CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te
CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresinin TBMM’de olduğu öğrenildi.
14 Mayıs 2023 seçimlerindeki Altılı Masa sürecinde CHP'nin desteğiyle Gelecek Partisi'nden milletvekili seçilen ancak daha sonra AKP'ye geçen Antalya Milletvekili Serap Yazıcı Özbudun'un Anayasa Komisyonu Başkanı olarak imzaladığı metin CHP Grup Başkanlığı’na sunuldu. Metinde şu ifadeler yer alıyor:
“İlgi yazınızda 28’inci Yasama Döneminde Karma Komisyon Başkanlığı’na intikal etmiş, Siyasi Parti Grubunuza mensup milletvekillerinin yasama dokunulmazlıkları hakkındaki tezkerelere ilişkin; milletvekillerinin adı, dosya numarası, iddia mercii ve suç isnadı bilgilerini içeren listeninin grubunuza verilmesi talep edilmektedir.
Bu kapsamda söz konusu dosyalar üzerinde yapılan inceleme neticesinde 3.07.2025 tarihi itibarıyla, grubunuza üye 61 milletvekiline ait 240 adet yasama dokunulmazlığının kaldırılması hakkında cumhurbaşkanlığı tezkeresinin mevcut olduğu tespit edilmiş olup ekli listede söz konusu dosyalara ilişkin bilgiler sunulmuştur.”
CHP'den tepki: ‘Müesses nizam’ şahane, öyle değil mi?
CHP’li Gökhan Günaydın X’te 61 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması için verilen cumhurbaşkanlığı tezkeresiyle ilgili şunları söyledi:
“Türkiye’nin birinci partisi CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresi TBMM’de..
Cumhurbaşkanı aynı zamanda Türkiye’nin ikinci partisi AKP’nin Genel Başkanı… ‘Müesses nizam’ şahane, öyle değil mi?”
***
Mutlak gücün tahkimi için yerel yönetimlerin ele geçirilmesi -Mustafa Durmuş-
Türkiye’de mutlak bir diktatörlüğün inşa süreci, faşizmin ana vatanı İtalya’da yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle birlikte başlayan faşizmin inşası süreciyle birebir aynı yürümüyor olabilir. Çünkü 22 yıllık AKP iktidarı yukarıdan aşağıya özellikle de kendisine bağımlı kıldığı yargıyı kullanarak belediyeleri ele geçiriyor.
-İktidar Bloku belediyelere yönelik baskısını neden iyiden iyiye artırdı?
-Belediyelere yönelik bu saldırıların ve ardından gelen tutuklamaların sonu nereye varacak?
-Şu ana kadar pek çok belediye ile iş yapmış bir itirafçı muhbir iş insanının CHP’li belediyelerde rüşvet, yolsuzluk ve ihaleye fesat karıştırıldığına dönük iddialarını temel alarak sürdürülen bu operasyonlar toplumun büyük bir kısmı tarafından neden haklı ve meşru görülmüyor?
Son sorudan başlayalım. İstanbul, İzmir, Adana, Antalya büyük şehir belediyeleri, Türkiye’nin en büyük bütçelerine sahip belediyeler. Her birinin bütçesi birçok küçük bakanlığın ve kamu kurumunun toplam bütçesinden daha fazla.
Büyük miktarda paranın döndüğü yerde yolsuzluklar olabiliyor!
Dünyanın neresinde olursa olsun, neo-liberalizm altında, milyarlarca liralık paranın döndüğü, devasa boyutlardaki projelerin gerçekleştirildiği, alım-satım ihalelerinin yapıldığı, buna karşılık etkin denetlemelerin yapılmadığı ciddi bir ahlaki aşınmaya uğramış her kurumda bu tür yolsuzluklar, usulsüzlükler ve rüşvet gibi kamuyu zarara sokan fiiller gerçekleşebilir ve gerçekleşiyor da. Nitekim Türkiye’nin Küresel Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde 36 puan ile en fazla yolsuzluklara bulaşmış ülkeler arasında sayılması bir tesadüf değil.
Çifte değil üçlü standart!
Belediyeler ve kamu kuruluşlarındaki yolsuzluk iddiaları 22 yıl öncesinde de vardı, bugün de var. Ancak konuyu sadece CHP’li belediyelerle sınırlandırıp, yolsuzlukları ayyuka çıkmış bazı AKP’li eski ve yeni belediye yönetimler ile ilgili olarak merkezi yönetim tarafından ya da doğrudan mahkemelerce tek bir soruşturmanın ya da davanın dahi açılmaması, bu operasyonların kamu yararını korumak adına yapıldığı iddiasını çürütüyor.
Çünkü önümüzde bir Ankara Büyükşehir eski belediye başkanı İ. Melih Gökçek örneği ve bazı bakanlar var ki bunlara ilişkin sayısız ciddi iddia söz konusu iken bunlara hala dokunulabilmiş değil. Bu da operasyonları yapanların gerçek niyetinin yolsuzlukla mücadele ya da kamu yararını korumak olmadığını göstermeye yetiyor.
Ayrıca şu ana kadar operasyon yapılarak yönetimlerine kayyum atanan çok sayıda DEM Partili (eski HDP’li) hiçbir belediyede rüşvet ya da yolsuzlukların gerekçe olarak gösterilememesi, bunun yerine genel geçer bir soyut terör ile ilişkilendirme çabaları da iktidarın argümanlarını zayıflatıyor.
Neden 1: Para ve kaynağa el koymak!
O halde bu operasyonların ilk elden amacının iktisadi olduğunu söyleyebiliriz. İktidarı kontrol eden bazı sermaye çevreleri, çıkar grupları, siyasetçiler ve devletin bir kanadı bu kaynaklara eskisi gibi el koymak istiyor ya da geri almak istiyor olabilir. Son yıllarda kesilen hortumları yeniden kendilerine bağlamak hem ekonomik hem de siyasal olarak hep arzu ettikleri bir şey olsa gerek.
Öyle ya sayıları on binleri bulan irili ufaklı müteahhide, tedarikçiye, bazı cemaatlerin üyelerine tekrar kaynak aktarıp onları çeperde tutmak gerekiyor. Aynı zamanda da iyice yoksullaştırılmış halka makarna, kömür dağıtarak al gülüm ver gülüm” siyasetini tekrar canlandırmak ve böylece iktidarlarını sürdürmek istiyor olabilirler.
Neden 2: Gücü tek elde toplamak!
İkinci neden ise en az ilki kadar tehlikeli. Çünkü ülkeyi yönetenlerin ülkeyi siyasal ve sosyoekonomik olarak nereye sürüklemek istedikleriyle ilgili bir durum: Otoriter bir rejimden mutlak bir diktatörlüğe.
Bu ikinci nedeni biraz açalım, bunun için de 100 yıl kadar önceye gidelim.
Yıl 1921 aylardan Kasım ayı. İtalya’da, meclis üyelerinin büyük çoğunluğu sosyalistlerden oluşan Bolonya Belediye Meclisine, faşist “Kara Gömlekliler” tarafından bir saldırı gerçekleştirilir. Sosyalistler ve sendikalar yeterli bir direniş gösteremeyince, faşistler hızla kırsala doğru yayılırlar ve bu kez sosyalist çiftçi birliklerine saldırırlar. Sonuç olarak, 59 halkevini (case del popola), 119 toplantı mekanını, 107 kooperatifi, 83 köylü ligini ve 141 sosyalist merkezi tahrip ederken, altı ay içinde 100’ün üstünde insanı öldürüp binlercesini yaralarlar ve sosyalist belediyelerin yönetimlerine el koyarlar. Ele geçirilen belediyeler arasında Bolonya ve Geneva gibi büyük şehirler de vardır. (1)
Faşizm sivil toplumun üzerinde devletin mutlak gücüdür!
Faşizm sözcüğü İtalyanca bir sözcük olan ‘fascio’dan geliyor. Bu, kabaca, “grup”, “birlik” demektir. Faşizmin kurucusu ve isim babası olan Mussolini bu sözcüğü daha da geliştirdi ve onu “birey ve tüm grupların üzerinde mutlak bir devlet gücü” anlamında kullandı. Böylece faşizmin İtalyan dilindeki anlamı “devletin her şeyin üstünde olması” demektir. (2)
Nitekim hem İtalya’da hem de Almanya’da faşist partilerin kitleselleştikten sonraki ilk hedefleri yerel yönetimler, işçi sınıfı, sendikalar ve siyasal partiler oldu. İktidar olduklarında ise sınıfa ve onun yanında yer alanlara en ağır zulmü uyguladılar.
Korporatizmin çağdaş örneği Kamu Çerçeve Protokolü
Faşizm altında “korporatizm”, yeni bir sözde ulusal uzlaşının ve uyumun yaratılmasının yolu olarak meşrulaştırılır. Böylece, sınıf çatışması başta olmak üzere, toplumsal bütünlüğe zarar verecek her türlü dışsal mikrop yok edilmiş olur.
Bunun günümüzdeki örneklerinden biri Türkiye’de bir süredir kamu işçilerinin toplu iş sözleşmeleriyle ilgili olarak sendikalara dayatılan Kamu Çerçeve Protokolü’dür. (KÇP) Bu protokolle sendikaların özgürce toplu iş sözleşmesi (TİS) yapma imkânı ellerinden alındı. TİS, sendikaların yerine konfederasyonları TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ ile işveren temsilcisi konumundaki TÜHİS arasında yapılmaya başlandı. İktidar da (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı aracılığıyla) sözde bir tarafsız arabulucu olarak süreci kontrol ediyor. Bugün ülkede gelinen nokta ise 4-d’li 600 bin işçiye yapılacak zammı belirleyecek olan bu protokolün dahi uygulanmamasıdır. Bu yüzden de sendikalar eylem ve grev kararı almak durumunda kaldılar.
Resmi olarak faşizmin 23 Mart 1919 tarihinde Milan’da doğduğu kabul ediliyor. 100’ü aşkın savaş gazisi, savaşı destekleyen sendikacı, fütürist, entelektüel, bazı gazeteciler ve bir kısım meraklı kitle Milan Sanayi ve Ticaret Birliği’nde toplanır ve milliyetçiliğe karşı olduğu gerekçesiyle sosyalizme savaş açtıklarını ilan ederler. Mussolini bu hareketi “Mücadele Kardeşliği” anlamına gelen “Fasci di Combattimento” olarak adlandırır.
Faşizm, ilerici gibi gözüken söylemlerde bulunabilir!
Mussolini’nin iki ay sonra açıkladığı programı ‘gazilerin vatanseverliği’ ve radikal sosyal deneyimlerin bileşiminden oluşan bir tür ‘nasyonal sosyalizm’dir. Milliyetçilik tarafında; Balkanlar ve Akdeniz’de yayılmacılık özlemleri, radikal tarafta ise kadın ezilmişliğine son verilmesi, 18 yaş için oy hakkı tanınması, 8 saatlik işgünü uygulaması, monarşik yeni bir anayasa yapılması, sermayenin teknik yönetimine işçilerin katılımı, sermayenin ağır vergilendirilmesi, savaşta elde edilen kârların yüzde 85’ine ve bazı kilise mallarına el konulması talep edilir. (3)
Ancak radikal taleplerin çok büyük bir kısmından faşizmin iktidarı ile birlikte vaz geçildi. Böyle bir inkâr bugün için de geçerlidir. İç cephesinin konsolide edilmesinin ardından devlet barış konusunda verdiği sözleri yerine getirmeyebilir.
İtalya 20. yüzyılın başlarında da federatif bir devletti ve eyaletlerden oluşuyordu. Faşistlerin eyaletlerdeki iktidarları (bölgesel iktidarları) ele geçirmesi ise üç aşamada gerçekleşti: (i) İşçi örgütleri dağıtıldı. (ii) Yerel sermaye örgütlerinin desteğiyle korporatif ulusal sendikalar gibi faşist ekonomik örgütler kuruldu. (iii) Eyaletlerin siyaset kurumları ele geçirildi.
Bu ele geçirmeleri ‘Ras’lar yönetti. Bunlar faşist çeteler ve onların liderleriydi. Sonuçta toplamda 18 ayda 69 yerel yönetimin 26’sı henüz Mussolini iktidar olmadan önce faşistlerin eline geçmişti. Ras’lar hızlıca kendi tiranlıklarını kurdular. (Ancak bu yerel-bölgesel faşist örgütlenme, 1925-1928 arasında Mussolini tarafından dağıtıldı). (4)
Kuzey ve Orta İtalya’daki köylüler büyük toprak sahipleri ile karşı karşıya kaldıklarında faşistler büyük toprak sahiplerinin yanında yer alarak onların gelecekteki desteklerini almayı başardılar. Böylece faşizm yerelde gücü ele geçirerek işe başladı denilebilir (1922’den önce). İç savaş parlamenter düzeni iyice zora sokunca Mussolini bunu bir fırsata çevirdi ve ‘Roma’ya Yürüyüş’ü gerçekleştirdi (Ekim 1922). Ardından da Hükümet ortağı oldu.
Mussolini bu yürüyüş sonrasında iktidarı istedi, yoksa zorla alacağını duyurdu. Sol ve sosyal demokratlar (Halk Partisi) bölünmüştü, faşizmin yükselişini durdurma konusunda herhangi bir çözüm üretemediler.
Sonuç olarak
Türkiye’de mutlak bir diktatörlüğün inşa süreci, faşizmin ana vatanı İtalya’da yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle birlikte başlayan faşizmin inşası süreciyle birebir aynı yürümüyor olabilir. Çünkü 22 yıllık AKP iktidarı yukarıdan aşağıya özellikle de kendisine bağımlı kıldığı yargıyı kullanarak belediyeleri ele geçiriyor.
Buna rağmen her ikisinin ortak yanı mutlak gücün önündeki en büyük engellerden en önemlilerinin yerel yönetimler, işçi sendikaları ve siyasal partiler olması. Nitekim geçmişte HDP’nin kapatılması için yapılan yargısal baskılara paralel bir biçimde, bugün CHP’ye kayyum atanmaya çalışılıyor.
Uzun zamandır sınıf sendikacılığından kopartılmış olan ve neo-liberalizme uygun bir biçimde promosyon sendikacılığına ve büyük paraların döndüğü bir tür nakit işletmelere döndürülen sendikalar bir süre sonra sahip oldukları çekici nakitleri ve mal varlıklarıyla rejimin ve çıkar gruplarının hedefi olabilirler.
Özcesi, yerel yönetimlerin ve sivil toplumun gücünün farkında olan iktidar ve sermaye kesimi buraları da ele geçirerek hem yeni maddi kaynaklara sahip olmak hem de gücü tek elde toplayarak dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyor.
Dip notlar:
(1) https://www.marxists.org/history/etol/writers/bambery/1993/xx/fascism (6 Temmuz 2025).
(2) The Bourgeois Origins of Fascist Repression: On Robert Paxton’s The Anatomy of Fascism, http://sdonline.org (8 March 2011).
(3) http://eu.eot.su/italian-fascism-path-towards-seizure-of-power (22 October 2025).
(4) Steven C. Hughes, The Making of Fascism: Class, State, and Counter-Revolution, Italy 1919-1922 (review), Journal of Social History, George Mason University Press, Volume 36, Number 3, Spring 2003, s. 819-821.
/././
Amerikan iç savaşı klimalardan çıkabilir -Eray Özer-
Tabii ki mübalağa ediyorum lakin Trump’ın yenilenebilir enerjinin önünü kesen kararları ülkeyi fena karıştırdı. Elon Musk-Trump kavgası hortladı, enerji piyasaları allak bullak oldu. Uzmanlar birkaç yıl sonra bu sezonki gibi aşırı sıcak bir yaz mevsiminde sıradan vatandaşın klimalarını çalıştıramama tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor.
NOT: Bundan böyle sizlere pazartesi günü bir değil, birden çok konudan bahsedeceğim bir formatta yazacağım. Bizim meslekte “parçalı” dedikleri türden… Böylece -en yakın arkadaşlarım dahil- “iyi yazıyorsun, hoş yazıyorsun ama bazen çok uzun yazıyorsun” diyenler de rahata ermiş olacak. J (Ama uzun yazıları da tamamen bırakmayacağım, çünkü hakikat zahmetlidir, emek ister. Unutmayalım.)
ABD’de Trump-Elon Musk kavgasında ikinci tur yaşanıyor, duymuşsunuzdur.
Hatta Musk çıldırdı, X’te anketler yapmaya başladı. “Amerika Partisi’ni kuruyorum” filan diyor.
Kavganın hortlamasının sebebi Biden döneminde temiz enerjiye uygulanan sübvansiyonun, vergi indirimlerinin Trump yönetimi tarafından kaldırılmış olması.
ABD Başkanı kararın gerekçesini açıklarken rüzgar tribünleri ve güneş panellerini “çirkin bulduğunu” ifade etti. Gözüne batıyormuş. O yüzden mis gibi petrol, kayaları parçalayarak çıkardıkları doğalgaz ve şimdi yeniden değerli maden statüsüne aldıkları kömüre yöneleceklermiş.
İnanılır gibi değil!
Büyük indirimler eşliğinde batarya üretimine yönelen Musk’ın Tesla’sı da bu karardan nasibini alıyor tabii.
Musk’ın siyasi tavır alması ve Trump’a bağımlı bir pozisyonu benimsemesi nedeniyle satışları düşen marka, bir de üstüne en güvendiği dağlara kar yağınca iyice zora girdi.
Bu tür şirketlerde kim olursanız olun yönetim kuruluna ve ortaklara kararlarınızın hesabını vermek zorundasınız.
Ortaklar Trump’a verilen desteğin ileride işlerine yarayacağını göz önüne alarak Musk’a karşı cephe almamıştı ama bundan sonra işler değişebilir.
Baksanıza, Trump eski kankasına açıktan “Çok bırbır edersen Güney Afrika’ya yollarım seni valla” diyerek gözdağı vermekten geri durmadı bile.
Bir de tabii meselenin enerji boyutu var.
OpenAI, Meta, Google gibi şirketler ve onların devasa veri merkezleri deli gibi enerji tüketiyorlar.
Hele de bu yapay zeka meselelerinden sonra…
Şöyle örnekleyeyim: 2018’de bu tür veri merkezlerinin elektrik tüketimi ABD’nin yıllık toplam tüketiminin yüzde 1,9’una denk geliyorken bu oranın 2028’de yüzde 6,7’ye yükselmesi bekleniyor.
İşin acayip yanı Trump’ın beğenmediği bu yenilenebilir enerji yatırımlarının büyük kısmı Cumhuriyetçi eyaletlerde yer alıyor.
Buralarda elektrik fiyatları tavan yapacağı gibi ileride, şu an yaşanana benzer bir sıcak yaz sezonunda, sıradan Amerikalı klimasını çalıştıramayabilir.
Zira uzmanlar yeni yatırım yapılacak bir doğalgaz yahut termik santralin beş yıldan önceye yetişmeyeceğini söylüyor.
Ve ben size söyleyeyim: ABD’de kimse hükümet göçmenleri sınır dışı ediyor yahut ırkçılık yapıyor diye gık demez ama o klimalar çalışmazsa mesele iç savaşa kadar gidebilir.
Gidenler bilir. Her santimetrekareyi 16 dereceye kadar soğutmazsa içi rahat etmeyen bir milletten bahsediyoruz.
Demedi demeyin.
***
Bir Amerikan distopyası: Timsahlı Alcatraz
Trumpgillerden bir mevzu daha…
Alligator Alcatraz, yani “Timsah Alcatraz”. Nasıl isim? “ABD’de hapishane ambiyanslı bir hayvanat bahçesi açıldı, ismi de bu oldu” desem hiç garipsemez, hatta “Eeee, haber bunun neresinde” dersiniz.
Ama bu bir hayvanat bahçesi değil. Bir mülteci/göçmen kampı!
Evet, yanlış duymadınız. Trump hazretlerinin son marifeti, Florida’da, kendi malikanesine yaklaşık 80 km mesafede 3 bin kişilik bir toplama merkezi kurmak oldu. Kamp, Everglades diye anılan sulak bir alanda olduğu (kaçmanın imkansızlığıyla meşhur Alcatraz Hapishanesi bir adadaydı) ve etrafı gerçekten timsahlarla çevrildiğinden Florida Valisi DeSantis bu ismi vermeyi uygun görmüş! Tabelasını bile yapmışlar.
Vali kaçanın timsahlara yem olacağını gazetecilere göğsünü gere gere anlattı.
Pes! Daha neler göreceğiz bakalım.
***
Bugün günlerden Ayşe Barım!
Daha önce de yazdım. Ayşe Barım’ı hiç tanımıyorum. Görmedim, konuşmadım. Lakin onun için çok üzülüyorum. Çok yalnız bırakılmış geliyor bana. Silivri’den haber getiren herkes sağlığının ne kadar kötü olduğunu anlatıyor.
Son olarak dokuz kişilik bir doktor heyeti Barım’ın kalp ve beyin rahatsızlıklarını sıraladı. O kadar çok hastalığı var ki… Bugünkü duruşmasında bu rapor hakimin önüne gelecek ve bir karar verilecek.
İçeride yaşamını yitirmesi kimseye bir şey kazandırmaz. Ayşe Barım’ı sevenler kahrolur, bir kez daha ülke kaybeder, biz kaybederiz. Bırakalım evinde geçirsin yargılanma sürecini. Yargı süreci cezaya, ceza ise Allah gecinden versin bir ölüm vakasına dönüşmesin. Umarım Ayşe Hanım’ı yargılayanlar bunu göz önüne alırlar.
***
Rezilsin be FIFA!
FIFA Kulüpler Dünya Kupası’nda önceki akşam Bayern Münih’in en beğendiğim oyuncusu Musiala, Paris Saint Germain kalecisiyle girdiği pozisyonda ayağını kırdı.
22 yaşında ve kariyerinin başında. Ayak kırılması diğer sakatlıklar gibi değil. Yaşı nedeniyle toparlanabilir tabii ama geri dönülmesi çok zor bir sakatlık.
Futbolcular, teknik direktörler defalarca söyledi: Bu kadar çok maç yapmayı kaldıramıyoruz. Bu turnuva bizi çok zorlayacak.
Dinleyen kim?
FIFA Başkanı Infantino, ABD’de insanların sokağa çıkmasının hayati tehlike arz ettiği sıcaklıklarda bu çocukları insanüstü bir performans göstermeye mecbur etti.
Niye? Milyon dolarlık destek aldığı Suudi kulüpleri yalandan bir turnuvayla uluslararası görünürlük elde etsin diye.
Sonuç: 22 yaşında dünyanın en yetenekli futbolcularından biri belki de bir daha asla aynı seviyede futbol oynayamayacak.
Kulüpler Dünya Kupası çökmeye yüz tutan finans kapitalin hayali endüstrilerle kendini ayakta tutmaya çalışma çabasının son ve en rezil örneklerinden biri.
Lakin ne yazık ki, örgütlenemeyen tüm beyaz yakalılar gibi futbolcular ve teknik ekipler de bu zulme karşı hep birlikte tepki vermeyi beceremiyor. Oysa yapmaları gereken “Yemişim turnuvanızı” deyip, Musiala’nın ayağı kırıldığı anda tüm takımları turnuvadan çekmekti.
Bana kimse “Ama tazminatlar var” demesin. Infantino Efendi ve FIFA’yla bir hukuk hesaplaşması olacaksa sadece tahkim mahkemeleri değil insan hakları mahkemeleri de girerdi bu defa devreye.
Ben kendi adıma protesto ediyor ve turnuvanın kalan maçlarını izlemiyorum.
/././
Belediyelerin mahrum bırakıldığı bazı vergisel kolaylıkların süresi uzatılacak mı?-Murat Batı-
Belediyelerin tekrar CHP tarafından kazanılmasıyla birlikte özellikle o bölgelerde alınması gereken bazı gelirlere uygulanan istisna ve muafiyetlerin (kolaylıkların) süresi, 31 Aralık 2025’e uzatılmıştı. Bu siyasi atmosfer baz alınırsa tekrar uzatılır mı?
CHP yönetiminde olan belediyelerin başkan ve yöneticileriyle alakalı gözaltı ve tutuklamalar bu hafta sonu da vardı. Gözaltı ve tutuklamalar durur mu yoksa devam mı eder? bunu zaman gösterecek.
Ancak bazı belediyelerin en son seçimlerle CHP’ye geçmesiyle ve özellikle Akdeniz ve Ege’de bulunan belediyelerin tekrar CHP tarafından kazanılmasıyla birlikte özellikle o bölgelerde alınması gereken bazı gelirlere uygulanan istisna ve muafiyetlerin (kolaylıkların) süresi, 31 Aralık 2025’e uzatılmıştı. Bu siyasi atmosfer baz alınırsa tekrar uzatılır mı? Gelin hep birlikte değerlendirelim…
Nedir bu kolaylıklar?
6 Aralık 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6360 sayılı Kanun ile köyden mahalleye dönüşen yerlerden alınması gereken emlak vergisi ile Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken bir kısım vergi, harç ve katılma paylarının 31 Aralık 2022’ye kadar alınmaması sağlanmıştı.
Bu düzenleme ile vergisel kolaylık getirilmesindeki ana amaç mahalleye dönüşen köylerin belediye hizmetlerinden tam olarak yararlanamayacakları için 31 Aralık 2022’ye kadar belediye gelirlerinden feragat edilmesiydi. O dönem ve kısıtlı süre için oldukça makul bir gerekçeydi bu.
Alın(a)mayan bu vergi ve harçlar şunlardır; emlak vergisi, eğlence vergisi, haberleşme vergisi, elektrik ve hava gazı tüketim vergisi, yangın sigortası vergisi, çevre temizlik vergisi, işgal harcı, tatil günlerinde çalışma ruhsatı harcı, kaynak suları harcı, tellallık harcı, hayvan kesimi muayene ve denetleme harcı, ölçü ve tartı aletleri muayene harcı, bina inşaat harcı, kayıt ve suret harcı, altyapı kazı izin harcı, imar ile ilgili harçlar, işyeri açma izin harcı, muayene, ruhsat ve rapor harcı, sağlık belgesi harcı ve harcamalara katılma paylarından oluşmaktadır.
Yani belediyeler, 6 adet vergi, 13 adet harç ve 1 adet katılma payından bu süre zarfında mahrum kaldı.
Ayrıca bu yerlerde içme ve kullanma suyu tarifesi de diğer yerlerde belirlenen tarifenin dörtte biri oranında alınacaktı. Yani 100 TL’lik su kullanım faturası, bu yerlerde 25 TL olarak ödenecekti. Böylece bu yerlere büyük oteller ve iş yerleri vs kurulacak ve 2022 yılı sonuna kadar da mis gibi bu vergi ve harçlar ödenmeyecekti. Nitekim öyle de oldu….
Süre 2025’e uzatıldı…
Ancak gel gör ki af kanunu olarak bilinen 7440 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 31 Aralık 2022’de uygulama süresi sona eren bu düzenleme, 31 Aralık 2025’e kadar uzatıldı. Yani bu durumda olan otel ve tesisler üç yıl daha bu vergisel kolaylıktan yararlanılsın istendi.
7440 sayılı Kanun m.23 ise aynen şu şekildedir “12/11/2012 tarihli ve 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun geçici 1 inci maddesinin onbeşinci ve yirmidokuzuncu fıkralarında yer alan “31/12/2022” ibareleri “31/12/2025” şeklinde değiştirilmiştir.”
Ve dolayısıyla özellikle muhalefetin elinde olan Ege ve Akdeniz’in bu eşsiz koylarının bulunduğu belediyeler bu gelirden mahrum bırakılmış oldu.
Bu yerlerde bulunan bir belediyenin kendine bağlı bu bölgelerden 2023 yılında almayı planladığı gelir yaklaşık olarak 150-300 milyon TL civarındaydı. 2025 yılında ise sanıyorum 300-500 milyon lira civarındadır. Bir belediye için tutar bu ise başka belediyelerin de yaklaşık aynı miktarda gelir tahsil etme hedefinin olduğu düşünüldüğünde yürürlüğe giren bu madde ile belediyeler 2023, 2024 ve 2025 yıllarında bu gelirlerden mahrum kaldı.
Bodrum, Datça, Çeşme, Kaş ve doğası müthiş muadil bölgelerin bakir alanlarına kurulan devasa otel ve tesisler bir üç yıl daha hem yukarıda saydığım vergileri ödemedi hem de kullanılan suyu yüzde 75 eksik ödediler.
Asıl soru şu: süre tekrardan uzar mı?
7440 sayılı Kanun ile bu vergisel kolaylıkların uygulanma süresi 31.12.2025 olarak uzatılmıştı. Peki tekrar uzar mı? sorusuna cevap bulmak gerekmektedir. Şu an Meclise sunulan kanun tekliflerinin hiçbirinde buna ilişkin bir madde yok. Ancak Eylül, Ekim gibi Meclise sunulacak yeni kanun tekliflerinin birine bu sürenin uzayacağına ilişkin bir madde sıkıştırılır mı? Ben ihtimal dahilinde görüyorum. Neticede bu gelirler belediyelere gidiyor. Neden olmasın değil mi?...
Neyse, böylece bu konuyu hatırlatmış olayım, cevabını da zaman içinde beraber bulmaya çalışalım isterseniz.
/././
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç: Trump’ın maden gündemiyle Meclis’teki torba yasanın ilişkisi olabilir; orman yangınlarında yaşadığımızın beterini maden kazalarında yaşayacağız -Cansu Çamlıbel-
“Belki de İzmir Valisi yangının elektrik hatlarından çıktığını söylemesinin bedelini ödeyecek… Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde altın madeni lobisi muhataplarını daha rahat kandırıyor. Mustafa Varank bize Meclis Komisyonunda ‘Ben Kanada’da bu işin düzgün yapılabildiğini gördüm’ dedi, siz kimyasal reaksiyonu gözünüzle göremezsiniz!”
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu bu ağır siyasi süreçte akıl sağlığımızı korumak adına en doğru yöntemlerden birinin siyasal iktidarın bizlere dayattığı gündemin içinde kalmayı reddetmek olduğuna inanıyorum. Bu ülkeyi tutkuyla seven bir yurttaş olarak benim için geçen hafta öncelikli gündem Cumhuriyet Halk Partisi üzerine kurgulanan ‘kırılma senaryosu’ değildi açıkçası. Bu yaz biraz da erken başlayan orman yangınları ve yangın haberlerinin ortasında TBMM’den geçirilen İklim Kanunu’nun bu topraklarda yaşamaya devam etmesini umduğumuz nesiller üzerindeki etkisi bana kalırsa herkesin de ana meselelerinden biri olmalı.
‘Toprak Dede’ Hayrettin Karaca’nın kurucu onursal başkanlarından biri olarak ismini tüm Türkiye’ye öğrettiği TEMA Vakfı, benim kafaya çok taktığım, sizin de takıyor olmanızı umut ettiğim, çevre konularında en sistematik çalışmaları yürüten STK olma özelliğini koruyor. 2013’ten beri TEMA Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı olarak bir krizden ötekine koşan ekibi yöneten Deniz Ataç, uzundur madenler Türkiye’nin zeytinliklerini yutmasın diye mücadele veriyor. Son dönemde ise metalik maden şirketlerinin Türkiye’yi oyun alanına çevirmeye dönük hamlelerinin artmasıyla birlikte Ataç ve ekibi alarm durumunda yaşıyor. Zira zeytinliklerin karşı karşıya olduğu riskler kadar büyük ve derin başka bir sorunu daha var artık Türkiye’nin; siyanürlenmekte olan topraklarımızı, akarsu ve nehirlerimizi nasıl kurtaracağımız…
Adı ‘İklim Kanunu’ olan ama adının insanda uyandırdığı ‘koruma’ misyonu adına pek az şey barındıran kanun TEMA’ya göre aslında sadece bir ‘emisyon ticareti sistemi kurma’ kanunu. Yani Türkiye’nin hala hakiki bir ‘iklim yasası’na ihtiyacı var. Ancak sorun sadece yasal düzenlemelerde değil. Deniz Ataç, ne Çevre ne de Tarım Orman bakanlıklarının Ankara’daki denklemde pek bir hükmü olmadığını anlatıyor. Zira çevreyi ilgilendiren asıl hayati kararların çerçevesi Berat Albayrak döneminden beri hep Enerji Bakanlığı’nda çiziliyor, TEMA’nın tanık olduğu deneyim bu. Çıkan yasa kadar bir de sonbaharda çıkması muhtemel olan ‘Torba Yasa’ var Deniz Ataç’ı dertlendiren. Çünkü o torba yasa da kanunlaştığında başta altıncılar olmak üzere bütün madenciler çok daha kolay ve hızlı ruhsat alabilecek. Ataç bu işin Türkiye’de hızlandırılmasıyla ABD Başkanı Donald Trump’ın ‘maden gündemi’ arasında bir ilişki olmasından şüpheleniyor.
“Acaba Trump kendine yakın gördüğü ülkelere ve liderlere bu şekilde bir talimat vermiş olabilir mi?”
Deniz Ataç’ınki kuşkusuz meşru bir şüphe…Ne de olsa Türkiye’yi yönetenlerin de “Dostum Donald”dan beklentisi büyük.
“TBMM’den geçen gerçek bir İklim Kanunu değil, adını ‘Emisyon Ticareti Sistemi Kanunu’ koysalardı daha iyi olurdu”
-Sizin TEMA Vakfı olarak yoğun mesai harcadığınız orman yangınları geçen haftadan beri ne yazık ki yine Türkiye’nin gündeminde. İzmir Çeşme, Buca, Ödemiş, Bursa Yenişehir, Eskişehir Seyitgazi, Balıkesir Savaştepe, Kahramanmaraş Andırın, Çanakkale Çan’da neredeyse eşzamanlı yangınlar çıktı. Henüz yangınlar devam ederken, Ankara’da ise TBMM’de 15 Nisan'da ara verilen İklim Kanunu Teklifi'nin kalan 12 maddesi hızlıca görüşüldü, 2 Temmuz’u 3 Temmuz’a bağlayan gece kabul edildi. Hükümet, bu kanunun Türkiye’nin de imza koyduğu ve 2053’e kadar “sıfır emisyon” hedefleyen Paris Anlaşması’nın gereği olduğunu savunuyor. Bu argümanın doğru olan kısmı nedir, doğru olmayan kısmı nedir?
Kısmen doğru. Zaten en zor şeyler de biliyorsun kısmen doğru olanlar. Türkiye'nin tabii ki bir takım yapması gerekenler ve zorunlulukları var. Ama bu meclisten ‘İklim Kanunu’ diye geçen alışma aslında gerçek bir iklim kanunu değil. Bu çalışmanın geldiği yer sadece emisyon ticareti sistemini kuran bir kanun. Bizim temel itirazımız da bu. Eğer kanunun ismini emisyon ticareti sisteminin kurulmasıyla ilgili koysalardı daha doğru olurdu ki bizim zaten bu “Emisyon vergisi neyse öderim”, yani “kirletirim öderim” felsefesiyle de sorunumuz var TEMA olarak.
“Kimse hedeflerin yarın tutturulmasını beklemiyor ama bir takvim şart”
-Ancak şunu da hatırlatmam gerekiyor ki ‘emisyon ticareti sistemi’ Türkiye’ye özgü bir şey değil. Avrupa Birliği’nde de var ve hatta Türkiye’nin bir aday ülke olarak bu sistemi kurması ev ödevlerinden biri.
Bu sistemin kurulmasının amacı bütün ülkelerdeki emisyonu düşürmek. Yani biz çevre örgütleri olarak isteriz ki herkes emisyon azaltma yoluna gitsin. Ama bu kanunda “Kirlettim ama parasını ödedim” gibi bir yola gidilmesinin önünü açan bir şey var. Avrupa Birliği bu sistemi ihracatta sıkıntı çektikleri için kurmak zorunda kaldı. Ama biz Türkiye olarak bu sistemi çıkartmak için kurduğumuz sisteme ‘İklim Kanunu’ adı verdiysek, içine küresel hedeflere uyum için ulusal hedeflerin doğru ve açık ortaya konulduğu ve işleyişi takip edecek düzgün bir yapı kurmalıydık. Birtakım sektörlerin zaman içerisinde evrilmesi gerekiyor. Zaten kimse tüm hedeflerin yarın tutturulmasını beklemiyor. Ama bir takvim de şart; “Biz hangi tesisleri kapatacağız, bunu nasıl yapacağız, ne zamana kadar yapacağız?” sorularının acilen yanıtlanması gerekiyor. Biz biliyoruz ki bunu da paldır küldür yaparsak, bir sürü insan işsiz kalacak, mağdur olacak ve hiç günahı olmayan insanlar bunun sıkıntısını çekecek.
“Emisyon ticari sisteminin yönetilmesinde bilimsel bir kurum rol oynamalı”
-Daha fazla ilerlemeden söylediklerinizi bir toparlarsam… Birincisi, size göre bu çıkan metin hakiki bir iklim kanunu değil. İkincisi, siz çevreciler emisyon ticaret sisteminin felsefesine itiraz etseniz de bunun bir zorunluluk hale getirildiğini bildiğinizden bu sistemin ne şekilde işletileceğine dönük itirazı daha ziyade metodoloji boyutunda devam ettiriyorsunuz. Doğru mu?
Evet, dediğim gibi, biz buna bayılmıyoruz ama Türkiye de sistemin içindeyse bunu yapacak. Tamam peki, emisyon ticari sisteminin kurulması gerekiyor. Ama biz bu işin yönetilmesi konusunda bilimsel bir kurumun rol oynaması gerektiğini düşünüyoruz. Rollerin çok daha net tanımlanmasını istiyoruz. Ama şunu vurgulamaktan vazgeçmeyeceğiz; bize göre bu bir iklim kanunu değil.
“Çevre Bakanlığı dediğiniz şeyin içinde şehircilik eklediğini zaman olay değişiyor”
-Aslında hükümet bunun adını ‘İklim Kanunu’ koyarak göz boyadı, bir yandan ticari emisyon sistemi kurma konusunu çözdü ama sadece belli bir alanı düzenlemiş oldu. Yani iklim krizini hafifletmek için alınması gereken diğer tüm tedbirler ötelenmiş mi oldu?
Artı, hedef konmuyor. Yani böyle çok muğlak laflarla geçiyoruz. Türkiye başından beri hedef koymaktan kaçındı. Biliyorsunuz, Türk milleti olarak biz hedef koymayı sevmeyiz. Burada hükümet de aynı şeyi yapıyor. Oysa yapması gereken hedef koymak ve kurumlara görev vermek. Bunu yapmadan muğlak ifadelerle bu olmaz. Ama zaten onların bunu yapmak istediğinden çok emin değiliz. Kaldı ki çok temel bir sorunumuz daha var. Çevre Bakanlığı dediğiniz şey böyle üç tane ayrı konunun aynı çatı altında toplandığı tek bakanlık olarak işlev gören bir yapı olamaz.
-O halde hemen ismini hatırlayalım ilgili bakanlığın; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Size göre bu üç konu için ayrı ayrı üç bakanlık mı olmalı? Yani apayrı bir İklim Değişikliği Bakanlığı mı kurulmalı mesela?
İklim Değişikliği ve Çevre Bakanlığı olabilir, yani iki konuyu birlikte ele alan bir kurum. Ama bunun üzerine bir de ‘şehircilik’ eklediğiniz zaman olay değişiyor. Bu tür bir denklemde ‘çevre’ konusu kendi hak ettiği ağırlığı bulamıyor.
“Berat Bey’in döneminden beri Ankara’da Enerji Bakanlığı diğer bakanlıkların üzerinde bir pozisyonda konumlandı
-Tabii bizim Türkiye’de ‘şehircilik’ten anladığımız şehirlere beton bina dikmek olduğu için aslında ‘Çevre ve Şehircilik’ adı tam bir çelişkiyi temsil ediyor. İki karşıt kavramı birlikte tabela üzerine yazarak aslında çevre karşıtı faaliyetleri de karartmış oluyorlar belki de.
Evet, bu işlerin planlanmasında ağırlık hiçbir zaman çevrede olamıyor. Sıkıntı da imardan çok sanayide karşımıza çıkıyor aslında. Devlet yönetiminde değişik departmanlar var. Mesela Enerji Bakanlığı kendi alanında tam gaz çalışır. Özel sektör şirketlerinde de böyledir; enerji departmanı çalışır ama işte finans onu dengeler, bazen pazarlama departmanı çok gitmek ister ama üretim departmanı dengeler. Yani her bir yapının içinde değişik departmanların dengesi vardır ve bunlar birbirlerini dengelerler. Ama Ankara'da epeydir, Berat Bey'in bakanlığından bu yana, Enerji Bakanlığı daha diğer bütün bakanlıklardan yukarıda bir pozisyona konumlandı.
“Enerji Bakanlığı her istediğini yapıyor, diğer bakanlıklar da onun tamamlayıcısı gibi davrandığı için koruma görevini yapamıyor”
“İki bakanlık bir genel müdürlüğe bağlanmış gibi”
-Bu ne demek?
Yani onlar her yapmak istediklerini yapıyorlar. Diğer bakanlıklar da sanki onların yapmak istediklerinin tamamlayıcısıymış gibi kaldıkları için koruma görevini yapamıyorlar. Burada doğal kullanma koruma dengesi ortadan kalktı. E zaten Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kendi içindeki denge de şehircilikten yana. Şehircilik departmanındaki ekiplere bakıyorsun onların da çoğu şehirci değil, inşaatçı. E inşaatçı adamın zaten dünyası öyle kurulmamış. Çevre dediğin, doğa dediğin şeyi bilmen lazım, ‘ekosistem hizmetleri’ denen şeyi bilmen lazım. Ama bu nosyonlar yok. Bu dengeyi bakanlığın ‘orman’ kısmı korumaya çalışıyordu. ‘Orman’ı da iyice etkisizleştirdiler. Bu son kanun tasarısıyla resmen yani iki bakanlığı bir genel müdürlüğe bağladılar. Yani hem Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği hem de Tarım ve Orman Bakanlığı’nı Maden VE Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) bağlamış gibi oldular yani. Öyle demiyorlar tabii ama bütün yetkiyi MAPEG'e verdiler.
“Belki de İzmir Valisi yangının elektrik hatlarından çıktığını söylemesinin bedelini ödeyecek”
-‘Orman’ meselesinin bu yapısal denklem içinde ağırlığını iyice kaybetmiş olması maalesef iklim krizinin doğal sonucu olan ve dünyanın her yerinde artan orman yangınlarının ülkemizde de ağır tahribata yol açtığı bir döneme denk geldi. Ve bu yaz bu yıkıcı faktörü erkenden hatırladık. Geçen hafta İzmir ve Çeşme’de başlayan yangınlar çok zor kontrol atına alındı malum. Bu tür yangınlarda elektrik hatlarının ormanlık alanlarından içinden geçirilmesinin nasıl bir kabusa neden olabildiğini sizler zaten hep anlattınız. Ama biz belki de ilk kez tam o anın görüntülerini izledik. Görüntülerin ortaya çıkmasının ötesinde daha da önemli bir şey oldu; İzmir Valisi Süleyman Elban çıkgtı ve yangınların elektrik hatlarından çıktığını açıkladı.
Sağ olsun ne diyeyim. Belki de Sayın Vali bunu söylemiş olmasının faturasını ödeyecek. Biliyorsunuz 2021'de çok büyük bir yangın geçirdik, feciydi. Türkiye'nin böyle felaket anlarında şöyle bir refleksi var; devlet ve halk bütün gücümüzü değişik illerden gelen araç, edevat, personel ile söndürmeye harcıyoruz. Devlet de bunu yapıyor ve bunlar hiç kolay işler değil. Hiç hafife almıyorum, kimse sakın yanlış anlamasın. İnsanlar canları pahasına söndürmeye çalışıyorlar. Ama işte 2021’de aynı anda sekiz dokuz yerde büyük yangın çıktı. Ve bizim Türkiye olarak bu kadar sayıda bu kadar büyük yangına aynı anda müdahale etme tecrübemiz yoktu. Ama yaşadık, bunu yaşarken de gördük ki Türklerin en önemli sıkıntılarından biri de planlama. İklim krizinin geldiğini ve nasıl ilerlediğini bu işin içindeki herkes biliyor. Böyle bir dönemde bizim artık her yazımızın bir öncekinden daha zor olacağı gerçeği zaten bağıra bağıra geliyordu. Bir de o dönemki Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli maalesef THK uçaklarının kullanımına da izin vermedi. Orada bir sürü yanlış oldu ve biz feci bir yaz geçirdik, tarım alanlarıyla beraber 150 bin hektar alan kaybettik. Ormanlar ve tarım alanlarının toplamı 150 bin hektar oldu. Orman teşkilatı hala dört yıl öncenin yaralarını sarmaya çalışıyor. Bu hikâyeden bize kalan şu; bizim artık sadece bir önceki seneyi dikkate alarak ilerleme şansımız yok. Ben çok daha kötü şeylerin olmasından korkuyorum. Kimse konuşmuyor bunları ama ben İstanbul'dan da korkuyorum.
“Ben İstanbul’da orman yangınları çıkmasından korkuyorum, o lüks evlerden insanları çıkarmak bile başlı başına bir sorun olur”
-Zaten geçen hafta Silivri’deki ormanlık alanda bir yangın çıktı.
Orada ve İstanbul’da başka birçok yerde ormanların içinde çok lüks evler var. Yani düşünebiliyor musunuz o kadar para harcayıp şehir merkezinden çıkmışsınız ama bir yangında oralardan çıkabilecek misiniz? O insanları oralardan çıkarmak bile başlı başına bir sorun olur. Mücadele, yardım tertibatları var mı? Artık hayat bildiğimiz gibi olmayacak, hayat herkes için her sene daha kötü olacak. Ve bu her sene kötüleşen koşullara göre bir hazırlığımız yok, eski ezberlerimizle yaşamaya devam ediyoruz. Mesela bir şey daha söyleyeyim; geçen hafta Ödemiş’te – ki orada yanan ormanlar gerçekten çok özel ve kıymetli ormanlardı. Ama asıl dikkat çekmeye çalıştığım konu şu; siz 50 tane uçağı tepesine de dikseniz rüzgâr saatte 130-140 kilometre hızla eserken o yangını söndüremezsiniz. İnsan kendisini çok güçlü hissediyor ama doğa karşısında aslında çok çaresiziz ve bunu anlamak istemiyoruz. Israrla biz sanki her şeyi yapabilirmişiz sanıyoruz. Rüzgâr 140 kilometre hızla eserken sen yukarda o helikopteri sabit tutamazsın, mümkün değil.
“Doğa bu tüketim alışkanlıklarını ve yaşam şeklini kaldırmıyor”
-Nitekim sene başında Kalifornia’da çıkan yangınlarda yine gördük ki Amerika Birleşik Devletleri gibi bize kıyasla daha güçlü imkanları olan bir devlet dahi biçare kalabiliyor yangınların karşısında.
Evet. Yangın söndürme uçakları elbette önemli. Biz Türkiye’de şimdi 26, 27 uçağa kadar çıkmışız. Mutlaka daha fazla olsa daha iyi olur. Buna hiçbir itirazım yok ama önemli olan o yangınları çıkartmamak, çıkmasın diye uğraşmak. Bu sadece Türkiye’de bizim için bir konu değil, tüm gezegen için bir konu; doğa artık bu tüketim alışkanlıklarını ve bu yaşam şeklini kaldırmıyor. Doğanın kaldıramadığı şeylere verdiği tepki orman yangınlarıyla da sınırlı değil, işte bu sene biz Türkiye’de aniden gelen don olayında da yaşadı. Bu beklenmedik olayların hepsi iklim krizinin sonuçları. Bakın bu sene daha yazın başında aynı günde 200 yangın çıktı. Aynı anda 200 yangına nasıl müdahale edeceksiniz? Önce siz o yangını çıkartmayacaksınız.
“Normal şartlarda ormanlık alandaki elektrik tellerinin yer altından gitmesi gerekir, madem bu işi özel sektöre verdiniz, denetleyeceksiniz”
-Meselenin o kadar boyutu var ki en başta sorduğum elektrik hatları meselesi arada kaynamasın isterim.
Biz bu elektrik hatlarının neden olduğu riskin dört beş senedir farkındayız ama tabii bet değerlendirme yapabilmek için ihtiyacımız olan verilere ulaşamıyoruz. Yangınların ne kadarının elektrik sisteminden kaynaklandığına dair verileri devletten alamıyoruz. Normal şartlarda elektrik tellerinin yapıların ve asfaltın altından gitmesi gerekiyor, yani yeraltından. Gördüğümüz gibi elektrik telleri ormanın içinden geçiyorsa, her an kısa devre yapabilir, buna bir kuş bile neden olabilir. Burada da yine en büyük sorun elbette denetim. Denetim mekanizması neredeyse hiç çalışmıyor. Ben bir kere görüş olarak elektrik işletmesinin özel sektöre verilmesini tercih etmem ama diyelim ki siz tercih ettiniz ve özel sektöre verdiniz, o zaman iyi denetleyeceksiniz. Bu işi yapma kapasitesinden emin olmadığınız şirkete bu kadar riskli bir işi vermeyeceksiniz. “Biz işe başlarız, kervan yolda düzelir” diye bakarsanız olmuyor işte. Geçen hafta yaşadığımız kaybı şimdi, kim nasıl telafi edebilir?
“Esas suçlu devlet çünkü denetleme sorumluluğu onda”
“Korkarım biz bugün orman yangınlarında yaşadığımızın bin beterini beş seneye maden kazalarında yaşayacağız”
-Bu işin suçlusu kim o halde? Özel elektrik şirketleri mi, devletin kendisi mi?
Esas suçlu devlet çünkü denetim sorumluluğu devlette. Şimdi tam bu denetim konusunu konuşurken gelelim diğer bir kanun teklifine. ‘Torba Yasa’ ile maden işi daha da hızlanacak. Çevre Bakanlığı’ndaki arkadaşların Türkiye’de sayısı giderek artan madenleri denetleyecek kapasitesi yok ne sayı olarak ne yetkinlik olarak. İnşallah yanılıyorumdur ama belki de bundan sadece beş altı sene sonra biz Türkiye olarak bu orman yangınlarında yaşadıklarımızın bin beterini maden kazalarında yaşayacağız.
“Bir tondan 0,3 gram altın çıkarmak için çöktürme yapılan altın madenleri dahi var”
-Bahsettiğiniz yasayı biraz açarak konuşmamız gerekecek. Hükümet bunu ‘Enerji ve madencilik faaliyetlerini hızlandırmayı amaçlayan torba yasa teklifi’ olarak sundu. 20 Haziran’da yaklaşık 26 saat süren görüşmelerin ardından meclisteki alt komisyondan geçti, muhtemelen sonbaharda genel kurula gelir. Türkiye kamuoyu bu teklifi daha çok zeytinliklerin dahi madencilik faaliyetlerine açılabilecek olması nedeniyle tartışıyor. Sizin TEMA olarak itirazlarınızı incelediğimde en kuvvetli itirazı genel ‘maden’ kavramından çok altın madenlerine yaptığınızı anlıyorum. Doğru mu?
Biz bunlara ‘dördüncü grup madenler’ diyoruz, yani metalikler madenler. Altın, gümüş, bakır, nikel, çinko da bunun içine girdi. Yanlış anlaşılmak istemiyorum, kömürü de hiçbir şekilde onaylamıyoruz. Ben hakikaten hayatımın 10 senesini zeytinliklere verdim, bu konuyu önemsizleştirmem söz konusu olamaz. Ama bu metalik madenleri çıkartma ve çöktürme sistemlerinin vereceği zararı anlatmak için de kömür üzerinden bir örnek vermek isterim. Şimdi kömürde ortalama 2000 kalori var, çok iyi kömürde 4000 kalori. Altın madeninde ise bir tondan 0,75 gram çıkan yer var, 1 gram çıkan yer var, 0,3 çıkan yer var. Bunu çıkarabilmek için de cevheri yoğun bulduğun yerden alıyorsun, sonra onu kırıyorsun ve yığınlar yapıyorsun. Sonra onun üzerine bir sürü boru döşeyip içine günlerce, bazen aylarca siyanürlü suyu akıtıyorsun. Yani siyanürle altını çöktürüyorsun ve bütün bunlar açık havada oluyor.
“Dünyada zaten çok verimli ve büyük ölçekli altın rezervi kalmadı”
“Bütün bu riskler düşük tenörde altın için alınıyor, kazalardan sonra pek çok ülke yasakladı”
-Siz senelerdir anlatıyorsunuz ama bir kere daha anlatın. Türkiye bu işlemin risklerini neden alıyor? Ve daha da önemlisi Türkiye’de aniden çok değerli altın rezervleri mi keşfedildi ki uluslararası şirketler birdenbire bu iş için buraya üşüştüler?
Bunun sebebi şu; kimsenin dünyada artık çok verimli ve çok büyük montanlarda altın bulma şansı kalmadı. Rezervlerin hepsinde çok düşük tenörde altın var. Düşük tenörlerde altını da ancak doğayı yok ederek ve çok büyük tahribata neden olarak çıkartabiliyorsun. Bu yüzden de son yıllarda dünyanın birçok yerinde çok büyük kazalar yaşandı, öyle olunca da pek çok ülke bu işlemi yasakladı. Mesela daha geçen sene Mali’de kaçak bir altın madeni çöktü ve 70 kişi öldü. 2019’da Brezilya’da çok büyük bir felaket yaşandı, 39 kasaba sular altında kaldı. Henüz bizde olmadı diye olmayacak diye düşünüyoruz. Dünyanın her tarafında çok büyük maden kazaları yaşanıyor. Kazaların da ötesinde bir tehlike var. Bu madenlerin doğada yarattığı tahribattan kilometrekarelerce büyüklükteki bir alandaki canlılar etkileniyor. O madenlerin atık suları akarsulara karışıyor, denizlere karışıyor. O nedenle de artık devletlerin çoğunda devleti yönetenler kollarını açıp maden şirketlerine ‘hadi gelin’ demiyor. Ben bu meseleyi devleti yönetenlerin kafalarında nasıl çözdüklerini gerçekten anlayamıyorum.
“Ben bu meseleyi bizim devleti yönetenlerin kafalarında nasıl çözdüğünü anlayamıyorum”
-Devlet kurumlarının temsilcileriyle konuştuğunuzda size Türkiye’nin topraklarını uluslararası maden şirketlerinin faaliyetlerine açma konusunu nasıl meşrulaştırmaya çalışıyorlar? Aslında hükümetin eylemlerini meşrulaştırma gibi bir derdi kalmadığını görüyoruz da size illaki bir yanıt veriyorlardır.
Maden şirketlerinin bu alanları sonradan rehabilite edeceğini düşünüyorlar. Ama o yapılan işlemin sonunda o alanın söylendiği gibi iki üç sene içinde rehabilite edilmesi mümkün değil. Yani o alana biraz toprak döküp, üzerine fidan dikip kurtaramazsınız. Metalik madenlerde o rehabilitasyon süresi çok uzun ve bunu yapabilmek için çok büyük paralar harcanması lazım, kömür daha şanslı bu konuda. Bu metalik maden grubunda sen bütün yer altı sistemlerini yok ediyorsun. Bakın, Uşak'taki Kışladağ Madeni 600 metre aşağıya inmiş. Zaten 2,5 kilometre çapı var. Bunlar bizim normal hayatımızda gördüğümüz büyüklükler değil. O kadar büyük ölçeklerden bahsediyoruz ki bunu kamuoyuna anlatmak da zor. Bu anlatma zorluğumuzu da altıncılar sonuna kadar gerçekleri manipüle ederek kullanıyor. İşte bütün bu risklerden dolayı belli ülkeler artık metalik madenlere izin vermiyor, onlar da bizim gibi izin veren ülkelere koşarak geliyorlar.
“Düşünsenize dünyanın en büyük altıncılarından Eldorado’nun toplam beş madeni var, ikisi Türkiye’de!"
-Mesela Eldorado Gold Yunanistan ile davalık oldu.
Türkiye'de ise iki tane madeni var. Düşünsenize dünyanın en büyük altıncılarından Eldorado Gold’un dünyada beş tane madeni var ve ikisi bizde; birisi işte demin bahsettiğim Uşak’taki, diğeri de Efemçukuru’nda.
“Türkiye’de altın işine cari ödemeler dengesi olarak bakılıyor, oysa para şiketin maliyet hepimizin”
-Siz bu madenlerle ilgili torba yasaya itirazlarınızı devlet katına ulaştırmak adına kimlerle görüştünüz?
Bizim 2020’den beri konuşmadığımız bir siyasi parti kalmadı. Başka bir yol yok. Baskıyı diri tutacağımız bir halk var bir de muhalefet. Ama biz zaten ilk önce AK Parti’den başladık Çanakkale’deki maden riskini anlatmaya. Hakikaten çok uğraştık, bir sürü insan çok uğraştı. Fakat benim gördüğüm şu; sanıyoruz ki bu altın madenleri müthiş bir istihdam yaratacak, büyük bir gelir yaratacak. Ekonomik olarak güvensiz bir ülke olduğumuz için, Türkiye’de halkın genel olarak altın talebi çok yüksek, onun ithalatının yapılması gerekiyor. Buna bir cari ödemeler dengesi olarak da bakılıyor yani. Ama kimse farkında değil ki bu Türkiye’de yapılan altın madenciliğinde para şirketin, maliyet hepimizin. Sağlığımız, suyumuz, coğrafyamız maliyetin içinde. Altın madenciliği çok tatlı bir iş, eğer vicdansızsan. Biz prensip olarak altın madencileriyle bir araya gelmiyoruz ve bu yüzden bize çok kızıyorlar.
“Madencilerle prensip olarak masaya oturmuyoruz çünkü ne söyleyeceklerini biliyoruz, şirket kim olursa olsun yanlış olan yöntem bunun adı sömürge madenciliğidir”
-Sizinle neden masaya oturmak istiyorlar? Ne diyecekler de sizi ikna edecekler ki?
Şunu diyecekler bize muhtemelen; “Bu madenciliği iyi yapan var, kötü yapan var. Biz iyi yapıyoruz. Siz iyiyle kötüyü karıştırmayın.” Benim basından gördüğüm argüman bu. Biz de diyoruz ki; bu yöntem yanlış, şirket kim olursa olsun. Açık havada binlerce ton siyanürü kullanarak bütün coğrafyayı hallaç pamuğu gibi atamazsın. Senin benim ülkemin en kıymetli yerlerinden birinde Kaz Dağları’nda ne işin var? Benim Kaz Dağları’mın ortasında siyanürün ne işi var? Bunun adı sömürge madenciliğidir. Bu vahşi madenciliktir. Şimdi Eskişehir’de mesela mikroklimanın oraya üç tane maden konduruyorlar.
“Mustafa Varank bize komisyonda ‘Ben Kanada’da gördüm bu şirket işini düzgün yapıyor’ dedi, siz kimyasal reaksiyonu gözünüzle göremezsiniz!”
-Bu sömürge madenciliğinin Türkiye’deki altın çağının da kendisini ‘yerli ve milli’ olma vasfıyla tanımlamaya çalışan bir hükümetin döneminde alabildiği izin ve lisanlar da ayrıca ironik bir durum heralde.
Mecliste Sanayi Komisyonu’nda bunu konuştuğumuzda Komisyon Başkanı Mustafa Varank “Ben Kanada’da gördüm, bu şirket gayet düzgün yapıyor işini” dedi. Ya böyle bir şey olamaz, göremez böyle bir şey. Çünkü siz kimyasal reaksiyonu göremezsiniz, o toprağın içinde neyin çözüldüğünü gözünüzle göremezsiniz. Bu altıncılar böyledir, kendini dinlemeye geleni etkilemeyi çok iyi bilirler. Varank bize “Rehabilitasyonu da kendileri yapıyorlar” deyince ben de ona bir kez de beraber gitmeyi teklif ettim. Hatta şirketin muhtemelen götürdüğü yerin fotoğrafını da bıraktım. “Rehabilitasyon böyle bir şey değil. Bu alanın rehabilitasyona değil restorasyona ihtiyacı var” dedim.
Kanada’da Giant Mine diye bir altın maden var. Bunu restore etmeye 2005'te başladılar, 2038'te biteceğini bekliyorlar. Ve harcayacakları para ne kadar biliyor musunuz? 4 milyar dolar. Bu parayı harcayacak olan da Kanada devleti. Altını çıkarıp alan şirket çoktan gitti, yok artık ortada. Maliyeti ödeyecek olan Kanada hükümeti.
“Ruhsattan gelen para devletin sonradan o alanı rehabilite etmek için harcayacağı paranın yanında çekirdek Kanada bunu yaşadı”
-Kanada devletinin sadece madenden geriye kalan alanı rehabilite etmek için harcayacağı para 4 milyar dolar ise o altın madeni Kanada’ya ne kadar para kazandırmıştır ki bu maliyeti üstlenmeye değsin?
Tam da bunu söylüyorum. Şirket kendi parasını almış gitmiş, tahribatı bırakmış, devlet bunun farkında değil. Yani Kanada devletinin de başına gelmiş olan bir şey. En büyük sorunlardan bir tanesi şu anda bu tahribatı garantilemek. Bizimkiler Türkiye’nin ruhsat parasından kazandığını düşünüyor ama ruhsattan gelen para sonrasında devletin harcaması gerekenin yanında çekirdek olur.
-Türkiye’de altın madeni işletmek için şirketlerin akacağı ruhsatın bedeli ne kadar?
Ruhsatına göre değişiyor. Bunlar da şeffaf değil tabii. Hadi diyelim Türkiye Cumhuriyeti devleti ruhsat vermek için hadi diyelim maden başına 1 milyar aldı, yine de tahribatın maliyetini kapatmaz. Doğadaki restorasyon çok pahalı bir iş.
“Bence hükümet şu anki para ihtiyacı nedeniyle sonrasında yaşanacaklara gözünü yumuyor”
-O halde devlet aslında şöyle bir ikilemle karşı karşıya; 1 milyara ruhsat verecek, devletin kasasına 1 milyar girdi diye sevinecek ama aslında belki 5 sene belki 10 sene sonra ruhsat verdiği alanı kurtarmak için ruhsat bedelinin iki üç katı para harcaması gerekecek. Mustafa Varank ve diğer yetkililer bunun farkında değiller mi?
Bence şu andaki ihtiyaçlardan dolayı göz yummayı tercih ediyorlar. Para ve istihdam açığını kapattıklarını düşünerek belki de kendilerini avutuyorlar, bilmiyorum. Bunu çok daha farklı ifade ederim de edemiyorum. Türkiye’de 2024’te bütün madencilik sektörünün yaptığı toplam ihracat 6 milyar dolar. Siz oradan hesap edin işte!
-Başta işin hükümet cephesindeki ilgililerinden biri olan ve eski bir bakan olan Mustafa Varank olmak üzere hükümet tarafındaki karar alıcıların maden şirketlerinin argümanlarını satın aldığını anlatıyorsunuz. Peki bunca senedir hükümet içinde sesinizi duyurabildiğiniz ve bu ruhsatlar verilmesin, bu yasa bu şekilde çerçevelenmesin diye uğraşan tek kimse de mi olmadı?
Hükümet içinde bir grup uğraştı, çok uğraştı. İsim vermeyeyim, ama uğraştılar.
“Altın lobisi de ilaç lobisi gibi bütün dünyada çok güçlü istatistikle yalan söylüyorlar”
-Neden işe yaramıyor kimsenin çabası?
Şöyle anlatayım; altın madeni lobisi bütün dünyada çok güçlüdür. İlaç lobisi gibidir onlar da. Yanına aldıkları bilim insanları da çok büyük paralar kazandıkları için, onları da kullanıyorlar. Bizimle görüşmek istemelerinin sebebi de o. “Biz TEMA’yla görüşüyoruz, çözüyoruz” diyerek algı yaratacaklar, sanki uzlaşma ihtimalimiz varmış gibi. Bu adamlar, istatistikle öyle yalanlar söylüyorlar ki. Ve öyle de pişkinler. Çünkü o kadar büyük paralar kazanıyorlar ki artık ruhlarını satmışlar. Bütün dünyada böyle.
“Erzincan’da siyanürlenmiş yığın direkt Fırat Nehri’ne akıyor, doğa İliç’te size bir mesaj verdi”
“Siz ise o mesajı duymak yerine bu işleri yapan şirketlere ‘kirletme bedeli’ kesip yolunuza devam ediyorsunuz”
-Bu metalik madenleri çıkartan yabancı şirketlerin bazılarının Türkiye’de Türk şirketlerden partnerleri oluyor. Mesela Anagold Madencilik 2009’da Çalık Holding’in yan kuruluşu Lidya Madencilik A.Ş. tarafından Amerikalı ve Kanadalı ortaklarıyla kurulmuştu. Bu şirketin Erzincan'ın İliç ilçesindeki altın madeninde kullanılan siyanürü taşıyan boru 2022’de patladı. Siyanür ve sülfürik asit Fırat Nehri üzerinde kurulan İliç Barajı'na aktı, 9 işçiyi de kaybettik.
Orada çöken toprak ne kadar biliyor musunuz? 450 bin kamyon. Devletin açıkladığı çöken miktar bu. Biz ekimde Erzincan’daydık, şubatta çöktü. Yanımızda bu işleri bilen bir arkadaşımız vardı. “Sağ tarafta baraj var, buradaki her şey baraja inecek” dedim ben. O da “Asıl karşıya bak, orası tamamen çökecek” dedi. Ve Şubat'ta çöktü. Biz buradan o dersi bile alamadık. Komisyonlar kuruldu, günlerce çalıştılar, sonunda bir bakanlık dedi ki “Ben altından sorumluyum”, öbürü dedi ki “Ben üstünden sorumluyum”. Yani çöken kısmının sorumlusu yok. Bu olay aslında bize risklerin büyüklüğünü anlatmalıydı ama o da olmadı. Düşünsenize madeni Fırat Nehri’nin yanına kurmuşsunuz, arada mesafe bile yok, oradaki kirlilik, yani siyanürlenmiş yığın direk nehre akıyor. Doğa bize “Çok büyük bir ateşle oynuyorsun” diyor. Ama siz bunu duymak yerine bu işleri yapan şirketlere ‘kirletme bedeli’ kesip yolunuza devam ediyorsunuz.
Peki devlet buna nasıl ikna oluyor? Bunu sormuştunuz. Anlattığım gibi, öncelikle şirketler muhataplarını ‘rehabilitasyona yapacağız’ diyerek kandırıyor. Şöyle şeyler bile söyleyebiliyorlar…Mesela Yurt Madencilik’te bir adam vardı, “Deniz Hanım bademde de siyanür var” dedi bir gün bana. Bunlar bu kadar pişkin oluyor. Ben de kendisine “Hocam madem o kadar rahatsınız, getirsinler bir bardak içelim siyanür.” Bunlar hükümetleri bu kadar kimyasal kullanımının bir zarar vermeden yönetilebileceğini ikna ediyorlar. Böyle bir şey yok. Dünyada bunun bir sürü örneği var. Madem Japonya’da mesela o kadar müthiş mühendisler var neden Fukishima’da önleyemediler faciayı? Doğayla bu kadar oynanmaz.
“Trump’ın maden gündemiyle Türkiye’de maden izin süreçlerini kısaltacak yasanın hızla gündeme gelmesi arasında bir ilişki olmasından şüpheleniyorum”
“Trump’ın acaba bizim üzerimizde bir baskısı olabilir mi?”
-Tabii bir de Türk hükümetinin “Kanada gibi gelişmiş ve çevre duyarlılığı olan bir ülkede bile yapılıyor bu işler” gibi bir argümanı da var.
Kanada'nın yüz ölçümü ne kadar? Türkiye’nin yüz ölçümü ne kadar? Türkiye’nin 12 katı kadar büyük bir ülkeden bahsediyoruz yani. Amam Kanada’nın nüfusu 40 milyon, bizim nüfusumuz 86 milyon. Türkiye’nin nüfus yoğunluğundaki bir ülkeyi orasıyla zaten kıyaslayamazsınız. Ayrıca sen bu kadar özel bir coğrafyaya bunu yapamazsın. Avustralya’da mesela madenler, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yapılıyor. Ama biz geliyoruz Kaz Dağları bölgesinin yüzde 80’ine maden ruhsatı veriyoruz. İşte bizimki gibi az gelişmiş ülkelerde bu maden lobisi daha rahat kandırabiliyor muhataplarını. Ve bizimkiler işte bu torba yasada madencilere verilecek izinlerin süreçlerini hızlandırıyor, onay süreçlerini kısaltıyor!
Bir de benim bu madenler meselesine ilişkin şöyle kuşkularım var. Biliyorsunuz Amerika’da da kritik madenlerle ilgili bir gündem var. Hatta ABD Başkanı Donald Trump kısa bir süre önce ABD Başkanı Donald Trump, ülkesinin deniz madenciliği kapasitesinin arttırılmasını hedefleyen bir başkanlık kararnamesi imzaladı. ‘Mine everywhere’ mottosuyla bir deklarasyon yaptı. “Milli parkları falan, her yeri kazın” diyor. Trump’ın bu yaklaşımıyla Türkiye’de hükümetin maden izinlerinin verilmesini kolaylaştırma adımlarını birlikte okuyunca ben “Acaba burada bir ilişki var mı?” diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü bu torba yasadaki düzenlemeler Türkiye’de 4-5 senedir erteleniyordu. Bizlerin yaptığı lobinin de etkisiyle o yasa çıkamamıştı. Ama bu sene birdenbire pat diye meclisin gündemine geldi. Trump’ın nadir toprak elementleri, kritik madenler merakıyla bizdeki bu durum tesadüfen mi denk geldi yoksa acaba Türkiye’nin üzerinde Trump’ın bu tür bir baskısı var mı? Trump kendine yakın gördüğü ülkeler ve liderlere bu şekilde bir talimat vermiş olabilir mi? Bunlar benim aklıma takılan sorular çünkü oradaki gelişmelerle buradakiler çok üst üste geldi.
“Bu çok sert bir sektör, Güney Amerika’da madenlere karşı mücadele eden 300 aktivist öldürüldü”
-Bu lobi Türkiye’de ya da dünyada diğer iş yaptıkları ülkelerde rüşvet mekanizmalarını da devreye sokuyor mu? Bunu tespit edebildiğiniz durumlar var mı?
Benim şahsen bildiğim ya da okuduğum bir şey yok. Ama bu o kadar sert bir sektör ki Güney Amerika'da bir senede 300 aktivistin öldürüldüğünü biliyoruz.
“Türkiye’de iş yapan büyük maden şirketlerinin böyle şeylere tevessül etmeyeceğini düşünüyoruz”
-Yani sizler bu işleri yüksek sesle konuşarak aslında can güvenliğinize kadar gidebilecek riskler almış oluyorsunuz bir taraftan.
Tabii bu benim bahsettiğim ölümlere neden olanların küçük şirketler olduğunu biliyoruz. Şu anda Türkiye'de iş yapan maden şirketleri büyük şirketler, dolayısıyla da böyle şeylere tevessül etmeyeceklerini düşünüyoruz. Ama dediğim gibi, bunlar Güney Amerika'da oluyor. Türkiye’de de münferit vakalar oldu. Mesela Antalya’da bir karı koca bir maden sahibinin tuttuğu kişi tarafından öldürüldü. Geçen sene Artvin Hopa'da Reşit Kibar diye bir çocuk ağaç kesimine karşı çıkarken açılan ateşte öldürüldü. Vurdular çocuğu karısının gözünün önünde. Korkunç şeyler bunlar.
“Çatalağzı’ndaki annenin ‘Siz İstanbul’da lamba yakacaksınız diye benim çocuğum kanser oluyor’ feryadı dünyamı değiştirdi”
-Türkiye'nin çevre, doğa ve kaynaklarımızı koruma konusunda çok derin sorunları var ama ben hem bu mülakatta verdiğiniz mesajlardan hem de son dönemdeki çalışmalarınızdan anlıyorum ki siz bugün sorunlar listesinde birinci sıraya metalik madenlere verilen izinleri koyuyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?
Tabii biz tamamen madenciliğe karşı falan değiliz. Doğru yerde, doğru yöntemle yapılıyorsa ona bir itirazımız yok. Hani bizlere hep diyorlar ya “İstemezukcüsünüz”, öyle bir şey yok. Burada şuna bakmak lazım; ne yapıyorum, neye mal oluyor ve ne kazanıyorum? Bu hesabı gerçekçi biçimde yapmadan, bu işlere giremezsiniz. Bunu yaparken kamu yararını ön planda tutman lazım. Dolaylı ve dolaysız maliyetlere bakacaksın. Mesela şu anda Afşin’deki termik santralde acayip bir durum var. Yine özelleştirilmiş bir termik santralde ne filtre çalışıyor ne bir şey. Oradaki insanlar çatır çatır kanser oluyor, akciğer problemleri tavan yapmış. Biz şimdi bu konuda TEMA olarak bir belgesel film hazırlıyoruz. O kadar etkisindeyim ki ben neredeyse akşamları elektrik yakamıyorum evde. Çünkü yaktığım her ampul ya da fişe taktığım her alet bir insanın canı anlamına geliyor. İnsanların canı pahasına öyle bir kirlilik içinde enerji üretiliyor. Böyle bir şey olmamalı. İstanbul’da yaşayanlar hiçbir şey görmüyor. Ben Zonguldak Çatalağzı’nı bir gördüm, o gün dünyam değişti. Kadının teki “Siz İstanbul’da lamba yakacaksınız diye benim çocuğum kanser oluyor” diye ağlıyordu. Çünkü İstanbul'a elektrik oradan geliyor. Bilmediğin zaman, birey olarak sorumluluğunu da anlamıyorsun. Ama işte santrallerin, madenlerin yanında yaşayanlar biliyor çünkü sonuçlarını dramatik olarak yaşıyor her gün.
“Erdoğan’dan randevu alamadık, bizim başvuru mektuplarımız falan kayboldu, dönüş alamıyoruz”
-Peki siz bu torba yasa ile ilgili itirazlarınızı yeniden gündeme getirmek için hükümetten randevu talep ettiniz mi?
Etmedik çünkü randevu çıkmıyor! Biz işte dört sene önce Çanakkale'deki madenciliğin bu şekilde yapılmasını durdurmak için çok büyük bir imza kampanyası yaptık ve sonuçta çevre konularında şimdiye kadar aldığımız en yüksek sayıda imzaya ulaştık. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan randevu alamadığımız için götürüp veremedik. Bizim orada başvuru mektuplarımız falan kayboldu yani, anlatabiliyor muyum? Geri dönüş alamıyorsunuz.
/././
İBB soruşturmalarını yürüten Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Hakan Dulkadir görevden alındı, yerine Orhan Şen atandı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik soruşturmaları yürüten İstanbul Emniyeti Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Hakan Dulkadir, İstanbul Valiliği’nce görevinden alındı. Dulkadir’in yerine İstanbul Havalimanı Emniyet Müdürü Orhan Şen atandı.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nce gerçekleştirilen iller arası yaz atamaları sonrasında İstanbul Emniyeti bünyesinde de değişiklikler yapıldı. İstanbul Valisi Davut Gül tarafından onaylanan listede Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Hakan Dulkadir’in bulunması dikkati çekti.
Dulkadir’in başında bulunduğu şube, İBB soruşturmalarının emniyet ayağını yürütüyor. Dulkadir’in yerine ise İstanbul Havalimanı Emniyet Müdürü Orhan Şen getirildi.
Yeni düzenlemeyle hem İstanbul Havalimanı hem de Sabiha Gökçen Havalimanı emniyet müdürleri değiştirildi. İstanbul Havalimanı’na Yusuf Erkan, Sabiha Gökçen Havalimanı’na ise İlyas Kayış atandı.
Bu arada İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü de değişti. Halil Çetinkaya yeni İstihbarat Şube Müdürü oldu.
Ayrıca, daha önce hakkında soruşturma açılan özellikle toplumsal olaylarda gösterdiği sert tavır nedeniyle tepki çeken ve hakkında başlatılan soruşturma nedeniyle personel emrine alınan Hanefi Zengin yeniden göreve döndü.
Atamalarda dikkat çeken diğer bir isim ise televizyoncu Müge Anlı’nın eşi Şinasi Yüzbaşıoğlu oldu. Önceki İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş döneminde Asayiş Şube Müdürü olan Yüzbaşıoğlu, Selami Yıldız’ın göreve gelmesiyle Beşiktaş İlçe Emniyet Müdürü yapıldı. Yüzbaşıoğlu, yaklaşık yedi ay sonra bu kez Sarıyer İlçe Emniyet Müdürü olarak görevlendirildi.
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder