21 Kasım 2019 Perşembe

Osmanlı'nın eşcinsel şairi: Enderunlu Fâzıl - OKAN ÇİL / duvaR

Eşcinsel bir şair olan Enderunlu Fâzıl eserleriyle Osmanlı İmparatorluğu'nda LGBT edebiyatıyla ilgili nadir örneklerden birini oluşturur. "Defter-i Aşk", "Hûbannâme", "Zenannâme", "Çenginâme" ve "Divan" kitapları olan Enderunlu Fâzıl'ın "Güzel Oğlanlar Kitabı" Sel Yayınları tarafından yayımlandı.

Enderunlu Fâzıl 18. yüzyılda yaşamış büyük divan şairlerinden biridir. Yazdıklarıyla döneminin ötesinde eserler ortaya koymuş olması bir yana; bizlere eşcinselliği, sokağı ve sokaktaki insan hallerini anlatmasıyla da belgeselci bir tavra sahiptir aslında.
Kendisinin beş kitabı vardır. Defter-i Aşk, Hûbannâme, Zenannâme, Çenginâme ve Divan. 1759-1810 tarihleri arasında çalkantılı bir süreç geçirmiş olan Fâzıl’ın hayatını anlamak için, kitaplarının yazılış hikâyesiyle beraber ilerlemekte fayda var.
Fâzıl Filistin’de, Safd’da dünyaya gelir. Büyükbabası Mısır ve Filistin emiri Zâhir el-Ömer başarısız bir isyan girişiminde bulununca yakalanır ve 9 Haziran 1766’da idam edilir. Dönemin Kaptan-ı deryası Gazi Hasan Paşa tarafından kurtarılan Fâzıl, İstanbul’a getirilir ve Enderun’a yerleştirilir.
DEFTER-İ AŞK
Oldukça yetenekli biri olduğundan kariyer basamaklarını kısa sürede tırmanır. Felaket dolu bir çocukluğun ardından, sarayda bolluk ve bereket içinde yaşamaya başlar. Defter-i Aşk’ın giriş bölümünde, işte bu yolculuktan bahseder.
Eşcinselliğini gizlemeyen, hatta bununla her fırsatta övünen Fâzıl’ın aşk maceraları da kitabın devam bölümlerinde ortaya çıkar. Sarayda üç büyük aşk yaşar. İlk aşığının ismini vermektense nedense çekinir.
“Düştü dil bir sanem-i mümtaze
Bir ocakzade-i ateşbaze
Nazikane reviş-i etvan
Anı tab’ımca yaratmış bârî”
(Gönül seçkin bir sevgiliye, ateşle oynayan birisine düştü. Tavrı nazikti, sanki Allah onu benim huyuma göre yaratmıştı.)
1778’de yaşadığı ikinci aşktan söz eder sonra. İsmi Süleyman’dır bu zatın, ama Süleyman’ın, Fâzıl’a pek meyil vermediğini anlarız. O da isimsiz ilk sevgili gibi erkenden vefat eder gider.
“Şöhret-i ismi Süleyman Bey idi
Yüreği âşıka taştan pek idi
Ruzigâr attı Süleyman’e beni
Hüdhüd etti O’na bu nâle-zeni
Kişver-i sinede hakan oldu
Gönlümüz taht-ı Süleyman oldu
Harf-i vâhid bana söz söylemedi”
(Adı Süleyman Bey’di, yüreği âşıklara taştan da sertti. Zamanın rüzgârı beni Süleyman’a attı ve feryatlar içindeki bu kişiyi, onun hüdhüd kuşu haline getirdi. Göğsümün ülkesinde hakan, gönlümün tahtında Süleyman oldu, ama bana bir harfçik bile olsun söylemedi.)
SARAYDAN SOKAKLARA…
Fâzıl’ın üçüncü aşkıysa ona sadece duygusal yönden hasar vermez. Bizzat saraydan kovulmasına sebep olur. Murat Bardakçı’nın araştırmalarına göre bu kişi, Şehlâ Hazıf ismiyle bilinen, ünlü besteci Hanende Şehlevendim Abdullah Ağa’dır. Anlaşılan o ki, Fâzıl’ın saraydan kovulmasının sebebi bu bey değil, en an Fâzıl kadar ona yanık olan yaşlı musiki hocasıdır. Fâzıl bu aşk üçgeninden yenik çıkar çıkmasına, ama lafını da esirgemez. Akbaba, köpek, bunak, diye anar musiki hocasını.
“Leb-i cânâneyi emse o habîs
Tükrükiyle ider idi telvîs”
(O alçak herif sevgilisinin dudaklarını emse, tükürükle kirletirdi.)
1784’te meydana gelen bu çekişmeden sonra, kendisi İstanbul’un sokaklarında beş parasız halde bulur. Çokça açlık çeker. İşsiz güçsüz dolaşıp dururken, yolu Galata’da bir meyhaneye düşer. Burada da yaklaşık yedi aylık bir ilişki yaşadığı, İsmail isimli dördüncü sevgilisiyle tanışır.
“Kılmış üftadelere ol âfet
Künc-i meyhaneyi cây-i vuslat
Raksa başlar idi ol canane
Gah ayağ üzre sunar peymane
Yedi ay oldu o nev-mâh-ı münîr
Hale-i sinede sahib-i te’sîr”
(O afet, meyhane köşelerini sevgililere kavuşma yeri yaptı. Raksa başlar, bir yandan da içki sunardı. Parlayan yeni bir ay gibi olan o sevgili, gönlümün hâlesinde yedi ay kaldı.)
Yıllar sonra bir gün, Fâzıl’la arkadaşları Haydarpaşa civarında dolanırken, kötü sesiyle şarkı söyleyip def çalan bir çingeneyle karşılaşırlar. Bu çingene İsmail’dir. Tabii zarafetini kaybetmiş, iri yarı bir adam olup çıkmıştır İsmail. Fâzıl onu tanır, ama İsmail hiç hatırlamaz. Fâzıl hüzünleniverir bir an, ama kimseye de tek kelime etmez.
“Kılmadım kimseye razı ifşa
Şive-i aşkı ne bilsin cühela" 
der ve geçer vesselam.
HÛBANNÂME (GÜZEL OĞLANLAR KİTABI)
Fâzıl daha sonra Aleko Bey isimli biriyle aşk yaşamaya başlar. “Dünyanın baş parmağında doğan… Somurtunca saçlarımı beyazlatan… Aleko’m benim, bağrımın şahı ve Rum ülkesinin ışığı… Yaşadığı yer hacıların ibadet merkezi,” diye övgülere boğar onu.
Aleko bir gün, Fâzıl’dan bir şey ister. Öyle bir kitap yaz ki, der. Dünyadaki bütün erkeklerinin özelliklerini içinde bulayım. Fâzıl da başlar yazmaya. Hintlisi, Çinlisi, İranlısı, Tunuslusu… Her birinin fiziksel özelliklerini, aşka bakışlarını ve yataktaki hallerini şairane bir edayla anlatır.
Hint güzeline “Öğrenciler, hocalar ve alimler onun aşk dilencilerdir,” diye hitap eder mesela. Borneo güzeline “Altın kakmalı dişleri beyaz bir gavur gördüğünde gıcırdıyor. O zaman öpücükleri morartıyor: Sırtımda izleri var,” der. Bizans güzeline “Elinden gelse Müslüman çocuklarını analarının karnından koparıp çıkarak: Bugün sadece tavernalarda dans ederek, Eyüp’ün bütün sofularını iflas ettirmekle meşgul,” diye yazar.
Tabii hepsinden de övgüyle bahsetmez. Mesela Yemen güzelini hiç mi hiç beğenmez. “Baskı gören bir yetim gibi. O kadar zayıf ki kemikleri sayılıyor. Bu Arabistan kavruğu, sadece ekmekle beslenebilmiş bir softaya benziyor: Hiçbir şey olmaz ondan.”
ZENANNÂME (KADINLAR KİTABI)
Hûbannâme yazıldıktan sonra elden ele dolanmaya başlar. Öyle ki İstanbul sokaklarında pek çok kişi bu bilgilerden haberdar olur. Aradan bir süre geçtikten sonra, Aleko bu kez kadınlarla ilgili bir kitap yazmasını ister. Fâzıl şaşkın kalakalır. Yapma etme, der. Kadınlarla hiç ilişkisi olmadığını, onları yazamayacağını söyler, ama kâr etmez. Aleko son derece katıdır. Ya yazarsın ya da çeker gider düşmanlarınla bir olurum, der.
Fâzıl da el mecbur alır kalemi eline, bu kez farklı milletten kadınları anlatmaya başlar. Başlar, ama içinden pek gelmediği için çoğuna burun kıvırdığını, bir zahmet beğendiğini anlarız.
Yemen kadınları hakkında “Hepsi hasta, bedenleri yıkılmış, tenleri nâzende değil… Karınları su dolu sanırsın… Kadın ve cariyelerin hepsinin suratı çirkindir,” diye yazar mesela. Fas kadınlarına “Magrib’in kadınları kötü huyludur, çirkin dilli, çirkin hareketli, çirkin yüzlüdürler,” der. Şam kadınlarına “Aşifteleri gayesizdir, kötü mayaları çoktur… Her kadın ölü kefeninden farkı olmayan sade bir kumaş örtünür… Ayağındaki gümüş halka, atın ayağındaki bağ gibidir,” der. Ermeni kadınlaraysa “Hepsi kötü tavırlı, sadece edalı yürüyüşleri kalmış… Teni çirkin, sohbeti tatsız, konuşması ve tavrı kötü, vücuduyla elbisesi çirkin… Ama hepsi çirkin değil, içlerinde güzelleri de var,” der.
Tabii beğendikleri de yok değildir. Çerkez kadınlarına övgüler düzer. “Kızları ay yüzlü olur, aşık onda her aradığını bulur… Onlara nazar ayağıyla çıkılır, kalbin gözüyle bakılır… Nedir o cömertlik, o bağlılık, o edep, nedir o mukaddes yaratılış…”
İstanbullu kadınlarıysa dörde ayırır. Birincisine “perde ehli,” der. Bunlar dinine bağlı kimselerdir. İkinci grupta “hafif işveliler” vardır. Üçüncüde “fahişeler” dördüncüdeyse “lezbiyenler.” Fâzıl hepsinin sosyal konumlarını ve toplumla kurdukları ilişkilerini belgeselci bir tavırla anlatır.
Ayrıca kadınlar hamamını, bu hamamdaki ilişki biçimlerine de yer verir kitabında. Aşırı cinsel ilişkinin zararlarından, gerdeğe giriş şekillerinden ve nikahın gereksizliğinden dem vurur. Dilinin kemiği yoktur. Baskın zihniyete verip veriştirir.
Tam da bundan ötürü, Fâzıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de Zenannâme’nin bastırılan nüshaları, dönemin Dışışleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın emriyle toplatılıp imha edilir. Osmanlı tarihinde toplatılan cinsellikle ilgili ilk kitap Zenannâme’dir. Sebebininse nikaha dair edilen sözler olduğu düşünülür.
ÇENGİNÂME (ERKEK DANSÇILAR KİTABI)
Fâzıl’ın dördüncü kitabı çengileri konu edinir. Yine bir mecliste otururken çengilere dair yapılan bir tartışmaya şahit olur. Taraflar farklı dansçıları övüyor, uzlaşmaya varamıyorlardır. Fâzıl’dan hakemlik yapmasını, hatta bununla ilgili bir kitap yazmasını isterler. O da başlar yazmaya.
Todori isimli bir çengiden bahseder mesela. “Evi zevk ehlinin kerhanesidir, zina erbabı ve livata meraklıları orada toplanır. ‘Şak, şak’ diye çıkan seslerden, içeride dülger çalışıyor zannedilir.” Sonra çengilerin şahı, diye adlandırdığı Mısırlıyı anlatır. “Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur… Ama bazı meraklıları, götünün çirkin olduğunu, üstelik Yahudi’ye yakışmayacak bir alet taşıdığını söyler.” Kız Mehmed içinse “Hanlarda gezen bir aşifte… Malını makatına vermiş, böylece yüz bin kocaya sahip olmuş… Livata düşkünlerinin de bol bol duasını alır,” der. Elmaspare’yiyse pek sevmez. “O da bir başka sofudur… Raksı niçin öğrendiğini kimseler anlamaz… Şakıyıp oynayacağına gidip kilisede İncil okusa ya!”
DİVAN
Fâzıl’ın beşinci kitabı olarak nitelendirebileceğimiz, şiirlerinden oluşan Divan’ında da kendi üslubu kolaylıkla ortaya çıkar. Kitap dualarla, kasidelerle başlar, ama sonra Fâzıl’ın baldır fetişi olduğuna dair beyitlerle karşılaşırız mesela.
“Nısf-ı sânîsi o şuhun bize ehl-i gareziz
Nısf-ı evvel sana ey âşık-ı dîdâr-ı caba
Vasf-ı baldır ile sâhib-kademim ben Fâzıl
Hiç bu vâdîde ayaklanmadı evvel udebâ”
(Ey sevgililerin yüzlerine âşık olan kişi! O gencin belinden yukarısı sana, aşağısı da bana… Şairler şimdiye kadar baldırdan bahsetmeyi düşünememişler; artık bu konudaki öncelik Fâzıl’a ait.)
SON YILLARI
Fâzıl İstanbul sokaklarındaki avarelikten, parasızlıktan bunalınca, dönemin hünkarı III. Selim’e yalvarıp yakarır. En sonunda Anadolu’da çeşitli idare görevlere tayin olur. Tam işleri yoluna koyacağı düşünülürken, oralarda da tutunamaz. Gerisin geriye İstanbul’a döndüğünde daha beter bir borç batağında bulur kendini. Yetmezmiş gibi bir de Rodos’a sürülür.
Rodos sürgününde hepten bunalır ve yaşadığı sıkıntı sonucunda görme yetisini kaybeder. 10 yıl boyunca kör gezer. Neden bilinmez, bu süreçten sonra sağlığına biraz olsun kavuşur ve yeniden görmeye başlar. İstanbul’a geri döner. Fakat yoksulluk yakasını bir türlü bırakmaz. Tarih 1810’u gösterdiğinde, Beşiktaş’taki evinde sefalet içinde vefat eder. Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin de mezarının bulunduğu Kızıl Mescit Türbesi’nin yanına defnedilir.
Fâzıl’ın kitapları her ne kadar döneminin ötesinde, belge niteliğinde kaynaklar olsa da günümüzde pek kıymeti bilinmemektedir. O kadar ki, hali hazırda Sel Yayınları’ndan çıkma Güzel Oğlanlar Kitabı’na ulaşmak mümkün sadece. Alt Üst Yayınları’ndan çıkma Zenannâme’ninse yeni baskısı yok, sahaflarda bile güçlükle bulunuyor. Çenginâme, Defter-i Aşk ve Divan kitaplarıysa hepten yok. Bu metinlerden yaptığım alıntılar, Murat Bardakçı’nın Osmanlı’da Seks kitabından.
Sözümüzün bir kıymeti olur mu bilmem, ama umarım kısa sürede Fâzıl’ın kitaplarına ulaşma imkanını buluruz. Belki bu sayede, onunla birlikte 18. yüzyıl İstanbul’unun sokaklarında dolanır ve paçalarımıza biraz çamur bulaştırırız.
OKAN ÇİL / duvaR
Kaynakça
Güzel Oğlanlar Kitabı, Enderunlu Fâzıl , Fransızcadan Çeviren: Reşit İmrahor, Sel Yayınları, 2009
Zenannâme, Enderunlu Fâzıl , Derleyen: Filiz Bingölçe, Alt Üst Yayınları, 2007
Osmanlı’da Seks, Murat Bardakçı, İnkilap Kitabevi, 2009

Zaman ve siyaset - Ergin Yıldızoğlu

Siyasal İslamın iktidara yükselme, toplumu bu iktidarı destekleyecek, doğallaştıracak, sürdürülebilir kılacak biçimde değiştirme sürecine karşı “Neden etkili bir direnç oluşamadı” sorusunun cevabı, birçok başka şeyin yanı sıra ister istemez muhalefetin bu dönem boyunca benimsediği politik, kültürel tutumlarla da ilgili olmalıdır.
Şeylerin başka türlü olabileceğine ilişkin en ufak bir olasılık, pratiğin bütün deneyimini, aynı zamanda mantığını da değiştirmeye yeter” (Bourdieu) saptamasının ışığında baktığımızda, siyasal İslamın yükselişi karşısında muhalefetin adeta, şeylerin zaten böyle olacağını baştan kabullenir gibi davranmış olduğunu düşünmemek elde değildir.
Gerek dünya çapında gerekse de ülkede, ekonomik ve siyasi süreçlerin yeniden bir kırılma noktasına doğru hızla ilerlediğini düşündüren verilerin hızla biriktiği bir zamanda, bu çok önemli bir konudur.

Zamanın kırılma noktası

Olağan zamanlar, birbirini izleyen homojen-yeknesak birimlerin (olayların) zinciri olarak ilerler. Bazen bu zincir kırılır, toplum ve bireyler, zincirin önceki homojen parçalarına benzemeyen yeni bir “zamanla” yüz yüze kalırlar. Bu yeni “zaman” içinde geleceğin, olasılıkların sınırları adeta kaybolur.
Böyle bir zamanın içinde ya bireyler bu belirsizlikler karşısında teslim olurlar, hızla su almaya başlayan eski alışkanlıkların kayığında kendilerini akıntıya bırakırlar, ya da bu belirsizlikleri, “şeylerin başka türlü olabileceğine” ilişkin bir işaret olarak kabul eder ve zamanı yeniden kurmaya girişirler. Birinci tutumda yalnızca “bugün” vardır. İkinci yaklaşım, yeni bir gelecek tasarlamaya koyulur.
Siyasal İslamın yükselme sürecinin başlangıcı, tam da böyle bir zamana, daha doğrusu, iki görece farklı zamandaki kırılmaların çakışmasına denk geldi. Bu zamanlardan biri kapitalizmin yapısal krizine aitti. Diğeri de dünya ekonomisinin bir parçası olan Türkiye kapitalizminin kendi özgün krizlerinden birine... Şimdi yine benzer bir “zamanın” içinde olabiliriz.

Şeyler artık eskisi gibi değil...

IMF’de, Hindistan Merkez Bankası’nda baş ekonomist olarak çalışmış, Şikago Üniversitesi’nde maliye bölümünde profesör, Raghuram G. Rajan geçenlerde, Project Syndicat’ta yayımlanan “Bir ekonomik kış mı geliyor” başlıklı denemesine “Makroekonomik devinimleri yöneten eski kurallar artık işlemediğine göre...” sözleriyle başlıyordu.
Geçen haftalarda Barclays Bank’ın yönetim kuruluna katılan, Pimco’nun (dünyanın büyük bono yöneticisi) eski genel müdürü ve halen Cambridge Üniversitesi Queen’s College dekanı Mohamed el Erian’ın, Financial Times’daki, “artık güvenilemeyecek beş piyasa aksiyomu” başlıklı yazısı, “ekonomik, finansal ve siyasi olarak ‘düşünülemez’ olduğuna inanılan şeyler artık birer olgudur” sözleriyle başlıyordu. Bunlara Financial Times’ın “Thatcher devrimi tehlikede”,  The Economist’in de “Davos partisi dağılmaya başladı” saptamalarını da ekleyebiliriz. Özetle artık “eskisi gibi olmayan” bir zaman var karşımızda. Siyasal İslamın devletinin, olumsuz ekonomik haberleri artık yasaklanmaya başlamasından hareketle, Türkiye ekonomisi için de benzer bir saptama yapılabilir.

En ağır yük nostalji

Böyle “kırılmış” zamanlar, toplumların karşısına, dünü bugünle, bugünü de yarınla bağlayabilecek, ilkeleri ve olasılıkları düşünebilmek için yeni fırsatlar koyarlar.
Bu fırsatlardan yararlanabilmek, her adımda yavaşlatan bir yük olarak nostaljiden kurtulmaya bağlıdır: Hem geçmişin başarılanı özleyen bir nostaljiden hem de geleceğin felaketlerle dolu olacağını hayal ederek daha şimdiden bugünü özleyen bir nostaljiden...
Siyasal İslam farklı bir gelecek düşünecek ilkelerden yoksundur; “bugünü” yarından korumak için uzak tarihe dayanmaya çalışıyor. Siyasal İslamın “bugününden” kurtulmak isteyenler, bu “kırılmış zamanların” önlerine koyacağı fırsatlardan yararlanabilmek için kendilerini uzak tarihin deneylerine göre yönlendirmeye çalışmaktan kurtarmaları, gözlerini geleceğe çevirmeleri, “şeylerin” başka türlü olabileceğini düşünmeleri, pratiklerini ve pratiklerinin mantığını bu düşünceye göre değiştirmeleri gerekiyor.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

20 Kasım 2019 Çarşamba

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN...- Asrın KELEŞ / Yeni Yaşam

(Yakup Nakşılar'ın paylaşımından alıntıdır.)

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN

Sınıflı toplumlarda kapitalistler (ya da hakim sınıflar) emek gücünü satın alırlar ve işçilerin ürettiği emeğin bir kısmına karşılğını ödemeksizin el koyarlar. İşçi sınıfındakiler patronun mülkü değildir ancak özgürlükleri de sadece görünüştedir. Görünüştedir, çünkü açlıkla ve yoksullukla terbiye edilirler. Bu nedenle de yaşayabilmek için emeklerini, patronların hizmetine sunarlar.

Bu durum tüm kapitalist dünya için geçerlidir. Burada kadınlar nerededir diye bakıldığında tabii ki çoğunluğu işçi sınıfının içindedir ama bir farkla “terbiye edilmişlikleri” erkeklerinkinden iki kat fazladır. Yoksulluk, açlık en fazla kadınları (bir de çocukları) etkiler. Buna bir de gericiliği, feodal ilişkileri, geleneksel/ataerkil rolleri ve toplumsal baskı da eklendiğinde iki katın çok daha üstüne çıkacağı herkesin malumudur. Marx’ın Kapital’de söylediği gibi “Geçici ya da yerel emek gereksinmesi, ücretlerde yükselmeye yol açmaz ama kadınların ve çocukların zorla tarlalara gönderilmelerine ve giderek daha küçük yaşlarda sömürülmelerine yol açar. Kadın ve çocukların sömürülmeleri büyük boyutlara ulaşır ulaşmaz, bu durum erkek tarım emekçilerini artı nüfus haline getirmenin ve ücretlerini düşürmenin bir aracı haline gelir”


Günümüzde tarımsal üretimde büyük oranda cinsiyete dayalı işbölümü görülmekte ve bu işbölümü de kadın emeğine dayanmaktadır. FAO tarafından “tarımın feminizasyonu” olarak adlandırılan ve birçok az gelişmiş ülkede gözlemlenen bu süreç, tarımda kadın emeğinin yoğun olarak kullanıldığını göstermektedir. Kırsalda yaşayan kadınların tarımsal üretime katılma biçimleri toplumun kültürel yapısı ve ekonomik gelişme düzeyi ile yakından ilişkilidir.

Çalışma yaşamında varolan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bütün alt başlıklarının görülüyor olması, tarım sektörünün önemli özellikleri arasındadır. Başka bir deyişle tarımda kadın emeği sömürüsünün diğer sektörlere göre derinleştiği söylenebilir. Kırsalda kadın emeği, üretim sürecinde tüm girdilerin birbiriyle etkileşimi yoluyla, hane içi tüketimi ve pazar için ürün elde ederek tarımsal sistemin sürdürülmesini ve ailenin ekonomik refahının geliştirilmesini sağlamaktadır.

Dünyanın birçok yerinde aile işletmeleri tarafından ekilen ürünlerin toplanması ve hasadı “ev işi” olarak tanımlanmıştır. Buna bağlı olarak da kadının üretimdeki konumu “ücretsiz aile işçiliği” olarak belirlenmektedir. Kadınların “ucuz emek” veya “aile ekonomisine yardımcı” olarak görülmesi ve faaliyetlerinin büyük bölümün ev işi yani gerçek anlamda üretim değil doğal yaşamlarının bir parçası olarak kabul edilmesi, işin değerinin düşük algılanmasına neden olmaktadır. Kadının ev içi sorumluluklarından kaynaklanan emeği kapalı aile ekonomisi içerisinde kalmakta ve kadınlar ekonomik değişim değeri olmayan görünmez emeğin karşılığını alma ve kullanma olanağından yoksun bulunmaktadır. Kırsalda kadın emeğinin görünmezliği doğal olarak kadını yoksullaştırmakta ve yoksunlaştırmaktadır.

Bu yoksulluğun önüne nasıl geçilir diye düşünülerek hazırlanmış pek çok yoksullukla mücadele politikası bulunmaktadır. Bu politikaların işlerliği uluslararası kuruluşların dünya genelindeki verileri ile sorgulandığında pek de umut verici bir görünüm ortaya çıkmamaktadır. “Dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ü kadınlara aitken, kadınların günlük çalışma süreleri saat olarak erkeklerinkinden yüzde 25 daha uzunken ve bütün dünyada toplam gıdanın %50’sini kadınlar üretmekteyken, kadınların geliri dünya gelirinin yalnızca %10’u kadardır. 

Dünyanın varlığının ancak %10’u kadınlara aittir.” Kırsal kesimde yaşayan pek çok kadının araziler üstünde kullanım hakkı yoktur veya araziler üzerindeki imtiyazları kalıcı değildir. Üretimin sürdürülmesini ve geliştirilmesini amaçlayan çiftçi birliklerine üye olma veya kredi kaynaklarından yararlanma koşullarını taşıyor olmaları dışında, arazilerin tapularını ellerinde bulunduranlar, kocaları, erkek kardeşleri ve babalarıdır.

Tarımda kadının mülksüzlüğü
Kadınların miras yoluyla kendilerine kalacak topraktan vazgeçmeleri, erkek lehine oluşan dengenin bozulmaması gerekçesine dayandırılır. Bu durumun kadın açısından olumsuz sonuçları:
•Kadın yaşam döngüsündeki üç hane (baba, kayınbaba, koca) yapısında da toprak sahibi olamamakta.
•Babasının hanesindeki toprakların görece fazla olduğu durumlarda bile kadının toprağa ilişkin potansiyel gücü ortadan kalkmakta.
•Kadının evlilik süresince ve evlilik öncesi pazarlık gücünü azaltmaktadır; örneğin: kendi emeğinin değerinin görünmezliğini kabul etmesi sonucunu doğurmakta.

Bu durum kadın emeğinin üretim sürecindeki rolünü gizlemekte, mülkiyete ilişkin bilincin ortaya çıkmasını önlemekte ve mücadele gücünü sınırlamakta. Dolayısıyla kadının evlilik öncesi ve sonrası sadece emeğini kullanan, kendine yeterli bir yapıyı yeniden üreten, garantisiz birkaç parça altının dışında sermayesiz bir kişi olarak görülmesine, tanımlanmasına ve kabul edilmesine yol açmaktadır. Böylece üretici cinsin sadece erkek olduğuna yönelik ideoloji meşrulaşmaktadır.

Türkiye tarımında kadın emeği
Türkiye’de tarımla uğraşan ailelerde yapılacak işler konusunda erkek ve kadın açısından geleneklere dayalı bir işbölümü vardır. Bu işbölümünde erkekler genellikle sadece tarımsal işlerin bir kısmını yaparken, kadınlar hem yeniden üretim, hem de ailenin yaşamının sürdürülmesi için gerekli tüm ihtiyaçları karşılamaya yönelik faaliyetleri de gerçekleştirirler. Ayrıca, gıda seçimi, üretimi, yetiştirilmesi, hazırlanması ve hasadında merkezi role sahip olmaları, tohumları saklayıp korumaları, hayvan üretimi ve ıslahına ilişkin bilgilere sahip olmaları ve biyoçeşitliliği sağlıyor olmaları gibi özellikleri nedeniyle kadınlar tarımsal üretimin biriktirici, koruyucu ve geliştirici beynidirler.
Peki ya sonuç?
Türkiye’de giderek gerileyen ve kapitalizmin emrine giren tarım istihdam politikalarının ülkedeki kırsal yoksulluğu artırdığı bu durumun kadın yoksulluğunu daha fazla körüklediği ve kadın emeği sömürüsünü artırdığı görülmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte genel olarak emek gücünün değeri emeğin aleyhine değişmektedir. Burada kadın emeğinin değeri ise hem üretim sürecinde hem de hane içinde ‘yok’ kabul edilmektedir.

Emek-değer ilişkisi tarımda daha da derinleşen, görünmeyen kadın emeğine ve ücretsiz aile işçiliğine dönüşmektedir. Tarımda şirketleşme ve tekelleşmeyi dayatan küresel kapitalizm küçük ölçekli üreticiyi piyasa dışına kovmakta ve göçe zorlamaktadır. Bütün bunlara ek olarak kırsaldan kente göç beraberinde farklı sorunları da ortaya çıkarmaktadır; eğitimden yoksunluk, mülksüzlük, ataerkil ilişkilerin yarattığı kadının üzerindeki toplumsal baskının artması gündelik yaşamı daha da olumsuz etkilemektedir. Bu etkilenme zaten tarımsal yapı içerisinde ücretsiz çalışmaya alışkın olan kadını göç ettiği kentte de düşük ücretli, kayıt dışı ve güvencesi olmayan işlerde çalışmaya itmektedir.

Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü kadınları ev işleri ve çocuk bakımından sorumlu görmektedir. Kentten farklı olarak kırda kadınlar ev işleri ve çocuk bakımına ek tarımsal üretim faaliyetlerini de gerçekleştirmektedirler. Bu yapılanma içinde üretim ilişkilerinin en altında kalan kadın emeği tarım sektöründe sömürüye açık hale getirmektedir. Çalışmanın sonuçları da Türkiye’de kadın istihdam oranını kırın yani tarımda çalışanların yükselttiğini göstermekte ancak kayıt dışı çalışmanın en yoğun olduğu alanın da tarım sektörü olduğu ortaya çıktığından emek sömürüsünün yıllar içinde yoğunlaştığı, kadının üzerine binen yüklerin daha da arttığı görülmektedir.

Çalışmanın sonucunda Türkiye’de kadınların genel olarak mülksüz olduğu ama bu durumun geleneksel toplumun ve ataerkil ilişkilerin de etkisiyle kırda çok daha yoğunlaştığı görülmüştür. Kadının mülksüzlüğü emeğinin görünmezliğini artıran bir faktör olarak belirginleşmektedir. Çalışmanın politik önerilerine değinmek gerekirse; kadın emeğinin işgücü içerisindeki görünmezliğini kaldıracak politikalar geliştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çalışmada ortaya konan cinsiyetler arası ücret eşitsizliğinin de uygulanacak eşit işe eşit ücret politikalarıyla ortadan kaldırılması için çaba gösterilmesi gerekmektedir.

Kadın çalışmalarının gerek akademide gerekse diğer araştırmalarda çok gerekli olduğunu ve bu anlamda Türkiye gibi ülkelerde bir boşluğu doldurduğu söylenebilir. Kadın emeği üzerine literatürde yeni araştırmalar bulunmakla birlikte özellikle tarımda kadın konusundaki çalışmaların bir parça daha geride kaldığı söylenebilir. Eğitim yetersizliği, yoksulluk ve ataerkil yapının etkisiyle tarımda kadının kendi sorunlarını dile getirmek ve çözüm üretmeye dair zeminlerinin olmadığı bilinmektedir. Buna kadın emeğinin yok sayılması da eklenince araştırmacıların bu konuya daha fazla katkı koyarak yeni politikalar üretilmesi için çaba göstermesi gerekmektedir.

Son olarak tarımda çalışan kadınların küçük ölçekli üreticiler veya aile çiftçiliği içerisinde temsiliyetlerini geliştirici örgütlenmelerin önünün açılması gerekmektedir.
Asrın KELEŞ - Yeni Yaşam İnternet Gazetesi

Kriz ile anlamak - AYDEMİR GÜLER

Hep krizi anlamaya çalışır, analiz ederiz. Kriz denen olgu büyük altüst oluşların habercisi, söz gelimi devrimlerin üstünde boy attığı berekettir. Tabii ki anlamamız, analiz etmemiz gerekir. Krize müdahale edeceğiz çünkü…

Bugün bundan fazlası lazım. Krizin kendisi bütünü anlamakta anahtar bir role sahip hale geldi.

Eskiden “normal” sayılan zamanlar vardı. Normal sayılanın içinden nasıl kriz boy atabilir, patlak verdiğinde ağırlık noktaları neler olacaktır; bilmemiz, öngörmemiz gerekirdi. Çünkü o ağırlık noktaları krizi nereye yönlendireceğimize ilişkin şifreleri barındıracaktı.

Şimdi krizin süreklileştiği ve normalleştiği bir dönemdeyiz. Kriz hafiften başlar, ağırlaşır, hasta eder, iyileşmenin de olasılıklarını gündeme getirirdi. Uzun zamandır krizden çıkamayan bir dünyadayız ve sözünü ettiğim olağan seyir başkalaşıyor. Kriz hiç geçmiyor ama alışkanlık yapıyor. Alışan çürüyor. Ölmüyor ama kokuşuyor.

Hem sistem krize alışıyor, hem de insanlar. Alışkanlık bütün bereketiyle, büyük altüst oluşlara gebe haliyle krizi ortadan kaldırmıyor. Patlama olasılığı olağan hayatın içine gömülüyor, orada varlığını sürdürüyor. Krizin yönetilmesi sınırlı süreli olmak durumundaydı eskiden; öyle bilinirdi. Artık siyasal mücadeleler kriz yönetimine indirgeniyor dense, yeridir.

Olağan süreçleri mücadele eden taraflar birtakım stratejiler, bunlara uygun ideolojik çerçeveler, politik tercihler, somut projeler ve hatta modellerle yaşardı. İşlerin karma karışık olduğu kriz dönemlerinde topa gelişine vurmak zorunda kalınan kriz yönetimleri işbaşına gelebilirdi tabii…

Şimdi ideolojiler uçuşuyor. Stratejiler olgunlaşmadan kuruyor. Tercihler saat başı değişiyor. Bir bütünlüğün, tarihselliğin parçası olmayan proje, model olur mu? Bunun yanıtı güç... Veya tam tersi, somutun somutu, günübirlik modeller, bunlara bağlı dar ve aleni çıkarlar stratejinin de ideolojinin de yerini alıyor.

Dünyanın, tek meziyetleri haddini bilmezlik, cahil cesareti, acımasızlık, her kalıba girecek denli ahlaksızlık olan; hani bir psikiyatrın eline düşse, yatarak tedavi görmesi zorunlu liderler tarafından yönetiliyor olmasının nedeni bu yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyler.

Birdenbire delirmediler. Delilikleri sosyal bir şey ve bulaşıcı. Ama eskiden iş gören, cahil cesareti değil delice ve saygın bir cesaretti. Girilen kalıplar değişebilirdi, ama liderin üstlendiği farklı rollerin ortak paydasını oluşturan ilkeler vardı. O ilkeler basbayağı ideolojikti. Hem lider bağlıydı onlara, hem kadroları, hem kitleler.

Uzun zamandır kitleler yapıntı yollarla imal ediliyor. Kadife veya renkli devrimlerin kitleleri birer laboratuvar çalışmasının ürünüydü. Bu çalışmaların Arap Baharı sırasında devam ettiğini biliyoruz.

Bakın; renkli devrim de, baharlar da elbette stratejik boyutlar taşır. Demokratizm, liberterlik, piyasacılık gibi karışık ideolojik zeminleri de vardır. Ama sonuç alıcı darbeler bu kitle siyasetinden değil, komplolardan türetilmiştir. Devrimler darbeleşmiştir.

“Eskiden, normal zamanlarda, uzun zamandır…” Nasıl yani? Ne gün değişti dünyamız?

Amerikancı bir Amerikan dergisinde Berlin Duvarının yıkılışının yıldönümüyle ilgili yazı çıkmış. Başlık “Duvarın yıkılmasına hazır değilmişiz.” Gerçekten de hazır değillerdi. “Bizi”, sosyalizmi, işçi sınıflarını yendiler ve ortada cascavlak kaldılar.

Önce “yeni dünya düzeni” diye çıkış yaptılar. Buna “tarihin sonu” deyip bayram ettiler. İnsanlık kapitalizme yerinden sökülmez biçimde demir atacaktı... Ortalığı kan denizine çevirdiklerinde durumu açıklamak ve hedef göstermek gerekti: “Medeniyetler çatışması” vardı ve kazanmalıydılar bu savaşı. 11 Eylül’ün hesabını sormak bayağı dinamizm kazandırdı emperyalist-kapitalist sisteme. Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlamıştı arayış. Yirmi yıla kalmadan, baktılar kendi duvarlarını örmüşler. 2008 krizinde neo-liberalizm ekonomik kriz duvarına çarptı. Kamu mülkiyetinin verimsizliğine, özelleştirmelere, plana karşı piyasanın gücüne, metalaşmanın kaçınılmazlığına dair yarattıkları edebiyatın inandırıcılığı tuzla buz oldu.

Öncesinde başlamışlardı saçmalamaya. Ama 2008 krizinden sonra işler tamamen çığırından çıktı. “Bizi” yendiler ve sonra bizi doğruladılar: İnsanın insanı sömürdüğü bu düzen krize mahkumdu. Tarihin çöplüğüne kendi ayaklarıyla gitmiyorlar, gitmezler. Ama çoktan çöp oldular. 21.yüzyılın ileri kapitalizminde egemen akımlar insanları Orta çağın karanlığına çağırıyorlar.

Krizdeler. Alışkanlık üretebilen bir kriz bu. Yükselip patlamıyor zorunlu bir biçimde. Büyük alt üst oluşlara elverişli iklimi yaratıyor, ama yarattığını çürüterek durmaksızın çökertiyor. Meselenin püf noktası şu ki, bu çıkışsızlık, bu sonsuz çürüme, alışılmakta olan ağır çöp kokusu bir yapı oluşturamaz. Krizin içinden yeni bir düzen yükselir. Şimdi egemen düzen insanlığa tarihsel bir batış sunuyor.
Emekçi insanlık bu daveti reddedecek. 

Bir daha olağan bir duruma dönebileceğine ilişkin tek bir belirti göstermeyen kapitalizm bu krizde boğulacak.

Krizsiz bir kapitalizmin olabileceğine, krizden çıkışa dair bir belirti olsaydı eğer, normal çağlara döneceğimizi varsayan politikaların bir karşılığı olabilirdi. Yok ve bu kriz devrimci politikadan başkasına alan açmayacaktır.

Aydemir Güler / SOL

19 Kasım 2019 Salı

KİGEM: Bir direniş merkezi - OĞUZ OYAN

Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM)  Vakıf Senedi 1996'da şu sunuşla başlar: "KİGEM, 1994 Ocağında, Mümtaz Soysal ve Korkut Boratav'ın fikri önderliğinde, Türk Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarının desteğinde yola çıktı.


Kuruluş amacı, kamu işletmeciliğinin sorunlarını tarafsızca inceleyip bunlara bilimsel çözüm önerileri geliştirmek ve bu amaç doğrultusunda bilim adamlarının, sendikaların ve meslek odalarının işbirliğini sağlamaktı.

Geçen iki yıl içinde bu amaç belirli ölçüde gerçekleşti ve 15 Ocak 1996'da KİGEM, Türkiye'de üç konfederasyonun, bilim adamlarının ve meslek odalarının kurucu üyesi olduğu bir vakıf olarak tüzel kişilik kazandı.

Ancak, işlevsel açıdan amaçladığını tam olarak gerçekleştiremedi. Kuruluşundan kısa bir süre sonra 5 Nisan Kararları'nın açıklanması ve birçok KİT'in kapatılma kapsamına alınması, önceliğin bu kuruluşlara verilmesine neden oldu ve bu süreç içinde Karabük, PETKİM, PETLAS gibi kuruluşlar hakkında hazırlanan raporlar kamuoyuna sunuldu.

Ardından hızlı bir özelleştirme dalgası bu kez de KİGEM'in "hukuk bürosu" gibi çalışmasına yol açtı ve KİGEM bir yılı aşkın süre içinde 20 özelleştirme uygulamasına ait 44 davanın açılmasına destek verdi. 

Ancak artık KİGEM, bir yandan hukuksal mücadeleyi sürdürmekle birlikte, asıl kuruluş amacı olan kamu işletmeciliğinin geliştirilmesi  alanında çalışmak, KİT'leri teker teker ele alıp incelemek, geçerdli yönetim modelleri önermek, kamu yönetimine yönelik önerilerde bulunmak, bu alandaki çalışmalarını, çalışanların örgütlerine ve kamuoyuna iletmek, çalışanların yeni modeller oluşturmasını teşvik etmek istiyor".

Gerçekten de Vakfın genel amaçları Vakıf senedi m.3'te bu son paragraftaki geniş perspektif doğrultusunda oluşturulmuştu. Henüz IMF programı kapsamında bir özelleştirme kararlılığı ve AKP'de cisimleşen bir neoliberal gözükaralık ufukta yoktu. Türkiye koalisyonlar dönemindeydi ve bunun sağladığı mücadele olanakları sonuna kadar kullanılabiliyordu. Özelleştirme programından sağlanan toplam gelirin 2002 sonunda bile henüz 8 milyar dolar düzeyinde olduğu dikkate alınırsa (bkz. 5 Kasım tarihli Sol Haber Portalı yazımız), 1996'da KİT sisteminin geleceğine yapıcı katkılar yapılabileceğine ilişkin iyimser beklentilerin ağır basması anlaşılabilir bir durumdu.

BİR TARİHÇE
KİGEM'e tekrar dönmek üzere, öncesine de bir bakalım. KİT'lerin özelleştirilmesi programı, 1980'lerde -tüm çevre ekonomilerinde olduğu gibi- gene IMF güdümlü yapısal dönüşümün de merkezindeydi. 1986'da özelleştirme ana planı Morgan Guranty firmasına ısmarlanmıştı. Bu firma, altı ciltlik envanterinde daha o zamanlar 100 milyar dolarlık bir KİT varlık değeri tespit etmişti. (Daha sonraki uygulamalar, KİT sisteminin bunun bile çok altına pazarlandığını ortaya koyacaktır). Mali emperyalizmin diğer truva atı olan Dünya Bankası da 1991'de iki ciltlik özel bir Türkiye KİT sektör raporu hazırlamıştı. 

Özelleştirmeler esas olarak 1986 yılında başlatıldı. Ancak KİGEM kuruluşu öncesinde de, henüz özel hukuku oluşturulmadan özelleştirmelere girişildiği için ve kanunla kurulan KİT'lerin kanunla özelleştirilebileceği kuralına dayanılabildiği için, muhalif siyasi partilere ve sendikalara idari yargıda önemli bir hukuki mücadele alanı kalabiliyordu. (1998 öncesinde idari yargıda 122 dava açılmış, 29'u için yürütmeyi durdurma, 33'ü için iptal kararı ve sadece 10'u için red kararı verilmişti; diğerleri de devam etmekteydi). Birçok özelleştirme yasası Anayasa Mahkemesi'nden döndürülebilmişti. 

Bununla birlikte 1998 yılına gelindiğinde, TÜRK-İŞ ve bağlı sendikalarının yönetimleri, ideolojik propagandanın yoğun etkisi altında, üç egemen görüş tarafından ele geçirilerek edilgenleştirilmişti: 

(i) KİT'ler, toplam bilançoları itibariyle zarar eden ve devlete yük olan kuruluşlardır; stratejik olmayan KİT'lerin elden çıkarılması o kadar kötü olmayabilir görüşü hakimdi. 
(ii) KİT'lerde örgütlenen TÜRK-İŞ'e bağlı sendikalar, kendilerini vazgeçilmez ve örgütlendikleri kuruluşları da stratejik olarak gördüklerinden, kendilerine sıra gelmeyeceğine ikna olmuş durumdaydılar ve bu nedenle özelleştirme baskısı altındaki sendikalarla dayanışmaya pek itibar etmemekteydiler. 
(iii) Özelleştirmelerde büyük yol alındığı, geriye fazla birşey kalmadığı ve direnmenin çok fazla başarı getirmeyeceğine inanmaktaydılar.

KİGEM'in kurucuları ve zaman zaman yöneticileri arasında yer almama ve özelleştirme karşıtı mücadeleye 1986 sonrasında çok sayıda sendikal ve meslek odası platformu altında katkı vermeme rağmen, galiba en önemli katkıyı TÜRK-İŞ'i bu ideolojik kuşatmadan biraz olsun çekip çıkarma çabamla vermiş olabilirim. 1996-2000 yılları arasında TÜRK-İŞ araştırma merkezini yönetirken, Konfederasyonun 30 Temmuz 1998 Başkanlar Kurulu (bağlı sendikaların başkanlarının TÜRK-İŞ yönetimi ile birlikte oluşturduğu kurul) toplantısında özelleştirmeye karşı mücadelenin genişletilerek ve etkinleştirilerek sürdürülmesi kararının alınmasına doğrudan katkım oldu. Bu bağlamda kurulan bir komisyonu yöneterek, "Özelleştirmeye Karşı KİT'leri ve Sosyal Devleti Korumak ve Geliştirmek" başlıklı kapsamlı bir raporun hazırlanmasını sağladım. En önemli desteği kurulan Komisyon üyesi olan ve o sırada Petrol-İş sendikası araştırma uzmanı olan Erhan Bilgin'den aldım.

Hazırlanan rapor, 30 Eylül 1998 tarihli Başkanlık Kurulu toplantısında sunuldu ve kabul edildi. Bu sunum sırasında, 1985 sonrasında KİT yatırımlarının sınırlandırılmasına, sabit varlıklarının geriletilmesine, personel  kıyımına ve borçlanmaya yönlendirilmelerine karşın, hakim söylentilerin aksine, 

(i) KİT'lerin konsolide bilançosunun önemli ölçüde kârlı olduğu ve bu nedenle kurumlar vergisinin en önemli ödeyicileri arasında yer aldığı, yani KİT'lerin Hazine'ye yük olmak yerine Hazine'nin kurtarıcısı olduğu (1995'te Hazine'den KİT'lere 61 trilyon TL transfer yapılırken, KİT'lerden Hazine'ye 390 trilyon TL kâr transferi yapıldığı; ayrıca KİT'lerin ödediği dolaylı/dolaysız vergilerin konsolide bütçe vergi hasılatı içindeki payının 1995'te yüzde 41 olduğu); 
(ii) 500 büyük firmanın hala en önemlilerinin KİT'lerden oluştuğu, 500 büyük firmanın brüt katma değeri içinde KİT'lerin önemini 1996-97'de yüzde 44 gibi önemli bir payla koruduğu; 
(iii) emek verimliliğinde özel sektörün gerisinde kalmadığı; ve nihayet, 
(iv) geriye çok önemli bir özelleştirilmemiş KİT portföyü kaldığı yani özelleştirmeye karşı sendikal mücadelenin asla gecikmemiş olduğu vurgularını yaptım ve tüm bunlar tablolar ve rakamlar eşliğinde gösterdim.

Bu ayrıntıları daha önce kamuoyu ile paylaşmadım: Sunulan rapor, TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu'nda bomba etkisi yarattı. KİT'lerle ilgili olumsuz önyargının pençesindeki sendika başkanları ve konfederasyon yöneticileri önemli ölçüde morallendiler. 

Ne yazık ki, 1998 yılındaki TÜRK-İŞ mitingi dışında buradan ciddi bir eylemlilik ve özelleştirmelere karşı ortak sınıfsal tavır türeyemedi. 2000'de uygulamaya başlanan yeni IMF programı kapsamındaki yoğun özelleştirme programını püskürtecek veya kesintiye uğratabilecek bir sendikal direniş geliştirilemedi. 

MÜMTAZ SOYSAL'I ANARKEN
5 Kasım tarihli soL Portal yazımızı yazarken Mümtaz Soysal Hoca'yı, henüz sağken, KİGEM başkanlığı dolayısıyla hayırla anmıştık. 11 Kasım'da yitirdiğimiz  Mümtaz Hoca'yı Türkiye'nin anayasal birikimine ve demokrasi mücadelesine verdiği katkılar bakımından anan çok yazı yazıldı. Biz de o yönleri bakımından anıyoruz ama onu emek mücadelesine verdiği katkılar bağlamında anmayı daha çok tercih ediyoruz. KİGEM'in değişmez figürü ve emektarı olarak Mümtaz Hoca hep başrolde oldu. Onu anarken, kendisine en büyük desteği veren (geçen yazımda da andığım) İlter Ertuğrul ile gene KİGEM'de Genel Sekreter Yardımcılığı ve Genel Sekterlik yapan sevgili Ayla (Yılmaz) Ezer'i de unutmamak gerekir. Kuşkusuz Harb-İŞ sendikası olanaklarını cömertçe KİGEM'in emrine sunan İzzet Çetin Başkanı da... 

Dönemin birçok sendikacısı da ismen veya fiili olarak KİGEM çalışmalarına katkı verdiler. Üç işçi konfederasyonu başkanı, KİGEM'in vakfa dönüştüğü 1996 yılında kurucu üyeler olmayı kabul ettiler. Birçok sendikacı, örneğin Petrol-İş Başkanı Bayram Yıldırım, daha sonra o sırada tek Gıda-İş genel sekreteri olan Mustafa Türkel ve hepsinin ismini sayamayacağım birçok değerli sendikacı KİGEM yönetiminde yer aldılar. (Ama sendika yönetimleri değiştikçe/ sağcılaştıkça KİGEM ilk kapı dışarı edilen kuruluş oldu). Kurucuları arasında veya yönetimde yer alan meslek odası yöneticilerinden Kaya Güvenç, Ayfer Eğilmez, Gürol Ergin gibi isimler yanında aydınlardan Oktar Türel, Bilsay Kuruç, Ali Rıza Aydın, Aziz Konukman, Erinç Yeldan, Serdar Şahinkaya, Sencer İmer, Erol Taymaz gibi isimler ile adını anamadığım diğer tüm değerli arkadaşlarımızı saygıyla selamlamak isterim.

Son olarak, KİGEM'in açtığı davalar arasında en önemlilerinden birinin TELEKOM davası olduğunu ama asıl önemli dava konusunun, 9 Aralık 1999 tarihli IMF Niyet Mektubu ve Standby düzenlemelerine karşı  "bu mektup ve bu düzenlemenin yok hükmünde olduğuna ve Anayasaya aykırılığının giderilmesine" karar verilmesi istemini içeren dava olduğunu belirtmek gerekir. 

Oğuz Oyan / SOL

17 Kasım 2019 Pazar

Umut vampiri! - Zülal Kalkandelen

6 Kasım 2019 - İstanbul Fatih’te aynı evde yaşayan 4 kardeşin siyanürle intihar ettiği haberiyle sarsıldık.
 Eve maaş getiren tek kardeşin maaşına haciz konduğu, aileden borçların kaldığı ve bakkala yazdırdıkları veresiyeyi ödeyemedikleri ortaya çıktı.
9 Kasım 2019 - İkinci siyanür faciası Antalya’da yaşandı. İkisi çocuk 4 kişi siyanürle öldü.
İki çocuklu ailenin babası, bıraktığı mektupta 9 aydır işsiz olup maddi sıkıntı çektiğini yazdı. Ev sahipleri 9 aydır evin kirasını, 10 aydır da aidatı ödeyemediklerini söyledi.
15 Kasım 2019 - Üçünçü siyanürlü intihar olayı, İstanbul Bakırköy’de yaşandı. Bir aile siyanür ile zehirlenerek yok oldu.
 Bir iş insanı, eşi ve 7 yaşındaki çocukları yaşamlarını kaybetti. Polisin izlenimine göre, aşırı derecede borçlanan baba intihar etmiş, eşi ve çocuğu da siyanürden etkilenip ölmüş...
 Neo-liberal yağma çukurunda boğuluyoruz
 Öncelikle yetişkin insanların kendi hayatlarını sona erdirirken, çocuklarını ya da başka insanları onların bilgisi dışında intihara katması kabul edilemez. Bu cinayettir... Bunda kuşku yok. İntiharın asla kutsanacak bir yol olmadığına da kuşku yok.
 Ancak son olayların ardına baktığımızda insanları buna sürükleyen nedenlerin çıkış noktası aynı.
 İlk intihar olayından beri, aklı başında olan herkes, ekonomik sıkıntılara dikkat çekiyor. Yandaş medya ise bunun gerçeği yansıtmadığını iddia etmekle meşgul. Hatta bazıları utanmazlığın dozunu artırıp aile içi ilişkilere dair imalarda bulunuyor!
İntiharların faili siyanür değil, ülkeyi ekonomik krize boğan iktidardır! Yağma ve talana dayalı neo-liberal politikalar ülkeyi öyle derin bir kuyuya çekti ki, Türkiye boğuluyor.
Kamu kurumları özelleştirilip değerinin altında peşkeş çekiliyor.

Birileri servetine servet katıyor.
Saraylara özgü aşırı lüks hayatlar yaşanıyor.
Birileri kimsenin adını bile bilmediği yiyecekleri yerken, birileri yatağa aç giriyor...
 Yoksul halk kitleleri, piyasalaşan kamu hizmetlerine erişmek için didinip duruyor.
Karın tokluğuna çalışanın şükretmesi beklenirken, işsiz yığınlar hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Kapitalizmin çarkları durmadan yoksuldan yeni vergiler alıp zengine aktarıyor.
İşsizler ve atanamayanlar, umutsuzluğun pençesinde kıvranıyor.
Umudunu yitirenler kendini yakıyor, işsizlik ve yoksulluk yüzünden topluca intihar ediyor...
 İktidar ise gerçeği anlatan ekonomistlere “terörist” benzetmesi yapıyor!
 Ruhsal gelişime en olumsuz etki: AKP
 Farkında değil misiniz? Kimsenin ekonomi aleyhinde algı yaratmak için çabalamasına gerek yok. Ülkeden yükselen pis kokuları, siyah dumanları dünya görüyor...
 Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Ebubekir Şahin, siyanür kaynaklı intihar haberlerine ilişkin, “Toplumumuzun, çocuk ve gençlerimizin ruhsal gelişimine olumsuz etki edebilecek haberlere karşı tavrımız katı olacaktır” demiş.
İntihar haberlerinin medyada çok dikkatli verilmesi gerekiyor. Bu doğru.
Ama çocuk ve gençlerin ruhsal gelişimine en olumsuz etki eden nedir biliyor musunuz?
İnsanları evine ekmek götüremez hale getiren umut vampiri iktidardır... Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, 17 yıldır topluma şiddet uygulayan AKP’dir.
Bu durumda yaşatmak, yaşamak ve umudu yeniden yeşertmek, en büyük direniştir! Muhalefete düşen en büyük görev de budur.
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET