13 Temmuz 2019 Cumartesi

S-400’lerin gelişi nelere yol açacak? - BARIŞ DOSTER

Milli Savunma Bakanlığı, Rusya’dan alınan S-400 Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi’nin birinci grup malzemelerinin Ankara’da Mürted Hava Meydanı’na intikaline başlandığını açıkladı. Neresinden bakılırsa bakılsın askeri, siyasi, diplomatik ve teknolojik açıdan önemli bir gelişme bu. Etkilerini ve sonuçlarını; sistemin alınmasını savunanların ve karşı çıkanların tezlerini, gerekçelerini daha uzun süre tartışacağız. Bu aşamada öncelikle üzerinde durulması gereken, Türkiye’nin bu adımının stratejik bir tercihe dönüşüp dönüşmeyeceği. Kalıcı olup olmayacağı. Batı’yla, Atlantik cephesiyle, ABD ve NATO’yla bir süredir yaşanan gerilimi daha ne kadar tırmandıracağı. Yani kısa, orta ve uzun vadeli, çok yönlü sonuçlarının neler olacağı... 


Tartışmayı zenginleştirmek adına, öncelikle şu diplomatik yasayı vurgulayalım. Bir ülke zayıf düştüğü, yönetimi istikrarsız, ekonomisi güçsüz, toplumsal yapısı kırılgan hale geldiği zaman, hasımları, rakipleri, muhalifleri onu daha da güçsüz kılmak için fırsat kollarlar. Türlü çeşitli yollarla, araçlarla baskı yaparlar. Öte yandan dost, müttefik devletler de o ülkenin bu zayıf halinden yararlanmaya çalışırlar. Onun üzerindeki etkilerini, nüfuzlarını artırmaya gayret ederler. Güçsüzleşmiş, yön duygusunu yitirmiş ülke ise büyük güçler, farklı bloklar arasındaki bu mücadelede arada kalır, bocalar. Bizde, Tanzimat sürecinden itibaren Osmanlı diplomasisi, bir büyük gücü, bir başka büyük güçle dengeleme konusunda hayli deneyim kazanmıştır. Tanzimat paşaları da, ardından uzun süren iktidarı boyunca Sultan Abdülhamit de, bu politikayı izlemiştir. Yeni Osmanlıcı ve Abdülhamit hayranı AKP de, bunu yapmaya çalışıyor.

Dış politikanın açmazı
Ne var ki açmazları var AKP’nin dış politikasının. Çünkü Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortağı Almanya. Doğalgazda bağımlı olduğu ülke ve en büyük üç dış ticaret ortağından biri Rusya. İç ve dış siyaseti, savunma ve güvenlik politikası üzerinde en çok nüfuz sahibi olan ülke ise ABD. Türkiye; bunlardan biriyle gerilim yaşayınca, diğerleriyle yakınlaşıp denge kurmaya çalışıyor. Bazen aynı anda ikisiyle sorun yaşayınca, denge kurmakta zorlanıyor. Dahası; dış politikayı fazlasıyla iç siyaset malzemesi yaptığı, diplomatik üslup yerine hamaseti öne çıkardığı, sorunları fazlasıyla kişiselleştirip duygusal tepkiler verdiği, dış politikaya ideolojik, mezhepsel gözlüklerle baktığı için de; bu ülkelerin hiçbiri tarafından güvenilir ve öngörülebilir bulunmuyor. Yani ne ABD Türkiye’nin NATO’dan kopmayı göze alacağına inanıyor ne Rusya Türkiye’nin sahici, samimi, kararlı bir Avrasya siyaseti güttüğünü düşünüyor.

“S-400 mü, F-35 mi?” gerilimi üzerinden Rusya ile ABD arasında kalan Türkiye, bu tercihiyle, Rusya’nın siyasi, iktisadi, askeri, teknolojik nüfuzuna daha açık hale gelirken, ABD başkanına “dostum” demeyi de sürdürüyor. Topraklarında üs kurduğu, uğruna Suudi Arabistan’la gerilim yaşadığı, yatırım yapmasını beklediği Katar’ın, Doğu Akdeniz’de karşı cepheyle işbirliği yaptığını gördüğü halde, Türkiye, Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) ilan etmiyor. Suriye konusunda, ABD etkisinden kurtulamıyor. İngiltere bile Avrupa Birliği’nden (AB) çıkmışken, Türkiye AB aday üyeliğinin, Gümrük Birliği’nin zararlarını tartışmıyor. 

Kısacası, Doğu Akdeniz’de sondaj yapan gemilerin adı Fatih ve Yavuz olsa da, izlenen dış politika Osmanlı’nın son dönemini anımsatıyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

Çin-İsrail ilişkileri ABD’yi tedirgin ediyor - Erhan Nalçacı

İsrail 1948’deki kuruluşundan itibaren önce İngiliz sonra ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya başlıca müdahale aracı oldu. İsrail muhakkak bir “araç”a indirgenemeyecek, kendi yayılmacı politikaları olan bir oluşumdu ama bu emperyalist dünyadaki yerini değiştirmiyor. 

Emperyalizm her zaman etnik/dini karşıtlıkların, korkusu olan sınıf mücadelelerine zarar verdiğini bilerek davrandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Arap coğrafyasında SSCB’nin desteğini alarak sömürge karşıtı, halkçı, kamucu, aydınlanmacı uyanışa İsrail’i öne sürerek müdahale etti.

Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkisinin kırılmasında önemli bir rol oynadı.
Emperyalist hegemonyanın İngiltere’den ABD’ye geçtiği dönemde ayrıca roller üstlendi. Kendisi yakın zamana kadar petrol/doğalgaz zengini bir ülke olmamasına rağmen ABD’nin petrol piyasalarına egemen olmasında bir kılıç rolü üstlendi. ABD, başta Suudi Arabistan üzerinde olmak üzere petrolün dolar üzerinden satılması için İsrail tehdidini hep kullandı. Özellikle 1970 sonrası ABD’nin dünya üzerindeki mali egemenliğinin sürdürülmesinde bu mekanizmanın önemini hep vurguladık.

Son dönemde ise ABD’nin yakın tarih içinde oluşmuş eğilimleri yok sayarak adımlar attığı ve ABD-İsrail ittifakına abartılı bir biçim verdiği görüldü. Kudüs İsrail’in başkenti ilan edildi, Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğuna hükmedildi, İsrail Suriye’yi keyfi bir şekilde bombalamaya devam etti vb..

Ancak bir yandan da giderek artan bir homurdanmayla ABD’nin gelişen Çin-İsrail ilişkilerinden şikâyet ettiği fark edildi.

ABD’nin en yetkili ağızları, bu bir tehdit değil deseler bile, Çin’in İsrail ile geliştirdiği ekonomik ilişkinin, özellikle Çin’in İsrail’e yaptığı yatırımların sonlandırılmasını istediler.

1992’den bugüne Çin ile İsrail’in ticaret hacminin 200 kat arttığı söyleniyor, bu Çin’i İsrail’in ikinci ticari ortağı yapıyor.

Çin’in hızlı büyümesinin çok ciddi bir hava ve su kirliliğine yol açtığı biliniyor. Çin’in bu sorunla başa çıkabilmek için İsrailli firmaların yardımına başvurduğu ve bu yatırım alanını İsrail’e açtığı söyleniyor. Kısa bir süre önce Çin yüksek teknoloji üretmeye başladı ancak bunun öncesinde İsrail’den füze teknolojisinde yardım aldığı yazılıyor.

Çin’in İsrail’e yaptığı doğrudan yatırımların ise dünya kapitalizminde bir dönüm noktası olan 2008 krizinden sonra defalarca katlandığı görülüyor.

Tel Aviv tramvay ağı Çin şirketleri tarafından yapılıyor. Hayfa limanının ticari kısmı ise Çinli bir şirketin eline geçmiş, oysa hemen yanında İsrail donanmasının üssü olmasının yanı sıra ABD 6. Filosunu sık sık ağırlayan askeri liman bulunuyor. Amerikalılar eğer bu böyle devam ederse 6. Filo’nun Hayfa Limanı’nı güvenlik gerekçesiyle kullanmayacağını söylüyorlar.

Ama asıl ilginç olan proje aşağıdaki haritada görülüyor.

Çin’in dev bir hacme ulaşan dünya ticaretini sürdürebilmek için kritik ticaret yolarına alternatifler yaratmaya çalıştığı biliniyor. Dünya ticaretinin neredeyse üçte birinin yapıldığı Süveyş Kanalı ise inşa edildiğinden bu yana jeopolitik önemini koruyor. Çin'in Kızıldeniz’i Akdeniz’e İsrail üzerinden bağlayacak bir hızlı tren hattı ile alternatif bir ticaret yolu yaratmaya çalıştığı anlaşılıyor. 








Haritada İsrail’in Kızıldeniz’deki liman kenti Eylat ile Akdeniz’deki liman kenti plan Aşdod arasında planlanan hızlı tren hattı görülüyor.







Saatte 350 km/saat hızla yük taşıyacak bu hattın Süveyş kanalına ciddi bir alternatif ve Yeni İpek Yolu’nun stratejik bir parçası olacağı tartışma götürmez. Gerçi dünyada hemen bütün sermaye sınıfları ve devletlerinin içinde buna benzer başlıkların çatışma konusu olması gibi, İsrail’de de bu projeyi engellemek isteyenlerle gerçekleştirmek isteyenler arasında örtülü bir kavganın sürdüğü dışarıya yansıyor.

Çin ile İsrail arasındaki bu işbirliğinin nereden kökenlendiğini söylersek konu daha iyi anlaşılacak.

Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nde karşı devrimi önlemek için Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’a asker yollaması, İsrail ve Çin arasındaki pek bilinmeyen bağdaşıklığın başlangıcını oluşturuyor. ABD öncülüğünde Pakistan, İsrail ve Çin arasında bir ittifak kurulur. Birlikte cihatçı çetelere silah yardımı yaparlar. Çin sonradan başına bela olacak şekilde ülkesindeki Müslümanları cihada davet eder. 

Artık tarihe mal olan bu olayı ileride daha ayrıntılı inceleyebiliriz. Ancak şu an İsrail ile olan ilişkiler Çin’in ABD’nin altındaki halıyı nasıl usulca çektiğini gösteriyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Tatsızlık çıkarma kulübü - ORHAN GÖKDEMİR

“Aman bir tatsızlık çıkmasın da” veya “aman ağzımızın tadı kaçmasın da” olabilir, Türkçe’de pek çok versiyonu var. Veciz mevcut durumu koruma ifadeleridir.

Uyuyanı uyandırmama, muktedirin öfkesini üzerine çekmeme, kalabalıklarla ters düşmeme çağrısıdır özünde. 
Uymasak? 
Tatsızlık çıkar, ağzımızın tadı kaçar… 

Bütün iş eylemsiz kalmayı başarmaktadır. Ne pahasına olursa olsun mevcut pozisyon korunmalıdır. Basit; kıpırdamazsak koruruz, kıpırdarsak pozisyonumuzu kaybederiz, bir bilinmeze doğru sürükleniriz.

Fakat bütün eylemsizliklerin de bir bedeli var. Kalabalıkların içinde kaybolmak, onların gittiği yere savrulmak eylemsizin kaderidir. Kolu kırılsa bile yenin içinde kalmasına razı olmalıdır. Susmalıdır, azla yetinmelidir. 

Küçümsüyor değilim, yenilmişler tecrübelerinden damıtmışlardır eylemsizliği. 12 Eylül’e sessiz kaldılar, kaybettiler. İç savaşta güçlüden yana saf tuttular, yine kaybettiler. Demirel’in, Çiller’in, Mesut Yılmaz’ın peşine takıldılar kaybettiler. Sonra ağızlarının tadı kaçmasın diye AKP’ye oy verdiler. Son seçime doğru sürüklenirken ağızlarının tadı kaçtığı için tercihlerini değiştirdiler. “CHP adayına oy verelim, AKP tam da gerilerken bir tatsızlık çıkmasın” ruhu aldı yerini.

Ama yenilmişler eylemliliği de tecrübelerinden damıtmışlardır. Yenilgilerden başka dersler çıkarmak, başka tecrübeler edinmek mümkündür yani. Bunun için sadece bir adım daha atmak, tatsızlık çıkmasını göze almak, ağzımızın tadının kaçmasına hazırlıklı olmak gerekir. Direnmek, diklenmek, haykırmak varken korkup susmayı tercih etmek akılcı bir çözüm değildir her zaman. 

Sonuç ne derseniz, tatsızlık çıkaran bir avuç komünist dışında asayiş berkemal çok şükür. Aldık İstanbul’u. Yalnız AKP geriledi mi o belli değil. Bir imam gitti bir imam geldi. Düzen yerli yerinde. Ama ortam müsait değil, büyük bir fırtınanın tam ortasında ülke. Nereye baksan tatsızlık!

***

“Bir tatsızlık çıkmasın da”nın “sırası mı şimdi” versiyonu ise eylemsizlerin eyleme geçenleri durdurma repliğidir. Eylemi durduramıyorsan sıraya koyarsın, zaman belirlersin. Eyleme geçmenin, itiraz etmenin, kalabalıklardan ayrılmanın ve yüksek sesle konuşmanın bir sırası vardır. Sırayı belirleyen şey eylemin tatsızlık çıkarma olasılığıdır. Sıraya riayet edilirse olasılık azalır. 

Örnekleyelim: Seçime giderken İmamoğlu’nu eleştirmenin sırası değildir. Srebrenitsa katliamı anılırken, katliamın kahramanı olduğuna inanılan yobazın Nazi yancısı olduğu hatırlatılmamalıdır. Suriyelileri işaret ederek ırkçılık yapan muhalefet belediye başkanları görmezden gelinmelidir…  

Olayları, işleri, sözleri sıraya dizme, zamana göre ayarlama bildiğimiz küçük burjuva takıntısı. Büyük yazarımız Gorki’den ödünç alarak söylüyorum; küçük burjuva, uzun zaman içinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış bir tuhaf yaratıktır. Hayal gücü o çemberle sınırlıdır. Ailenin, okulun, dinin, popüler edebiyatın etkisi ve elbette düzenin ağırlığı küçük burjuvaların kafalarını değişmez bir biçimde şekillendirmiştir. Alıştığı fiziksel-zihinsel konforu sonsuza kadar sürdürmeye şartlanmıştır o kafa. Geleceğe yönelik tek duası "Allah yardımcımız olsun"dan, bütün beklentisi ise "beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım"dan ibarettir.

Diyor ki yazar, "medeni" dünyanın bu en iyi vatandaşı, bir misyoner tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye, “Ne istersin?” demiş. Vahşinin verdiği karşılık sadedir: “Çok az çalışmak, az düşünmek ve daha çok yemek.”

Ne ister ki burjuva düzenin insanı daha başka? Bu durumda tek sorun, tatsızlık çıkarma ihtimali olan ötekileri susturmaktan ibarettir.

Çok sağlam bir düzen bağıdır bu. Statükoya sıkı sıkıya tutunmayı gerektirir. Zira itiraz edersen daha çok çalışman, daha çok düşünmen ve kesinlikle daha az yemen gerekebilir. 

Dönüp bakıyoruz içinden geçtiğimiz tuhaf döneme. Yaşadığımız gericilik döneminden alınan korkunç dersler sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin ve elbette küçük burjuvazinin alışkanlıklarını hiçbir şekilde değiştirmemiştir. Derin, karanlık bir kuyunun dibinde debelenip duruyorlar. Ama kurtulmanın yolunun daha çok dinselleşmeye razı olmak olduğunu sanıyorlar. Çünkü kurtuluş umudunun yerine kuyunun dibindeki refahları ile meşguller. 
Yapışmış gericiliğin kuyruğuna konforu bozulmasın diye çırpınıyor. "Çok yemek, az çalışmak, pek az düşünmek" istiyor. 
Peki ya gerici dalga? AKP gitsin yeterli…

O kadar düşük ki çıtası, bir küçük ışık yansıması için “düğün evinin tefçisi, ölü evinin yasçısı” olmaya teşne. Faşist partiyi kurtarıcısı olarak selamlıyor, düzenin dışlanmış küçük dinci partisine sempati ile bakıyor. Ve haliyle ağzının tadını kaçıran Komünistlere ağız dolusu küfür ediyor. 

***

İstanbul’u alırlarsa laiklik gelecek sanıyorlardı. İstanbul’u aldılar, laikliğin son kırıntıları da ellerinden uçup gitti. Belediyede dua olur mu desek “şimdi sırası değil” diye yapıştırıyor lafı. Dua okudun da imam ne iş desek “susalım bir tatsızlık çıkmasın” diyor. 

Bunlar olurken vatandaşlıktan ümmet olmaya doğru sağlam adımlar atıldı. “Başörtüsü emir değil” diyen ilahiyatçıya dava açıldı. Fırsat bulan Diyanet, tekke ve zaviyelerin yasallaşması için hazırlık yapıyor. 

Havuz gazetesinin devşirme yazarı, kurtarıcımız efendimiz “İmamoğlu ile birkaç saat” geçirdi o sırada. Sonra izlenimlerini yazdı. Bütün uğraşlarına rağmen “solcuyum” dedirtememiş ademe. 
Niye desin, değil zaten. Makam odasında göreve dua okuyarak başlamasına yönelik eleştirileri, tolerans konusunda son 15 yılda pek de yol almamamıza bağlamış. İmam her yere gelirmiş, buna bir işe başlamanın uğuru olarak bakmak gerekirmiş. Halbuki epey yol aldık hoşgörüde. Bir avuç haddini bilmez dışında eleştiren falan yok bunları. 
Eleştiriyoruz. Bağırıyor oradan, “tam da AKP’yi geriletecekken sırası mı şimdi” diye. 

***

Srebrenitsa katliamının yıldönümüydü önceki gün. Nedir o katliamın esası? Yugoslavya iç savaşındaki hesaplaşma. Emperyalist güçler toplandılar, sosyalist Yugoslavya deneyimini tarihe gömmek için harekete geçtiler. O ana kadar bir arada yaşayan farklı inançlar, farklı kültürler korkunç bir iç savaşın itici gücüne dönüştürüldü. Haliyle savaşın “kahramanı” da saldırganların adamlarından biriydi. Bu tarihten çıkarabileceğimiz tek şey var: İç savaşlardan kahraman çıkmaz, bulamazsınız. Kendi halkına karşı savaşıp kahraman olmak mümkün değildir. Haliyle kahramanınız Nazi yancısı NATO yolcusudur. 

Herkes kurtlarla birlikte ulurken bunları hatırlattık diye patron yancısı gazeteci kılıklı zibidi “sırası mı şimdi” diye çıkıştı bize. 

Faşiste faşist demenin sırası olur mu? 

Yol açtığı katliamın yıldönümü, faşiste marifetlerini hatırlatmanın tam sırasıdır. 
“Faşizm en katıksız biçimiyle, sıradan orta sınıf insanının bütün akıldışı ruhsal tepkilerinin toplamıdır” diyordu Wilhelm Reich, “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”nda. Bu karanlık düzen “kitle”nin dışında, ona rağmen kurulmuş değildir yani.

Temellerinde “bir tatsızlık çıkmasın da”, “ağzımızın tadı kaçmasın da” ve “sırası mı şimdi” refleksi vardır. 

Bize gelince, tatsızlık çıkarma kulübüyüz biz. Fıtratımız bu; sıraya uymayacağız, tatsızlık çıkaracağız, ağızlarının tadını kaçıracağız… 

Orhan Gökdemir / SOL

11 Temmuz 2019 Perşembe

İşimiz sandığınızdan daha zor - Barış Terkoğlu

Pazartesiyi salıya bağlayan gece.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı saat birde 176 FETÖ’cü askeri yakalamak için düğmeye bastı. Savcılığın açıklamasında, dün gazetemizin manşetinde gördüğünüz ilginç bir ifade var: “FETÖ’nün TSK içerisine sızmış ve halen deşifre edilemeyen  mensuplarının, sayıca darbe girişimine katılanlara oranla daha fazla olduğu...” 

Yani savcılık şunu söylüyor: Bunca operasyona, yakalamaya, tutuklamaya rağmen TSK’nin içerisinde halen darbe girişimine katılanlardan daha fazla FETÖ’cü var.
15 Temmuz’un birkaç gün sonra 3. senesi dolacak. 
Durumumuz bu.
TSK içerisindeki operasyonlarda en kritik delil şimdilik ankesörlü telefonlar. Örgüt, 2 ya da 3 askerin bağlı olduğu imamlar aracılığıyla çalışıyor. Bu imamlar gizlilik gereği mensuplarını kamuya açık telefonlardan arıyor. İşte askerleri düzenli olarak arayan ankesörlü telefon arşivi bu sayede delil haline geliyor. 

Sonuç?

Savcılıktan öğrendiğimize göre, ankesör operasyonlarının başladığı 29 Kasım 2017’den geçen salı sabahına kadar 2 bin 287 asker için yakalama kararı verildi. Bunlardan 515’i savcının karşısında FETÖ’cü olduğunu kabul etti. Örgüt hakkında verdikleri kritik bilgilerin ardından serbest kaldı. 222 örgüt üyesi ise, mahkeme aşamasında itirafçı olarak bırakıldı. 1233 asker ise hakkındaki delillerle tutuklandı.

Ya sonrası? 

Her itirafçı dalgası yeni operasyonları başlatıyor. Her seferinde yeni FETÖ imamları, yeni örgüt hücreleri açığa çıkarılıyor.

Balyoz sanığı FETÖ’cü çıktı
Nereye kadar” diyebilirsiniz?
Şöyle anlatayım:
Ankesörlü telefon soruşturmasında aylar önce tespit edilen kişiye, soruşturanlar bile inanamadı. Zira Balyoz davası sanıklarından Jandarma Albay Mustafa Aydın, ankesörlü telefonla defalarca aranmıştı. “Bir hata olabilir mi?” diye bununla yetinilmedi. Aydın, Balyoz’da tutuksuz yargılanmış, çoğunluk ceza alırken beraat etmişti. Ardından rütbesi de yükseltilmişti. Son olarak Isparta İl Jandarma Alay Komutan Yardımcısı’ydı. Eşi FETÖ kurumlarında çalışıyordu. Kızını da FETÖ’nün okullarına göndermişti. Kardeşi ve amcası gibi ailesinin pek çok üyesi örgütle bağlantılıydı. Tüm deliller bir araya gelince yakalama kararı verildi. 

Albay Aydın’ın FETÖ ilişkileri eskiydi. 1983 yılında FETÖ’nün Bursa’daki kolejine gittiğini, oradaki ağabeylerinin eliyle askeri okula girdiğini kabuletti. Askeri okulda da kendisiyle ilgilenmek üzere görevlendirilmiş Recep isimli bir “abi” vardı.

Balyoz davası sırasında kızının öğrenci, eşinin öğretmen olarak FETÖ okuluna başlamasını tesadüflerle açıkladı.

Ancak bundan ibaret değil...

FETÖ’nün askerden sorumlu imamları sivil mesleklerden seçiliyor. Albay Aydın’dan da sorumlu bir imam vardı. Aydın’ın anlattığına göre imam, ortaokul öğretmeniydi. Kimi zaman dikkat çekmeyecek yerlerde (pastane hatta bir AVM’de çocuklarını götürdükleri buz hokeyi salonu) ya da örgütün hücre evinde buluşuyorlardı.

Albay Aydın, düzenli görüştüğü kişinin FETÖ imamı olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama hikâyeyi bakın nasıl açıkladı: 2012 yılında amcam Muzaffer Aydın’ın damadı olan Musa Hub isimli şahsın çocuğu doğması sebebiyle İstanbul ilinde Ümraniye semtindeki evine hayırlıolsun ziyaretine gittik. Musa Hub ilahiyat mezunu, doktora yapmış, kendi çevresinde tanınan bir şahıstır. Benim biraz dini bilgimin zayıf olması ve dindar bir yaşantımın olmamasından dolayı bana bazı telkinlerde bulundu. Beni Kuran öğrenebilmem için arkadaşıyla tanıştırabileceğini söyledi.” 
Savcılığın önüne koydukları derinleştikçe ifadesi de tuhaflaştı. Meğer koskoca Albay, Kuran öğrenmek için FETÖ imamına tabi olmuştu!

Peki, neden ankesörlü telefon? 

Albay Aydın devam etti: İlk 4-5 kere Kemal’in evine gittiğimde bana Kuran öğretmeye çalıştı. Namaz kılmaya yönlendirdi. Bu görüşmeler esnasında Kemal beni ankesörlü telefonlardan arıyordu. Ben de bu duruma birkaç aramadan sonra tepki gösterdim. Yüz yüze konuşurken ‘normal telefonun varken neden ankesörlüden arıyorsun’ diye sordum. O da benimle görüşmesinin gizli kalması gerektiğini, kendisinin Fethullah Gülen cemaatinde üst rütbeli askerlerin sorumlularından olduğunu, bu nedenle gizlilik içerisinde görüşebileceğini, tedbirli olmamız gerektiğini söyledi.” 
Albay Aydın hiç de samimi olmayan ifadelerini sürdürdü: Bu durum beni rahatsız etti. Belli bir süre Kemal ile görüşmeyi bıraktım. Fakat beni devamlı aramaya devam etti. Ben de bir süre sonra tekrar görüşmeye başladım.” 
Aydın, ayda 1-2 kez evde “Kemal” adını verdiği FETÖ imamıyla buluşmaya devam ettiğini, bu sırada Gülen’in kitap ve konuşmaları üzerine çalıştıklarını söyledi.
İfadesinde hiçbir örgüt arkadaşını deşifre etmedi. “Benim TSK veya diğer kamu kurumlarında aktif olarak çalışan bildiğim FETÖ/PDY üyesi yoktur”diye bitirdi. 

FETÖ bağlantılarını kabul ettiği halde hiç işe yarar bilgi vermedi, tutuklandı.

TSK’de cemaat brifingi veriyordu
Albay Mustafa Aydın, Atatürkçü olduğunu söylüyordu. Ailesi, modern bir aile görünümündeydi. Zaman zaman içki içiyordu. Sonunda beraat ettirilse de FETÖ’nün kumpaslarından Balyoz davasında sanıktı. FETÖ’cü görünmek bir yana durumun vahametini kendi ifadesinden aktarayım: “2002-2004 yılları arasında rütbeli personel ve aileleri ile erbaş ve erlere Türkiye’deki cemaat yapılanmaları ile ilgili brifing ve bilgilendirmeleryapmakla görevlendirildim.” 
Daha da beterini okuyalım: “2004 yılında Üsteğmen Olcay Çetin ile ilgili olarak eşinin başörtülü olması ve irticai faaliyetlerden dolayı yapılan tahkikat heyetinde görev aldım.” 
İfadesinde anlattığına göre Albay Aydın, Ergenekon kumpasında hedef alınan teğmenlerin TSK içerisindeki tahkikatında görevlendirilmişti. Olayın Akit gazetesine sızması bile kimseyi uyandırmamıştı.

Albay Mustafa Aydın, kendisinin de doğruladığı gibi sonunda FETÖ’cü çıktı. Belli ki yakalanacağını gören Aydın, gözaltına alınmadan 2 hafta önce de emeklilik 
dilekçesi vermişti. 

Kendisini bu kadar gizlemiş bir örgütten söz ediyoruz. İtirafçı halkalarıyla açılan fermuarla ortaya çıkarılabilen bir yapılanmadan bahsediyoruz. Belli ki yıllar alacak bir sürecin daha başındayız. 

Asıl konuşmamız gereken ise FETÖ ile (hatta devlet içindeki tüm örgütlenmelerle) mücadelenin bir partinin tasarrufundan kurtarılıp ülke politikası haline nasıl getirileceği.
Buna çözüm bulmak ise belki de örgütü çözmekten daha zor.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Japonya’da kadın üniversiteleri - Mustafa Türkeş

Türkiye’de yönetici sınıf Japonya’da gördüğü çoğu şeyi hemen alıp Türkiye’de uygulamaya çok hevesli gözüküyor. Kadın üniversitesi kurma fikri bunun tipik bir örneği.

İlk olarak Japonya’da kadın üniversitelerinin tarihçesine göz atalım, sonra bunların nereye evrildiğini konuşalım.

Japon kadın üniversitesinin tarihçesi
II. Dünya Savaşı öncesinde Japonya’da böyle bir üniversite yok; zaten kadınlar üniversiteye gidemezmiş. Kültürel olarak yasak. Bu hak yalnızca erkeklere verilmiş. II. Dünya Savaşı sonrasında yalnızca kadınların gittiği, adları kadın üniversiteleri olan eğitim kurumları oluşturulmuş. Çoğu eskiden yüksek okul satüsünde olan eğitim kurumları savaş sonrasında üniversitelere dönüştürülmüş ve kadınlara tahsis edilmiş. Bu noktaya kadar gelişmeler ileri bir adım gibi gözükebilir, gerçekte bu üniversiteler kadınların ikinci sınıf muamelesi görmelerine katkı sağladığı için ilerici demek oldukça zor.

Japon muhafazakarlığı kadın erkek eşitliğini yok sayar, kadınları bu eşitsizliği kabul etmeye zorlar. Kadın üniversiteleri bu eşitsizliğin yeniden üretiminde önemli rol üstlenmişler.

Bu nasıl gerçekleşiyor?

Örneğin Tokyo devlet üniversitesinde kadın ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar, ama Tokyo üniversitesinden mezun bir kadın öğrencinin aynı üniversiteden mezun bir erkekle evlenmesi geleneksel olarak çok mümkün olmuyormuş. Çünkü Japon toplumunun muhafazakarlık kültürüne göre iki eşit arasında evlilik iyi değildir. Erkekle kadın arasında seviye farkı muhafaza edilmelidir. Bu verili durum karşısında kadınlar Tokyo üniversitesi yerine II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan kadın üniversitelerine yönelerek hem kaliteli eğitim alıyorlar hem de kendinden daha üst bir seviye olarak tanımlanan Tokyo üniversitesi mezunu bir erkekle evlenebiliyor. 

Bu durum kadın üniversitelerinin eğitim kalitesini aşağıya çekmiyor, aksine zeki kadın öğrencileri de çekebilme imkanı bulan kadın üniversiteleri bir süre cazibesi yüksek üniversite olarak varlığını sürdürmüş.


Kadın üniversitelerinin karşılaştığı sorunlar
Gel zaman git zaman Japon muhafazakarlığı kadınları ikna edemez hale gelmeye başlayınca kadın üniversitelerinin cazibesi düşüş eğilimine girmiş. Eğitimin kalitesizleşmesinden değil, kadın üniversitelerine başvuran kadın nüfusunun azalmasından dolayı sözü edilen üniversitenin cazibesi düşme eğilimine girmiş. 

Bu genel eğilim son yıllarda daha da netleşmiş, çünkü Japonya’da nüfus artış hızı eskiye oranla düştü. İstatistiki verilerin gösterdiği üzere Japonya’da nüfus azaldığı için kadın üniversitelerine başvuru da azalıyor. Ancak ilgi azlığı nüfus azalışı ile sınırlı değil. Japonya’da kadın üniversitelerine ilgi gösteren kadın öğrenci sayısında belirgin bir düşme eğilimi olmasının bir başka nedeni, kadınlar eskiye oranla muhafazakar kültürel değerleri daha az dikkate alıyorlar. Erkekler seviye farkını halen önemserken, kadın öğrenciler için bu öncelikli kültürel bir değer olmaktan çıkmaya başlamış. Yeni nesil içinde evliliği önemseyen kadınların sayısı eskiye oranla azalıyor. 

Erkekle kadın öğrenci arasında eskiden oldukça önemli sayılan seviye-statü farkı son zamanlarda önemli kültürel bir değer olmaktan çıkmaya başlamış. Japon muhafazakar kültürünü besleyen kurumlar artık bu işlevi yerine getiremez hale geliyor. Kadın üniversiteleri bu gerçeği yansıtan önemli bir eğitim kurumu.
Bütün bunlar kadın üniversitelerini kapanma tehlikesi ile karşı karşıya bırakabilirmiş. 

Bu durum karşısında Japon toplumu iki seçeneği tartışmaya açmış: 
a) kadın üniversitelerine erkek öğrenciler de kabul edilmeli, 
b) bir kadın üniversitesi kendisinden daha büyük karma eğitim veren üniversitelerle birleşebilmeli. 
Son tahlilde iki seçenek te karma eğitime yönelmekte. 

Kısaca, Türkiye’de yönetici sınıfların Japonya’dan öykündüğü kadın üniversiteleri muhafazakarlığı besleyebilir, ancak bunun da bir etki sınırı olduğu yine Japonya örneğinde görülüyor. 

İktidar ilk ve orta öğretimi yaz boz tahtasına çevirerek muhafazakarlığı beslemeye çalıştı, şimdi sıra üniversitede kadın öğrenciler üzerinden kadın üniversiteleri aracılığı ile mi? Yakında ortaya çıkacaktır.

Mustafa Türkeş / SOL

Günlerin getirdiği… - AYDEMİR GÜLER / SOL


Şimdilik bizim haklılığımızdır. 
Güzel ama yetmez…
Haklılık iyidir de; farklı alanlarda farklı işlev ve anlamlara sahip olur. Kişisel yaşantı, bilimsel bilgi veya siyasal mücadelede “haklılıklar” birbirine benzemez ve aynı sonuçları vermez. Haklı çıkmak her zaman bir meziyete kanıt oluşturur ve farklı alanların ortak paydası olsa olsa budur.

Komünistlerin en büyük meziyeti sömürüyü yok etme tutkusudur.

Siyasal mücadelede haklı çıkmanın üstüne kibir çok kolay bina edilir ve övünç payı çıkarmanın en zararlı biçimleri de siyasette ortaya çıkar. Siyaset her zaman ikna etme ve güç biriktirme işidir. Oysa haklılıktan duyulan övünç, ikna etmeye değil tepki toplamaya kolaylıkla dönüşebiliyor. Güçlenmek de haliyle hayal oluyor. 
Bir de haksız çıkanlar var. Onların kendilerine övünç yerine utanç payı çıkarmaları müdahale ve mücadeleden çekilme anlamını içerecektir. Çoğunlukla bu yola girmek insani bir erdem gerektirir. 
Siyasetçiler çoğunlukla insani erdemler dahil her şeyi siyasetin aleti olarak kullanabilecekleri yolunda bir meslek hastalığından mustariptirler! Hele Türkiye’de bunun çok ağır bir enfeksiyon olduğunu biliyoruz. Bizim buralar, galiba başka yerlerde rastlananın ötesinde bir ego bataklığı!

Hal böyle olunca biz haklılığımızla kibir tepelerine tırmanmasak da, karşıt veya ayrı siyasal öznelerin beklentisi budur. Beklenti değil varsayımları budur. 
Ne yapsınlar ki? 
Pratik gözlemleri çoğunlukla hep bu yönde olmuştur. Ama öte yandan bizim ısrarlı ve istikrarlı haklılığımız karşısında buldukları biricik çare de bizi kibrimizde boğmaktan ibarettir. Başkalarının bizi kibirli olmakla suçlamaları genellikle gerçekçi bir saptama olmuyor; bizi itmek istedikleri batağı ifade ediyor.

Haklılığımızın aptalca bir tuzağa dönüştürülmesine izin vermeyiz. Çünkü yukarıda siyasetin kuralları gibi düştüğüm notlar, aslında burjuva siyasetinin ruhuna aittir. 

Komünizm başka bir dünya arayışının yanı sıra, bugünden başlayarak başka bir siyasetin, siyaset kültürünün de inşasıdır. Komünistler “siyaset yapmaz”, işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu için uğraşmak bir yaşam biçimidir. Engels’in olağanüstü deyişindeki gibi, özgürlük zorunluluğun bilincidir. Mücadele bir zorunluluktur ve sömürü düzeninin içinde yaşarken özgürleşmenin biricik yoludur. 
Günler yalnızca haklılığımızın yeni kanıtlarını getirmemeli, komünizm davasına ikna olanları arttırmalı. Türkiye tarihinde komünistlerin, birkaç kez hissedilen altın çağları aşan bir güç biriktirmesi mümkündür. Bunca haklılık yalnızca böyle bir sonuca yaramalıdır.

*             *             *

“Sağa karşı sağcılıkla mücadele edilmez” dedik örneğin. 
Düzen solu sağa karşı sağcılıkla mücadele etmeyi benimsedi; bu değişmez. Ama biz haklı çıktık. Düşünsenize; AKP merkezli bu deli saçması, sahtekarlık sistemi, bugün AKP’yi seçmen düzleminde de azınlığa ittirenler tarafından reddedilseydi. 

Dayattığı hukuksuz kararlar, seçim sonuçlarına müdahaleler tanınmasaydı… 

Türkiye’de sağcılığın sahtekarlık, dinciliğin ahlaksızlık, işbirlikçiliğin onursuzluk olduğu genel kabul haline gelmişti bile! Örneğin öyle bir durumda laik ve solcu siyasetçi/gazeteciler 23 Haziran gecesi kutlama için çıktıkları sokaklardan dönüp biraz dinlendikten sonra, Salı günü yayınlanacak İmamoğlu eleştirilerini yazmak üzere bilgisayar başına geçmek zorunda kalmazlardı.

Haksız çıktılar diye geri çekilecek halleri yok ya! “Siyaset yapıyorlar…”
“En kötü” sağın geriletilmesi veya yenilgiye uğratılmasına insanlar sevinsin elbette. Ama yeni gelenin boynuna sarılmak, kefili olmak… haksız çıktılar. 

Akşener’in partisinin değiştiğine ikna olmuşlardı. Şimdi Babacan ve adamlarının günahlarını hatırlamanın zamanı değil denmeye başladı. 

Syriza dalgasını bizim çocukların devrimi diye kutlayanlar, Ege’nin karşı kıyısında sağa karşı sağcılıkla mücadele konusunda haksız çıktılar.

Dincilik ve emperyalizme teslimiyet farklı görüntü ve dozlarda devam edecek. Bu yeni biçimleri ehveni şer saymakla mı dinciliği ve emperyalizmi geriletirdik, yoksa aydınlanma ve yurtseverliği ilkeselleştirerek mi? Çok haklıyız. 
En az haklı olduğumuz ölçüde ikna edici olmalı ve güç arttırmalıyız. 

*             *             *

İBB’yi Koç kazandı ve biz haklı çıktık. Kapitalizm adi bir hırsızlık biçimi almadığı durumlarda da özü itibariyle sömürü sistemidir. Sermaye sınıfını aleni talana yönlendiren Erdoğan veya Trump’ın kişiliği değil, kâr oranlarını yükseltme ihtiyacıdır. O nedenle sermaye sınıfımız Kenan Evrenci ve Özalcı olmuştu zamanında.

Syriza’nın hükümet yılları, şovenist bir partiyle koalisyon kurarak ve başka yollarla faşizmi aklamaya yaradı. Syriza’nın hükümet yılları, krizi emekçi halka kan kusturarak aşmayı savunan Yeni Demokrasi’ye iktidar yolunu açmaya yaradı. 

Syriza’nın solda körüklediği umut, şimdi iki partiye bölünmüş bir sosyal demokrasiye fit olunmasına dönüştü. Ama haksız olduklarını kabul etmeyecekler. Şimdi Yunanistan’da sağa karşı sağcı olup mücadele etme stratejisi, en geniş demokrasi cephesinde buluşma çağrısına dönecek. Düzeni eleştirmenin ve yıkmanın zamanı değildir; denecek…

Haklı çıktık. 

AKP’nin içinden çıkmakta olan yeni partinin karşı devrimin bütün sorumluluğunu paylaştığı konusunda bir bilgi eksiği yok. Ancak sağa karşı mücadelede bugüne kadarki sağcılığın yetersiz kaldığı, cephenin daha da genişlemesi gerektiği pişirildi bile. Düzeni eleştirmenin zamanı değildir; denecek… 

Haklı olan biziz.

*             *             *

Günlerin getirdiği şimdilik haklılığımızdır ve bundan ibaret bir sonuç ikna edici değildir. Haklılık, daha çok insanın koluna girmek için meşruiyet ve güven kaynağı olmasıyla değerlidir. Daha çok insanın koluna girerek, başkalarının bize açmak istediği kibir tuzağının üstünden atlanılır. 

Türkiye’de sol geçmişindeki birkaç “altın çağ” dönemini aşacak imkanlara sahiptir ve bu imkanı değerlendirmek için önce haklılığımızı doğru kullanmayı bilmek gerekir.

Bizim tutkumuz haklı çıkma değil, sömürüyü yok etme tutkusu. Siyaset yapmıyoruz, bu tutkuyu paylaşıma açıyoruz. Haklı çıktığımız için paylaşmamız daha meşru. Haklı çıktığımız için kendimize daha fazla güveniyoruz.

Aydemir Güler / SOL

Babacan ve yol ayrımı - DENİZ YILDIRIM

2002’den 2015’e kadar hep Bakanlar Kurulu’nda yer alan Ali Babacan’ın, Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya’yı görevden almasının hemen ardından istifa etmesi, yeni parti için açıktan harekete geçme zamanlaması tesadüf değil. Anlamak için filmi biraz geri saralım. 

Dış etkiler bir başka yazının konusu, önce içteki tabloyu anımsayalım. AKP aslında  2001 Krizi’nin ürünüydü. Toplumda kriz nedeniyle mevcut partilere ve siyasetçilere dönük tepkinin arttığı,merkez partilere güvenin aşındığı bir dönemde halk seçeneksizdi.     
Krizden sonra Kemal Derviş getirildi/ gönderildi, hatırlarsınız. Ülkenin önüne  özelleştirme; ekonomi yönetiminde sermaye temsilinin garanti altına alınması,  yani kararlardan halkın dışlanması için üst kurulların oluşturulması, “Merkez Bankası’nın siyasetten arındırılması” gibi konuları içeren bir paket koydu. Yasaları hızla geçirildi, “milli mutabakat” sayıldı. 

Bu arada siyasal İslam da iktidar için yol ayrımına gelmişti. Ya sadece muhafazakâr Anadolu burjuvazisinin sözcüsü olacaklar ya da uluslararası alana açılmış, finansla iç içe geçmiş büyük sermaye ile (ve ABD ile) çeşitli tavizlerle işbirliği yolu bulup iktidara gelebileceklerdi.İkincisini seçtiler. 

Nitekim 2002’de seçim oldu, krizden canı yanmış halkın desteğiyle AKP kazandı.  Derviş’in koltuğuna Ali Babacan oturdu bu kez. Bir tür “otomatik pilot” benzetmesi  yapılıyordu. Derviş programından sapılmayacak, özelleştirmeler tam gaz sürdürülecek, ekonomi “siyasetten arındırılacak”tı. Yapıldı. Böylece kriz, sermayenin  ve ABD’nin siyasal İslamı kendi denetimine alması, yoksul halk kesimlerinin  öfkesinin söndürülmesi ve programın demokratik araçlarla (seçim) sürdürülmesi  yoluyla aşılmıştı. Siyasal İslam ise yönetme ve destekçi sınıflarını zenginleştirme olanağına kavuşmuştu. 

Babacan, bu geniş “neoliberal blok” sayesinde iktidarın en ayrıcalıklı bakanı oldu yıllarca. Her iki sermaye kesiminin koalisyonunu Ali Babacan temsil ediyordu,  değiştirilmesi teklif bile edilemeyen isimdi. Dönemin şartlarının da etkisiyle finans kesiminin kârları artıyor, sıcak para ülkeye akıyor, özelleştirmelerle yeni gruplar, yandaşlar serpiliyor, kredi genişlemesine dayalı tüketim ekonomisi sayesinde “orta sınıf” borçlanarak büyüyordu. Yani Babacan sadece birey değil, bir programdı.

Dağılmanın başlangıcı 
Aslında ittifak 2008 krizinden sonra sarsılmaya başladı. “Teğet geçen” kriz, kâr oranlarını düşürdü; devletten beslenme yarışı hızlandı. İvme giderek “bağımsız kurullar”dan denetimsiz ihalelere, imar inşaat rantıyla büyüyen “yandaş” sermayeye doğru kaydı. Ama özellikle 2015’ten itibaren Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın para politikasına dönük eleştirilerinin dozunu artırması kırılmaydı. Nitekim 2015 Kasım seçimleri sonunda Babacan ilk kez Bakanlar Kurulu’nda yer almadı. Ve şimdi Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı’nı görevden alması, sermaye içi ittifak tabutuna son çivi oldu. “Merkez Bankası bağımsızlığı” üstünden, tekelci finansal sermaye ile imar-inşaat rantına sıkışmış Saray sermayesi arasındaki ittifak siyasal olarak da çatlama yoluna girdi. 

Saray ve Damat programı, ekonomi yönetimini büsbütün tekelleştirdi böylece. Derviş-Babacan programı da bloktan iyice dışlanmış oldu. İşte istifayı da, yeni partiyi de hızlandıran bu son gelişme. Demek ki öncelikle siyasal değil, ekonomik/sınıfsal  nitelikli bir itiraz bu. 

Bu arada, AKP içi çatlakların “bölgesel koalisyonlar” açısından da etkileri olacak. Parti içi muhalefeti temsil eden üç önemli ismin AKP’nin kale olarak gördüğü İç-Orta Anadolu kökenli olmaları, bu bölgede özellikle yükselip dünyayla bütünleşmek isteyen, son krizle çarkları durma, borçları zirve noktasına ilerleyen sermaye kesimlerinin sözcülüğünü üstlenen şehirlerden çıkmaları da dikkatle not edilmeli. Memleketleri ve ilişkileri bakımından Babacan Ankara, Davutoğlu Konya ve Abdullah Gül Kayseri siyasetinde ağırlığı olan isimler. Çıkış ve itiraz noktaları farklı olsa da, zaten kıyı ve sınır bölgelerde yerel iktidarı büyük oranda kaybeden, metropol belediyelerinden neredeyse silinen ve Karadeniz özelinde de İmamoğlu’nun yükselişiyle baş etmesi gerekecek olan AKP’nin elinde kalan sınırlı bölgesel üstünlük alanları da şimdi bir başka meydan okumayla karşı karşıya.

İktidar için zor zamanlar. “Biz ne yapmalıyız” sorusuyla devam.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

AKP’deki çözülmenin sonucu ne olur? - BARIŞ DOSTER

Siyasal hayatta kuraldır; zayıflayan, gerileyen, inişe geçen güçler, kadro kaybı yaşarlar. Yükseliş döneminde bu yapı içinde öne çıkanlar, önemli görevler üstlenenler; iniş sürecinde, bu sorumluluklarını gizleyerek, liderin yaptığı yanlışlara nasıl ortak olduklarını saklamaya çalışarak, kendilerince gerekçeler sıralayarak ayrılırlar. Dahası, gerileyen kuvvetler, güçlü dönemlerinde yaptıklarına oranla daha fazla hata yapar, daha çok iç tartışma yaşarlar. AKP’nin görünümü de böyle.

Durumu açmak için son birkaç günde yaşananlara bakalım. Önce Merkez Bankası Başkanı’nın, hukuka ve teamüllere aykırı biçimde görevden alınmasını konuştu Türkiye. İktidarın has evlatlarından olan başkan, kendisini göreve getiren lideri tarafından, görevden uzaklaştırıldı. Hemen ardından iktidar partisine yakınlığıyla bilinen bir düşünce kuruluşunun (SETA), yabancı haber ajansları için çalışan gazetecileri fişlediği ortaya çıktı. Mali gücü, teknolojik altyapısı, ilgi alanları, yayın faaliyetleri, çalıştırdığı uzman sayısı, yurtiçi ve yurtdışı bağlantıları, devlet yönetimindeki etkileriyle bilinen bu kuruluşun gazetecileri fişlemesi, büyük tepki çekti. İktidara yakın isimler bile, SETA’nın bu yaptığının, kendisinden çok, varlığını borçlu olduğu iktidara, içeride ve dışarıda zarar verdiğini söylediler. Son olarak da AKP’nin kurucularından olan, yıllarca ekonomi bakanlığı yapan Ali Babacan partiden ayrıldı.

Yeni partilerin şansı var mı? 
AKP’den kopanların kuracağı partilerin başarı şansını tartışmadan önce şunu sormalı. 

-Başından beri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakınında bulunan, Erdoğan sayesinde bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapan, yakın zamana dek Erdoğan’ın tüm icraatlarını onaylayan Ali Babacan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu gibi isimler ne kadar samimi? 
-Ne kadar tutarlı? 
-Bunların kuracağı parti (veya partiler) için siyasal boşluk var mı? 
-Toplumsal talep var mı? 
-Sözlerinin, vaatlerinin hayatta karşılığı var mı? 
-Arkalarına muhafazakâr seçmeni mi alacaklar? 
-Atlantik ötesine, ABD’ye, NATO’ya selam çakıp, Londra bankerlerinin desteğini mi arayacaklar? 
-Ali Babacan, biraz da gençliğine güvenip, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yaptığı gibi bir siyaseti mi benimseyecek? 
-Bir zamanlar Turgut Özal’ın yaptığı gibi dört eğilimi birleştirme iddiasıyla mı yola çıkacak? 
Hesabını AKP’nin ANAP gibi hızla eriyeceği üzerine yapanlar, yanılıyorlar. Çünkü iki parti de kurulduktan kısa süre sonra iktidara gelse de, yapıları farklı. Liderleri farklı. ANAP’ın kurulup iktidar olduğu ve bir süre muhalefette kaldıktan sonra tükendiği Türkiye ve dünya ile AKP’nin iktidara geldiği ve iktidarda kaldığı Türkiye ve dünya farklı. 
İç ve dış siyasette öncelikler, kuvvet dengeleri, dünyanın yönelimi farklı. İktidarı besleyen ve ondan beslenen sermaye çevrelerinin ilgi alanları, iş sahaları farklı. Benzeyen yönleri de var elbette iki partinin. Üretime değil tüketime, ihracata değil ithalata dayalı büyümeyi savunmak, dini kullanmak, sıklıkla popülizme başvurmak, ABD’nin desteğini mutlak saymak, kent rantına göz dikmek gibi...
Kısacası, çözülmekte olan AKP’nin iniş hızını sadece bu partinin icraatları, halkın bıkkınlığı, AKP’den kopanların çabası belirlemeyecek. Asıl Cumhuriyetçilerin, devrimcilerin, Atatürkçülerin, solcuların, emekçilerin mücadelesi belirleyecek.

Barış Doster / CUMHURİYET

7 Temmuz 2019 Pazar

Çetinkaya’nın azli ekonomiyi kaosa sürükleyecek - Hayri Kozanoğlu

Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Murat Çetinkaya beklenmedik bir “saray darbesi” ile görevden alındı. Bu hamle TCMB’nin kendi kanununa aykırı olduğu gibi, uluslararası finansal piyasalardaki teamüllere de ters düşer nitelikte. Bankanın kendi verilerine göre 1 yıl içerisinde 175 milyar dolar dış borç yenilemesi gereken, dış borcu 453 milyar dolar civarında seyreden, dolayısıyla “finans kapitalin” himmetine muhtaç durumda bulunan bir ülkenin, hem de ekonomik kriz ortamında böyle bir operasyon yapması adeta “intihar” sayılabilir.


Bilindiği gibi merkez bankası bağımsızlığı neoliberal tasarımın olmazsa olmaz yapı taşlarından biri. Bunun nedeni ekonomi yönetimlerinin büyüme ve istihdamdan öte finansal piyasaları hoşnut etmeleri, belirsizlikleri azaltmaları gerektiğinin varsayılması. Tüm yetkileri elinde toplamak isteyen Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun süredir merkez bankası bağımsızlığından şikayetçi olduğu biliniyordu. Son zamanlarda “rol modeli” Donald Trump’ın da Fed Başkanı ile sorun yaşadığı, başkanlık seçimleri yaklaşırken halkı memnun etmek için faizlerin düşürülmesi yolunda telkinde bulunduğu gözleniyordu. 

Buna karşın diğer bir otoriter lider Putin’in merkez bankasını serbest bıraktığı, Rus guvernör Elvira Nabuillina’nın da başarılı bir performans sergilediği, “bağımsız merkez bankacılığının” iyi bir örneği olarak telaffuz ediliyordu.

Hatırlanırsa Ağustos 2018’deki kur şokunun ardından TCMB faizleri 625 baz puan artırmış, o günden bu güne politika faizini yüzde 24’te sabit tutmuştu. En son açıklanan haziran enflasyon verisinin yüzde 15,7’lik TÜFE oranıyla 25 Temmuz’daki Para Politikası Kurulu toplantısında faizlerin aşağı çekilebilmesi için manevra alanı yarattığı kabul ediliyordu. S-400 geriliminin gevşemesinin de yardımıyla dolar kuru 5,60’a kadar çekilmiş, 2 yıllık gösterge faiz de yüzde 19 civarında seyretmeye başlamıştı. Ekonomi yönetimi açısından böyle elverişli bir zamanda Murat Çetinkaya’nın görevden alınması gelecek hafta finansal piyasalarda büyük bir çalkantı yaşanacağının habercisi gibi…

Erdoğan’ın “Faizler enflasyonun ana sebebidir” yolunda temel bir tezi bulunduğunu biliyoruz. 2018 Mayıs’ında Londra’da “yatırım bankacılarına” bu teorisini empoze etmesinin ve “para piyasalarında daha etkin bir rol oynayacağım” demecini vermesinin ardından piyasaların nasıl karıştığını, dövizin bir anda sıçradığını hatırlıyoruz.

BUNDAN SONRA NE OLUR?

Tüm bunlar bilinirken, Çetinkaya’nın azledilmesi, 25 Temmuz toplantısında 5 puanın üzerinde bir faiz indirimi talep edildiği ve bunun da kabul görmediği izlenimi yaratıyor. Çok büyük bir olasılıkla 8 Temmuz haftası döviz fırlayacak, borsa çakılacak, faizler yeniden tırmanacak. Kısacası 25 Temmuz’da faiz indiriminin önünü kesen bir ortam oluşacak.
Bunca gürültünün ardından eğer PPK’den sert bir faiz indirimi kararı gelmezse, bu kez Erdoğan’ın otoritesi bir kez daha sarsılacak. Bu nedenlerle çok çalkantılı haftaların ekonomiyi beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Türkiye durgunluk içerisinde enflasyonun yaşandığı, yurtdışına net borç ödenmesi nedeniyle kriz ortamının bir türlü geride bırakılamadığı bir süreçten geçiyordu. Piyasalardaki yaz sükuneti, bu yapısal krizin aşılmasına bir olarak yaratmasa da en azından göstergelerin daha da kötüleşmediği bir ortam söz konusuydu. Korkarım ki, nasıl 2018’i Rahip Brunson kriziyle hatırlıyorsak, 2019 da “Çetinkaya krizi” etiketiyle kayda geçecek. “Kendim ettim kendim buldum” ise 2019 Temmuz’un en popüler namesi olacak.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Babacan’ın IMF partisi - Fatih Yaşlı

AKP Türkiye ekonomisinin en büyük krizlerinden birinin tam ortasına doğdu. Ülke öylesine derin bir krizdeydi ki, Kemal Derviş ABD’den getirilmiş ve adeta dördüncü bir ortak olarak DSP-MHP-ANAP koalisyonuna dahil edilmişti.

Derviş’in neoliberalizme dayalı klasik IMF reçetesini hayata geçirmesi koalisyonun sonu oldu. Halk krizin üzerine gelen kemer sıkma politikalarına tepkisini sandıkta gösterdi ve iktidar partilerini barajın altında bırakırken henüz yeni kurulmuş bir parti olan AKP’yi iktidar yaptı.
AKP’yi Türkiye’nin düzeni açısından işlevsel kılan, toplumsal rızayı üretmeyi başarabilmesiydi.
AKP iktidara ekonomik krizi ve IMF politikalarını eleştirerek gelmiş olsa da Derviş’in ekonomi politikalarını devam ettirdi. Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmeleri bu dönemde yapıldı, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline getirildi, sendikalar ve işçi hareketi bitirildi.
Tüm bunlar yapılırken ise dünyadaki ekonomik konjonktürden kaynaklı para bolluğunun da katkısıyla, toplumun tüketim olanakları artırıldı. Bir yandan ucuz krediyle sahip olunan ev, araba, beyaz eşya üzerinden bir refah yanılsaması yaratılırken, öte yandan sosyal yardımlar üzerinden en alttaki sınıfların da rızası tesis edildi. Buna bir de dinsel ideoloji eklenince AKP on yedi yıl boyunca iktidarda kalmayı başardı.
Tam da bu nedenle, AKP’nin on yedi yıldaki en büyük yenilgisinin on yedi yıldaki ilk büyük ekonomik krizle çakışması tesadüf değil. Artık Türkiye’ye ucuz para girmez olunca ve Türkiye ekonomisi on yedi yıl boyunca gereken hiçbir adım atılmadığından yeni bir kriz konjonktürüne girince AKP de giderek rıza üretiminde zorlanmaya başladı. Elbette ki sosyal olgular ve süreçler tek bir nedenle açıklanamaz ama AKP’nin zayıflamasının ana belirleyenin ekonomi olduğunu rahatlıklara söyleyebiliriz.
AKP’nin rıza üretiminde giderek zorlanması, yani Türkiye’nin düzeni açısından taşıdığı işlevi giderek yerine getiremez oluşu, düzenin sahiplerinin yeni arayışlara girmesini de beraberinde getirdi. Özellikle 31 Mart’tan 23 Haziran’a uzanan seçim sürecinin sonunda, artık Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan-sonrası Türkiye’ye hazırlandığını ve o Türkiye için gereken adayların siyaset sahnesinde teker teker boy göstermeye başladığını görebiliyoruz.

İşte Ali Babacan o adaylardan biri ve tam da ekonomik krizin giderek derinleştiği bu süreçte, bol ve ucuz para döneminin ekonomi bakanı olmasının yarattığı “başarılı bakan” imajıyla birlikte ve “AKP’nin fabrika ayarlarına dönüş” söylemiyle siyaset sahnesine sürülmesi bir tesadüf değil.
Babacan’dan ve perde arkasındaki esas figür olan Gül’den beklenen, AKP rejiminin bugünkü aşırılıklarının törpülenmesi -ki bu esas olarak “Erdoğan’sız AKP rejimi” ya da “AKP’siz AKP rejimi” anlamına geliyor- ve böylece AKP’nin Türkiye’nin sermaye düzeni açısından bir süre öncesine kadar taşıdığı işlevi üstlenebilmeleri, yani toplumsal rızayı tesis edebilmeleri.
Bu, ekonomik olarak Türkiye’nin IMF ile yeni bir anlaşma yapması anlamına gelirken, siyaseten de Batı bloğu içerisindeki fabrika ayarlarına dönüş anlamına geliyor. Babacan ve Gül’ün şahsında cisimleşen normalleşme, uzlaşma, hukukun üstünlüğü, demokrasi vb. bütün söylemler, AKP rejimiyle Türkiye’nin düzeni arasında son birkaç yıldır iyice büyüyen açının kapatılması arayışına tekabül ediyor yani.
Buradan bir umut çıkar mı peki? Çıkmayacağı toplumsal tecrübeyle ve hafızayla sabit. Kurulacak “IMF partisi”nden iktidar partisinin oylarını bölmesi ve zayıflama sürecini derinleştirmesinden başka bir şey beklememek gerekiyor dolayısıyla.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN