T-24 "Köşebaşı + Gündem" -27 Ağustos 2025-

İmamoğlu'ndan avukatı Nusret Yılmaz'ın gözaltına alınmasına tepki: Hukuku katlediliyor, yargıyı rahatça kullananlar avukatlarımızdan hıncını almaya çalışıyor

CHP'nin tutuklu cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, aile avukatı Nusret Yılmaz'ın gözaltına alınmasına tepki gösterdi.

İmamoğlu ise Yılmaz'ın gözaltına alınmasına tepki göstererek, şunları yazdı:

"Bugün avukatımız Nusret Yılmaz'ın gözaltına alınmasıyla yeni safhasına giren "Avukatları Kuşatma Operasyonu" hukuku katletmeye devam ediyor.

Bir yanda İBB borsası kurup tehdit, şantaj ve rüşvet suçları işleyen avukatlar dururken, bizim avukatlarımız yalnızca savunma görevine sahip çıktıkları için iftira dosyalarıyla gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor.

HUKUK ESİR ALINIYOR!

Yargıyı rahatça kullanarak ve hukuku eğip bükerek bile istedikleri sonucu bulamayanlar, avukatlarımızdan ve ailelerimizden hıncını almaya çalışıyor.

Ekrem İmamoğlu'nu bir türlü milletin gözünden düşüremeyenler, beyhude çabalarına devam ediyor.

MİLLETİMİZ BÜTÜN YAŞANANLARI NOT EDİYOR!"

İmamoğlu ve eşinin avukatı Nusret Yılmaz gözaltına alındı; Trabzon'dan İstanbul'a götürülüyor

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) yönelik yürütülen "yolsuzluk" soruşturması kapsamında 23 Mart'tan beri tutuklu olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı  Ekrem İmamoğlu'nun ve eşi Dilek İmamoğlu'nun avukatı Nusret Yılmaz "rüşvete aracılık etmek" suçlamasıyla gözaltına alındı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca, tutuklanmasının ardından İBB Başkanlığı görevinden uzaklaştırılan Ekrem İmamoğlu'nun da aralarında bulunduğu zanlılar hakkında "suç örgütü yöneticisi olmak", "suç örgütüne üye olmak", "irtikap", "rüşvet", "nitelikli dolandırıcılık", "kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek" ve "ihaleye fesat karıştırmak" suçlarından yürütülen soruşturma sürüyor.AA'nın aktardığına göre; soruşturma kapsamında Ekrem İmamoğlu'nun avukatı Nusret Yılmaz, "rüşvete aracılık etmek" suçundan Trabzon'da gözaltına alındı.Yılmaz'ın İstanbul Adliyesi'ne getirilmesi bekleniyor.

Selahattin Yılmaz soruşturması Ülkü Ocakları’na mı gidiyor?-Tolga Şardan-

Suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla tutuklanan Selahattin Yılmaz’ın bürokrasideki bağlantıları malum... Yılmaz’ın Ankara’daki suç örgütü faaliyetleri sebebiyle tutuklanan Ayhan Bora Kaplan’ın cezaevine girmesiyle boşalan “gayri meşru piyasaya” yani yeraltı dünyasına hâkim olmak amacıyla işlerini başkente taşıdığı iddialar arasında. Piyasanın boşluğu kaldırmayacağı, mutlaka bir sahibinin ortaya çıkacağı sürekli söylenir; iddiaya göre Yılmaz Ankara’da ofis kurdu, buradan işlerini yönetmeye başladı

Selahattin Yılmaz soruşturması Ülkü Ocakları’na mı gidiyor?Selahattin Yılmaz ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “ülküdaşım” diyerek savunduğu suç örgütü lideri Selahattin Yılmaz’ın da yer aldığı soruşturma dosyası, hafta sonunda dikkat çekici boyuta evrildi.

Ülkenin en stratejik kurumlarından Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun (MKE) önceki Yönetim Kurulu Başkanı İsmet Sayhan gözaltına alındı.

Eski MKE Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı hakkındaki iddia vahim ötesi: Casusluk!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmada, Ankara’da gözaltına alınan, evinde ve iş yerinde arama yapılarak İstanbul’a getirilen Sayhan, aynı zamanda avukat.

Bu gelişmeyi şu an için kenara koyalım ve geçen salı günkü Büyüteç’te gündeme taşıdığım “AKP’de ‘turnusol’ operasyonlar” başlıklı yazıdaki bilgilerin üzerinden devam edelim beraberce.

Yılmaz ve Ülkü Ocakları

Suç örgütü lideri olduğu iddia edilen Selahattin Yılmaz’ın bürokrasideki bağlantıları malum... Gerek Trabzonlu olması gerekse Alaaddin Çakıcı başta olmak üzere bilinen suç örgütü liderleriyle yakınlığı sebebiyle üniformalı/üniformasız pek çok üst düzey kamu personeliyle teması var.

Yanı sıra özellikle MHP camiasında temaslarının bulunduğu biliniyor. Hatta, “ağabeyi” Alaaddin Çakıcı’yla birlikte MHP Genel Başkanı Bahçeli’yi ziyaret edip fotoğraf çektirdi.

Selahattin Yılmaz, ‘ağabeyi’ Alaaddin Çakıcı ile birlikte 2019’da cezaevinden çıktıktan sonra MHP Genel Başkanı Bahçeli’yi ziyaret etti

Yılmaz’ın gözaltına alınış sebebi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonlarda itirafçı konumundaki iş insanı Aziz İhsan Aktaş’a yönelik suikast girişimi iddiasıydı. Beraberinde Ankaralı iki avukat Semra Ilık ve Cem Duman’la birlikte kurdukları iddia edilen suç örgütü soruşturmasında İstanbul’da tutuklandı.

Tutuklanmasıyla birlikte Yılmaz ve bağlantılarıyla ilgili epeyce bilgi kamuoyuna yansıdı. Burada eksik kalan bölümü tamamlamak da bu satırların yazarına düştü.

Çok sayıda iddia var. Yılmaz’ın Ankara’daki suç örgütü faaliyetleri sebebiyle tutuklanan Ayhan Bora Kaplan’ın cezaevine girmesiyle boşalan “gayri meşru piyasaya” yani yeraltı dünyasına hâkim olmak amacıyla işlerini başkente taşıdığı iddialar arasında.

Piyasanın boşluğu kaldırmayacağı, mutlaka bir sahibinin ortaya çıkacağı sürekli söylenir.

İddiaya göre Yılmaz, Ankara’da ofis kurdu, buradan işlerini yönetmeye başladı.

Yeri gelmişken söyleyeyim; özellikle İstanbul merkezli hiçbir yeraltı dünyası grubu, Ankara’da yerleşik düzen kurmayı tercih etmez. Ankara’daki işlerini kentte irtibatlı olduğu taşeronlar aracılığıyla yürütür.

Ancak kural bazen bozuluyor. Yukarıda linkini bıraktığım Büyüteç’te aktardığım üzere, İstanbul’da “yeni düzene” geçilmesinden olsa gerek, Yılmaz işlerini Ankara’ya taşıdı. Ayhan Bora Kaplan’dan arda kalan “verimli boş alan” varlığı iştah kabarttı. İddiaya göre bu alanın Yılmaz’a tahsisiyle ilgili kapalı kapılar ardında pazarlıklar çoktan yapılmıştı bile.

Zaten Ankara’nın yerleşik yerel grupları eskisi kadar aktif değildi.

Ayrıca, kendisine zırh ve etki yaratmak, “devlet arkamda” havası estirmek, daha doğrusu “nüfuz ticareti” baskısı yaratmak amacıyla sosyal medyada paylaştığı fotoğraflarda yer alan eski Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin, üst düzey kimi yargı mensupları da dikkati çekiyordu.

Eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin ile Tutuklu Selahattin Yılmaz

Tabii, siyasi bağlantıları da unutmamak gerek. MHP’li birçok isim Yılmaz’ın Ankara’ya gelişinden memnun kaldı.

Yılmaz, MHP Genel Merkezi’nin yanında genel merkezle yakın diyalog halindeki isimlerle de temaslarını sıklaştırdı. İşte, Yılmaz’ın gözaltına alındığı operasyonda tutuklanan ancak hafta sonunda ev hapsiyle tahliye edilen Turgut Öner’in ismi de bu noktada geçiyor.

Avukat Cem Duman da aynı gruptan. Duman her ne kadar AKP’yle yakın gibi gözükse de kendisinde vekaleti bulunan önemli MHP’li isimler var.

Dosyanın ülkücü iş insanı: Turgut Öner

Ankara’da iş insanı olarak bilinen Turgut Öner, Yılmaz’la olduğu kadar aynı zamanda Ülkü Ocakları yönetimiyle çok yakın.

Hatta, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Deniz Güzelay’ın geçen mayısta Ankara’nın Beytepe bölgesinde faaliyete geçirdiği ve lüks otomobillerin satıldığı otomotiv şirketinin açılışında Yılmaz ve Öner başroldeydi.

Selahattin Yılmaz, Turgut Öner ve Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Deniz Güzelay açılışta

Güzelay, Yılmaz tutuklandıktan sonra tıpkı Genel Başkan Bahçeli’nin “ülküdaşım” çıkışı benzeri sosyal medya paylaşımıyla Yılmaz’ın cezaevine gönderilmesini eleştirdi.

Ülkücü camiadan bazı isimlerin de yer aldığı görüştüğüm kimi kaynakların iddiasına göre, Yılmaz söz konusu işletmenin gizli hissedarı. Daha ileri bir iddia var ki henüz kamuoyuna yansıması çok problem yaratacak cinsten.

Bu iddianın gündeme gelmesi için biraz zamana ve savcılığın yapacağı tespite ihtiyaç var.

Öner’in kafesinin müdavimleri

MHP’li olduğunu saklamayan iş insanı Turgut Öner’in bir kafesi var. Ankara’nın önde gelen isimleri çoğunlukla burada zaman geçiriyor. Öner’in kafesinin müdavimlerinden birisi Selahattin Yılmaz elbette.

Yılmaz’ın tutuklanmasından sonra MHP Genel Başkanı Bahçeli, AKP ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e mesaj vererek “ülküdaşım” çıkışı yaptı.

Kanımca, Bahçeli’nin mesajı alındı. Yılmaz değil ama yakın dostu Öner tahliye edildi!

Öner, tutuklanmadan kısa süre önce Yılmaz’la birlikte bir dönem Bahçeli’nin koruma müdürü görevini yürüten emekli emniyet müdürü Murat Mantuş’un kızının Ankara’daki düğününe katılıp sosyal medya paylaşımı yaptı. Bu arada Mantuş’un, İstanbul’daki “yenidoğan soruşturması” şüphelilerinden olduğunu hatırlatayım.

MHP’li iş insanı Turgut Öner ve Bahçeli’nin eski koruma müdürü Murat Mantuş, MHP Genel Başkanı ile

Bahçeli’nin mesajının “ilgili yerlerden” alınmasıyla serbest kalan Öner’in 13 Eylül’de oğlunun düğünü var. Böylece Öner, düğün hazırlıkları sırasında ailesinin başında yer alacak.

Savcılık soruşturmasının sonucunda Öner’in durumu netleşecek.

Avukat Cem Duman ve bağlantıları

Dosyanın tutuklu diğer tutuklu ismi avukat Cem Duman, genç yaşta olmasına karşın meslek büyüklerinin büyük bölümünü fersah fersah geçmiş durumda mali tablolarda.

Duman’la Yılmaz’ın ortak ticari faaliyeti vardı yakın zamana kadar. Ancak bu yılın başında yaşanan parasal anlaşmazlık sonunda ayrıldılar. Kanlı bıçaklı oldular adeta. Yılmaz, Duman’ın hisselerinin sahibi oldu. Duman’ın eşi, Ankara’nın tanınan iş insanlarından Salih Bezci’nin şirketinde üst düzey yönetici.

İddiaya göre, AKP Genel Merkezi’ne yürüme mesafesindeki Bezci Ailesi’ne ait Besa Kule yerleşkesindeki iş yerlerinden birisi Duman’ın kayınpederine ait. İş yerinde Öküz adlı kafe – restoran faaliyette. Şimdilerde kayyım tarafından işletilen firmanın asıl sahibi ise Ayhan Bora Kaplan’dı!

Avukat Duman’ın Ankara’da olduğu kadar İstanbul’da da çevresi olduğu kamuoyuna yansıyan bilgiler ve fotoğraflardan anlaşılıyor. İstanbul’da özellikle medyadaki bağlantıların kurulmasında AKP’li Melih Gökçek’in oğluna ait televizyon kanalının çalışanlarından Tahir Sarıkaya’nın bulunması tesadüf olsa gerek. Sarıkaya, Duman’ın iktidara yakın gazeteci Ahmet Hakan’la buluşmasında yer aldı!

Gazeteci Ahmet Hakan, Tahir Sarıkaya ve tutuklu avukat Cem Duman

Bu arada Sarıkaya’nın, dosyanın diğer tutuklusu avukat Semra Ilık’ın, iktidara yakın gazetecilerden Cem Küçük’le buluşmasında da yer alması yine tesadüf olmalı!

İtirafçıyı ziyaret eden şüpheli avukat: Semra Ilık

Dosyada tutuklu bulunan Ankaralı avukat Semra Ilık’ın, cezaevinde bulunduğu sırada iş insanı Aziz İhsan Aktaş’ı neden ziyarete gittiği soru işareti.

Kaldı ki Candan Yıldız, dün T24’te Ilık’ın profilini kaleme aldı. Bilinmeyenlerin ortaya çıkması bakımından okumak faydalı.

Ilık’ın özellikle Cumhurbaşkanlığı’nda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın ekibindeki kimi isimlerle bağlantı kurduğu, temas kuramadığı kimi isimlerin de adını kullanarak piyasada etkin olmaya çalıştığı ifade ediliyor.

Tahir Sarıkaya, Cem Küçük ve tutuklu avukat Semra Ilık
Gazeteciler Sinan Burhan ve Hacı Yakışıklı ile tutuklu avukat Semra Ilık

Ilık’la ilgili Ankara’da seslendirilen diğer iddia ise bazı savunma sanayi faaliyetlerine girişmiş olması. Bu konuda Yılmaz’la iş birliği yaptığı iddiası gündemde.

Eski MKEK Yönetim Kurulu Başkanı

Sıra geldi eski MKE Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı avukat İsmet Sayhan’ın gözaltına alınmasına.

Sayhan’ın, Yılmaz’ın liderliğini yaptığı suç örgütü dosyasından gözaltına alındığı ifade ediliyor. İktidar kanadı bu gözaltı ile ilgili olarak şimdilik bir açıklama yapmadı.

Ancak, kamuoyuna yansıdığı gibi Sayhan, hakkındaki “casusluk” iddiasıyla gözaltına alındıysa ‘işin rengi değişmeye başlıyor’ demektir.

Sayhan’ın gözaltına alınmasının, Bahçeli’nin “Ülküdaşım” çıkışına karşı gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz.

Az önce okudunuz, şüphelilerden Yılmaz ve Ilık’ın savunma sanayi sektöründeki faaliyetleri Ankara’da konuşulurken, üzerine MKEK eski Yönetim Kurulu Başkanı’nın casusluktan gözaltına alınmasının bir anlamı olsa gerek!

Buradan Yılmaz’ın MHP ve Ülkü Ocakları bağlantıları da düşünülürse, çıkartılması gereken anlamın derinliği farklı olacaktır.

Kaldı ki, Sayhan’ın da MHP Genel Başkanı ile makamında çekilmiş fotoğrafı var.

İktidardan Bahçeli’ye mesaj üzerine mesaj geliyor. Ve MHP Genel Merkezi’nin, Sayhan’ın gözaltına alınmasıyla ilgili bir açıklama yapmaması ilginç değil mi?

Sayhan’la birlikte suikast iddiasıyla başlatılan soruşturmaya bir de casusluk konusu girince, MHP’nin ne açıklama yapacağı merak konusu kuşkusuz.

Öte yandan son bir ayda Cumhur İttifakı içinde başlayan yargı üzerinden çarpışmada, MHP’de bir kesimin rahatsız olduğu kulislerde konuşuluyor.

Bilhassa Yılmaz’ın gözaltına alınışından sonra MHP’den yükselen tepkilere mesafeli duran kimi partililer olduğu ifade ediliyor.

MKE’den söz açılmışken bir not daha vereyim.

Yıl, 2016.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Ankara Emniyeti, gizli bir dosyayı raftan indirip adli soruşturma başlattı.

Operasyonda, MKE’nin ürettiği MP-5 ve MPT-76 model milli piyade tüfeklerinin çizim ve üretim planlarını ABD’ye satmak isteyen MKE Silah Fabrika Müdürü Mustafa Tanrıverdi yakalandı.

Ortalık ayağa kalktı. MKE gibi stratejik kamu kurumunda ortaya çıkarılan skandal, kamuoyunda tartışıldı.

Aradan dokuz yıl geçti.

Şimdi de MKEK eski Yönetim Kurulu Başkanı, casusluk iddiasıyla gözaltına alındı.

Böylesine önemli bir kurumda yaşananları iktidar nasıl açıklar acaba?

Skandallara karışanlar, kurumdaki görevlere nasıl, hangi kriterlere göre, kimlerin torpiliyle atandı?

MKEK bünyesinde o kadar kıymetli mühendisler, işletmeciler varken bir avukat hangi gerekçeyle yönetim kurulu başkanı atandı?  

Fatih Altaylı: Aziz İhsan Aktaş'ın yeni ifadelerinde 50 ismin olduğu, aralarında AKP'li belediye başkanları ya da siyasetçilerin olduğu konuşuluyor

22 Haziran'dan beri Silivri'deki Marmara Cezaevi'nde tutuklu bulunan gazeteci Fatih AltaylıAziz İhsan Aktaş'la ilgili yeni iddiaları gündeme getirdi. Altaylı, "Aziz İhsan Aktaş'ın yeni ifadeler verdiği ve bu ifadelerinde şimdiye kadar bahsetmediği 50 yeni isimden söz ettiği konuşuluyor. Hatta bu isimler arasında AK Partili belediye başkanları ya da siyasetçilerin olduğu da dedikodulara yansıyor," dedi.

Fatih Altaylı, Silivri'den gönderdiği son notunda önce eski AKP milletvekili Şamil Tayar'ın iddianameler ve yargılamaların başlaması ile ilgili verdiği tarihleri değerlendirdi. Altaylı, yargılamaların çok hızlı başlamayabileceği yorumunda bulundu. 

"İlk serbest kalması beklenenler Ahmet Özer, Emrah Şahan, Buğra Gökçe ve Zeydan Karalar olabilir"

Fatih Altaylı'nın notunda şu değerlendirmeler yer alıyor:

"Gel istersen Şamil Tayar'ın iddianameler ve yargılamaların başlaması ile ilgili verdiği tarihlere bakalım. İddianamelerin 1 Eylül - 3 Ekim'de mahkemeye sunulur diyor Tayyar. Yargılamaların da Ekim ayında başlayacağını ima ediyor. Genel kanaat de böyle oluştu. Ancak bu iyimser bir tahmin. İddianameler Eylül'de verilse bile muhtemelen bunlar kalın kapsamlı iddianameler olacak. Sonra bu iddianameler şans eseri bir mahkemeye düşecek. Bir ağır Ceza Mahkemesine. Sonra mahkeme heyeti bu iddianameleri okuyacak. Ya kabul edecek ya da bu olmamış diyerek savcılığa geri yollayacak. Diyelim ki kabul etti. O zaman da bir yargılama tarihi verecek. Bir ay mı 5 ay mı bilmiyoruz. Ümit Özdağ'ın iddianame kabulünden sonra dava tarihi yanlış hatırlamıyorsam 2-3 ay sonraya verilmişti. Benim iddianam yarım sayfalık bir bant çözümünden ibaretti. Temmuz ortalarında yazıldı. Ağustos başında kabul edildi. Mahkeme günü olarak 3 Ekim verildi. Yani yargılamalar o kadar hızlı başlamayabilir. Başladıktan sonra ilk serbest kalması beklenenler Ahmet Özer, Emrah Şahan, Buğra Gökçe ve Zeydan Karalar olabilir. Çünkü bu kişilere yönelik iddialar çok ama çok zayıf. Ben bu listeye İnan Güney'i de eklerim.

Bu vesileyle Aziz İhsan Aktaş'la ilgili yepyeni dedikodular var. İddia şu: Aziz İhsan Aktaş'ın yeni ifadeler verdiği ve bu ifadelerin de şimdiye kadar bahsetmediği 50 yeni isimden söz ettiği konuşuluyor. Hatta bu isimler arasında AK Partili belediye başkanları ya da siyasetçilerin olduğu da dedikodulara yansıyor. AK Partili ve Cumhur İttifakı'ndan isimler. Bazı güvenilir gazeteciler şu anda hesaplaşmanın savunma sanayine kaydığını söylüyorlar. Tüm bu olaylar çok karanlık, çok gizli alanlarda seyretmeye başladı."

Yükselişi dikkat çeken tutuklu avukat Semra Ilık hakkında iddia: Burhan Kuzu’nun ismini kullanıyordu -Candan Yıldız-

Selahattin Yılmaz, Cem Duman ve Semra Ilık’ın yükselişi, nüfuzu, ilişkileri açığa çıkarılır mı ya da soruşturma o kadar derinlere iner mi, göreceğiz. Malum ‘çekilen tuğla’ meselesi. Ama şu net, bu isimler bu dönemin karakterini faş ediyor.

Dönemi anlatan figürler hayatımızda…

Zenginliklerini toplumun gözüne sokan, nasıl zenginleştikleri konusunda ‘acaba’ dedirten, olmazsa olmaz bir kare olarak yükseklerdeki siyasetçilerle fotoğraf çektirmeyi ihmâl etmeyen, bir proje gibi medyadaki görünürlükleri sağlanan bu figürlere her gün yeni bir isim ekleniyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Ülküdaşım, dava arkadaşım” sözleriyle sahip çıktığı, emniyet ifadesinde “suç örgütü kurma”, “yaralama”, “ruhsatsız silah taşıma” gibi suçlardan toplamda 11 yıl 2 ay cezaevinde kaldığını beyan eden Selahattin Yılmaz’ın tutuklandığı dosyada iki avukat daha vardı.

İkisi de Yılmaz gibi tutuklandı.

Her iki avukatın Türkiye Barolar Birliği'nin karşı çıktığı "çoklu baro" yasası sonrası kurulan Ankara 2 No’lu Baro’ya üye olduğunu not düşeyim.

Avukat Cem Duman

Sözünü ettiğim iki avukattan biri Cem Duman. Sosyal medyasını görünür olmanın yanı sıra bir güç gösterisi gibi de kullanan bu avukat, ki kendisinin ifadesinden Selahattin Yılmaz’la iş yerinin paylaşımı konusunda ihtilafa düştüğünü anlıyoruz, Ahmet Hakan’ın yaş gününü kutlayacak kadar kimi gazetecileri ihmâl etmemek gerektiğini bilen bir kişi.

Cem Duman’ın bürosundan verdiği pozlarda dikkati çeken zenginliği ile emniyet sorgusunda beyan ettiği 500 bin TL aylık gelir arasında uçurum olmasa da bir yamaç olduğu kesin.

Bu değirmenin suyunun nereden geldiği, yargı düzenindeki ‘borsalardan’ beslenip beslenmediği soruşturmanın konusu olabilmeli aslında.

Zira Cem Duman, Beşiktaş Belediyesi’ne yönelik operasyonda “suç örgütü lideri” olarak tutuklanan, sonrasında “etkin pişmanlık” sonucu ev hapsinden de kurtulan, dönemin ‘kara kutusu’ Aziz İhsan Aktaş’a “suikast hazırlığı” iddiasının yanı sıra “tehdit” ve “silahlı suç örgütü kurmak ve üye olmak”la suçlanıyor.

Bir detayın da altını çizmek isterim. Cem Duman ifadesinde diyor ki “Düzenlenen eş zamanlı operasyon kapsamında gözaltına alınacağımı düşündüğüm için…"

Eş zamanlı operasyonların esbab-ı mucibesi, şüphelinin olası operasyondan haberdar olmaması… Cem Duman önsezisi güçlü olan bir avukat olsa gerek.

Cem Duman’ın yanı sıra sıra dışı yükselişi olan bir diğer avukat da Semra Ilık.  YouTube’daki konuşmalarının çoğunu merak edip dinledim. O da dönemin figürlerinden. Ağırlığı kendinden menkul ödüller alan, CNNTürk, TV Net, Akit TV, TV 100, Ulusal Kanal’a, TRT Kurdi’ye konuk olan, AKP’nin 2024 yerel seçim aday tanımında siyasi yorumlar yapan, KADEM Ankara üyesi, imaj ya da değil, erkekler dünyasında paralı ve güçlü kadın havası estiren Semra Ilık, “Bozkurt” işaretine de sahip çıkan bir kişi. Buna rağmen Bahçeli’nin “Ülküdaşım” dediği Selahattin Yılmaz’a kafa tutan bir kadın.

Emniyet ifadesinde Selahattin Yılmaz’la Bodrum’da yüz yüze yaptığı görüşmede aralarında gerginlik olduğunu, Yılmaz’ın kendisini avukatı Cem Duman’a yönlendirdiğini söylüyor.

Semra Ilık’ın memleketinden konuştuğum yerel kaynaklar; Ilık ailesinin yoksul bir aile olduğunu, uyuşturucu baronu Zindaşti’nin tahliyesi için ‘nüfuzunu’ kullandığı iddia edilen ve pandemi nedeniyle hayatını kaybeden anayasacı Burhan Kuzu’nun ofisinde stajını yaptığını öne sürdü. Hatta bir kaynağım “Burhan Kuzu’nun adını kullanıyordu” dedi.

Semra Ilık, kan davalı ailelerin barış buluşmasında

Ilık öyle güçlü bir kadın profili çiziyor ki memleketinde kan davalı olan Çakar ve Ilık aileleri arasında barış arabuluculuğu yapabiliyor.

Barış buluşmasındaki karelere bakıldığında erkeklerin arasında tek kadın Semra Ilık.

Ilık’ın siyasetçilerle fotoğrafları da AKP için çalışan, üyesi olan bir kişiden daha güçlü bağları olduğunu da imliyor.

Ilık, Fahrettin Altun döneminde İletişim Başkanlığı’nın Yerel Medya Çalıştayı’na da katılan bir isim.

Selahattin Yılmaz, Cem Duman ve Semra Ilık’ın yükselişi, nüfuzu, ilişkileri açığa çıkarılır mı ya da soruşturma o kadar derinlere iner mi, göreceğiz. Malum ‘çekilen tuğla’ meselesi. Ama şu net, bu isimler bu dönemin karakterini faş ediyor. Şu da net, Aziz İhsan Aktaş’ın listesi tasfiye listesi gibi duruyor. 

                                                              /././

Trump, ABD Savunma Bakanlığının adını "Savaş Bakanlığı" olarak değiştirebileceğini söyledi.

ABD Başkanı Donald Trump, ABD Savunma Bakanlığının adını "Savaş Bakanlığı" olarak değiştirmeyi düşündüğünü açıkladı.  ABD Başkanı Trump, Güney Kore Devlet Başkanı Lee Jae Myung'u Oval Ofis'te ağırladığı görüşmede, basın mensuplarının gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. ABD Başkanı, "Biz ona Savunma Bakanlığı diyoruz ama muhtemelen adını değiştireceğiz. Sanırım yakında bu konuda sizi bilgilendireceğiz. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı zamanında Savaş Bakanlığı olarak adlandırılıyordu. Bana göre gerçekte de öyle. İçimden bir his, bu bakanlığın adını değiştireceğimizi söylüyor." şeklinde konuştu.Trump, bu konuda ilgili kişilerle görüştüğünü kaydederek, birkaç hafta içinde Savunma Bakanlığının isminin değişip değişmeyeceğiyle ilgili kararı duyurabileceğini belirtti. ABD Başkanı daha önceki açıklamalarında da Savunma Bakanlığı yerine "Savaş Bakanlığı" ifadesini kullanmayı tercih edeceğini söylemişti. 

Sahte diplomalı spikerler!-Asena Özkan-

Halit Kıvanç, Murat Murathanoğlu, Orhan Ayhan, Murat Kosova, Sabri Ugan, Yalçın Çetin, Güntekin Onay, Ercan Taner

Arkadaşlar arada sırada ses arşivlerine girip Eşref Şefik’ten Muvakkar Ekrem Talu’ya, Halit Kıvanç’tan Orhan Ayhan’a mesleğin kıdemli spikerlerinin anlatımlarını dinlese, sunuculuğun bir meşin yuvarlak, yeşil saha, 2 kale, 22 futbolcu, 5 hakem ve binlerce seyirciden ibaret olmadığını anlayacak.

Maç aktarımcısı arkadaşlarımızın anlatımları çoğu kez saç-baş yoldurtacak düzeyde. Birincisi, ki en önemlisi, hemen hepsi amigo kimliğinden arınmak zorunda. Sizin işiniz, olanı biteni yansız ve objektif olarak aktarmak, en ucuzundan ve düzeysizinden gaz vermek ve şovenizm yapmak değil.

Ayrıca nasıl bir ülkede yaşadığını da unutmuş gibi bu spikerler: Ormanlar yanıyor, deprem oluyor insanların evleri başlarına yıkılıyor ve aynı gün mikrofon başındaki “Bu galibiyeti milyonlar sokaklarda kutlayacak” cümlesini kuruyor. Hop orada dur paşam, yurttaşın derdi kendine yeter. Ayrıca memlekette ayın sonunu getiremeyenler azınlık değil ne yazık ki çoğunluk. Ve sıradan bir galibiyet onlar için herhangi bir anlam ya da önem ifade etmemekte…

İkincisi, şayet görme engelli değilsem, değilsek topun kimin ayağında olduğunu görüyorum, görüyoruz. Topu ayağına alan futbolcunun adını telaffuz etmekle sınırlı kalmak maç aktarmak değildir. Ayağına topu alan oyuncu hakkında geçmişini, performansını, kişisel özelliklerini kısaca aktarırsan işini yaparsın. Takımın kronolojisinden, kurulduğu kentin tarihinden, sanatından, kültüründen aktarım yaparsan da beğeni kazanırsın. Diplomalarınızı nereden aldınız bilmiyorum. Ama galiba çoğunuzunki sahte. Eminim biri iki tane de yüksek lisansınız vardır!..

Bir diğer önemli ayrıntı! ‘Biz’ ve ‘onlar’ ayırımcılığına artık son verin lütfen. Konuk takım demek varken ya da sadece söz konusu takımın adını zikretmek yeterli iken, sporu neden bir savaş aktarımıyla örtüştürüyorsunuz? Spor da müzik gibi evrensel olgu. Kaldı ki spor dili, dini, rengi, teması kardeşlik, dostluk ve barıştır…   

Yeri gelmişken bazı oyuncular için niye durduk yerde methiyeler düzüyorsunuz? Bırakın sahada kimin iyi oynadığına izleyici karar versin.

İzleyici, spikerden maçı anlatmasını, arka plan bilgileri vermesini beklerken, çoğu sunucu kendini teknik direktör sandığı için oturuyor, takımın nasıl oynaması gerektiğini anlatıyor.

Bu arkadaşlar arada sırada ses arşivlerine girip Eşref Şefik’ten Muvakkar Ekrem Talu’ya, Halit Kıvanç’tan Orhan Ayhan’a mesleğin kıdemli spikerlerinin anlatımlarını dinlese, sunuculuğun bir meşin yuvarlak, yeşil saha, 2 kale, 22 futbolcu, 5 hakem ve binlerce seyirciden ibaret olmadığını anlayacak. Şirazeyi kaçırmamak koşuluyla, biraz aktüalite, biraz tarih, biraz dedikodu ve mümkünse bir perçem de mizah katabilseler, mikrofon başında, izleyiciler de keyiflense...

Avrupalı ya da yabancı takımlarla yapılan karşılaşmalar da sunucuların çoğu cengaver kesiliyor. Kaleyi fethetmeye çalışan kahraman Türk ordusunun öncü askeri gibi konuşuyor. Ve Türk takımı kötü de oynasa takımın galip geleceğini muştuluyor. Oysa ki dünyada spiker katkısıyla maç kazanmış takım yoktur. Verilen gaz boşa gidiyor, yapay umutlar fışkırtılıyor.  

Üstelik çoğu zaman Avrupa’dan konuk gelen takımlar ve oyuncuları hakkında detay içeren tek kelime yok. Kimi zaman da sadece gelen ekipten söz ediyorsunuz. İyi güzel de bu hangi ülkenin takımı, ligi kaçıncı sırada bitirmiş? Yeni sezonda kadrosuna kimleri katmış? Yabancı dil bilmiyor olabilirsiniz. İnternet’ten hangi ismin nasıl okunacağını açıklayan sesli sayfalar var. Sakın ‘zor’ demeyin elinizin altındaki klavye bilgi hazinesi içeriyor…

KKM’de tatlandırıcılardan acı reçeteye -Binhan Elif Yılmaz

KKM’ye götüren süreç geri alınabilseydi ya da hiç böyle bir yola girilmeseydi, bugün hem ekonomimiz hem de emekli, emekçi, tüccar, ihracatçı herkes çok daha yüksek bir refah seviyesinde olacaktı.

KKM (kur korumalı mevduat) 21 Aralık 2021'de tasarrufu, varlığı olanları kur riskine karşı güvence altına alan bir finansal araç olarak hayata geçti. Kur riskini yaratan ise o dönemde denenen Türkiye Ekonomi Modeliydi.

Bu denemeye göre Merkez Bankası parasal gevşemeye ve politika faizinde indirime giderse yatırım, istihdam artacak ve kur yükselirken yani rekabetçi kur ile ihracat rekor kıracaktı. Tabi ki beklendiği gibi olmadı, düşük faizle alınan kredilerin yatırıma yönlendirilmediği ve ihracatın rekor kırmadığı ortamda artan dolarizasyon ve yüksek enflasyon Türkiye ekonomisini esir aldı. Sonunda KKM ile baş başa kaldık.

Büyük bir başarı hikayesi olarak servis edilen KKM’nin hacminin artması için siyasi açıklamalar ve medya büyük çaba sarfetti. KKM’yi eleştirenler, eleştirildi.

KKM hacmi altı ay içinde 1 trilyon TL’yi geçti, bir yıl içinde 1,5 trilyon TL’yi aştı. 2023 genel seçimlerine giderken 3 trilyon TL oldu.

KKM hacminin artışında “tatlandırıcıları” oldukça etkili oldu. Tatlandırıcı eşliğinde hacimdeki artış ile kazananların sayısı ve ekonomideki yeri artmaya devam etti. Ama aynı toplumda hiç tasarrufu olmayan, zar zor geçinenler yüksek enflasyon karşısında daha da yoksullaştı. Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale gelirken, toplum, tatlandırıcıları alanlara karşılık acı reçeteye maruz kalan olarak ikiye bölünmüştü artık.

KKM’nin tatlandırıcıları nelerdi?

- Faiz ve bedava opsiyon

KKM'nin özelliği, mevduat sahibine faiz ile beraber sunulan bedava opsiyon. Mevduat sahibi, eğer kur artışı KKM mevduat faizinin altında kalırsa faizden kazanıyordu, kur artışı KKM mevduat faizinin üstüne çıkarsa da kur farkını alıyordu.

İlk durumda faizi banka ödeyecek, ikinci durumda da Hazine ödeyecekti. Kur artışına karşı koruma, TL'den KKM'ye dönenler için bütçeden, dövizden KKM'ye dönenler için TCMB tarafından karşılanacaktı. KKM hesabı açtıranlar tatlandırıcıları kazanacak, hesabı başkaları ödeyecekti.

- Vergi istisnası

Bir başka tatlandırıcı, getirilere "0" stopaj avantajı oldu. Oysaki KKM’nin getirisi olan faiz, menkul sermeye iradıdır ve gelir vergisine tabi olması gerekir. Banka mevduatında, yatırım fonlarında vb’de de benzer getiriler söz konusu ve vergiye tabi iken, bu kazançlardan vergi alınmadı ve elde edilen kur farkı ve faiz gelirleri gerçek kişilerde gelir vergisinden, tüzellerde kurumlar vergisinden istisna edildi.

Hatta 30 Nisan 2024 tarihli RG’de yayımlanan CB Kararıyla mevduat vb. stopaj oranları yükseltilirken, KKM'de stopajın yüzde “0” olmasına devam edildi.

- Politika faizinin üzerinde faiz

KKM hesaplarına, giderek düşen, hatta enflasyon oranıyla farkı 50-60 puana yaklaşan politika faizinin üç puan üzerinde faiz verilmesi kararlaştırıldı başlangıçta. Ancak bir süre sonra üst limit serbest bırakıldı. Artık bankalar arasında KKM müşterisini kendilerine çekmek için rekabet başlamıştı, faiz oranlarını yarıştırıyorlardı. Bu durum KKM’ye olan talebi daha da arttırdı.

Ama, gün geldi tatlandırıcılar geri alınmaya başlandı. Genel seçimlerin ardından başlayan sıkı para politikasında 1 yıl geride bırakılırken ekonomi yönetimi artık liralaşma için KKM’ye ihtiyaç duymayacaktı, maliyet büyüyordu, asıl acı reçete dezenflasyon sürecinde dar gelirli, ücretli ve emeklinin sırtında olacaktı. Bitirilmesi için atılan adımlarla vergi ve faiz tatlandırıcıları yavaş yavaş geri alınıyordu.

31 Temmuz 2024’te 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli KKM hesapları yüzde 7,5 ve 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli yüzde 5 oranında gelir vergisine tabi oldu. Yani artık stopaj "0" değildi. Aynı vergi oranları, döviz ve altın dönüşümlü hesaplar için de geçerli oldu. Bir ay öncesinde de KKM ve katılım hesaplarına uygulanan kurumlar vergisi istisnası sona erdi.

İlk günden servis edilen “0” stopaj KKM'nin neredeyse hiç değişmeyecek ana unsuru gibiydi. Hesap sahibi Türkiye ekonomisini uçurumun eşiğinden kurtardığını düşünüyor ve vergi istisnasından yararlanmasının normal bir durum olduğunu kabul ediyordu. Ama vergide adaleti bozucu etkisini herkes biliyordu.

Ardından KKM hesaplarına mevduat faizinin de altında faiz verilmeye başlandı. Tebliğler ile bankaların özellikle TL'den dönen KKM hesaplarının TL vadeli mevduata dönüştürmelerine ilişkin kriterlere uymaları, uymayan bankalara ek menkul kıymet tesisi zorunluluğu getirildi.

KKM, 2023 Ağustos ayının ortasında 3,4 trilyon TL’lik en yüksek hacmine ulaşmıştı. Geri alınan tatlandırıcılar ve yüksek pozitif reel faiz ortamında gerçek kişi TL mevduat hacmi artarken DTH geriliyor ve KKM’den çıkış hızlanıyordu. İlk altı ayda KKM hacmi hızla yaklaşık 2,5 trilyon TL azaldı ve 1 trilyon TL’nin altına geriledi. Ancak Mayıs ortasından itibaren sadece 100 milyar TL’lik azalış, neredeyse 2 ay sürdü. TCMB faiz indirim döngüsünü başlatmıştı ve enflasyonda beklentiler iyileşmiyordu. Sonunda KKM’ye son verme kararı cuma akşamı TCMB’den geldi.

Kısaca serüvenini anlattığım KKM’nin bir de rakamsal ve toplumsal maliyetine bakalım:

TL’den dönenlerin kur artışına karşı korunması bütçeden, dövizden KKM'ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılanıyordu ilk başta. Bütçeden ilk ödemeler de Mart 2022’de başladı. 2022 yıl sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu dönemin bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sı kadar TL’den dönen KKM sahiplerine bütçeden aktarım yapıldı. Döviz dönüşümlü KKM için TCMB’nin de bu düzeyde bir maliyetle karşılaştığı tahmin ediliyordu.

2023 yılının ilk yedi ayında ise TL’den dönen KKM için bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasında bütçeden ödenen kısmıydı. Çünkü Dolar/TL genel seçim öncesinde 15,5 TL iken iki ay içinde 26 TL'nin üzerine çıkmıştı ve seçim sonrası kur artışı bu meblağı büyüttü. 2023 bütçesi (ek bütçe dahil) deprem harcamaları varken KKM'nin yükünü kaldıramayacaktı.

Yaklaşık bir buçuk yılda maliyet 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti, ancak söz konusu 34,5 milyar TL KKM’nin bütçeye yükü ile ilgili gördüğümüz son rakamdı, artık bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını izlememiz mümkün olmayacaktı.

Artık o tarihten sonra her iki tür KKM için de mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başladı. TCMB de 2023 zararını 818,2 ve 2024 zararını 700,4 milyar TL olarak açıkladı ki bu zararın çok önemli kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklanması olası.

Alternatif maliyet ise bambaşka. Bütçeye, TCMB’ye yüklenen maliyet bir yandan tüm topluma yayıldı ki KKM hesap sahiplerine verilen istisnaya karşılık ücretli, zor durumdaki esnaf, borcunu ödeyemeyenlerin durumu daha da kötüleşti, bir yandan da o maliyet ortaya çıkmasaydı gelir dağılımını düzeltecek vergisel düzenlemeler için kaynak ayrılabilir ve “mali alan” yaratılabilirdi.

Eğer KKM’ye götüren süreç geri alınabilseydi, yani yukarıda bahsettiğim model denemesinden vazgeçilmiş olsaydı ya da hiç böyle bir yola girilmeseydi, bugün hem ekonomimiz hem de emekli, emekçi, tüccar, ihracatçı herkes çok daha yüksek bir refah seviyesinde olacaktı.

Toplumda her zaman tatlandırıcıları alan var, ama KKM’nin tatlandırıcısını alan ile acı ilacı içen ayrımı çok belirgindi hep. Gelir ve servet dağılımında adaletsizliğe yol açan servet transferinin geldiği düzey umut kırıcı. Ayrıca ekonomiye olan güvensizlik ve beklentilerdeki bozulmanın izleri de önem taşıyor. Dolarizasyonun kalesini yıkmak ve rezerv toplamak için sıcak paraya yüksek faiz ödenmeye devam ediliyor.

Bundan sonra ekonomiyi neler bekliyor, bakalım: Eylül ayı içinde İmamoğlu davaları görülecek. Dış konjonktürdeki gelişmeler de karışık. TCMB ise faiz indirim döngüsüne başladı. TCMB piyasa katılımcıları anketine göre yıl sonu politika faizi beklentisi yüzde 36 ama enflasyon beklentisi yüzde 30’a yakın. 12 ay sonrası için yıllık enflasyon beklentileri ise reel sektör için yüzde 39'a gerilerken hane halkı için yüzde 54,5'e yükseldi.

Tasarrufu, varlığı olanları suni yaratılan risklere karşı koruyan ve tatlandırıcılarla daha da kazançlı hale getiren, toplumun geri kalanını yok sayan KKM artık bitti ama riskler bitmedi. Yeni riskler kapıda. Umarız artık acı ilacı riskleri yaratanlar içer.

Arap-Kürt-Türk ilişkilerinde çizilen sınırlar -Fikret İlkiz-

Toplumun korkularından beslenen siyasi iradeler; itaat edenleri ve boyun eğenleri ve yalana inananları sever. Ses çıkaran insanlar sevilmez, muhalifler düşman ilan edilirler… Ceza tehdidiyle temel insan hak ve özgürlükleri çizilen sınırlarla sınırlandırılmıştır. Susarak boyun eğenlerden olmak mıdır kaderimiz?

“Kitap, giriş, sonuç, son söz ve ekler hariç yedi bölümden ve toplam 606 sayfadan oluşmakta, referans ve kaynakça içermemektedir. (…) Kitabın ikinci bölümünde  yazarın perspektifinden “Kürt gerçeğinin” tarihsel oluşumu açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bölümde “Kürdistan” olarak ifade edilen bölgede ilk insanın ortaya çıkmasından günümüze kadar geçen tarihsel süreç analiz edilmiştir. Bu çerçevede, “Kürt varlığı ve İslami gelenek”, İslam kültürü ve Arap-Kürt-Türk ilişkileri”, “Kürt gerçeğinde Ermeni-Süryani-Yahudi etkileşimi” konuları irdelenmiş…” (Anayasa Mahkemesi 2013/409 Başvuru kararı sayfa 6 bölüm 31)

m zamanların değişmeyen gerçeği; ifade özgürlüğü tehlike altındadır. Artık “sınırları çizilmiş” siyasal iktidarın izin verdiği ifade özgürlüğü esastır; temel insan hakları, ifade ve basın özgürlüğü istisnadır. Yargının durumu perişandır ve derde derman olmasından umutlu olabilmek nafiledir.

İmralı’dan yapılan yayınlar devletin televizyonunda yayımlandığına, naklen verildiğine ve söyledikleri basında yer aldığına göre; Terörle Mücadele Kanunu’na aykırılıktan gazeteciler için açılmış bir ceza davası var mıdır? Bilindiği kadarıyla ne soruşturma ne dava yoktur. Suçu ve suçluyu övme davaları ne olacak? Hiç kimsenin yapılan yayından ve açıklamalardan dolayı soruşturulmadığı ortada iken devam eden Terörle Mücadele Kanunu 6. Maddeye ve/veya terör propagandası iddiasıyla açılmış davaların akıbeti ne olacak?

Yeni olaylar veya yeni deliller ortaya konulup da bunlar yalnız başına veya önceden sunulan delillerle birlikte göz önüne alındıklarında sanığın beraatini veya daha hafif cezayı gerektirirse; Terörle Mücadele Kanunu’na aykırılıktan mahkûmiyet kararı verilen yazarların, gazetecilerin, görüş sahibi kimselerin yeniden yargılanması mümkün müdür? Ne olacak?

Bir yanda silah bırakma sürecinin yasal gereklilikleri için Meclis’te toplantılarını sürdüren Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu çalışmaları, bir yanda ifade özgürlüğü… Bir yanda demokrasi, hukuk ve adalet çabaları!... Öte yanda terörden kurtulma amaçları…

Bir yanda on bir yıl önce verilmiş Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu'nun başvurucusu Abdullah Öcalan olan yazdığı kitap hakkındaki kararı…

Yayın yasaklama kararı vermek ifade özgürlüğünün ihlalidir. Demokratik hukuk devletinde yayın yasaklamak yasaktır. 25.06.2014 tarih ve 2013/409 Nolu Bireysel Başvuru numaralı kararla Anayasa Mahkemesi başvurucu Abdullah ÖCALAN'IN basılmakta olan kitabı hakkında mahkemece el koyma ve toplatma kararı verilmesini ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu kabul etmiş, Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermişti.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurul'u Abdullah Öcalan'ın basılmamış olan kitabına el konulması ve imha edilmesini hak ihlali saydı.  

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yazarı A. Öcalan olan “Kürdistan Devrim Manifestosu, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunma)” isimli kitap hakkında PKK terör örgütünün açıklamasının yayınlandığı ve propagandasının yapıldığı iddiasıyla İmralı’da yazılmış kitabın yayın koordinatörü, editörü ve kitabı yayına hazırlayan hakkında soruşturma başlatmıştı.

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığının arama kararıyla kitaba ait 3000 adet forma, 7 adet ciltlenmiş kitap, 1 adet kesilmiş kitap ve 20 adet kitap kapağına ve 632 adet nüshasına el konulmuş ve karar Bakırköy 6. Sulh Ceza Mahkemesini 18.09.2012 tarihli kararı ile onanmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı kitabın Ağustos 2012 tarihli baskısının tamamında, PKK terör örgütünün propagandasının yapıldığı gerekçesiyle kitabın toplatılmasını istemiştir ve görevli İstanbul 2 No.lu Hâkimliği, 21.09.2012 tarih ve 2012/156 sayılı kararıyla bu talebi kabul etmiştir. Karara itiraz reddedilmiştir.

Sonrasında basın özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla AYM’ye bireysel başvuru yapılmıştır.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu (25.06.2014 tarih ve 2013/409 Bireysel Başvuru No) Abdullah Öcalan'ın basılmakta olan kitabı hakkında mahkemece el koyma ve kararı verilmesinin Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir (R.G. 6 Temmuz 2014).

AYM kararında; basın özgürlüğü ve medya yoluyla politik tartışmanın önemine değinmiş, kitabın yazarının silahlı terör örgütü kurma ve yönetme suçundan hükümlü Abdullah Öcalan olması, kitabın kapağında Irak, İran ve Türkiye topraklarında bir bölgenin ayrılması ve buna dair kitap içindeki yazılarla durumun belirginleştirilmesi ve silahlı terör örgütü PKK'nın propagandasının yapılmış olması nedeniyle kitabın toplatılmasına karar verildiği özetlenmiştir.  

AYM'ye göre; "Herhangi bir kimsenin yalnızca kişiliğine bağlı olarak düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne müdahale edilmesinin haklı kılınamayacağı gibi yasaklanmış bir örgütün bir mensubunun veya yöneticisinin görüş ve düşüncelerini açıklaması da tek başına düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne müdahale edilmesini haklı kılmaz. Zira böylesi bir değerlendirme, bazı kişi ve grupların Anayasa'nın 26. maddesinde teminat altına alınan haklardan yararlanmasına engel olacağından anayasal hakların kullanılması bakımından kabul edilemez."

AYM kararında; "sınırlanabilir" hak olan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğüne yönelik sınırlamaların da bir sınırının olması gerektiği görüşündedir. İfade özgürlüğüne yapılan müdahalelerin haklı bir sebebe dayanması ve müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığının tespitinde ölçülülük ilkesinde aranan ölçütler aranmalıdır.

Anayasa Mahkemesi kararında kitapta yazar tarafından ileri sürülen görüşlere değinilmektedir. Ve genel olarak yazarın (Abdullah Öcalan) kendi perspektifinden PKK terör örgütünün kuruluşundan bugüne kadar geçirdiği örgütsel ve ideolojik dönüşümleri ele aldığını, kültür, uygarlık, hegemonya, iktidar, politika, sınıf, ulus, sömürgecilik, asimilasyon ve soykırım, kapitalist modernite koşullarında devlet, toplum, demokrasi ve sosyalizm kavramları” tanımlanmaya çalışmış, “İslam kültürü ve Arap-Kürt-Türk ilişkileri” yorumlanmıştır.

“Kitabın ikinci bölümünde yazarın perspektifinden “Kürt gerçeğinin” tarihsel oluşumu açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bölümde “Kürdistan” olarak ifade edilen bölgede ilk insanın ortaya çıkmasından günümüze kadar geçen tarihsel süreç analiz edilmiştir.  Bu çerçevede, “Kürt varlığı ve İslami gelenek”, “İslam kültürü ve Arap-Kürt-Türk ilişkileri”, “Kürt gerçeğinde Ermeni-Süryani-Yahudi etkileşimi” konuları irdelenmiş; Ortadoğu kültürünün kapitalist modernleşmenin hegemonyasına girdiği, Ortadoğu’da iktidar ile toplumun ayrıştığı tezleri işlenmiştir. Bu bölümde ayrıca, (…) “proto Kürtlerden” bugüne kadar “Kürdistan”ın Kürtlerin anavatanı olduğu; Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yazarın “beyaz Türk faşizmi” olarak tanımladığı Cumhuriyet ideolojisinin “Kürt gerçekliğini” tasfiye etmeye çalıştığı ileri sürülmüştür.” (AYM Kararı Bölüm 31)

Bölümün kalan kısmında “Güney Kürdistan olarak tanımlanan Suriye’nin bir kısmında ve “Doğu Kürdistan” olarak tanımlanan İran’ın bir kısmında Kürtlerin geçirdiği dönüşümler ile “Kürt kimliğinin” sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuna ilişkin açıklamalara yer verilmiştir.

Anayasa Mahkemesine göre;

Kitabın toplatılmasına gerekçe olarak gösterilen düşüncelerin bir kısmı, toplumun büyük kesimi ve devlet yetkilileri için kabul edilemez olmakla birlikte bir bütün olarak kitapta yer alan düşünceler, başvurucunun ifadesiyle Kürt gerçeğinin tanınması ve silahlı yöntemlere başvurmak yerine Kürt sorununun çözülmesi için barışçıl yöntemlerin kullanılması çerçevesinde temellendirilmiştir. (…) Terör örgütü PKK üzerindeki etkisi devam eden başvurucu, temel olarak, demokratik çözüm olanaklarına şans verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu itibarla kitapta yer alan ve demokratik çözümün gerçekleşmemesi halinde  nihai bir savaş aşamasına geçilebileceği” yönündeki ifadeler, kitabın yazıldığı bağlam ile birlikte değerlendirildiğinde, başvurucunun şiddeti teşvik ve terör eylemlerinin yapılmasına çağrıda bulunduğu anlamına gelmemektedir.  Başvurucunun bu sözlerinin, demokratik çözümün gerçekleşmemesi halinde Güneydoğu Anadolu’daki şiddetin yeniden canlanabileceği öngörüsü niteliğinde olduğu değerlendirilmiştir.”

Kitap bir bütün olarak incelendiğinde şiddeti övdüğü; başvurucunun kavramsallaştırmasına göre “önümüzdeki süreçte” kişileri terör yöntemlerini benimsemeye başka bir deyişle şiddet kullanmaya, nefrete, intikam almaya veya silahlı direnişe tahrik ve teşvik ettiği yönünde değerlendirilmemiştir.  Aksine, bir süredir güvenlik güçleri ile silahlı çatışmaların olmadığı bir ortamda başvurucu, kendi bakış açısıyla Kürt meselesini analiz etmekte; silahlı çatışmaya son verilmesini ve demokratik çözüm konusunda uzlaşılmasını talep etmektedir. Başvurucunun kitapta dile getirdiği meseleler gibi kamunun çıkarlarına ilişkin siyasi açıklamalar veya toplumsal sorunlara ilişkin tartışmaların sınırlanmasında kamusal yetki kullanan makamların çok dar bir takdir aralığı olduğuna işaret etmek gerekir. Kamu otoriteleri veya toplumun bir kesimi için hoş olmayan düşüncelere, şiddeti teşvik etmediği, terör eylemlerini haklı göstermediği ve nefret duygusunun oluşmasını desteklemediği sürece (bkz. § 105) sınırlama getirilemez. Bu sebeple, başvuruya konu kitabın toplatılmasına gerekçe gösterilen nedenlerin başvurucunun düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ve bu kapsamda basın özgürlüğüne yönelik müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

Anayasa Mahkemesi “Öcalan Kararı” ile bir kere daha ifade özgürlüğünün asıl olduğunu ve sınırlandırmanın istisna olduğunu tekrarlamaktadır. 23.10.2019 kabul tarihli 7188 sayılı Kanun değişikliğiyle 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun 7’nci maddesine eklenen"Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz" cümlesi dikkatle  değerlendirilmelidir. Öcalan’ın kitabı için Anayasa Mahkemesi tarafından ifade özgürlüğüne verilen değer gözetilmeli, tüm ceza davalarında dikkate alınmalıdır.

O zaman acaba Terörle Mücadele Kanunun madde 6’daki “açıklama ve yayınlama” suçu nedeniyle terörle mücadelede etmiş/eden kamu görevlilerinin isim ve hüviyetlerini açıklamak veya terör örgütü bildirilerini yayımlamak yüzünden gazeteciler, aydınlar ve görüş açıklayanlar hakkında devam eden ceza davaları ne olacak?  

O zaman acaba Terörle Mücadele Kanunun 7/2. Maddesine aykırılıktan örgüt propagandası suçu nedeniyle açılmış ceza davalarının akıbeti ve davalar ne olacak?

Bir yanda gerçekler... Öte yanda devam ceza davaları, konuşmalar ve yasaklar!

İbni Haldun yarım asır önce ne demişti? "Zorbalar kendilerine boyun eğen insanların korkusundan güç alır. Boyun eğenlerden güç alan zorbalar her türlü kötülüğü yapmanın kendilerinin hakları olduğunu düşünür. Tarih boyunca insanlığın acı çekmesinde boyun eğenlerin maalesef büyük payı vardır. Çünkü boyun eğmek demek, yapılan her türlü kötülüğü kabullenmek demektir. 'Boyun eğmek' sadece kişinin kendi şahsına yapılana karşı koyamaması demek değildir. Başka insanlara, hayvanlara, doğaya, herhangi birinin malına verilen zarara karşı çıkamamak da boyun eğmek demektir.”

Toplumun korkularından beslenen siyasi iradeler; itaat edenleri ve boyun eğenleri ve yalana inananları sever. Ses çıkaran insanlar sevilmez, muhalifler düşman ilan edilirler…

Ceza tehdidiyle temel insan hak ve özgürlükleri çizilen sınırlarla sınırlandırılmıştır.

Susarak boyun eğenlerden olmak mıdır kaderimiz?

Yasaklar ülkesi yaratmayı ve yaşamın sınırlarını boyun eğenler çizer.

Suudilerin distopik şehir projesi ve Barış Alper’in kafasını karıştıran NEOM SC -Eray Özer-

Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ne kadro bildiriminde bulunmasına 11 gün kala geldiler ve takımın en önemli isimlerinden Barış Alper’e transfer teklifinde bulunarak sarı-kırmızılıların tüm planlarını altüst ettiler.

Galatasaray’ın yıldızı Barış Alper Yılmaz’a kafayı takan NEOM SC’nin çok acayip bir hikâyesi var. NEOM, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın mega projesi. The Line/Çizgi ise bu projenin bir parçası olarak inşa edilen ve çölün ortasından 170 kilometre uzunluğunda çizgi şeklinde geçen inşaat halinde bir şehir. Henüz ortada şehir yok ama kulüp Suudilerin beşinci büyüğü olmaya hazırlanıyor.

Futbol dünyası birkaç gündür NEOM SC isimli Suudi kulübünü ve Barış Alper’i konuşuyor.

Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ne kadro bildiriminde bulunmasına 11 gün kala geldiler ve takımın en önemli isimlerinden Barış Alper’e transfer teklifinde bulunarak sarı-kırmızılıların tüm planlarını altüst ettiler.

Merak ettim. Nedir, kimdir NEOM SC? Altından çok acayip, adeta distopik bir hikâye çıktı.

The Guardian ve NY Times gibi dünya çapında yayınlar da kayıtsız kalamamış bu hikâyeye.

Kitabın ortasından gireyim; NEOM bir mega proje, The Line bu projenin şeklen çok tuhaf tasarlanan distopik şehrinin ismi ve NEOM SC de bu şehri dünyaya tanıtmak için Suudilerin “devşirdikleri” kulübün adı.

The Line

Önce henüz olmayan şehirle başlayalım. NEOM, Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed Bin Selman’ın (MBS) bizzat yönettiği bir mega proje. Yunanca “yeni” anlamına gelen “neo” ve Arapça “gelecek” anlamına gelen “müstakbel” kelimelerinden üretilmiş.

NEOM projesi çerçevesinde 15 sektör belirlenmiş, toplamda 9 milyon insanın yaşayacağı NEOM’u, bu sektörlerde dünyanın ticaret merkezi haline getirmek istiyorlar. Güneş enerjisiyle ihtiyacını karşılayan sıfır karbon bir şehir konseptiyle, vergi indirimleriyle, yapay zeka altyapısıyla burayı bir “hub”a, bir teknoloji üssüne dönüşmek istiyorlar. İçinde turizm de var, dikey tarım da, robotik teknolojiler de…

NEOM Projesi’nin gözbebeği ise “The Line” yani çizgi ismini verdikleri, çölün ortasındaki distopik akıllı şehir. İsminden anlayacaksınız, gerçekten de çölün ortasından 170 kilometre uzunluğunda bir çizgi gibi geçmesi planlanan bir şehirden bahsediyoruz. The Line zeminden 500 metre yüksekte inşa ediliyor ve genişliği sadece 200 metre. Daracık yani. 170 kilometre uzunluğunda 200 metre genişliğinde ve Kızıldeniz’e paralel bir çizginin içine şehir kuruyor Suudiler.

Kızıldeniz ve The Line projesi

Akıllı şehir demek az kalıyor, şimdilerde onun yerine “bilişsel” (cognitive) şehir diyorlar buraya. Araba yok. Şehrin bir ucundan diğerine 20 dakikada şoförsüz süper hızlı raylı sistemlerle gidilecek. Tüm şehrin altyapısı yapay zekâ tarafından yönetilecek, bildiğimiz para yerine dijital paralar yani coin’ler geçerli olacak.

Bin Salman’ın özel projesi olduğu için Suudi Kamu Yatırım Fonu’ndan 1,5 trilyon dolar ayrılmış NEOM Projesi’ne (Bunun 500 milyar doları The Line’a harcanıyor). Projenin videosunu aşağıda paylaşıyorum, nasıl bir distopya planladıklarını videoyu izleyince daha iyi anlayacaksınız.(https://www.dailymotion.com/video/x9pb7om)

Tabii bir de stat olacak The Line’ın içinde. Suudi Arabistan’ın ev sahipliğinde yapılacak 2034 Dünya Kupası’na kadar şehri ve 46 bin kişi kapasiteli olması planlanan stadı bitirmek istiyorlar. Bunun için gece gündüz demeden 60 bin işçi çalışıyor. İşçilerin çalışma koşulları bütün uluslararası hak örgütlerinin takibinde, çok ciddi itirazlar var.

Şehir var, stat var… Eh, bir de ne lazım? Tabii ki bir kulüp. Bunun için de en yakındaki Tabuk şehrinin 1965’te kurulan futbol kulübü, Al Suqoor (Bir bilene, T24’ün parlak ismi Faruk Ekici’ye sordum, El Suguur diye Türkçeleştirilebilirmiş. “Şahin” demekmiş) seçiliyor. 2023’te satın alınıyor ve renklerinden logosuna kadar her şeyi değiştirilerek yeni bir kulüp yaratılıyor: NEOM SC.

Altmış yıl boyunca üçüncü, dördüncü liglerde bir düşüp bir çıkan El Suguur önce ikinci lige, geçen sezon ise Suudi Pro Ligi’ne yükseliyor. Tabii bolca para saçarak…

Suudi Pro Ligi’nde (tam adı Devrî'l-Muhterifin es-Suudî) dört büyük kulüp var. Riyad’dan El Hilal ve El Nassr, Cidde’den El İttihad ve El Ahli.

Diyorlar ki, El Suguur da beşinci büyük olarak giriyormuş Pro Lig’e. Transfer piyasasına milyonlar saçarak girmeleri, Galatasaray “olmaz” dedikçe Barış Alper için fiyat yükseltmeleri de bundan.

Anladığım kadarıyla önümüzdeki sezonu daha kontrollü geçecekler ve gelecek sezondan itibaren harcadıkları paranın miktarını artırarak lig şampiyonluğunu kovalayacaklar. Kulübün başkanı El Mutayri, NY Times’a yaptığı açıklamada beş yıl içinde Dünya Kulüpler Şampiyonluğu’nu hedeflediklerini söylüyor.

Kontrollü dediğim de şimdiden bir 90 milyon dolar harcamış durumdalar. Lakin kıyaslamanız için şöyle düşünün; 90 milyon dolara 10 futbolcunun bonservisini almışlar. Şimdi Galatasaray sadece Barış Alper için 50 milyon dolar istiyor.

Nantes’tan defansa Zeze, Nice’ten kaleye Bulka, Lyon’dan sol kanada Benrahma  gibi önemli isimleri transfer ettiler. Bunun dışında LacazetteDoucoure gibi yaşları ilerlemiş isimlerle bonservis vermeden yüksek maaşlarla anlaştılar.

Yine de henüz bir El Ahli seviyesinde transfer yapmış değil El Suguur. Inter’in yıldızı Pavard’ı çok istiyorlar ama bu transfer de netleşmiş değil. Takımın başına geçmişte Paris Saint Germain’i de çalıştırmış olan Christophe Galtier’yi getirdiler.

Bir de hepimizim malumu olduğu üzere Galatasaray’dan Barış Alper Yılmaz’a takmış durumdalar.

Hikâye böyle, ortada şehir yok ama batı medyasında dile getirildiği gibi olmayan şehrin bir takımı var.  

Bakalım Barış Alper bu hikâyenin neresinde?

Nereden geliyor bu değirmenin suyu?-Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Kimse tefecilik konusunu kaşımadı. Oysa ülkede birikimin yolu tefecilikle ve şehirleşme sürecinde rant ekonomisiyle elde edilen paralardı. Bugün özellikle Anadolu’da milyarlarca TL nakit servetin kaynağı maalesef budur

ü

Bir polisiyeden bahisle

Hafta sonu bir polisiye roman okudum, daha doğrusu dinledim. Yazarını söylersem reklam olur. Bilen bilir, bilmeyen merak ederse arar bulur. Konu polis teşkilatı, para yıkama operasyonları, suç ve ülkeyi saran lüks. Her köşede son model Ferrariler, Maybachlar, art arda açılan lüks berberler, güzellik salonları, lokantalar ve bunlara paralel olarak artan sıklıkla ülkemizi onurlandıran Michelin yıldızları, bu lokantalarda yemeğe puroyla başlayan “yeni Türkler.” Bunları polisiye bağlamında ele almayacağımı tahmin edersiniz, konum tabii enflasyon.

To inflate

Kelimenin aslı “to inflate”, yani “şişirmek” fiilinden geliyor. Bir şeyi neyle şişirirsiniz? Hava ile, değil mi? Ülke ekonomisine karşılığı olmayan, arkasında katma değer, üretim, yani havayı emecek mal ve hizmet bulunmayan para sokarsanız ne olur, fiyatlar şişer. Bunu ilk defa görmüyoruz, bugüne çok benzeyen önceki örnek, 1950’li yıllarda NATO altyapı yatırımlarıyla başlayan inşaat furyası sonunda 1958’de karşılaşılan bütçe ve TCMB’nin döviz açığı sonunda girilen kriz ve doların 2.80’den 9.00 TL’ye düştüğü devalüasyon. Bugün de hem altyapı, köprü, tünel inşaatı, hem TOKİ’nin vahşi beton ormanları (jungle) ile ekonomiye “hava” basılıyor, şehirlerin tarihi, doğanın geleceği katlediliyor. Ünlü ihaleler için piyasaya pompalanan milyarların, bu projelerin arkasındaki borçlanmaların yarattığı satın alma gücü nisbi fiyatları alt üst ediyor, ne kadar kültür varsa, onu da yok ediyor.

Çöküntü bir süreç ve tek bir yerde olmuyor

Bahsettiğim roman bunları bambaşka bir açıdan ele alıyor; ana konusu enflasyon değil, ama oraya götüren hukuksuzluk, yasa tanımazlık. Ürün katma değer değil, uyuşturucu ve kayıt dışı, yasa dışı yaratılan para ve onu “yıkama” operasyonları, bütün bunların arkasındaki yerli ve yabancı güçler. Roman polisiye türü olduğu için elbette içinde de sonunda da ölüm var, gerçek yaşamda ise ölen ahlâk!

Anonim şirket ve iflas

Medya her gün yeni bir “ünlü iktisatçımızın” (!) para politikasıyla ilgili gözlem ve önerilerini muştuluyor, acaba deyip, merakla okuyoruz. Ünlü sıfatı da sayın gibi sıradanlaştı. Herkesin ağzına sakız olan TCMB, faiz, para, konkordato veya iflas süreçleri üzerinde durmayacağım. Sadece “iflas” durumunun şirket kurulması kadar doğal ve aslında anonim şirketlerde yatırımcıyı borçlarından kurtaran bir formül olduğuna “değinmekle yetineceğim. Şirket anonim olduğu için sahibi, dolayısıyla borçlardan sorumlu olan da anonimdir. Bu, şirketler hukukunun ilk dönemlerinde İngiltere’de tartışma konusu olmuş bir husustur.

Birçok şirket sahibi önündeki bu “imkânı” kullanmak istemiyor. Utandığı için mi, adı müflise çıkmasın diye mi, bilemem. Yakından tanıdığım bir ünlü iş adamı bu yolu itibar zedeleyici olarak gördüğü için iflasa gitmemekte ısrar etti ve yıllarca uğraştıktan sonra yaşamını yitirdi. Konkordato, sermayedar için daha onurlu bir yol, çünkü bu yolla şirket alacaklılarıyla anlaşmalı bir şekilde borçlarını temizliyor.

TCMB ve faiz

Enflasyon sadece TCMB’nin faiz politikası ile ilişkili olarak ele alıyor. Çünkü bu hem siyaseten hem de menkul sermaye, nakit sahiplerinin kısa vadeli varlık yönetimi bağlamında cazip. Hele bu kişilere danışmanlık da yapıyorsanız, her ayın son perşembesi yeni bir heyecan gününe dönüşüyor. Bu Arjantin kadar olmasa da ülkemizde kronik bir durumdur. Arjantin de Milei, biraz da Elon Musk’ı andırırcasına, elinde testereyle kamu harcamalarını kısma odaklı kampanyasından sonra, ABD’den aldığı yardımın da etkisiyle enflasyonu düşürdü, ama bu da geçici. Çünkü bir vakitlerin güçlü Arjantin ekonomisi, üretmeden dağıtmak uygulamasından vaz geçmiyor. Uzun bir Peronizm dönemi, kendine özgü bir sosyal demokrasi anlayışıyla ülkede, kurtulması güç bir alışkanlık aşıladı, Güney Amerika çeşitli siyasal dalgalanmalar yaşarken, ABD’nin de işine geldi bu alışkanlık, onun için her zaman yaptığı gibi, kendisini hoşnut edeni ne oldurdu ne de öldürdü.

Fiyat

Gelmek istediğim ve hep ihmal edilen konu enflasyonun merkezinde yer alan fiyat. Faiz paranın fiyatı, fiyat mal ve hizmetlerin değişiminde belirlenen ve alışverişi belirleyici olan değer. Değer iktisadın temelinde yer alan konu. Klasik iktisatçılar arasında yer alan Karl Marks’a göre değer, işçinin yarattığı, hammadde dışında kalan fazlalıktır; artı değer-surplus. Neoklasikler ve marjinalist teori değerin marjinal maliyetle marjinal gelirin birleştiği, kesiştiği yerde oluştuğunu söyler, ki bugüne kadar hesaplandığı görülmedi. Son günlerin bilgisi ise yapay zekâ ve değer. Artık ne piyasada arzla talebin kesişmesi ne marjinal verimlilikle marjinal maliyetin birbirine eşit olduğu yer var; pekâlâ böyle bir dünyada o noktayı yapay zekâ mı belirleyecek?

Ama bu, fiyat kavramının teorik tanımı, bir de fiyatlama uygulaması var. Fiyatlama, bireylerin davranışının irrasyonel olduğu, üstelik bunun tahmin edilebildiği, şu halde satıcı tarafından yönetilebildiği hipotezinden yola çıkan bir kavram, adeta bir algoritma. Yazılarımda ve Değer Zincirinin Evrimi’nde bu konu ele alınmaktadır.

Neyin fiyatı?

Büyük veri dünyasında yapay zekânın geçmişte, yaptığımız tercihlerden yola çıkarak bir talep örüntüsü (pattern) üretmesi mümkün. Bunun karşısında, yine geçmiş verilerden yola çıkarak bir arz, mal ve hizmet arzı ve satılmamış mal ve hizmet kalmamış bir piyasayı yaratacak bir fiyat dizisini de düşünmemiz mümkün. Bunların hepsi yerleşik iktisat teorisinin öngördüğü olaylar. Keza paranın kira bedeli olan faizin bir yandan ekonomiye güveni, aynı zaman kredi piyasasında borçlunun güvenilirliğini ölçtüğünü biliyoruz.

Enflasyon: Zorunlu tasarruf

Bunlar bilinen şeyler. Tuhaf olan yıllardır ülkemizde yaşanan iki olay. Birisi yapışkan bir enflasyonun bir türlü yakamızı bırakmaması. Başbakanlık döneminde Süleyman Demirel, bunun gelişmekte olan ülkeler için doğal olduğunu, bu sayede yatırımların yapıldığını, bunun için merkez bankası tarafından yaratılan ve karşılığı ancak ülkenin itibarı olan paranın bir sonraki dönemin tasarrufunun önünü açtığını söylerdi. Buna göre enflasyonun nedeni tasarrufun yetersiz olması.

 Demirel bu ayrıntıya girmezdi, ama gerçek buydu. Enflasyon bireylerin gelirinin vergilenmesini sağlar, böylece yaratılan kamu gelirinin bir önceki dönemde yapılan yatırımları karşılamasıyla “çember-daire” tamamlanmış olurdu. Bu enflasyonu yönetmenin yolu vergilerle harcamaları kısıtlamak, ücretleri düşürmek, bireylerin “reel” gelirini önceki gelir düzeyine indirmekti.

Faiz teorisi yeni mi?

Bunlar makro iktisat derslerinin alışılmış konuları. Son yıllarda ülkemizde bir yandan biraz önce hatırlattığım 1950’lerin altyapı inşaat hamlesi, birkaç katı büyüklükle tekrarlanırken, “yerli ve milli” faiz politikası da yaratıldı. Bunun arkasında ABD’li iktisatçı Irving Fisher’in 1907’de yazdığı ‘The Real Rate Of Interest” adlı makalenin olduğu rivayet edildi. Oysa orada önerilen tez, 1929 ekonomi krizi ve onu izleyen depresyonda başvurulan reçeteler arasındaydı. Oysa bizim sorunumuz deflasyon değil, enflasyondu. Bu teoriyi düşünen her kimse, Fisher’in makalesini doğru dürüst okumamıştı. Herhalde iktisatçı değildi. Yoksa Fisher bu yanlışı yapmayacak kadar önemli bir iktisatçıdır.

Ortodoks-heterodox-ortaya karışık

Önce Ortodoks, yani iktisat teorisinin öncülerinden, en az 1929 krizinden beri denenmiş, daha sonra Washington mutabakatı adını alan Reagan-Dünya Bankası-IMF formülüyle desteklenen politikalar uygulandı. Delik yama tutmayınca, biraz ondan, biraz bundan yöntemi denendi. Ülkelerin kendi gerçeklerini, hedeflerini, siyasal-sosyal yapılarını hesaba katmayıp herhangi bir imalat süreci gibi uygulanan Ortodoks politikalar yerini heteredoks politikalar adı altında, benim yamalı bohça olarak nitelediğim politika paketine bıraktı. Bu politikaları uygulayan ve başarılı olan eski bürokrat, Cumhurbaşkanı tarafından görevden alındı. Siyasetçi ve onun beklentilerini yerine getirmeye çalışan uygulamacılar, matematiksel modellerinden yola çıktılar, ama bunların ekonominin gerçekleriyle birlikte çalışıp çalışmayacağına önem vermediler. Piyasaya aykırı uygulamaların tutup tutmayacağına dikkat etmediler

21 Aralık 2021 akşamı, o güne kadar adı duyulmam bir kişi hazine bakanı olarak atandı. Bu zat eski Yunanlı Archimedes gibi “buldum, buldum” diyerek “Kambiyo Korumalı Mevduat” sistemini açıkladı. Evde oturuyordum, eyvah dedim, KKM insanlara Türkiye’nin sırtından para kazandıracak, TCMB’yi zarara sokacak. Çünkü ülkenin döviz açığı böyle önlemlerle önlenemez. Bir örneğini Turgut Özal döneminde bütçe dışı finansman yöntemi olarak hazine bonolarıyla yaşadık.

Bütçe dışı finansman kabul edilebilir bir şey değildir, çünkü bütçe Parlamentonun hükümeti denetleme aracıdır. Hazine bonolarının arkasında da üretim yoktu ve bu ülkeyi 20. Yüzyıl biterken ağır bir krize götürdü. Tuhaf bir itiraf ama iktisatçı olmama rağmen, ne Özal’ın hazine bonoları ne de KKM’ler beni paramı onlara yatırmadım. Tabii önemli gelir kaybına uğradım, ama kendime karşı sırtım dik. Çünkü her ikisinin de arkasında üretim değil, yurttaşımın ödeyeceği borç vardı. Birçok yakın arkadaşım, her ikisinden de güzel para kazandı. Benim kazancım, bugün bunları söyleyebilmek oldu.

Yüksek faiz enflasyon yaratır tezi nasıl tuttu?

Bu teori ilginç bir şekilde ülkemizde bambaşka bir nedenle müşteri buldu. Fisher reel faiz haddini öneriyordu ve bu orana parasal faiz oranından enflasyon oranını yani ekonomideki şişmenin neden olduğu yapay büyümeyi çıkartarak ulaşıyordu. Önemli olan reel faiz oranıydı ve o tüm dinlerde kınanan oran değil, ekonominin sağlıklı büyümesinin gerektirdiği, doğal (natural) şişme, enflasyondu.

Fisher’in bambaşka bir bağlamda geliştirdiği faiz teorisi, Türkiye’de iktidara ulaşmak ve orada kalabilmek için desteği olan dindar sınıfın tercihi ile birleşti. Yüksek faizin enflasyonu desteklemesi ne iktisada ne de akla uygun bir iddia değildi. Kimse bu faizin, kredi faiziyle ilişkisini sorgulamadı. Kimse tefecilik konusunu kaşımadı. Oysa ülkede birikimin yolu tefecilikle ve şehirleşme sürecinde rant ekonomisiyle elde edilen paralardı. Bugün özellikle Anadolu’da milyarlarca TL nakit servetin kaynağı maalesef budur.

Aslında yaşanan, gelişmiş bir kapitalist ekonomiyi düzenleyen organların, kurumların, iş yapma şeklinin ülkemizde yerleşmemiş olmasının sonuçlarıydı. Atatürk ülkeyi gerilikten kurtarmış, çağdaş uygar ülkeler düzeyine doğru ilerlemek için uyulması gereken kuralları ve bunları uygulayacak kurumları yerleştirmişti. Ancak, maalesef, erken ölümünün ardından ülkeyi yönetenler, yapılanların içselleştirilmesi için gerekenleri yapamamışlardır.

Ülkedeki çözülme ve sonuçları

Bugüne ve ilk paragrafta değindiğim romana dönelim. Çünkü romanda ülkede bugün yaşanan ve esrarengiz ekonomik ortam gayet güzel anlatılıyor. Uyuşturucu ticareti, şehirleşme, bunların ekonomide yarattığı şişme ve en alt düzeyden yukarıya kadar her aşamada yerleşen yozlaşma 86 milyon insanın doğru karar vermesine izin vermiyor. Bu doğru karar, günlük tüketimden, tatil, sosyal hayat, evlenme, çocuk yapma, yatırım yapma, güven, siyasal tercih oluşturma sürecine kadar, kısaca günlük hayatımızın her aşamasını etkiliyor.

Pahalılık

Bugün herhangi bir ilimizde yediğimiz yemek, kaldığımız otel, satın aldığımız otomobil, kiraladığımız veya satın aldığımız ev, iş yeri vd., Avrupa’da karşılaşacağınız, kıyaslanabilir emsallerinden DAHA pahalı. İktisatta her türlü karar sürecinde başvurulan temel kural ‘NİSBİ FİYAT’lardır, artık ülkemizde NİSBİ FİYAT kalmamıştır. Alışverişlerde karşılaştığımız, sadece birtakım sayılardır. Beynimiz satın alma kararını, 86 milyar nöronun çeşitli etkenlere bağlı etkileşmesi sonucu olarak vermektedir. İktisatta kullanılan rasyonalite kavramı yalnız teoride vardır, Gerçekte etkili olan nöronlardaki bilgi birikimi, çevre etkileri ve elbette bütçedir. Kredi kartı bu sonuncuyu kısıtlamaktadır. Acaba yapay zekâ bu etkileşmeyi hangi yönde etkileyecektir? Önümüzde ilginç günler var!

Utanç

25 yıldır biz kendi havuzumuzda oyalanırken, birçok ülkenin doğru politikalarla ne kadar ileriye gittiklerini çeşitli yazılarımda ele alıyorum. Avrupa Birliği zaten bir fanteziydi, projenin içerdiği kültürel-sosyal uyumsuzluğu bir başka yazımda ele almıştım. Zaman zaman Şangay İşbirliği, BRICS gibi içi boş, hedefi farklı projelerde teselli aranıyor.

20 yıl süren, milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaştan sonra Vietnam, bugün gerçekçi bir dünyada, müthiş bir kalkınma, büyüme aşamasında. Biz neredeyiz, karmakarışık bir yol ağzında mı, yoksa yol bitmiş olmasın!

Bunun gibi örnekleri düşündükçe ben kendi adıma utanıyorum.

Bir güvenlik zafiyetinin hatırlattıkları -Hasan Göğüş-

Alaska’da yazıcıda unutulan belgelerde, dünyanın en zengin ülkelerinden Amerika’nın temsil ağırlamaya gelince devletin itibarından nasıl tasarruf ettiğini görüyoruz. Trump’ın Putin’e hediyesi maket bir Amerikan kartalı olarak belirlenmiş, Putin onuruna verilecek öğle yemeği menüsü ise sadece üç kap yemekten oluşuyor

Bir güvenlik zafiyetinin hatırlattıklarıTrump ile Putin arasında Alaska'da düzenlenen zirvede, Trump'a ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un eşlik etti. Putin'e Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Kremlin Dış Politika Danışmanı Yuriy Uşakov eşlik etti

Amerika gittikçe garip bir ülke haline geliyor. Gelişmekte olan bir ülkede bile kolay kolay göremeyeceğiniz beceriksizlikler, Amerika’da yaşanmaya başladı. Amerikalılar güvenlik konusunda çok duyarlıdırlar. Güvenliği o kadar ciddiye alırlar ki, ziyaret hazırlıklarında Amerikan yetkililerince dile getirilen talepler, çoğu zaman ev sahibi ülkenin protokol görevlilerini çileden çıkarır. ABD başkanlarının yurt dışı ziyaretlerinde özel donanımlı makam araçları önceden nakliye uçaklarıyla ziyaret edilecek ülkeye gönderilir. Başkanın hangi arabada seyahat edeceği bilinmesin diye konvoyda birbirlerinin tıpkısının aynısı iki araç bulundurulur. Diplomatik teamüle göre, güvenliğin ev sahibi ülkenin sorumluluğunda olmasına rağmen, başkanın arabasına Amerikan gizli servis elemanları haricinde kimseyi bindirmezler. Amerikan tarafının Başkan Clinton’un katıldığı 1999 yılında İstanbul’da düzenlenen AGİT Zirvesinde Çırağan Oteli’nde çalışan tüm garsonların kimliklerini alarak güvenlik soruşturmasından geçirdiklerini hiç unutmuyorum.

Son yaşanan güvenlik zafiyetleri

Gelgelelim güvenlik manyağı Amerika’da son dönemde arka arkaya ciddi güvenlik açıkları yaşanıyor. Önce 24 Mart’ta Savunma Bakanı Hegseth’in herkese açık bir mesajlaşma uygulaması olan “Signal” üzerinden Bakanlık yetkilileriyle yaptığı ve Yemen’e yönelik gizli operasyon planlarının ele alındığı bir grup sohbetine yanlışlıkla Jeffrey Goldbergin adında bir gazetecinin de dahil olduğu anlaşıldı. Bu olayın yankıları sıcaklığını korurken bu kere geçen hafta sonu Alaska’da bir başka güvenlik skandalı patlak verdi. Trump-Putin görüşmesinin yapıldığı Amerikan Üssü’nün çok yakınında, dört yıldızlı bir otelin lobisindeki bilgisayar yazıcısında Amerikalı personel tarafından bazı hassas bilgiler içeren bir dosyanın unutulduğu ortaya çıktı. Amerikan radyosu NPR’ın ele geçirdiği sekiz sayfalık dosyada, Zirve’nin saatlendirilmiş programı, görüşmelerin yapılacağı oda ve Trump’ın Putin’e vermeyi öngördüğü hediye gibi detaylar yer alıyor. Dosyanın 2-5 sayfaları Zirve’ye katılan heyet üyelerinin isimlerini, unvanlarını ve telefon numaralarını içeriyor. Bu bölümde Ayrıca Putin dahil Rus heyetindeki isimlerin İngilizce okunuşları belirtilmiş. Son iki sayfa Trump’ın Putin onuruna vereceği yemeğe ayrılmış. İlk bakışta yazıcı da unutulan belgelerdeki bu bilgiler içeriğe ilişkin olmayan masum ayrıntılar gibi görünse de, özellikle saatlendirilmiş programın, telefon numaralarının ifşa edilmiş olması, dünyanın neresinde olursa olsun her zaman için ciddi bir güvenlik açığı anlamına gelir. Başkanın özel donanımlı makam arabasını Alaska’ya göndermeyi ihmal etmeyen Amerikalı yetkililerin beraberlerinde kendi yazıcılarını getirmeyip otelinkini kullanmaları tam bir basiretsizlik örneği.

Türk medyası ilgisiz

Bir iki televizyon kanalının sabah programları haricinde medyamızın pek itibar etmediği güvenlik skandalında aslında görüşmenin içeriğine ilişkin ipuçları ve haber niteliği taşıyabilecek unsurlar var. Birincisi saatlendirilmiş programda basın toplantısı bir saat olarak öngörülmüş. Oysa Alaska’da âdet yerini bulsun kabilinden düzenlenen basın toplantısı, 12 dakika sürdü ve soru alınmadı. Demek ki son anda görüşmede bu aşamada açıklanmak istenmeyen bazı önemli gelişmeler kaydedilmiş. Değerli hocalarımızdan Prof. Dr. Mensur Akgün hafta başında “Karar”da yayımlanan köşe yazısında, “Dağ fare doğurdu” iddialarının o kadar da doğru olmadığına isabetle işaret etmiş. İkinci olarak unutulan belgelerde dünyanın en zengin ülkelerinden Amerika’nın temsil ağırlamaya gelince devletin itibarından nasıl tasarruf ettiğini görüyoruz. Trump’ın Putin’e hediyesi maket bir Amerikan kartalı olarak belirlenmiş. Putin onuruna verilecek öğle yemeği menüsü ise sadece üç kap yemekten oluşuyor. Belgelerden çıkardığım bir diğer sonuç ise Amerikalıların zekâ seviyelerinin en basit bir ismin telaffuz edilişini bile akılda tutamayacak kadar düşük olduğu. “Putin” hangi dilde olursa olsun öyle okunamayacak kadar zor bir isim değil. Yine de dosyada “Poo thin” şeklinde okunur diye not düşülmesi ihtiyacı hissedilmiş. Trump’ın Çin heyeti ile masaya oturduğunda karşısındaki muhatabı Guojia Zhuxi Xi Jinping’in ismini nasıl telaffuz edeceğini çok merak ediyorum.

Alaska skandalı Amerikalıların ilk vakası değil

Yazıcıda unutulan dosya bana bizzat şahit olduğum Amerikalıların beceriksizliklerini gösteren bir başka olayı hatırlattı. 2000 yılının sonlarında Viyana’da düzenlenen AGİT Bakanlar Konseyi Toplantısı çerçevesinde Dışişleri Bakanı rahmetli İsmail Cem, Amerikalı karşıtı Madeliene Albright ile yaptığı görüşmeden sonra Amerikan Heyeti, Albright için hazırlanan konuşma notunu görüşme odasında unuttu. Aradan 25 sene geçmiş olmasına rağmen bu olayı hâlâ unutmamış olmanın ayrı bir nedeni var. Konuşma notunun sadece tek bir sayfanın ön yüzünden oluştuğunu görünce hayretler içerisinde kalmıştık. Bizim Dışişleri Bakanlığı’nda ise her ziyaret için önceden tüm birimlerden konuşma ve bilgi notları derlenir. Bu notlar iki ayrı dosyada birleştirilir. Sonuçta ortaya çıkan tuğla gibi konuşma ve bilgi notları dosyalarını taşımak için bayağı güçlü kuvvetli pazulara sahip olmak gerekir.

Televizyonlardan izleyebildiğim kadarıyla Dışişleri Bakanı Hakan Fidan  konuşmalarını önündeki konuşma notlarından yararlanarak yapıyor. Umarım bakanlıktaki yapısal değişikliklerden önce yeni alınan diplomatlara konuşma notlarının nasıl hazırlanması gerektiği öğretiliyordur.

T-24





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Gerçekten “adrese teslim” kadro ilanı, memurken başka yerde okuma rahatlığı ve yandaş medyanın “ezber” halleri -Gökçer Tahincioğlu/T24-

Geçen haziran ayında rektör imzasıyla Elazığ’daki bir adrese bir kadro ilanına çıkıldığı bilgisi verildi. Örneğine rastlanmayan bu olayda, ü...