7 Temmuz 2019 Pazar

Ben edepsizim! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Ben edepsizim çünkü benim Fethullah Gülen’le çekilmiş hiçbir fotoğrafım yok. Pensilvanya’ya da gitmedim. Gülen ekibinin yaptığı hiçbir toplantıya davet edilmedim, ancak kozmik oda sözünü duyduğumda biraz araştırdım, meğer kozmik oda herhangi bir düşman saldırısı olduğunda topyekûn savunmanın nasıl yapılacağını, kimlere başvurulacağını saklayan bir odaymış, yani devletin gizli kutusu, bu kutuyu da ben açtırmadım. 

Ama edepsizim, enflasyonun yüzde 25 olduğu bir zamanda 50 liralık emekli maaş zammı alıp, benimle ve milyonlarca emekliyle alay edildiğini düşünüp, en ağır küfürleri savunduğum için edepsizim; yüzlerce öğrenci bir protesto yürüyüşüne katıldılar diye gaddarca hapse tıkıldığında yüreğim daraldığı, çaresizlik içinde “Tanrım bu çocukların  tüm gelecekleriyle oynuyorlar” diye uykudan uyandığım için ben edepsizim! 

Silopi’de keskin nişancı kurşunuyla öldürülen Taybet Ana’nın çocukları sokağa çıkamadıkları için, ölü annelerini köpek parçalamasın diye, bir hafta boyunca pencerelerinde nöbet beklediklerini duyduğumda hüngür hüngür ağladığım için ben edepsizim! 

Gene keskin nişancı tarafından vurulan 10 yaşındaki bir çocuğun, sokağa çıkma yasağı olduğu için derin dondurucuda bekletildiğini ve tüm ailenin dolabın çevresinde en acı ağıtları yaktığını bildiğim için, bunu ne yüreğim ne aklım almadığı için ben acayip edepsizim! 

Doğayı yok etmeye planlanmış rant şirketlerinin Caretta’ların yumurtalarını bıraktığı toprağı bir tarla gibi sürüp tüm yumurtaları kırdığında, insanın “ben en üstünüm, canımın istediğine istediğimi yaparım!” demesinden utandığım için ben edepsizim. 

Bir seçim çalışması için gittiğim, çocukluğumun sihirli kenti Antep’te Tayyip Erdoğan’ın mitingdeki kadınlara bizzat yuhalattığı Berkin Elvan’ın annesinin yüzüne ben nasıl bakarım diye kendi kendime hesap sorduğum için ben edepsizim! 

Can oğul Ali İsmail Korkmaz için gazetemde ağıt yazdığım için ben edepsizim! 


KHK’den, yaşamlarının en verimli çağında, mesleklerinden men edilen, gelecekleri karartılan hocaların, doktorların, ambulans şoförlerinin, hemşirelerin, öğretim görevlilerinin yeni bir yaşam kurmak için nasıl uğraştıklarını, başlarını nasıl dik tuttuklarını bildiğim için, onların yanında olduğum için ben edepsizim! 

FETÖ davasında sadece daha az faiz ödemek için karı-koca maaşlarını Bank Asya’ya yatıran memurların, FETÖ’cü diye damgalanarak nasıl ortada bırakıldıklarını, ama Fethullah Gülen’in ellerini öpenlerin, ayaklarına kapananların nasıl sefa sürdüklerini bildiğim için, buna karşı olduğum için ben edepsizim! 

Dünya’nın her yerinde dolaşırken, ağzım bir karış açık opera binalarına özendiğim için, sokak festivallerindeki en uç oyunları izleyip “neden biz de yok?” diye kendi kendime hayıflandığım için ben edepsizim! 


Hele de Peru’nun Machu Picchu’sunda, bu tarihi alanın her gün en az dört bin kişi tarafından gezildiğini öğrendiğimde, bu rakamı acayip kıskandığım, kendi ülkemin ören yerlerinin neden öyle bakımsız, neden öyle tanıtımsız bırakıldığını düşündüğüm, üzüldüğüm, hatta ağladığım için ben edepsizim! 

Bin yıllık kutsal bir ağaç olan zeytin ağaçlarının her türlü estetikten uzak, kötü binalar için kesildiğini gördüğümde, zeytin ağaçlarının inlemelerine dayanamadığım için, edepsizim!


İmam hatiplere gitmek zorunda bırakılan yoksul halk çocuklarının dört işlemi yapamadıklarını, Türkçe yazamadıklarını duyduğumda canım sıkıldığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin dibine dinamit döşemeye çalışan emperyalist güçlerin, topyekûn cahil bırakılan bu kalabalık nüfusu gördüklerinde ellerini nasıl keyifle ovuşturduklarını bildiğim için ben edepsizim! 

Hiçbir dostumun, hiçbir arkadaşımın Müslümanların kutsal topraklarında, Kâbe’de sadece erkeklerin alındığı bir otelde Viagra’dan ölmeyeceğini bildiğim için ben edepsizim! 

Vallahi de billahi de ülkemizin din bilginlerinden birinin (!) bu nedenden oralarda öldüğünü duyduk, gördük, bir de adam acayip katılımlı bir cenazeyle gömüldü. Ben edepsizim bu ülkede, üstlerinde deri giysiler, elleri kırbaçlı erkeklerin başı bağlı bir kadını taciz edeceğine inanmadığım için edepsizim!

İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Nepal’e kara yoluyla gittiğimde, Pakistan’da karanlık, kadınsız “köy” yerinde Mustafa Kemal Atatürk’e bir genç kadın olarak teşekkür ettiğim için ben edepsizim! 

Annemin, babamın ve o kuşağın bu ülke için yaptıkları fedakârlıkları unutmadığım, onların karşısında saygıyla eğildiğim için ben edepsizim! 

İnsanlar arasında dayanışmaya, sevgiye, aşka, merhamete inandığım için en çok edepsizim! Dans etmeyi sevdiğim için de ben edepsizim! 

Eh, bu edepsizi yola getirmek gerek, bu nedenle 1yıl 6 ay hapis cezası aldım. Çok sevdiğim bir dostumun söylediği “anacığım, geldin yetmiş yaşına bir dur” sözünü kulak arkası ettiğim için ben gerçekten edepsizim! 

Dünyanın bütün edepsizleri, birleşin!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Saray için "barış mevzilenmesi"... - Ahmet TAKAN


Onca pazarlık...
Onca tantana...
Onca restleşme...
"Kimseye sormayız kendimiz karar veririz"... "Türkiye'nin bekası"... "Böyük devletiz alacağımız kararları size mi soracağız"... "Eyt"..."Üyt"...
"Yaptırımsa biz de koyarız"...
Ne koyduk?..
Koya koya  adını; "barış mevzilenmesi" koyduk!..
Rusya'dan alınan S-400'ler sadece riskli dönemlerde açılacakmış...
Güvenlik risklerinin arttığı dönemlerde aktif hale getirilecekmiş...
Eee...
Kime ve neye göre ise?.. "Risk"in olmadığı zamanlarda S-400 mışıl mışıl  uykuya yatacak!...
Herhalde düşmandan haber bekleyecekler, "tedbirinizi alın saldırıya geçeceğiz" diye... Sonra da takacaklar S-400'ün fişini düşmanın işini bitirecekler!..

Düşmandan saldırı haberi gelmez ise "riskli" durumlar neler olabilir?..
A) Fransızlar isot tarlasına girerse...
B) Hatay'da künefe biterse...
C) Çarşambayı sel alırsa...
D) Ordu'nun derleri yukarı akarsa...
E) Hamsi kavağa çıkarsa...
F) Avrupa Kupası elemelerinde Fransa Türkiye'ye 5 çekerse..
G) Fenerbahçe, dış güçlerin oyunu yüzünden bir daha küme düşme tehlikesi geçirirse..
H) Ekrem İmamoğlu, Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyarsa...
I) Melih Gökçek parti kurmaya kalkışırsa...
İ) AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz "ben bakan olacağım" diye tutturursa...
J) Jöleli demeç vermeye tekrar başlarsa...
K) Devlet Bahçeli mitili bu sefer Saraya sermeye kalkarsa...
L) Ankara Büyükşehir Belediyesi deposunda bulunan jet skinin cüppeli Ahmet Hoca için alındığı ortaya çıkarsa...
M) Fatih Terim, A milli takımın tekrar başına geçerse...

S-400'ler, 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra adı Mürted olarak değiştirilen Akıncı Üssü'ne yerleştirilecekmiş...
Acaba Kahramankazan büyük risk altında mı diye merak ettim?..
Bilse bilse en iyi Amerikalılar bilir!..
Japonya'da, Trump'ın "Yeşilçam güzelleri" övgüsüne mazhar olan iktidar heyetinin pelte kıvamına gelmesinden de çok şüphe etmiştim...
Trump'dan "yaptırım olmayacak" garantisi aldıklarını söylüyorlardı...
Merak ettim, Amerikalı kaynaklara sordum; "bizimkiler, sizinkilere ne taahhüt ettiler acaba. Yoksa S-400'lerin sadece sarayın korunması için mi kullanılacak" diye...
Bıyık altından pis pis, imalı imalı gülümsediler...
Sanki iddiayı doğrular gibiydiler!..
"Stratejik derinlik"...
"Yes be annem"...
"Kazan kazan"...
"Değerli yalnızlık"...
Turgut Özal'da 1 koyup 3 alırdı!..
Meşhur beyzbol sopasını bir daha görmemek için "bizimkiler" acaba ne koydular?..
"Barış mevzilenmesi"...
Mete Han ile Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri dehasına bile geride bıraktıracak dahiyane bir askeri-politik strateji!..
Hayırlara vesile olur İnşaallah...
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç'ı acil göreve davet ediyorum..
O, ancak konuya açıklık getirebilir... Mutmain olmamız için ulemanın görüşüne ihtiyacımız var...
Radarlarımızı açtık Bülent Arınç'dan gelecek açıklamayı bekliyoruz!..
Bir şey olacak ama bakalım ne olacak?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

6 Temmuz 2019 Cumartesi

Semptom siyaseti! - TARIK ŞENGÜL

Son 40 yıllık deneyimi gösteriyor ki, “kazananı az, kaybedeni çok” neo-liberalizmi, başka köklerden gelen siyasi-ideolojik projelerle rezonansa sokmadan hegemonya üretilemiyor. Yeni sağ bu hegemonyayı, neo-liberalizmle muhafazakârlığı eklemleyerek üretmeyi hedefledi.

Bu akımın Türkiye temsilcisi ANAP, dinci-muhafazakarlıkla neo-liberalizmi eklemleyerek önce iktidarını sonra yıkımını hazırladı. Sonrasında kurulan koalisyonlar ise, neo-liberalizmi bütünleyecek bir ideolojik hat kuramadıkları için başarısız oldu. 

Bu başarısızlığın sonrasında AKP, dinci-muhafazakarlıkla neo-liberalizmi 2000’li yıllarda bir kez daha rezonansa sokarak iktidarını üretti; yetmeyince, milliyetçiliği işe koştu. Şimdi bir kez daha bu titreşimin, toplumsal alanda yarattığı ağır tahribat ve yıkımın, AKP iktidarına dönüşüne ve bedel ödetişine şahit oluyoruz.

O zaman sormak gerekiyor, önümüzdeki dönemin siyasi iktidarı, hegemonik projesi ve söylemi hangi güçler tarafından ve nasıl şekillendirilecek?
İlk akla gelen kuşkusuz, 31 Mart seçimlerinde AKP karşısında duran siyasal ve toplumsal güçlerin, iktidar perspektifini üretmek için de birlikte davranmasıdır. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu çok kolay bir iş değil; Çünkü çok farklı kesimlerin yer yer uzlaşmaz nitelikte çok farklı beklentileri var. Derin analizleri başka mecralara bırakıp, talepler ve beklentiler üzerinden bazı can alıcı tespitler yapmakla yetinelim.
Beklentiler açısından iyi bir başlangıç noktası AKP’nin yenilgisine yol açan politikalarıdır. AKP’nin yenilgisinde; toplumsal alanın muhafazakarlık ve milliyetçilik üzerinden kutuplaştırılması, ekonomik alanda neo-liberal dediğimiz politikalar ve yarattığı bölüşüm sorunları,  siyasal alanda otoriterlik ve keyfi yönetimin adının yolsuzlukla anılır hale gelmesi üç temel rahatsızlık alanı olarak öne çıktı.
Toplumsal ve siyasal alanda konumlanan AKP karşıtı kesimler açısından bu üç “kötülüğün” aynı derecede önemsenmediğini biliyoruz. Ancak siyasal alanda CHP liderliğinde örgütlenen muhalif cephenin, sözünü ettiğimiz üçlü arasından otoriterlik, keyfilik ve yolsuzluk kalemini öne çıkarıp, birleştirici harç olarak kullandığını söyleyebiliriz.
Diğer bir anlatımla; muhafazakarlık ekseni de, neo-liberal politikalar da, kurulan mücadele söyleminde öne çıkarılmadı. Öte yandan AKP’nin ağırlaşan otoriter yönetim anlayışının öne çıkarılması gayet anlaşılabilir; çünkü yönetim boyutu tüm alanlara yönelik karar alma süreçlerini içerdiğinden, gerek görüldüğünde toplumsal ve ekonomik alanlara yönelik rahatsızlıklara hitap etmeye olanak sağlayabilen bir özelliği sahip. Örneğin muhalefet, neo-liberal politikaların yıkımını konuşmadı ama ekonomideki olumsuzlukların kötü yönetim, kayırmacılık ve yolsuzluktan kaynaklandığını bolca vurguladı.  Ya da bazı vakıflara sağlanan mai destekler, doğrudan dinci-muhafazakarlık  etrafında tartışılmadı ama AKP’nin kayırmacılığıyla özdeşleştirilerek, siyasal söylemde yer buldu.
Bu strateji ve söylem başarıyı getirdiği için, önümüzdeki dönemin iktidar mücadelesine de damgasını vurması olası görünüyor. Yani neo-liberalizm ve muhafazakarlık ekseni geride duracak, otoriter yönetim karşısında, demokratik yönetim anlayışı siyasal söylemin boş göstereni haline gelecek!
Soru şu; otoriterlik, kötü yönetim, kayırmacılık, yolsuzluk gibi önemli sorunlar kendi başlarına ele alınabilecek gerçeklikler mi, yoksa bir yanda neo-liberalizmin, diğer tarafta toplumu bölüp, kutuplaştıran muhafazakar-milliyetçiliğin yol açtığı büyük tahribatın semptomları mı? Eğer ikincisi doğruysa, önümüzdeki döneme büyük olasılıkla semptom siyaseti damgasını vuracak demektir. 
Mesele şu ki, hastalık ağırlaşıyor ve tek başına semptom tedavisi artık hastayı rahatlatmıyor!
Tarık Şengül / BİRGÜN

‘Bu evlad-i Stanbul ki’ bir Gülersoylu Çeliktür - ÖZER KARAGEDİKLİ

Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi.


6 Temmuz 2003’te bu dünyadan göçüp gidişinin üzerinden 16 yıl geçen merhum Çelik Gülersoy, yukarıdaki başlığı beğenmezdi diye tahmin ediyorum. Bunu, o kibar İstanbul beyefendisi üslubu ile ifade de ederdi. Çünkü, bir seferinde Nedim’in bu şiiri üzerine konuşurken “Ne demek bir taşına tüm Acem yurdu fedadır, evladım. Gel bunu bir de Acemlere sor” dediğini dün gibi hatırlarım. 

Fakat, diğer taraftan bu başlıkla, “Çelik Gülersoy bu şehrin yetiştirdiği, kendine en hayırlı evlatlardandır” demek istediğimi o kıvrak zekâsı ile hemen gördüğünde, yüzünü sessiz bir gurur kaplardı, şüphem yok. 

Bugün Çelik Gülersoy’u, sadece sihirli elinin değdiği parklardan, köşklerden, evlerden, mezarlıklardan, çeşmelerden bahsederek değil, yazdıkları ile de anacağım bu köşede. Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi. Bundan dolayı, kendisi hep yazardı. Annesinin deyimi ile “gecesi gündüzü okumak ve yazmakla geçmişti”. 

Çelik Bey’in kitapları, monografları, bir yayıncı olarak yayımladığı, çevirttiği kitaplar, Hürriyet İstanbul ekinde, Cumhuriyet’te yazdığı yazılar. Ve tabii ki, İstanbul Kitaplığı, İstanbul’un mirasına, kültürüne ve tarihine kazandırılmış başlı başına hizmetlerdir. Ve bana sorarsanız, bu diyarlarda sadece söz değildir uçan: O köşkler, binalar, parklar, restorasyonlar da uçtu gitti nerede ise. Ama yazdıkları kaldı. Okumalı, okutmalı onları. varki onlarda.

Öğrenecek o kadar çok şey
Çelik Bey’in 73 yıllık hayatı üç şeye adanmıştı: İstanbul, kitaplar ve çok sevdiği anacığı. İstanbul’a adanmışlığı sadece kültürel mirasını elinden geldiğince korumakla kalmadı. Yazarak ve yayımlayarak da, yazılmamış İstanbul’u kayda geçirmeye adamıştı kendini. Bu, hem bir adanmışlık, hem de bir sorumluluktu. Kendini yetiştiren Cumhuriyete, parçası olduğu Cumhuriyet nesline ve de çok sevdiği Atası’na karşı sorumluluktu. Bunu ifade de ederdi. Tahmin ederim, bu duygu sadece Çelik Bey’e has bir sorumluluk duygusu değildi. Hani 1968 nesli, 1980’ler nesli falan deriz ya. Bu da o Cumhuriyet nesli idi, belki. Rivayet odur ki, 1970’lerde merhum Nejat Eczacıbaşı ve ekinine karşı çok az farkla kazandığı Turing Kongresi’nde, kendisine, “Çelik Beyciğim kaybedecek miyiz, nedir” diyen bir üyeye, “merak etmeyin üstat, ben anasının hayır duasını almış evladım” demiştir. Aynı sorumluluk duygusunu, hayırlı işler yapma arzusunu, insanların hayır duasını alma güdüsünü hayatının her alanında gözlemlerdiniz. 

Çelik Bey’in İstanbul üzerine yazılmış 40’ın üzerindeki kitap, monograf, ve yüzlerce makalesi de yine bu sorumluluğun bir parçası idi. İstanbul yaşanmış, ama yazılmamış bir şehirdi ve bu şehrin Çelik evladı kendine düşeni yapacaktı. 1961’de henuz 31 yaşında başladığı yazı hayatına, Sosyal Turizm (1961), Seyahat Acentacılığı (1963), Türkiye’nin Turizm Propagandası (1964), Yıllık Ücretli İzin (1964) gibi monograflar yazarak başlar Çelik Gülersoy.

Turistlerin rehberi
Fransızcası 1966’da, İngilizcesi 1967’de yayımlanan İstanbul Rehberi, İstanbul için bir ilk olup, o yıllarda Türkiye’ye gelen turistlerin tek başvuru kaynağı idi, büyük ihtimal. O nedenle olsa gerek, dünyanın pek çok yerinde ikinci el kitpaçıların Türkiye, Ortadoğu veya seyahat bölümünde hâlâ nüshalarına rastlarsınız. O zamanlar Lonely Planet, Eyewittness rehberleri henüz icat olmamış idi, ve rehberler, gidilecek lokanta, gece klübü veya konaklanacak otelden çok, derin bilgiler içeren kaynaklardı. Çelik Bey’in İstanbul Rehberi de dolayısı ile bugünkü turist rebherlerinden çok daha farklı bir kitaptır. 

1970’lerde yazmaya devam eden Çelik Gülersoy, bu on yılın sonlarına doğru çok farklı bir katkıya da imza atmıştır: 1970’lerin ikinci yarısında, Amerika’daki sinemacılık eğitiminden dönen yakını Suha Arın ile birlikte bir dizi belgesel üretimine dalarlar, Çelik Bey’in teklifi ile. Bu ortak üretimin sonuçları Safranbolu’da Zaman, Kapalı Çarsı’da Kırkbin Adım ve Urartu’nun Dört Mevsimi gibi belgesellerdir. Çelik Gülersoy’un etkileyici ve şiirsel dili, Arın’ın usta yönetmenliği ile birleşmiştir. Ve şu sözler dökülmüştür ekrana, Çelik Bey’in kaleminden:  “Anı olur zaman içinde Safranbolu. Sevinç olur. Kimi zaman hüzün olur. Kimi zaman öğünç olur. Sokağı ile, evi ile, hayatı ile zaman içinde tarih olur. Kimbilir belkide çocukların düşlerinde gördükleri damları şekerden, duvarları pastadan, pencereleri çikolatadan yapılmış konutları ile masal olur, evvel zaman içinde Safranbolu.” Safranbolu’da ilk restorasyonu gerçekleştirecek olan da yine Çelik Bey olacaktır, Asmazlar Konağı ile. 

Kapalıçarşı’da Kırk Bin Adım belgeseli, on yıllardır çarşı içinde yürüyerek bir elinde gümüş, ucu bir kuğu boynu zarifliğindeki ibriği ile şerbet satan bir şerbetçinin dilinden Kapaliçarşı’yı anlatır. “Gümüşler.. Siz bana bakarsınız ben de size. Bir zamanlar kesede para, yelekte köstekli saat, cepte tütün tabakası, belde kemer, elde ayna olan gümüşler..” Bu belgeseller de bir ilktir Türkiye için ve büyük ses getiren eserlerdir. Hazır, Suha Arin, ve belgeseller demişken, su anıyı nakledeyim. 

Bir akşam televizyonda tesadüfen, yine bir Suha Arın yapımı olan Cahit Arf belgeseline rast gelince, Çelik Bey, duygulandı ve bana “Suha’yı arayıp, Cahit Arf’in adresini al evladım. Tahminim iyice yaşlanmıştır. Malta Köşkü’nden büyük bir sepet yaptırıp götür” demişti. O akşam öğrendim, vefa sadece İstanbul’da bir semt adı değildi. Yukarıda işlemeye çalıştığım sorumluluk, hayır dua alma vasıflarının bir değişik şekilde yüze vurumuydu bu: Bu sefer, memleketin yetiştirdiği bir dehaya, değere olan vefa ve sorumluluk. 
Öyle bir insandı Çelik Bey.

Benzersiz hizmet 
1980’lerin ortasında Çelik Gülersoy, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kendisine vereceği fahri doktora sebebi ile Trabzon havaalanına iner ve o zaman henüz yeni birleşmis olan SHP’nin başkan ve başkan yardımcıları Aydın Güven Gürkan ve Erdal İnönü’ye rastlar. Bu kısa sohbet sırasında Gülersoy’dan fahri doktoranın mimarlık dalından verileceğini öğrenen Gürkan, “edebiyattan vermelilerdi, Çelik Bey” der.
1978’de yayımladığı, ve 1980’lerde genişleterek yeniden basılan “Boğaziçi: Sorunlar, Cözümler” kitabında, Boğaz’daki çarpık imarlaşmaya karşı neler yapılabileceğini, Boğaziçi’nin dokusunun nasıl korunabileceğine dair ciddi öneriler üretmiştir. Öne sürdüğü imar moratoryumu, ve bazı önemli öneriler 1980’de gelen askeri idarece kabul edilmiştir. Fakat, her seçimin bir imar furyası olduğu memleketimizde bu da derde deva olmamıştır.

İstanbul’u yazmak bir şey. Ama İstanbul üzerine, kimi 12. yüzyılda yazılan, binlerce kitabı toplayıp onları İstanbul Kitaplığı olarak araştırmacılara, halka açmak bir başka şey. Bunun dünyada başka örneği var mıdır bilmem. Varsa da çok azdır diye tahmin ederim. Ama bu hizmetin kıymeti nasıl ölçülür, nasıl teslim edilir? Varsın İstanbul’un yeni şehr-emini düşünsün. 

Çelik Bey keşke daha uzun yaşasa idi de anılarını bir kere daha gözden geçirse idi diye düşünmüşümdür pek çok kere. Kırk Yıl Olmuş (1988)’de yazılmayan, yazılamayan pek çok konu “Türkiye’ye Bir Işıktı” (1995) kitabında biraz daha açılır. Ama yine de tam değildir. Mesela Çelik Bey üzerinde çok tesiri olan, Nejat Eczacıbaşı ile olan mücadelelerini, daha detaylıca anlatır mıydı? Siyasetçilerle arasındaki, sadece yakın çevresine anlattığı, pek çok kez hayal kırıklığı yaşatan münasebetlerinden bahseder miydi? 6-7 Eylül’de, Çicek Pasajı’nın üzerindeki ablası ve eniştesine ait terzi dükkânından gördüklerini anlatan bir kitap. Ya da askerliğini yaptığı dönemde gidip geldiği Yassıada Mahkemeleri anıları.

Neyin gamı idi bu?
Bu ülkenin sorunlarına da hiç uzak değildi Çelik Bey. Çelik Bey’in Turing’deki efsanevi öğle yemeklerinde, İstanbul’un “kim kimdir” misafirleri ile hep memleket konuları konuşulurdu. Analizler yapılır, tartışılırdı. Ama genelde karamsar bir sonuca bağlanırdı konular. Çelik Bey de kendisine karamsar diyenlere, gerçekçi olduğunu söylerdi. Gençliğin verdiği ateşle karşı çıktığım pek çok konuda, zamanla Çelik Bey’e katılır olduğumu gördüm.

Ölümünün ardından, beraber o muhteşem belgeselleri çektikleri Suha Arin, “duvarı nem, yiğidi gam yıkar” yazmıştı, Çelik Bey için. 

Memlekette her alanda olduğuna inandığı yozlaşmanın gamı. Hani daha iyisini biliyorsanız, yaşamış iseniz, kötüsü insanı daha çok etkiler ya. Onun gamı. Annesini kaybetmiş olmanın gamı. Ve en önemlisi de çok hak ettiği değeri, kadri görmemenin ötesinde sürekli önüne çıkarılan engellerin verdiği gam. Yaptıklarını yıllarca beğenmeyen, burun kıvıran kimi mimarlardan tutun da, “restorasyonu iyi ama işletmesi kötü” diye “hınç alırcasına” hayatında işletmecilik vs. yapmamış, köşelerinden ahkâm kesen gazetecilere. Kaynağını sürekli kesen, işlettiği kurumları elinden alan siyasetçilere.. Çelik Bey istemez miydi, eli daha fazla eski binaya, köşke, konağa hayat versin, daha fazlasını kurtarabilsin. Ama bu imkân, bir kaç siyasetçi dışında kendinden hep esirgenmiştir. 

Solcusuyla, sağcısıyla. 

Çelik Bey bu dünyada çok üretmiş, çok yazmış, çok okumuş ve de “hayırlı” bir evlat olarak ayrıldı: anacığının, Cumhuriyetin, ve İstanbul’un pek hayırlı bir evladı olarak. Ama kadri pek bilinmeden ayrıldı, ne yazıktır. Suha Arın, “bu memleket öl ki sevem memleketidir” derdi. Keşke öyle olsa idi. Bu hafta sonu, bir Çelik Gülersoy kitabı alın: Tepebaşı, Büyükada, Dolmabahçe, Çırağan Sarayları, Kayıklar, eski İstanbul Mezarlıkları, eski İstanbul Arabaları, Beşiktaş, Batı’ya Doğru. Bambaşka bir dünya, Türkiye ve İstanbul ile karşılaşacaksınız. Tabii zaten o eski dünyayı, Türkiye’yi ve İstanbul’u yaşamış olan şanslı ve sayısı giderek azalan nesilden değilseniz.

Çocuğunuza, çocuklarınıza okuyun ya da. Onlara çok büyük iyilik etmiş olursunuz. 

Nur içinde yatın, aziz Çelik Bey.

ÖZER KARAGEDİKLİ
Ekonomist
CUMHURİYET

5 Temmuz 2019 Cuma

Ekonomik bunalımın seyri - KORKUT BORATAV

Ekonomik krizin Haziran 2019’da kritik bir yol ayrımına ulaştığını düşünüyorum. Krizin aşamalarını hatırlatmakla başlayalım. Yol ayrımına böylece yaklaşalım.. 

Kronik kırılganlıklardan güven bunalımına 
2018 ortalarında uluslararası ekonomi dingindir; Türkiye gibi yüksek dış kırılganlık taşıyan ekonomileri tedirginleştirecek bir ortam yoktur. 

Dış gözlemciler, Türkiye ekonomisinin seçim konjonktürü içinde fazlaca ısındığının farkındadır. Yine de ekonominin Haziran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında “normale” döneceği beklentisi yaygındır. Geçmişte daima böyle olmuş; her seçim sonunda finans kapitalin AKP iktidarına güveni tazelenmiştir. 
Mart 2018’de ekonominin 12 aylık dış finansman gereksinimi (cari işlem açığı dahil) 237 milyar dolardır; millî gelirin yüzde 31’ine ulaşmıştır. O tarihlerde bir Türkiye raporu yayımlayan IMF uzmanları da benzer tespiti yapacak; bir dış borç krizi olasılığına dikkat çekecek; malî disiplin ve sıkı para politikası önerecektir. 
Cumhurbaşkanı ise, “başka telden çalmaya” kalkıştı. Mayıs’ta (ne hikmetse) TCMB özerkliğine, sıkı para politikalarına karşı bir polemik başlattı. Aynı sert söylemi Londra’ya, doğrudan doğruya finans çevrelerine taşıdı. Bu “aşırılıklar”, ekonomiden sorumlu (eski Merrill Lynch uzmanı) Mehmet Şimşek tarafından bir süre “telafi” edildi. Ne var ki seçim sonrasında oluşan yeni kabinede Şimşek’in yerini damat Albayrak aldı. 

Türkiye’nin 237 milyar dolarlık dış kaynak finansmanını üstlenecek çevrelerde AKP iktidarına karşı “güven bunalımı” böyle oluştu.

Güven bunalımından döviz krizine 
2003-2015 yılları, AKP iktidarının, Türkiye ekonomisinin yapısını, işleyişini, büyüme temposunu dış kaynak hareketlerine bağladığı bir dönemdir. Bu bağlantılar, ekonomik yönetimin ana kurallarının finans kapital tarafından belirlenmesini gerektirir. 

“Finans kapital” kimdir? Başta IMF olmak üzere üyesi olduğunuz uluslararası ekonomik örgütler… Dev uluslararası bankalar… Sonra (Moody’s vb.) uluslararası derecelendirme kurumları… New York’tan, Londra’dan astronomik fonları yöneten finansal şirketler… Bunların “ayak takımı” olan yatırım uzmanları… 
“Yükselen” ekonomileri yönetenler, bu çevrede “güven bunalımı” yaratırlarsa ilk tepki dış finansman musluklarının kısılması olur. İlk aşamada sonuç, bir döviz krizidir.
   
Türkiye’de de böyle oldu: Ağustos-Aralık 2018’de yabancı sermaye hareketlerinde 4,5 milyar dolarlık “net çıkış”gerçekleşti. Buna “kayıt dışı ve yerli” sermaye hareketlerini ekleyin: Toplam (net) sermaye akımları eksi 10,8 milyar dolardır. Bu iki dış kaynak akımını kriz öncesi (2017’nin aynı beş aylık dönemi) ile karşılaştırın: 20 ve 18 milyar dolarlık net giriş belirleyeceksiniz. 
“Artı” değer taşıyan, yani ekonomiye net giriş gösteren sermaye hareketleri “eksi”ye (“net çıkış”a) dönüşmüştür. Aradaki fark ekonomiyi sarsan dışsal şoku verir: 2017 ve 2018’in Ağustos-Aralık aylarında yukarıda verdiğim yabancı sermaye akımlarını (milyar dolar olarak) karşılaştırın: +20,0 → -4,5… Ulusal ekonomi eksi 24,5 milyar dolarlık bir dışsal şok ile yüz yüze gelmiştir.

Aynı karşılaştırmayı (yerli ve kayıt dışı hareketleri de içererek) toplam sermaye hareketleri için yapınız. +18,0 → -10,8 milyar dolar… Bu büyüklükler de Türkiye ekonomisinin 2018’in son altı ayı için eksi 28,8 milyar dolarlık bir dışsal şok ölçümü verir. 2018’in dolarlı millî gelirinin (kabaca) %3,5’ine ulaşan bir kriz etkeni…

Döviz krizi böyle oluştu. 

Döviz krizi patlak verince iktidar paniğe sürüklendi. Yeni bakan Eylül’de Londra’ya gitti. Finans çevrelerince “eğitildi”. Döner dönmez IMF’nin Türkiye raporundaki önerileri içeren bir Yeni Ekonomi Politikası (YEP) belgesi yayımladı. TCMB politika faizlerini yüzde 24’e çıkardı. Cumhurbaşkanı ekonomik konularda sustu; ama YEP’in McKinsey tarafından denetlenmesini önledi. 

Finans çevreleri, iktidarın TCMB’yi yönetme hevesinin son bulmasından hoşnuttur; ama programdaki kemer sıkma hedeflerinin uygulanmayacağını da bilmektedir. Albayrak, Nisan’da YEP’in “Yapısal Uyum” boyutu üzerinde Washington’da tuhaf bir sunum yaptı; ciddiye alınmadı.

Esasen geç kalınmıştır. Güven krizi, sonraki aşamalarına geçmiştir. 

Döviz krizinden ekonomik krize…
Döviz fiyatlarındaki sıçrama, yüksek döviz borçlusu şirketleri bunalıma sürükledi. Net döviz pozisyonları yüksek açık veren şirketler öncelikle etkilendi. Mart 2018’de şirketlerin net döviz açığı 221 milyar dolardır; dolarlı millî gelirin yüzde 29’u civarında… Sonunda uluslararası bankalarca “döndürülmesi” gereken bir dış finansman yükü... 

Ödenemediği ölçüde üretime yansıdı; daralma, inşaat sektöründe yoğunlaştı; istihdamı, GSYH’yı aşağıya çekti. İktidar bütçe dışına da taşarak kamu harcamalarını pompalamaya çalıştı; o kadar… Haziran 2019’da bu telâfi yönteminin sınırlarına ulaşıldı. 

Yine de ekonominin küçülme temposu sınırlı kaldı. Altı kriz ayının (Ekim 2018-Mart 2019’un) millî gelir (GSYH) istatistiklerine bakınız: %2,8 oranında düşme gözleyeceksiniz. Bu krizin GSYH ile ölçülen boyutu, on yıl önceki (2008-2009 tarihli) bunalımın gerisindedir: O krizin ilk altı ayında GSYH yüzde 10,7 oranında küçülmüştü. 

İç talep ve üretim istatistikleri 2019’un Nisan-Haziran döneminde de ekonominin daralmakta olduğunu gösteriyor. Sonrası? 

Öngörülerden biri, dokuz ayını şimdiden yaşadığımız ekonomik krizin 2019’da son bulmasıdır. Daha sonrasında (belki de kalıcı olarak) durgunlaşan bir ekonomiye geçiş… OECD,  Türkiye ekonomisinin 2019’da yüzde 2,6 küçüleceğini; 2020’deki büyüme hızının yüzde 1,6’da kalacağını öngörüyor. 

Ekonomik krizden toplumsal bunalıma…
Kriz, millî gelirde yüzde 3’ü aşmayan bir daralma temposu ile “geçiştirilse” dahi, toplumsal sonuçları daha sert olmuştur. İşgücü piyasalarındaki gelişmeler bir toplumsal bunalım tablosu oluşturmaktadır.

TÜİK istatistiklerine bakalım. 15-64 yaş grubunu alalım; reel ekonominin bunalıma girdiği altı ayı kapsayalım. Ekim 2018-Mart 2019’un ortalamalarını on iki ay öncesiyle (Ekim 2017-Mart 2018) ile karşılaştırıyorum. 

En sınırlı (“dar”) işsizlik tanımını kullanıyorum. Altı ayın ortalama işsizlik oranı artmıştır: %10,6 → %13,8. İşsizliğin geniş tanımlı boyutuna, ayrıntılı dökümüne girmiyorum. DİSK-AR’ın Mayıs 2019 İstihdam ve İşsizlik Raporu hepsini kapsıyor. Gençlerin, üniversite diplomalıların güvencesiz işsizliği… Bu umarsız kâbusu yaşayanlar, tanık olanlar bilir. 

Mutlak sayılara bakalım. İşsizlerin son altı aylık ortalama sayısındaki bir milyonun üstünde (1.018.000 kişilik) sıçrama gözleniyor. Trajik bir bulgu…. 

İstihdam artarken işsiz sayısının yükselmesi elbette üzücüdür; ama tek başına ekonomik bunalım anlamına gelmeyebilir: Örneğin 2016-2018’de ekonomi ortalama yüzde 4,7 oranında büyümüş; istihdam artmıştır; ama yıllık ortalama işsizlik oranı %10,5’ten %11,2’ye çıkmıştır. Zira, bu büyüme temposu dahi yetersiz kalmış; işgücüne yeni katılan gençlerin bir bölümüne istihdam sağlayamamıştır. 
Türkiye’nin son durumu bu açıdan daha da ağır bir toplumsal bunalımdır. 

Zira, istihdam düşmektedir; işsizlik çalışan işçi sınıfına da yansımıştır: Ekim 2018-Mart 2019’da Türkiye’de ortalama istihdam, neredeyse yarım milyon (495.000 kişi) daralmıştır. 

Bugünkü kriz, OECD’nin öngördüğü gibi Türkiye’yi yüzde 1,6’lık bir durağan büyüme patikasına taşımaktaysa, Türkiye’nin toplumsal krizinin kronikleşmesi değil, ağırlaşması gündemdedir: Var olan istihdam düzeyinin dahi sürdürülemeyeceği; işten çıkarmaların yaygınlaşacağı bir Türkiye…

Dış borç krizi gündemde mi? 
Döviz krizini reel ekonomiye taşıyan şirketlerin döviz yükümlülükleri hafifleyebildi mi? Yabancılara dönük yükümlülüklerin karşılanamaması bir dış borç krizi anlamına gelir. Gündemde midir? 
Bu soruyu, uluslararası derecelendirme kuruluşu Moody’s “evet” diye yanıtlıyor. Nedenleri, 14 Haziran’da Türkiye’nin, 18 Haziran’da on sekiz Türk bankasının kredi puanlarını açıklayan gerekçelerde yer alıyor. 

Bu gerekçeleri tartışmayı ileriye bırakıyorum. Mart 2018-Haziran 2019 arasında Türkiye’nin dış kırılganlık göstergelerinin seyrini de aynı çerçevede incelemeyi düşünüyorum. 

Şimdilik kısa bir tespitle yetineceğim: İktidar, bu konuda hareketsizdir. İç borç krizini hafifletmesi beklenen enerji ve gayrimenkul fonları (bildiğim kadarıyla) oluşmamıştır; en azından işlememektedir.

Bankalar, takipteki ve sorunlu alacaklarını büyük ölçüde kendi başlarına çözmeye çalışmaktadır. Şirketlerin döviz risklerinin önemli bölümlerinin yerli bankalara aktarıldığını gösteren veriler var. Geçmişte, uluslararası banka kredilerini Türkiye’deki şirketlere devretmiş olan bankalarımız, bugünlerde bu kredilerin yenilenmesi, ödenebilmesi çabası içindedir. 

Moody’s’in 18 Haziran tarihli Türkiye notu da bu olguyu vurgulamaktadır. 

Bu tür riskler çözülemezse, Türkiye ekonomisinin yukarıda tartıştığım döviz krizi → ekonomik kriz → toplumsal bunalım → durgunlaşma aşamalarını içeren 2018-2020 güzergâhı aksayacaktır: Dördüncü halkaya dış borç krizi eklenecek; bunalım derinleşecektir. 

Sonrası? Ben bilemem; ama iktidara göre “Allah kerim…”

Korkut Boratav / SOL

Yunanistan:7 Temmuz'da seçim var. Peki 8 Temmuz?(ANALİZ) - Elif Solmaz/SOL

Sonbaharda yapılması planlanan seçimlerin erkene çekilmesiyle birlikte Yunanistan bu pazar sandığa gidiyor. Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerini muhafazakâr Yeni Demokrasi’nin yaklaşık on puan gerisinde tamamlayan Syriza, bu sonuçtan sonra parlamentonun feshini istemiş ve erken seçim çağrısı yapmıştı.

Dört yıl önce büyük beklentiler ve “demokrasinin kazandığı” sevinciyle iktidara gelen kravatsız lider Çipras, SYRIZA’nın sağcı ANEL ile birlikte kurduğu koalisyon hükümetinin başına geçmişti.

O Hükümet, karşı çıkacağını söylemesine rağmen kredi sağlayıcıların baskısına dayanamayıp ülkeyi üçüncü kurtarma paketi ile birlikte AB-AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan troykanın eline teslim etti. Peş peşe özelleştirmeler ve kemer sıkma politikalarıyla Yunanistanlı emekçiler için kara günlerin devamı geldi. 

Kurtarma paketinin sona ermesini sağlayan anlaşma günü taktığı kravat Çipras’ı ve hükümetini başarısız seçim sonucundan koruyamadı. Sene başında Yunanistan ve şimdiki adıyla Kuzey Makedonya arasında isim konusunda anlaşma sağlayan Prespa Anlaşması’nı protesto eden sağcı ortak ANEL hükümetten ayrıldı. Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) ve yerel seçim sonuçları ise SYRIZA’nın ciddi bir gerileme yaşadığını gösterdi. Yenilginin ardından “Bu sonuçları beklemiyorduk” diyen Çipras zaman kaybetmeden erken seçim çağrısı yaptı.

İKTİDAR EL DEĞİŞTİRECEK, PEKİ NE DEĞİŞECEK?
Seçim sonuçları için tahminler oy oranlarının son seçimlere benzer olacağına işaret ediyor. 26 Mayıs’ta yapılan AP seçimlerinde Yeni Demokrasi oyların %33’ünü almış ve 13 yerel yönetim bölgesinin 12’sini kazanmıştı. Pazar günü Yeni Demokrasi'nin yine birinci parti olarak çıkması ve parlamenter çoğunluğu sağlayarak tek başına iktidar olmayı başaracak bir oy alması muhtemel görünüyor.

Böylece krizin zirve yaptığı günlerde Yeni Demokrasi’den SYRIZA ve ANEL’e el değiştiren iktidar tekrar Yeni Demokrasi’ye geçmiş olacak. Tahminler seçim barajının %3 olduğu Yunanistan’da altı partinin parlamentoya girebileceğini gösteriyor. 2015’te üçüncü memorandum için yapılan referandumdan hayır çıkmasına rağmen hükümetten istifa eden Maliye Bakanı Yanis Varufakis’in Diem25 (Avrupa’da Demokrasi Hareketi) adlı partisi, kendisine AP vekilliği sağladı ama bu seçimde barajı geçemeyecek gibi görünüyor. Kariyerine bu süre içinde İngiliz İşçi Partisi lideri Corbyn’in danışmanlığı ve Macron destekçiliğini de sığdıran Varufakis, SYRIZA’ya tepki duyan kesimlerden oy almayı hedeflese de hiçbir uzun vadeli bağımsız politikaya sahip değil.

Financial Times’ta yapılan bir yoruma göre, Çipras aslında üçüncü kurtarma paketinin bittiği, “kravatını taktığı” sıralarda, yani geçen ağustos-eylül aylarında ülkeyi seçime götürmeyi planlıyordu. Ancak Atina yakınında çıkan feci orman yangını karşısında gösterilen basiretsizlik nedeniyle ertelemek zorunda kaldı.
İktidar adayı Yeni Demokrasi’nin programı, bir merkez sağ parti için tipik maddelerden ve popülist vaatlerden oluşuyor. Bir yanda “Aile, kilise ve millet” değerlerinin korunması, göçmen akışına karşı sıkı önlemler, diğer yanda vergilerin düşürülmesi, kamu sektöründe artan özelleştirmeler ve ülkeye daha fazla yabancı yatırım çekilmesi için kreditörlerle pazarlık. Çipras’ı Eylül’ü beklemeden erken seçime çekmiş nedenlerden biri de muhalefetteyken, iktidarda olsa kendisinin de yapacağı şüphesiz olan bazı işlere, örneğin daha fazla özelleştirme, çalışma sürelerinin uzaması gibi adımlara karşı çıkarak örselenmiş popülaritesini yeniden kazanma hedefi olabilir.

UMUT İÇİN DAHA GÜÇLÜ KOMÜNİST PARTİ
İktidarın düzenin sürdürücülüğünü üstlenmekte birbirlerinden anlamlı bir farkı olmayan iki parti arasında gidip gelmesi ise Yunan halkının kronikleşen sorunlarına çözümsüzlükten başka bir şey getirmiyor. SYRIZA’nın son dönemde aldığı asgari ücretin yükseltilmesi gibi bazı önlemler reel ücretlere yansımadığı ve halkın günlük hayatına dokunmadığı için karşılık bulmadı. Yunanistan’da 2010’dan bu yana 350-400 bin arasında gencin ülkeyi terk ettiği belirtiliyor. Ülke genç işsizliğinde %26.8 oranıyla İtalya’nın ardından AB içinde ikinci sırada geliyor. Bu durum bir yandan da daha fazla gencin faşizan ideolojilere kendini yakın hissetmesiyle sonuçlanıyor. Ekatimerini gazetesinin haberine göre 17-24 yaş arası gençlerin %13’ü AP seçimlerinde neonazı Altın Şafak partisine oy vermiş. Avrupa Sol Partisi üyesi SYRIZA’nın güya soldan yana bir söylem kullanıp nihayetinde ülkeyi daha büyük çıkmaza sürüklemiş olması, gençler arasında sol değerlerin saygınlığını yitirmesine de yol açmış durumda. 

Öte yandan seçim çalışmalarını büyük bir tempo ile sürdüren Yunanistan Komünist Partisi ise, parlamentoya girmesi beklenen tüm partilerin memorandumları onlaylamış partiler olduğunu, sadece YKP’nin buna karşı çıktığını hatırlatarak, halk düşmanı bir hükümetin halkın sorunlarını çözmeyeceğini ifade ediyor. 

Ülkenin daha fazla ABD ve NATO planlarına dahil edilmemesi, bölgede yayılan enerji savaşlarının faturasının halka kesilmemesi için belirleyici olanın sadece seçimlerde birinci ve ikinci gelen parti arasındaki oy farkı olmayacağını, sandıklar kapandıktan sonra halkın gücünün ne kadar olacağının çok daha kritik olduğunu vurguluyor.

Dün de Atina’da her yaştan, her sektörden işçinin, işsizlerin, emeklilerin, sanatçıların katıldığı binlerce kişilik mitingde, halkın direnişini ve karşı saldırısını büyütmek, umudunu güçlendirmek için güçlü bir YKP çağrısı yapıldı. YKP Genel Sekreteri Dimitris Kutsumbas, “Oyların bir defaya mahsus partiler için değil, kararlı bir şekilde halkın umudunu canlı tutacak tek seçenek olan YKP’nin güçlenmesi için verilmesi gerektiğini” söyledi. 

Görünen o ki 7 Temmuz Yunanistan’da bir sorgulama günü olacak. Ancak YKP’nin de işaret ettiği gibi 8 Temmuz, sermaye için kartların yeniden karılacağı, emekçi halk içinse  mücadelenin büyüyeceği yeni bir dönemin başlangıcı olacak.

Elif Solmaz/SOL

Güzelluk geçicidur - ÖZDEMİR İNCE

Hüseyin Baş oturur oturmaz fıkra anlatmaya başlardı. Erdal Öz fıkra anlatmak için telefon ederdi. Çok gülerdim. Ama hiç güldürücü fıkra bilmesem de bir fıkra anlatabilirim. Temel’e sorarlar: 
- Güzel mi olmak istersin yoksa budala mı? 
- İkincisinu isterim. 
- Neden? 
- Çünkü güzelluk geçicidur! 
Bu misal bir şey başıma geldi: Üyesi olduğum Mallarmé Şiir Akademisi’nin (Fransa) başkanı büyük şair Eugène Guillevic (1907- 1997), bir gün (1986) Nobel Ödülü üzerine konuşurken, birden “Özdemirgençliğimde bana Nobel’i almak mı yoksa yakışıklı olmak mı isterdin diye sorsalardı, yakışıklı olmakistediğimi söylerdim. Memlekette adımı taşıyan bir lise var ama nafile” demişti. Çok çirkin bir insan değildi ve çok çapkındı.

***


O hesap! Ama sözü AKP’nin özellikle de R.T. Erdoğan’ın imam hatip ve kadın saplantısına getirdiğim zaman, nereden nereye diyeceksiniz şimdi... İlişki kuramazsanız keyf sizin. Japonistan’ın Mukogawa Kadın Üniversitesi’nde kendisine bir vesile ile fahri doktora unvanı verilmiş... Gördüğünden göz kirası istercesine “Ben de kadın üniversitesi  isterim” diyor. Okey! Emriniz olur! Bu gidişle, sadece kadınların çalıştığı fabrikalar, devlet daireleri de isteyebilirsiniz. Bayan Üniversitesi tuhaflığını şimdilik ihmal edelim. Ama imam hatip işini ihmal edemeyiz. Bir hatırlatma: Japonya’da başarısız yöneticilerin intihar etmesi geleneği de var.

***

İmam ve hatiplik konusunda yayımladığım İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi  (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımı belki okumuş olabilirsiniz. Hürriyet gazetesinden atılmama yol açan yazılar vardır içinde. 

Erdoğan’ın imam hatiplerle ilgili çağdışı tutkusu otopsi masasına yatırılmıştır. İşin evrensel ve pedagojik yanlışlık faslına geçmeden sıradan bir soru soracağım: Erdoğan bütün ortaöğretim okullarının imam okulu olmasını istiyor. Bütün ortaöğretim okullarının askeri okul olmasını Reis cenapları ister mi, siz de ister misiniz? Başta Kuleli olmak üzere bütün askeri liseleri neden kapattı? Galiba gençlerin doktrine olmamaları için, değil mi? Peki, din eğitimi ve öğretiminin neden liseden sonra yükseköğrenimde başlamasına karşı? Efendim, Kuran ezberlemek için 4 yıl kısa süreymiş. O zaman ilahiyat fakültelerini 10 yıla çıkar. Son altı yılında maaş öde! İmam hatip okullarında Arapça öğrenilseydi (öğretilseydi) tercüman kullanmak zorunda kalmazdınız. Dini yeterince bilseydiniz, bunca kötü iş yapamazdınız.

***

İmamokratlara sorarsan, dünyevi (kamusal) işleri ulemaya ve fakihlere (fıkıhçılara) sormak, hadislere bakmak gerekirmiş. Laik bir cumhuriyette Kutsal Kitap’a da bakmak gerekmez. Din bireysel bir olgudur, durumdur, Erdoğan’ın dediği “nokta”dır. Kamusal değildir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti halkı bir “ümmet” değil, vatandaş topluluğudur. Ümmet dinsel alana aittir. Vatandaş laik devletin uyruğudur. Bilmem anlatabildim mi? Ulus(al) devlet, beynelminel (enternasyonal) olan ümmet fikrini kabul etmez. Bilmem iyi anlatabildim mi?
***

İmam hatip okulları fiyasko ile sonuçlandı. Mal meydanda! Mezunları nal topluyor! Somut ve reddedilemez kanıt bizzat AKP iktidarı olmalı. Personelinin neredeyse tamamı imam hatip mezunu. 

Genel bir hatırlatma: AKP’nin 17 yıldır ihlal ettiği, anayasanın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’nın çiğnenmesi bir anayasal suçtur ve Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) Devrim Yasaları’nın başında yer almaktadır. Laik liselerin yerine imam hatip okullarının açılması büyük bir anayasal suçtur. Hesap verme yeri de Yüce Divan’dır. 

Sonuç: Tıpkı güzellik gibi iktidar da geçicidir, ama anayasal suç kalıcıdır. Bile bile anayasal suç işlemeye gelince: Budalalıktır!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

4 Temmuz 2019 Perşembe

Siyasetin efesi ve efendisiydi.- MİYASE İLKNUR

CHP tarihine damga vuran isim: Şeref Bakşık


Eski CHP Genel Sekreteri, Kurucu Meclis Üyesi ve İzmir Senatörü Şeref Bakşık, siyasette dik duruşun ve zerafetin adıydı. DP İstibdatında 50 yılı aşkın hapis cezalarıyla yargılanan, 1960 ihtilalinden sonra Kurucu Meclis’e giren Bakşık, 12 Mart darbesinden sonra Ecevit’in istifasıyla boşalan genel sekreterliğinde kendisinden İstanbul, İzmir ve gençlik kollarını görevden alma isteğine karşı direnerek istifa etmişti. Eğer Bakşık, İsmet Paşa’nın tüzüğe aykırı bu taleplerini yerine getirmiş olsaydı belki de Ecevit 1972 kurultayında genel başkan olamayacaktı. Ecevit’in genel başkanlığında da onun yanlış politikalarına karşı duracak kadar ilkeli ve medeni cesaret sahibi bir politikacıydı.

Genç bir gazeteci iken SHP İzmir İl Başkanlığı döneminde kendisiyle tanışmıştım. Türk-İş tarafından İzmir’de 1985 yılında düzenlenen işçi mitingi, darbeden sonraki ilk miting olma özelliğini taşıyordu. THA (Türk Haberler Ajansı) muhabiri olarak izleyeceğim bu miting sonrasında CHP İzmir İl Başkanlığı’na giderek kendisiyle bir söyleşi yapmıştım. Bu söyleşide yönelttiğim “Siz CHP’nin genel sekreterliğini, MYK üyeliğini ve senatörlüğünü yapmış birisiniz. İzmir İl Başkanlığı gibi daha alt düzeyde bir görevi neden kabul ettiniz” soruma siyasette kendisine nerede ihtiyaç duyulursa orda görev alacağını, bir siyasetçinin görev beğenmeme gibi bir lüksünün olamayacağını biraz da sert bir üslupla söylemişti.

Şeref Bakşık, gerçekten de kendisine nerede ihtiyaç duyulmuşsa ve o görevde kalmasının parti için bir yararı olacağına inanmışsa o görevi kabul eden bir siyasetçiydi. Eğer o görevde kalmasının parti için bir yararı olamayacaksa o görevi boşaltmasını ya da teklif edilen o görevi reddetmesini bilecek kadar erdem sahibi bir kişilikti.
 
İyi steno bildiği için 1950’de, o dönem tek başına iktidara gelmiş DP’nin yayın organı gibi faaliyet gösteren Demokrat İzmir Gazetesi’nde gazeteciliğe başlayan Şeref Bakşık, iyi not tutma ve hızlı yazma yeteneği nedeniyle Başbakan Adnan Menderes’in Burhan Belge aracılığıyla kendisine Başbakanlık Basın Bürosu’nda çalışma teklifini düşünmeden reddetmişti. Henüz CHP’ye üye olmasa bile siyasi olarak CHP’ye yakın durduğu için teklifi reddeden Bakşık’a, Burhan Belge’nin yanıtı ilginçtir: “Teklifi yeterince anlatamadım anlaşılan. Başbakanla sadece birkaç dakika görüşebilmek için birkaç ay önce randevu isteğini sunduğu halde özel kalemde saatlerce bekleşen bakanları ve milletvekillerini göstereyim sana. Sen başbakanla tüm gezilerde beraber olacaksın. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?”

DP’yi destekleyen Demokrat İzmir bir süre sonra patronun talepleri yerine gelmeyince muhalet etmeye başlamış ve bu muhalif çizginin bedelini de sorumlu müdürü olarak Şeref Bakşık ödemişti. Hakkında açılan davalarda 52 yıl hapis cezası isteniyordu. Davaya izin veren ise kendisine Başbakanlıkta görev teklif eden Burhan Belge ile Başbakan Adnan Menderes’ti. Ancak davalar sürerken 1960 ihtilali olmuş Şeref Bakşık da bir yıl sonra basın kontenjanından Kurucu Meclis’e seçilmişti.

Kurucu Meclis’e seçildikten sonra CHP’ye kaydolan Şeref Bakşık, İzmir senatörü olarak parlamentoda uzun yıllar görev yaptı ve partisinin grup sözcülüğünü de üstlendi. Ortanın solu politikasının partiyi ortadan ikiye yardığı yıllarda bu politikayı savunanlar safında yer aldı. 12 Mart’ta Bülent Ecevit’in genel sekreterlikten istifa etmesinin ardından bizzat Ecevit ve onunla politika yapanlar, kendilerine yakın olmasına karşın Genel Başkan İsmet İnönü’nün de güven duyduğu Şeref Bakşık’a genel sekreterlik önerisi götürdü. Şeref Bakşık bu görevi kabul etmesinin ardından hem Ecevit hem de İnönü’ye her yanlış tutumunda itiraz edebilen ender politikacılardan biriydi. 

PM’deki boş olan 5 üyenin yerine atanacak isimlerin belirlenmesi sırasında İsmet Paşa’nın “İsim önerilerini bana bildirin, içlerinden uygun gördüklerimi ben emrivaki ile PM’de kabul ettiririm” tavrına karşı duran Bakşık, İnönü’nün Ecevit lehine açıklama yapan ve kurultayda Ecevit’i destekleyeceğini ilan eden İstanbul, İzmir örgütü ile Gençlik Kolları’nın feshedilmesini istemesine de karşı durarak, “Bu isteğiniz tüzüğe aykırıdır. Bunu yapmakta kararlıysanız buyurun istifam” diyerek genel sekreterliği kendi isteği ile bırakmıştı. 

Eğer İstanbul ve İzmir örgütleri feshedilmiş olsaydı Ecevit büyük bir ihtimalle CHP genel başkanı olamayacaktı. Bakşık’tan sonra genel sekreterlik görevine gelen Kamil Kırıkoğlu da bu fesih işlemine karşı çıkarak Ecevit’in genel başkan olmasının yolunu açmış oldu.

Dik duruşu ve tavrı sürdü
Ecevit’in genel başkan olmasından sonra aynı dik duruşu ve tavrı ona karşı da göstermişti. Melen hükümetinden çekilme kararına karşı grupta bağlayıcı karar alınmasına karşın CHP içinden tek olumsuz oyu Bakşık vermiş ve Melen hükümetinin yanlış tutumuna karşı CHP’nin yanlış hesap yapmasını eleştirerek bu tavrı göstermişti. Bakşık, CHP içinde hizipler çatışması başladığında iki kez daha genel sekreterlik önerisi almış ve bu önerileri düşünmeden reddetmişti. 

Bakşık, İzmir siyasetinde de bir ağabey ve parti büyüğü olarak pek çok genç politikacının yetişmesine ve bir zamanlar DP’nin kalesi olan İzmir’de CHP’nin başarılı olmasına emeği geçmiş birkaç politikacıdan biridir.

Politikanın efesi ve efendisi Şeref Bakşık’a uğurlar olsun diyoruz.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

İlker Belek: Japonya bu konuda örnek alınabilecek bir ülke değil - İLKER BELEK

AKP'li Cumhurbaşkanı Japonya'da gördüğü 'kadın üniversitesi'ni Türkiye'ye getirme konusunda ısrarcı. Erdoğan 'YÖK Başkanına hatırlatıyorum, çalışmanı da buna göre yap' dedi. Erdoğan'ın bu adımını soL'a değerlendiren yazar ve akademisyen İlker Belek, Japonya'nın çalışma koşullarını belirleyen kurallar ve kadınlara toplumsal yaşamda biçtiği roller bakımından referans oluşturabilecek bir ülke olmadığını söyledi.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Japonya'da sadece kadınların gittiği üniversitelerin Türkiye'de de hayata geçirilmesi için YÖK Başkanına "Çalışmanı buna göre yap" talimatı verdi.

8. Uluslararası Öğrenciler Mezuniyet töreninde konuşan Erdoğan, "Japonya'da 800 üniversiteden 80'i kadın üniversitesi. Sadece kızlardan oluşan üniversite. Kreşten alıp ilk, orta, lise, ardından üniversite olmak suretiyle farklı bir yapıyı Japonya'da oluşturmuş durumdalar. Türkiye de benzer bir adımı atmalı. Bunlarla beraber bu alanda atılan adımın bizler için önem arz ettiğini şu anda YÖK Başkanına hatırlatıyorum, çalışmanı da buna göre yap" dedi.

'ESKİDEN KIZ, ERKEK LİSELERİ VARDI, SONRA KARIŞTIRDILAR'
Erdoğan "Lise yıllarında ülkemizde kız ve erkek liseleri vardı. Sonra karıştırdılar. Şimdi yeniden bunları toparlama dönemine girmiş bulunuyoruz" diye konuştu.

Erdoğan, G20 zirvesi gittiği Japonya'da Mokugawa Kadın Üniversitesi'ni ziyaret etmiş, kendisine fahri doktora unvanı verilen üniversitede yaptığı konuşmada da "Japonya'daki 80 kadın üniversitesini büyükelçime görev veriyorum, incelemek suretiyle ülkemde de bunun adımını inşallah atacağız" demişti.

Erdoğan'ın bu adımını soL'a değerlendiren İlker Belek, "AKP’nin kadınların ayrı eğitim görmesi, ayrı mekanlarda yaşamasıyla ilgili tutumu yeni değil. Ayrı otobüsler, ortaöğretimde ayrı sınıflar, harem selamlık ortamlar, ayrı plajlar falan. Bu onun devamı bir şey" dedi.
Kadın üniversitesi açılması konusunun AKP’nin Türkiye’ye "ne kadar vardıysa" laikliği yıkmaya ve seküler yaşamı tümüyle ortadan kaldırıp dini kurallara dayalı yeni bir toplumsal düzen ve toplumsal yaşam biçimi kurmaya yönelik planının uzantısı olarak görülmesi gerektiğini belirten Belek şunları söyledi:

"Bu harem selamlık uygulamalardaki gerekçeleri hep şuydu:
'Kadınların önünde birtakım engeller var: İnançları, giyim kuşamları nedeniyle rahatça okuyamıyorlar, ya da toplum içine girmeye kalktıklarında değişik biçimlerde tacize, şiddete maruz kalıyorlar. Dolayısıyla biz onların yaşadıkları mekanları ayıralım ve toplum içerisindeki yaşamlarını kolaylaştıralım. Eğitim sisteminde önlerine konulmuş olan engelleri ortadan kaldıralım.' Böyle bir gerekçeye dayandırıyorlardı.

KADINLARI EĞİTİMDEN DIŞLAYANLAR GÖSTERMELİK GEREKÇE SUNUYOR
Bu tabii göstermelik bir gerekçe ama bunu kullanıyorlardı. Oysa biz kadınların eğitimden ve toplumsal yaşamdan dışlanmasının sebebinin zaten kendileri olduğunu biliyoruz.

Yani hem ekonomik nedenlerle, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, kadının ekonomik yaşamda kapitalist düzen tarafından önüne çıkarılmış olan engeller buna neden oluyor hem de kadına dayatılan muhafazakar değerler onu zaten eğitim sisteminin ve toplumsal yaşantının dışına itiyor ve dar aile çevresi içinde yaşamaya mahkum ediyor kadını."

KULLANDIKLARI JAPONYA REFERANSI İLGİNÇ
Belek bu gerekçenin göstermelik olduğunu gerçek gerekçeninse "Türkiye’de dini kurallara dayalı toplumsal düzeni kurmak ve onu üniversitede de yaygınlaştırmak" olduğunu söyledi.
Japonya'nın referans olarak kullanılmasının da ilginç olduğunu kaydeden Belek şunları ifade etti:

JAPONYA KAPİTALİZMİ ÇALIŞMA VE KADINLARA DAYATILAN KURALLAR BAKIMINDAN DA GERİCİ
"Bu açıklama Japonya’dan geldi. Ve Japonya’da böyle bir üniversitenin varlığına dayandırılıyor bu sefer gerekçe. Oysa Japonya çeşitli bakımlardan dünyaya örnek olarak gösterilir ama Japonya kapitalizminin aslında hem çalışma yaşamında hem de kadınlara dayatılan kurallar bakımından oldukça gerici bir karaktere sahip olduğunu da biliyoruz. Mesela çalışma yaşamında uzun çalışma saatleri, esnek çalışma düzeni, Japonizasyon adı verilen üretim sistemi… Bu aşırı uzun süreli esnek çalışmaya bağlı olarak Japonya’da kalp durmasına bağlı olarak aniden ölüm de Japonya’da ortaya çıkmıştı.

ÇALIŞMA HAYATINDA TOPUKLU GİY, AYRI ÜNİVERSİTEDE OKU
Yine biliyoruz ki Japonya’da kadınlar çalışma hayatında topuklu ayakkabı giymeye de zorlanıyorlar. Hatta geçen ay bir Japon çalışan kadın bununla ilgili bir imza kampanyası başlattı, bir basın açıklaması yaptı, topladığı imzalarla birlikte dilekçesini ilgili bakanlığa sundu, yani bu kuralın değiştirilmesine dair bir talebi iletti ve bu iktidardaki partinin kararıyla başvuru reddedildi. Yani Japonya ne ekonomik yaşamda çalışma koşullarını belirleyen kurallar bakımından ne de kadınlara topumsal yaşamda biçtiği roller bakımından referans oluşturabilecek olan bir ülke. 

Zaten Japon geleneksel kültüründe kadın ikincil pozisyondadır ve erkeğe bağımlı olarak yetiştirilir. Ve görülüyor ki 21. yüzyılın ilk çeyreği neredeyse biterken kadının pozisyonu Japonya’da pek de değişmiş değil. Çalışma yaşamında topuklu ayakkabı giyecekler, ayrı üniversitelerde okuyacaklar. Onlar da AKP’ye benzer gerekçeler muhtemelen buluyorlardır."
İlker Belek kadının toplumsal yaşamda rahat etmesinin yolunun onun önündeki bütün engeller ile onu erkek karşısında ikincil pozisyonda gören sınıflı topluma özgü egemen anlayışı ortadan kaldırmak olduğunu vurguladı.

'KAÇ-GÖÇE DAYALI İLİŞKİLER VE KURALLAR TÜMÜYLE ORTADAN KALDIRILMALI'
Belek şunları söyledi:
"Kadınla erkeği toplumun her noktasında eşit olarak gören bir yaşam tarzını yaygınlaştırmaya çalışmak ve kadınla erkek arasındaki yasağa, kaç-göçe dayalı bütün bütün kuralları ortadan kaldırmak lazım. Toplumsal yaşantıda eğer bu iki cins eşit, birbirleriyle samimi, dostane bir ilişki yaşayacaklarsa o zaman ona uygun bir toplumsal bir düzen kurmak lazım. Eğitim sistemini ya da toplumsal yaşantıdaki değişik ortamları kadın ayrı, erkek ayrı diye düzenlerseniz zaten buradan kadınla erkeğin eşitliğine dayalı bir ilişki biçimi toplumsal düzen yaratmanız zaten mümkün olmaz. Tam tersine bu tür uygulamalar kadın üzerindeki baskıyı daha da pekiştirmeye yarar. Bu tip şeyler evlilikte özellikle kadına yönelik şiddet olarak ortaya çıkıyor."

İlker Belek / SOL