmedi.

- Kurultay davası 8 Eylül’e ertelendi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun “Mahkeme kararını tanımıyorum demenin hukuki karşılığı yok” diyerek mutlak butlan tespiti çıkması durumunda genel başkanlığa yeşil ışık yakmış oldu. Bu durumda CHP bölünür mü?

Sanmıyorum.  Baskının yoksulluğun bu kadar arttığı iktidarın bu kadar gerilediği bir iklimde bu kadarı da olmaz diyorum.

- Yine bir X paylaşımınızda “Dağılmamak üzere toplanacağımız günlere özlemle…” demişsiniz. Mesajını siyaseten biraz daha açar mısınız?

Bu söz Özgür Özel’e ait. Bir mitingde kullandı. Çok beğendim. Hem kendi aramızdaki dayanışmanın güçlendirilmesine dair klişe dışı kuvvetli bir vurgu yapıyor hem de iktidara karşı kullanılabilecek, yeni kuvvetli bir mücadele yöntemi öneriyor.

- Mektuplar alıyorsunuz, sizi şaşırtan bir mektup ulaştı mı size? 

Gün aşırı destelerle mektup alıyorum. Çocukların yaptığı resimler, güzel şiirler öyküler, uzun uzun yazılmış olan dertleşmeler, hepsi çok içten yazılmış. Her biri birbirinden güzel. Çok yoğun duygular içinde okuduğum mektuplar.

“Güçlenerek ve yenilenerek çıkacağımı hissettiriyor her şey”

Cezaevinde günleriniz nasıl geçiyor, rutininiz nasıl, neyde zorlanıyorsunuz ya da ne size iyi geliyor?

Sıkça milletvekili ve avukat ziyaretleri oluyor. Bolca okuyorum yazıyorum. Hiçbir konuda zorlanmıyorum. Mektuplar, ziyarete gelen dostların dostluğu, infaz koruma memurlarının incitmemeye özen gösteren incelikli davranışları, en çok kızım avukatım Defne’nin hiç aksatmadan gülen yüzü ile her gün yanımda oluşu bana çok iyi geliyor. Onlarla kucaklaşma buranın bütün kasvetini unutturuyor. Bir de tabii ki dışarıda bana duyulan güven ve sevgiyi hissetmek çok kıymetli. Buradan yenilenerek ve güçlenerek çıkacağıma hissettiriyor her şey.

- CHP’deki yol arkadaşlığı nasıl bir sınavla karşı karşıya?

Kırgınlıkları bir tarafa bırakabilme sınavı ile karşı karşıyayız. Bu sınavdan hep birlikte geçemezsek içerde birleşmeye ve hep birlikte çoğalmaya devam edeceğiz.

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İkinci sözlerim, “hukukun doğru uygulanması” uğruna şerefleri üzerine ant içen sizleredir, sayın avukatlar -Sami Selçuk-

Geliniz, kendimize son kez soralım, dürüstçe ve yiğitçe yanıtlayalım: Hukuku ve adaleti kimler çiğneyip,  kirletiyorlar?

sami selçuk 27 temmuz

Bu yazı dizisinde, sık sık anımsatıldığı üzere, duruşmanın (tartışmanın) ikinci başoyuncuları, elbette iddia ve / ya savunma makamında olan sizlersiniz, sayın avukatlar.

Bu nedenle, uygulamada yaşananları da gözeterek, özellikle sizlere, hem değişik gözlerle bakmakta, hem de ahlaksal boyutlu bazı hukuksal kavramlara başvurarak seslenmek gereğini duymaktayım.

I-AVUKATLIK KİMLİĞİ

Dilerseniz bu bağlamda ilkin aşağıdaki soruyu soralım ve sizlerin “hukukçu kimlik”lerinizin, “hukukçu kişilik”lerinizin ne olduğunu hep birlikte belirleyelim, sayın avukatlar.

KİMDİR AVUKAT?”

Bu soruya hiç kuşkusuz Avukatlık Yasası’na göre, bazı sözcükleri büyük harflerle yazarak hep birlikte yanıt verebiliriz, verilmelidir de: “Avukat, HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI amacı uğruna ve ŞEREFİ üzerine ANT İÇMİŞ BİR HUKUKUÇU, yani meslek insanıdır.”

Demek, sayın avukatlar, yasal deyişlerle her avukat, her adımını hukuku doğru uygulanması için atacaktır, atmak zorundadır da. Üstelik avukat, bu konuda manevi açıdan en önemli değeri olan “şeref”i üzerine ant içmiştir; içtiği bu andı da hiçbir zaman unutmayacaktır, unutamamamalıdır da.

Dikkat ediniz lütfen sayın avukatlar, şu andan başlayarak Yasa’nızın diliyle sizlere sesleniyorum!

Hukuk ve yasanız, hem çok önemli bir uyarıda bulunuyor, hem de içerik açısından çok düşündürücü, âdeta vurucu kavramlara başvurarak bu soruya yanıt veriyor.

Kısaca, siz avukatların biricik çabası, diyor, altını çizerek belirtelim, “hukukun doğru uygulanmasını sağlamaktır.”

Bu önemli uyarının en önemli biricik güvencesinin ise, yine sizlerin “ŞEREF”’ değerinizi ortaya koyarak verdiğiniz söz, içtiğiniz ant olduğunu vurguluyor. Böylece attığınız her adımda sizlere uyacağınız bu ahlaksal ve hukuksal kuralı, bir kez daha anımsatmış oluyor.   

Peki, bunları gerçekleştirmek için ne(ler) yapmalı her avukat?

Şimdi de bu temel soruyu, geliniz, birlikte yanıtlayalım.

II-AVUKATIN İŞLEVLERİ VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ

Evet, sayın avukatlar, sizler de, özgür mesleğinize başlarken, tıpkı yargıçlar, savcılar gibi, hukukun doğru uygulanasını sağlamak amacıyla, yani yargılamadaki göreviniz çok önemli olduğundan, ŞEREF değerinizi ortaya koyarak ant içmekte, mesleksel etkinliklerinizi yürütürken hak ve hukuk içinde kalacağınız konusunda bütün topluma, o toplum önünde şeref ve namus sözü vermektesiniz!

Dikkat ediniz, lütfen! Emir kipi kullanıyor ve ünlem koyuyorum.

Öyleyse içtiğiniz o anda, verdiğiniz o şeref sözüne her zaman ve her koşulda bağlı kalmak zorundasınız, sayın avukatlar.

Ayrıca aşağıdaki noktaları da hiçbir zaman unutmamalısınız.

Her şeyden önce sizin var oluş, varlık nedeniniz ve görevleriniz, bu andınıza bağlı kalmakla mümkündür. Çünkü her avukat, andına bağlı kalarak hak ile hukuku bütünleştirecek, şerefli yaşama ülküsünden asla ödün vermeyecek, veremeyecek, toplumun en şerefli ve ahlaklı insanları katmanında yerini alacaktır.

Aslında bütün bunları, unutmayınız ki, bu yazının yazarı değil, sizlerle ilgili hukuk söylemektedir, sayın avukatlar.

Gerçekte esinlendiğimiz Batı dünyası hukukunda ve ülkemizde 1969 / 1136 sayılı “Avukatlık Yasası”nda kullanılan ve sizlerin özümsemesi, olağanüstü değil, sıradan, olağan bir yaşam biçimine dönüştürmeniz gereken kavram, terim ve sözcüklere göre, sizler, “ADALET”in gerçekleşmesi için yargılama erkinde VAZGEÇİLEMEZ, KURUCU, ÖZGÜR, BAĞIMSIZ VE KAMUSAL BİR GÜÇ, evet, bu beş niteliği de birlikte taşıyan bir güç olarak yer almaktasınız. Çünkü mesleğiniz, yani Avukatlık,  hukuki ilişkilerin düzenlenmesi, HUKUKİ SORUNLARIN ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözülmesi (m. 1) ve HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLANMASI AMACIYLA (m. 2) var edilmiş; bu yüzden de avukatın tacirlik ve esnaflık ya da mesleğin ŞEREFiyle bağdaşmayan işleri yapamayacağı öngörülmüş (m. 11, 12); özellikle de AVUKATLIK MESLEĞİNİ YÜRÜTÜRKEN GÖREVİNİN KUTSALLIĞINA VE UNVANINA YAKIŞIR BİÇİMDE ÖZENLE, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE), AVUKATLIK UNVANININ GEREKTİRDİĞİ SAYGI(INLIK) VE GÜVENE UYGUN BİÇİMDE DAVRANMASI (m. 34); kendisine yapılan ÖNERİYİ, DAVAYI HAKSIZ BULURSA REDDETMESİ ZORUNLULUĞU getirilmiş, dava yolu istisnai olduğundan, uyuşmazlıklarda ilkin karşı tarafla asıl olan UZLAŞMA yolunun üstün tutulması, buna öncelik tanınması öngörülmüştür  (m. 38).

Demek, sizler, sayın avukatlar, yargılama erkinin VAZGEÇİLEMEZ, KURUCU, ÖZGÜR, BAĞIMSIZ VE KAMUSAL GÜCünde yer alan HUKUKİ SORUNLARIN ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözmek, HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLAMAK görevinizi KUTSAL VE UNVANINA YAKIŞIR BİÇİMDE ÖZENLE, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE) yapmak, UNVANININ GEREKTİRDİĞİ SAYGI(INLIK) VE GÜVENE UYGUN BİÇİMDE DAVRANMAK, kendisine yapılan ÖNERİ, DAVA HAKSIZ ise REDDETMEK, UZLAŞMA yoluna öncelik tanımak zorunda olan, çok duyarlı bir mesleği seçmiş bulunuyorsunuz

Yanılmıyorsam, sayın avukatlar, meslek ahlakı açısından hekimler de dâhil, hiçbir meslekte böylesine ayrıntılı bir düzenleme yoktur. Çünkü yürüttüğünüz avukatlık mesleği, kaygıyla belirtmek gerekir ki, yasal yetkilerinizi kötüye kullanmaya çok yatkın bir meslek olup, bu konuda her şey sizin dürüstlüğünüze, ahlak anlayışınıza, şerefiniz üzerine içtiğiniz anda bağlanmıştır.

Öyleyse bütün bunları gerçekleştirdiğiniz ölçüde, oranda avukat olur, insanlaşırsınız, sayın avukatlar.

Sizleri toplumun en şerefli insanı yapacak olan bu gerçekleri, bu doğruları hiçbir zaman unutmamalı, her şeyden önce avukat olarak, kendi avukatlık mesleğinizin var oluş nedeni ve göstereceğiniz duyarlılık sorununda kesinlikle bilinçli olmalı ve bu konularda şerefinizin asla tartışma konusu yapılmasına izin vermememelisiniz.

Çünkü Batı kaynaklı Avukatlık Yasası da bunları istiyor, sizlerden. Bu yüzden bu Yasa’yı sık sık okumakta yarar vardır, sayın avukatlar. Gerçekten üstlendiğiniz mesleğin hukuki ve ahlaki boyutlarını, niteliklerini, yükümlülüklerini Batı kaynaklı olan bu Yasa’da kolayca görebilirsiniz.

Ancak üzülmenin de ötesinde kahrolarak belirteyim ki, yaşanan gerçekler, ne yazık ki, çoğu zaman bu Yasa’nın buyurduğu gibi değildir, sayın avukatlar. Sizlerin de bildiği gibi her şey ortadadır ve ne yazıktır ki, sayın avukatlar, içinizde HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI şöyle dursun, tam tersine hukukun çarpıtılması için bazı kavramları ve kurumları kötüye kullananmak için çabalayanlar var.

Hem de bunların sayısı, hiç de az değil.

Bu konuda en çarpıcı öneklerden biri şudur, sayın avukatlar: Aranızda müvekkili haksız ise, davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi çarpık, çoğu kez de düşsel ve iftira ağırlıklı olduğundan duruşma yargıcının saygınlığını örseleme pahasına, yargıcın reddi vb. yollarla duruşma süresini uzatmaya kalkışanlar var.

Şimdi, sizlere Avukatlık Yasası’nın yukardaki maddelerini anımsatarak açıkça soruyor, yanıt bekliyorum, sayın avukatlar.

Amacı açıkça ortaya çıkan böylesi iğreti, çirkin bir girişim, hukuksal ilişkilerin düzenlenmesi, hukuksal sorunların ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözülmesi (m. 1) ve HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLANMASI AMAÇLARIYLA (m. 2) yaratılmış AVUKATLIK MESLEĞİNİN KUTSALLIĞIYLA, SAYGINLIĞIYLA, UNVANIYLA, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE, m. 34); HAKSIZ ÖNERİYİ, DAVAYI HAKSIZ BULURSA REDDETMESİ ZORUNLULUĞUYLA BAĞDAŞMAKTA MIDIR, SAYIN AVUKATLAR?

Evet, sizlere açıkça soruyor, mertçe, hukuka uygun yanıtlar bekliyorum,

Yoksa bu yolları bile meşru gören bazılarınız, Avukatlık Yasası’nın bu maddelerini hiç okumuyorlar ya da buna gerek duymuyorlar mı sayın avukatlar?

Unutmayınız ki, sizler, gerektiğinde kişilerin çok gizli bilgilerini, şerefleri pahasına emanet ettikleri sırlarını bilerek yapılan bir mesleği seçmiş bulunmaktasınız. Dolayısıyla bu mesleğin temelinde size ve, sadece hukukçu kimliğinize değil, ahlaksal kişiliğinize de duyulan güven yatmaktadır.

Bu güveni ise asla çiğneyemezsiniz, çiğnememelisiniz de. Aslında çiğnemeye asla hakkınız yoktur, sayın avukatlar. Zira sizlerin dürüst, ciddi ve kişilik sahibi bir insan olduğunuza yalnızca size başvuranlar değil, çevrenizdeki her insan ve özelllikle mahkemeler de kesinlikle inanmak; güvenmek durumunda, hatta zorundadır.

İşte bütün bu nedenlerle, Avukatlık Yasası, mesleğe başladığınız sırada şöyle okunup geçilecek sıradan bir yasa değildir, sayın avukatlar.

Unutmayınız ki, bu Yasa, sizlerinbir tür anayasası, temel  hukukî ve ahlakî  kılavuzunuzdur.

Bu nedenlerle özellikle bu Yasa’nın, sadece hukuki değil, kanımca dile getirdiği ahlaksal buyruklarını da okuyup iyice özümsemeli; bunları hukukun ve adaletin değişmez ilkeleri olarak içtenlikle ve ödünsüz benimsemelisiniz. Çünkü “hukukçu kimlik”iniz ve de “hukukçu kişilik”iniz”, bu Yasa’ya uyacağınıza ilişkin söze ve de şeref değeri üzerine içtiğiniz ANDA ne denli bağlı kalırsanız, o denli güçlü olacak, sizlere de herkes inanacaktır. Zira avukatların hukuka, hukukla bütünleşen meslek ahlakına göre, hukuksal ve de ahlaksal, daha kapsamlı terimle etik yükümlülükleri, yürürlükteki Avukatlık Yasası’nda sağlıklı biçimde yeterince düzenlenmiştir.

Üstelik sizler, asla unutmamalısınız ki, bütün bu yasal ve etik kurallara uyacağınıza ilişkin şerefiniz, evet, en değerli manevi varlığınız olan şerefiniz üzerine ant içerek, çevrenize, yani bütün topluma namus sözü ve güvencesi vermiş bulunmaktasınız.

Demek, sayın avukatlar, her avukat, kesinlikle bir “şerefli insan”dır; şerefli insan olmak, şerefli insan olarak mesleğini yürütmek zorundadır.

Dolayısıyla avukat denilince, ilk akla gelenler, işte bu ahlak yüklü niteliklerdir.

III-KÜRESEL BOYUTLU BİR KAVRAM: ŞEREF

Bu yazıda sık sık “şeref” kavramından söz edilmistir, sayın avukatlar.

Geliniz, hep birlikte bu kavram üzerine de kısaca eğilelim.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insanlar yaratmaktadırlar.

O değerlerin başında gelen "şeref" ise, AİHM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında bütün uygar hukuk dünyasında en yüksek değer olarak benimsenmiştir, sayın avukatlar.

Çünkü şeref, rastgele, sıradan bir kavram değildir. Bütün uygar dünyada her hukuk öznesinin manevi varlığını, tinsel bütünlüğünü anlatan, bu konuda kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, yargılarını sergileyen toplumsal ve bireysel en sağlam ve en yüce bir kavramdır.

Ancak dilimizde, Türkçe’mizde, ne yazık ki, yoktur, bu kavram. Olmadığı için de Arapça’dan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine, hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Nitekim annesinden doğan her İNSAN için, ahlak ve hukuk açısından, Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrasında bu konuda şu değerlendirme yapılmıştır: “İnsanın ŞEREfine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Çünkü ahlakın, dolayısıyla hukukun gözünde anneden doğan her bebek, “şeref”iyle birlikte doğmuştur; dolayısıyla devlet dâhil, ona bebekliğinden başlayarak herkes, her açıdan saygı göstermek zorundadır. 

Peki, nedir bu “şeref”?

Geliniz, sayın avukatlar, bu soruyu birlikte soralım, bu sorunsalın (problematik) üzerine birlikte eğilelim.

Önceden belirteyim ki, bu konuda ilkin eksik ve çok üzücü bir olguyla karşılaşmaktayız!

Çünkü ana dilimizde, Türkçemizde, yukarıda da değinildiği gibi, şeref kavramının karşılığı yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır.

Sorduğum dilciler ise tanım konusunda duraksadılar. 

Bilen, bulan varsa buyursun. En azından bizleri de bu yük ve beklentiden kurtarsın.

Nitekim bu nedenle birkaç yıl önce yayımlanan bir yazımda, Arapça şeref sözcününün yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Selçuk, Sami, "Şeref" sözcüğünün yerine "özsaygı,” t24, 1.6.2021).

Ayrıca bilindiği üzere Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün, övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir.

İşte bu bağlamda Arapçada şeref, eğer kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise "şeref-i zâtî"; konum ve rütbesiyle ilgili ise "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, "şeref-ül mekân bi'l-mekin" sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti de çok düşündürücü olup, her meslek sahibini, özellikle de iddia ya da savunma makamında bulunan sizleri çok ilgilendirmektedir, sayın avukatlar. Çünkü, "oturulan yer, şerefini orada oturandan alır." (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).

Hiç kuşkusuz bu değeri aynı doğrultuda koruyan hukuk öğretisi de, cins (genus) olan şeref kavramını iki türe (species) ayırarak değerlendirmektedir (Erman, Sahir / Özek, Çetin, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1994, n. 330; Ayhan Önder, Şahıslara ve Mala Karşı Cürümler ve Bilişim Alanında Suçlar, İstanbul, 1994, s. 221, 222; Tezcan, Durmuş / Üzülmez, Mustafa / Erdem, Ruhan / Önok, Murat, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2017, s. 566, 567; Koca, Mahmut /Üzülmez, İlhan, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s. 469, 470).

Ayrıca kimi düşünürlerce şeref kavramı ikiye ayrılmaktadır.

Birincisi, kişinin kendi tinsel (manevi) varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan "iç şeref"tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça'dan alınan "izzet-i nefis" sözüdür. Bu sözün karşılığı, Arapçada yukarıda değinilen "şeref-i zâtî"; Batı dillerinde ise, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada "respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio” terimleridir.

İkincisi ise, kişi hakkında başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) "dış şeref" olup Türkçede karşılığı "saygınlık"; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki "haysiyet" ya da "itibar"dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak "réputation, reputation, reputación, reputazione" sözcükleridir.

Biliyor musunuz, sayın avuktlar, bütün bu yaklaşımlar, Batı toplumları açısından çok değerli, çok da geçerlidir?

Çünkü, dünlerde de, bugülerde de, Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında, ancak ahlak anlayışının odağında yer alan "şeref" kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Nitekim Eski Yunan'ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır. (Taner, Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18.)

Bu nedenlerle "sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez" diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen "sorumlu" bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates, ilkelerinden ve şerefinden ömrü boyunca asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığını bilmesine ve söylemesine karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını, her zaman olduğu gibi, görünen ne ise o olan, daha doğrusu olmak gerektiğine inanan bir düşünüre yakışan bir davranışla içmekte hiç duraksamamıştır.

Nitekim Merhum Anday, bu olayı şöyle değerlendirmektedir, sayın avukatlar: "Felsefe" sözcüğü, Yunanca "sevgi" (philia) ve "bilgi / bilgelik" (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmakta, dolayısıyla "bilgi / bilgelik sevgisi" demektir. Bu nedenle Türkçede bu anlamda kullanılan "felsefe" ya da "filosofi" (philosophie) sözcükleri doğrudur. Buna karşılık felsefeci anlamında kullanılıp, "z" harfiyle yazılan "filozof" sözcüğü yanlıştır. Zira Yunanca "zophus" sözcüğü "karanlık" anlamına geldiği için filozof sözcüğü zorunlu olarak "karanlık seven, karanlık sever" anlamına gelmekte, buna karşılık "bilgi seven, bilge sever" anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla doğru sözcük, filozof değil "filosof"tur (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).

Yine Roma'da Stoacı Filosof (Yıldırım, Cemal, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341) Seneca, İmparator Neron'a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman, kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, buna karşılık vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek "Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam" demiştir

Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine karşı bir saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak tarihte çok ağır kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref değeri, “insan saygınlığı” (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, [Tuncay Birkan], İstanbul, 2012, s. 12).

Ayrıca bu konuda aşağıdaki noktaları da asla unutmamak gerekir.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref" ise, yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında yüksek bir değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.

Türk Ceza Yasası da, "şerefe karşı suçlar"ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı biçimde açıklamıştır: "Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır." (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Bütün bu nedenlerle son çözümlemede biz, şeref karşılığı olarak "özsaygı" terimini ve hukuk dilinde "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, "şeref" sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan Latince kökenli "onur" sözcüğünü benimsemiş, bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra "erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün" sözlerine de yer vermiştir. Yazar, "onur" kavramını da şöyle açıklamıştır: "Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık."

Bu açıklama ise, aslında bizce "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" terimlerini de kapsamaktadır. Nitekim Püsküllüoğlu da, "özsaygı" terimini kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: "Kişide, kendi kişiliğini alçaltmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendisini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı" (Püsküllüoğlu, Ali, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).

Daha önceki "onur", "şeref" kavramlarının açıklanmasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu'nun bu son açıklaması, bizce "şeref" sözcüğünün karşılığı olan "özsaygı" teriminin yetkin bir tanımıdır.

Ayrıca bu konuda şunu da eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Biz, Türk Dil Kurumunun "Türkçe Sözlük" ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, "özsaygı" sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyiz. Nitekim TDK, 2013 yılında "selfie" karşılığında önerdiği "özçekim" sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı "Türkçe Sözlük"te de sırasıyla "ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist" sözcüklerinin karşılıkları olan "özbeslenme, özezer, özişler, özsever" sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.

IV- ŞEREF DEĞERİNİ YÜCELTEN VE ÖRSELEYEN DURUŞLAR

A-YÜCELTEN DURUŞLAR: DÜELLO VE BİR İNTİHAR OLAYI

Unutulmamak gerekir ki, sayın avukatlar, şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri ve yaşam hakkı"yla özdeş, zaman zaman da daha yüksek düzeyde sayılmıştır.

Nitekim bu yüzden düello, yüzyıllarca, hatta daha önceleri şeref değerini kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır.

Gerçekten bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir çarpışmadır. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması ise, çok sonraları olmuştur.

İnsana şerefini kurtarması için -dikkat ediniz devlete değil- bir başkasına öldürme yetkisini veren düellonun uzun yüzyıllar meşru, hukuksal sayılması kuşkusuz çok düşündürücüdür.

Sözgelimi, düello Fransa'da 1547'de, İngiltere'de 1819'da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düello, daha sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüştür. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832'de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841'de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857'de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.

Şeref değeriyle ilgili olarak son bir örneği de, izninizle sayın avukatlar, geçen yüzyıldan verelim.

Çünkü sizlerin de kabul edeceğiniz gibi, özünde çok düşündürücü bir örnek, bir dramdır, bu.

Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.

Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan Paris’te bir daire satın almış; ancak dostu kendisinden faiz almayı reddetmişti.

İşte bunu öğrenen bir kesim basın, bu olayı bir tür çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaştıktan sonra da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kendi kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra akşamüstü baygın olarak bulmuşlardı.

Ancak bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy kurtarılamamıştı.

Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ama bu davranışıyla yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtarmış, tarihe de şerefini yaşamının üzerinde tutan bir devlet adamı olarak geçmiştir.

Unutmayınız ki, sayın avukatlar, bütün bu örnekler, Batı dünyasının ahlak anlayışında şeref değerinin yaşam değerinin çok üstünde olduğunu ve de Alman Anayasası’nın neden bu değere ilk maddesinde yer verdiğini herkese kolayca anlatmaktadır.

Özetle Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, başka deyişle insan saygınlığı (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Renucci, Jean François, Droit européen des droits de l'homme, Paris, 2001, s. 1).

En önemlisi, asla unutulmamak gereken ise şudur: Şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri" ya da "yaşam hakkı"yla özdeş sayılmaktadır.

B- ÖRSELEYEN DAVRANIŞLAR: “KALLEŞLİK” VE “İKİYÜZLÜLÜK”

Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan, eylemsel yalana dayanan kalleşlik, ikiyüzlülük, Brutusvari davranış (brutalità), Batıda her dönmede ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman da bağışlanmamıştır, sayın avukatlar.

Bunun en çarpıcı örneği, Sezar'ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus'tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar'ı bağışlamış, ama kalleş, ikiyüzlü Brutus'u asla bağışlamamış, bu türden ahlaka aykırı, arkadan vurarak öldürme gibi tiksindirici canavarca davranışlara (brutualità) dayanan insan ödürme suçlarını daha ağır yaptırımlarla cezalandırmıştır (Selçuk, Sami, Karşılaştırma Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam Öldürme, Yargıtay Dergisi, Ekim 1988; Selçuk, Sami Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415-436).

Gerçekten Doğuda pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler, kurnazlıklar ve iki yüzlülükler zeki ve başarılı olmanın bir gösterisi olarak olarak görülmüştür, çoğu zaman. Batıda ise, bunlar, insanın kendisine ve topluma karşı saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılmış, tarihte en büyük kınamaların konusu olmuştur.

Nitekim bu konuda önemli örneklerden biri şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, kendisinin başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak bencilce ve kalleşçe öldürülmüştür.

Amerikan toplumunun buna tepkisi ise, işte bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konulan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı mertçe ve insanca bulmamış; katil Robert Ford'u bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.

Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında pek çok kitap yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.

Bu açıdan Adorno'nun 7 Mayıs 1963 tarihinde ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler, çok düşündürücüdür, sayın avukatlar: "…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir." (Selçuk, Sami, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).

Sanırım, bu sözler, kurnazlığın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve, ne yazık ki, bizde kurnazlık, çoğu zaman zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur.

İnceleyiniz, lütfen. Doğu toplumlarının saraylarında sultanların, padişahların nabza göre şerbet vererek kendilerini eğlendiren dalkavukları, soytarıları vardır. Buna karşılık Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorsam da, sözgelimi Başkan Einsenhower, Beyaz Saray'da dönemin düşünürlerini, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için sürekli görevlendirmiştir.

İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda "kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle" (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, zamanla bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara da "canavarca duyguyla" diye aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğu için de bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılarak daha ağır cezalandırılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı'dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında da yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303).

Bu arada Schopenhauer'ın "şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur" biçimindeki değerlendirmesi de bizim için elbette çok acımasızdır.

Ancak doğru ise, çok düşündürücüdür de hiç kuşkusuz.

Yine düşündürücü olan bir başka nokta da, Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa, unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan "onur" sözcüğü, Türk diline İtalyancası "onore," olan Fransızcası "honneur" (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Siz siz olan sayın avukatlar, şeref değerinizden asla ödün vermeyin.

Şerefin yitirilmesi çok kolay, ancak kazanılması asla kolay değildir.

Çünkü şeref, bir kez yitirilinci bir daha geri gelmez, gelemez.

C-SOMUT VE OLUMSUZ BİR ÖRNEK: YARGILAMANIN (DURUŞMANIN) UZAMASI İÇİN YARGICIN REDDİ

Bu konuda ilkin Türk uygulamasında çok sık yaşanan, Barolar Birliğinin ve baroların bile üzerinde hiç durmadıkları en çarpıcı öneklerden biri şudur, sayın avukatlar: Açılan davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi hukuk, hatta ahlak dışı, iftira ağırlıklı olduğundan yargıçların saygınlığını da örseleme pahasına başvurulan ve kurumlaşmış gibi görünen bir durum vardır, ülkemizde: YARGICIN REDDİ.

Barolar Birliğinin ve baroların sayın başkanları, yetkili kurulları, başta sizlere soruyorum: Evet, çoğu kez gerçek dışı iddialara, özellikle de davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi ahlak dışı amaçlara dayanan, ayrıca özünde yargıçların şerefini de örseleyen, küçük düşürüp aşağılayan böylesine çarpık bir girişime nasıl olur da gözlerinizi yumar, izin verirsiniz?

Yargıcın reddi gibi bir kurumun, duruşmayı uzatmak için yapıldığı ayan beyan ortaya çıktığı, gerçek dışı olduğu zaman nasıl olur da sıradanlaştırılıp umuru-u âdiyeden sayılabilir?

Lütfen bu konuda hukukun, ahlakın ve bunlara dayanan yasaların seslerine kulak verin, sayın Birlik ve Baro başkanları, yöneticileri.

Ayrıca aynı konuda özet bilgilerin ışığında yaşadığım bir anıya dayanarak, sayın avukatlar, sizlere ve barolara açık ve sade bir soru yöneltmeme izini verin.

1975 yılında Fransa’nın en eski ikinci büyük adliyesinin ve ikinci üniversitesinin kurulduğu Aix-en-Provence mahkemesinde staj yapıyordum.

Cinayet Mahkemesindeydim (la cour d'assises). Jüri üyeleri belirleniyordu.

Günümüzde de geçerli olan Fransız Yargılama Yasası’na göre, mahkeme toplanırken başlangıçta taraflardan biri, jüri adayının adı söylendiğinde “ret” deyince o aday elenmekte, ancak daha sonraları, belli bir noktadan sonra gerekçe gösterilmeksizin adayların elenmesi olanaksız bulunmaktadır.

Duruşmaya ara verildiği sırada mesleğinin ilkelerine çok bağlı olan mahkeme başkanına bunun sakıncalı olup olmadığını anlamak için şu soruyu sormuştum: “Taraflardan biri ya da avukatı, sırf davayı uzatmak yahut da olası hükümlülük kararını geciktirmek, hatta duruşmanın yapılmasını engellemek amacıyla uydurma bir gerekçeye dayanarak ‘ret’ isteğinde bulunur ve de gerçekten duruşmanın yapılmasını engellerse ne olur?”

Mahkeme Başkanı, böyle bir soru karşısında şaşırdığını belirten bir tavırla gözlerimin içine bakmış ve beni sarsan, o günden beri sık sık düşündüren şu unutulmaz yanıtı vermişti: Fransız adalet tarihinde böylesine ahlak dışı bir olayın yaşandığını hiç duymadım.”

Bilmem, siz hukukçular, barolarımızda kayıtlı sayın avukatlar, neler düşünür, neler dersiniz bu konuda?

Evet. Yasalarda bu konuda öngörülen bir para cezası da var, üstelik.

Ancak sadece lokantada yenilen bir yemek parası bu. Çok yetersiz, çok da gülünç.

Sanki sadece günü kurtarmak için öngörülmüş.

Dahası yalana, yani sahte bir olaya dayanılarak yapılan yargıcın reddi gibi bir davranış,  mesleğini yürütürkengörevinin kutsallığına ve unvanına yakışır biçimde özenle, doğrulukla (dürüstlükle), avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun mudur (Avukatlık Yasası, m. 34), kişiliğinin en değerli hazinesi olan şerefi üzerine içtiği yemin ile bağdaşabilir mi, sayın avukatlar!?

Ayrıca şu soruyu da herkese, özellikle de hukukçulara açıkça yöneltiyorum: Böylesine utandırıcı bir yola başvurarak ve de hukuku araç kılıp kötüye kullanarak adaletin ahlak boyutunu yıkan bir avukatın iddia ve savunma mesleğini sürdürmesine göz yumulabilir mi?

Evet. Efendiler, sizlere yalın ve açık bir soru soruyor, bu soruya yine yalın, açık bir yanıt bekliyorum: Özellikle de Barolar, böylesi ahlak dışı davranışlar sergileyen birini, üstelik ahlaki boyutu çok çok yüksek olan hukukun “iddia” ya da “savunma” makamında, “avukatlık” mesleğinin bünyesi içinde tutabilir mi?

Evet. İtiraf ve kabul edelim, hiç unutmayalım ki, "ahlakın olmadığı yerde yasa, hiçbir şey yapamaz" diyen Napoléon, dün de çok haklıydı bu konuda, bugün de.

Umarım, bu soruya verilecek doğru yanıt, yalnızca hukukçuyu, ahlakı ve ahlakçıları değil, herkesi, elbette halkımızı da doyuran bir çözümün başlangıcı olur.

Ahlak ve ahlaka aykırı olmaması gereken hukuk anlayışıma göre, bu konuda benim yanıtım yalındır, açıktır ve şudur, efendiler: Her gün dile getirdiğimiz ahlaka kıyan böyle biri, yargılamanın hiçbir döneminde ve aşamasında asla yer alamaz.

Kesinlikle de yer almamalıdır, efendiler.

Geliniz, kendimize son kez soralım, dürüstçe ve yiğitçe yanıtlayalımHukuku ve adaleti kimler çiğneyip,  kirletiyorlar?

Hiç kuşkusuz, ahlaka ve şereflere dayanan hukuk öğretiminden geçmesine karşın, bilimi dışlayarak, şerefleri üzerine içtikleri antları çiğneyerek,  hukuk konularında yargılar kuranlar, ahkâm kesenler.

Bunları önlemek, eğer devletimiz, otoriter, totaliter bir devlet; toplumumuz da dispotik bir toplum değilseherkesten önce Barolar Birliğinin, baroların, sonra da her hukukçunun görevidir, ödevidir, sayın hukukçular, sayın avukatlar.

(Sürecek…)

Dışişleri’nin DNA’sıyla oynamak -Hasan Göğüş-

Bakanlığa yeni giren bir aday meslek memuru son çıkarılan terfi yönergesi uyarınca büyükelçi olana dek, tam tamına yedi kez sınava girmek zorunda kalacak. Bu sınavların birinde takılıp kalınırsa, ilelebet kâtip veya şube müdürü kalma olasılığı da var. Büyükelçilik emeline erken bir aşamada veda edenlerden artık aynı verimi almak mümkün olmaz, şevkleri kırılır, yeni küskünler ordusu yaratılır

dışişleri bakanlığı

“İlk önce bir gözlem sürecinde bulunuyorum. Yani buranın gerçekten kurumsal olarak dokunulması gereken yerler ne? Geleneksel olarak sabit kalmış, kimliğini oluşturan omurga konular nelerdir? Hangisi devlet maslahatıyla uyuşuyor, hangisi kendisini fazla kutsarken devleti önemsemiyor? Onları yakından gözledikten sonra köklü bir reforma başlıyoruz. Dolayısıyla çok yoğun bir çalışma yapmamız gerekiyor, sistematik bir şekilde sürekli reform, sürekli kesintisiz bir değişim içerisinde olmamız gerekiyor.”

Yukarıdaki bu sözler, 20 Aralık 2023 tarihinde, “TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu”nda Dışişleri Bakanlığı’nın bütçesinin görüşülmesi sırasında söz alan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a ait. Geçtiğimiz ay koltuğunda iki yılını tamamlayan Bakan Fidan, bu süre zarfında belki Kıbrıs sorununu çözemedi, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokamadı ama “Dışişleri’nde sürekli reform, kesintisiz değişim” sözlerini ziyadesiyle yerine getirdi.

İşe geçen yıl 1 Mart’ta, Dışişleri Bakanlığı’nın teşkilat yapılanmasına ilişkin 1 no’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde gerçekleştirilen köklü değişikliklerle başlanıldı. Bu çerçevede genel müdürlüklerin sayıları 14’ten 38’e çıkarılarak bir anlamda “genel müdür” seviyesinde masa sistemine geçildi. Ardından 6 Nisan’da sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa giriş kolaylaştırıldı. Sınavlarda geçer not 70’den 60’a çekildi. Yabancı dilden Türkçeye çeviri sınavı hepten kaldırıldı. Sınav Komisyonu’na Bakanlık dışından diğer kurumlardan temsilci alınmasına olanak tanındı. Son olarak da bu yıl 13 Haziran’da “Bakan oluru”yla yayınlanan bir yönerge ile kariyer memurlarının terfilerinde çok tartışılacak yeni esaslar getirildi.

Yeni terfi yönergesi neler getiriyor?

“Diplomatik Kariyer Memurlarının Şube Müdürlüğü, Daire Başkanlığı ve Diğer Unvanlara Terfi Usul ve Esaslarına İlişkin Yönerge” başlığı taşıyan yeni düzenleme, son dönemde senede iki kez açılan sınavlarla 100’ün üzerinde alınan diplomatları, “büyükelçi yapmadan nasıl eleriz?” felsefesine dayanıyor. “İhtiyaç var” gerekçesiyle giriş sınavlarında seviye düşürüp çok sayıda memur alınınca, böyle bir sonuçla karşılaşmak kaçınılmaz oluyor.

Harp okulundan mezun olan her subayın gönlünde nasıl general olmak yatarsa, Dışişleri Bakanlığı’na giren her kariyer memurunun hedefi de büyükelçi olabilmektir. Esasen Türkiye’nin en ciddi ve en zor sınavlarını geçerek bakanlığa alınan diplomatlar, başkatip olurken bir sınava daha tabi tutulurlar. Başkatiplik imtihanlarını başarıyla geçen herkes, belirli sürelerde hizmet verdikten sonra olumsuz sicil almadıkları veya çok büyük bir hata yapmadıkları takdirde, sırasıyla şube müdürü ve daire başkanlığına kadar yükselirler. Bu şekilde büyükelçilik beklentisi içerisinde, kariyerlerinin sonuna kadar özveriyle çalışmaya devam ederler.

Yeni yönerge ile Dışişleri’nde her kademede terfi ilke itibarıyla sözlü sınav (mülakat) esasına bağlanmış. Sınava girebilmek için önceden başvuruda bulunmak gerekiyor. Başvurular belirli puanlara dayandırılan kriterlere göre idare tarafından değerlendirilerek neticelendiriliyor. Bakanlığa yeni giren bir aday meslek memuru yeni yönerge uyarınca büyükelçi olana dek, meslek içi eğitim için katılacakları akademi sonundaki sınavlar da dahil edilirse, yanlış saymadıysam tam tamına yedi kez sınava girmek zorunda kalacak. Bu sınavların birinde takılıp kalınırsa, ilelebet kâtip veya şube müdürü kalma olasılığı da var. Büyükelçilik emeline erken bir aşamada veda edenlerden artık aynı verimi almak mümkün olmaz, şevkleri kırılır, yeni bir küskünler ordusu yaratılır.

Yeni yönergede getirilen yeniliklerden biri de, ikinci bir yabancı dil öğrenilmesinin, yüksek lisans ve doktora çalışmalarının, akademik yayın yapılmasının terfilerde dikkate alınarak teşvik edilmesi. İlk bakışta bu uygulamalar kulağa hoş geliyor. Ama diplomasi ve akademik kariyer iki ayrı kulvardır. Diplomatlık kapalı mekanlarda okuyup yazarak değil, usta çırak ilişkisi içerisinde alanda çalışarak, sorunlarla boğuşarak geliştirilir. Rahmetli büyükelçilerimden Kamran İnan, Cenevre’de Daimi Temsilcilik binasında dolaşırken, odasında oturan birini gördüğünde, “Üstadım, burada ne işiniz var? Siz hâlâ ‘kançılarya diplomasisi’nden kurtulamamışsınız” diye fırçalardı.

Olumlu uygulamalar da yok değil     

Aslında herhangi bir mevzuat değişikliğine gitmeden de uygulamada iyileştirmeler yapmak her zaman mümkün. Bakan Fidan’ın istikbal vaat eden iyi memurları genç yaşta başkonsolos yapmak veya medeni olarak nitelenen ülkelerdeki kalabalık dış temsilcilikler yerine, kendilerini gösterebilecekleri zor görev yerlerine atama, buna karşılık başkonsolosluklara mesleklerinin sonuna yaklaşan büyükelçileri tayin etme, aynı şekilde kadro yetersizliği nedeniyle merkezde evde oturmak zorunda bırakılan büyükelçileri yeniden aktif görevlere getirme tercihleri, zamanında Bakanlık komisyonu toplantılarında benim de savunduğum doğru uygulamalar. Hafta içerisinde tekemmül ettirilen meslek memurlarının son tayin kararnamesinde, büyükelçilerin başkonsolos atanması uygulamasına devam edildiği görülüyor.

Hakan Fidan’ın Dışişleri’ne yapabileceği en büyük iyilik ise hiç şüphesiz halen yedi ayrı yerde hizmet veren Bakanlığa yeni bir bina kazandırmak olacaktır. Bildiğim kadarıyla yılan hikayesine dönen bu projede hâlâ temel atılabilmiş değil.

Dışişleri Bakanlığı gerek çalışan personeli gerek teşkilat yapısı ve işleyişi itibarıyla diğer bakanlıklardan farklıdır. Başka bakanlık ve kurumlardan esinlenerek  gerçekleştirilen mevzuat değişiklikleri, korkarım Dışişleri’ne faydadan çok zarar getirebilir.

                                                               /././

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Temmuz 2025-

MİT ajanları nasıl deşifre oldu?-Tolga Şardan- Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargıl...