24 Kasım 2019 Pazar

Kahvelerdeki ‘yeni yoksullar’ - IŞIL ÖZGENTÜRK


İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da nereye gitsem ülkenin dört bir yanında dağ, taş kahve olmuş. 


Örneğin yolumun üstünde iki kilometrelik bir alanda bugün saydım, tam yirmi bir kahve var. Kimi pembe pembe yapma çiçeklerle süslenmiş, kimi çok sade, kimi adını "Kaybedenler Kulübü”  koymuş, ama sonuçta hepsi kahve. İki öğrencimle yolda yürüyorum, artık birer genç kadın oldular, “Bu ne” diyorum “Her yer kahve” gülerek yanıtlıyorlar “Hocam ülkede o kadar çok işsiz var ki, tek eğlence kahveye gitmek, bir çay içip üç saat aynı masada oturuyorsun ayrıca internet bedava.”

Kahvelere bakıp yürüyorum, vay canına ne kadar genç insan elinde cep telefonu, önünde bir kahve fincanı oturup duruyor. Kendi kendime ülkede yeni bir yoksul sınıfı oluşmuş diye düşünüyorum. Bu yoksul sınıf,  "zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanlar” değil, bunlar çok şey kaybedecek olanlar, ya da kaybetmişler. 

Özal döneminde başlayan, daha sonraki iktidar tarafından (o sırada ülkeye bol miktarda yabancı para girmişti) aşırı desteklenen tüketim, en sonunda yepyeni bir yoksul kesimi oluşturmuş.

Bu yoksul sınıfının ideali, adaları gören bir evde oturmak, son model bir araba edinmek, çocuklarını daha ilkokuldan özel okullarda okutmak, mutlaka bir köpek almak, bütün bir yıl çalıştıktan sonra taksitle her şey dahil otellerinde sıkıntıdan patlamak, pazar sabahları organik olduklarını sandıkları köy kahvaltılarına yumulmak ve bunları Instagram'da paylaşmak. 

Ama işler onların istedikleri gibi gitmiyor, yabancı yatırımcı istikrar görmediği ülkemizden elini ayağını çekti, on yılda tek bir fabrika kurmayı düşünmeyen, olanları da özelleştiren iktidar politikaları sadece gerçekten yoksulluk sınırının altında yaşayanları değil, işlerini garanti gören, ceplerinde en az üç tane kredi kartıyla gezen beyaz yakalıları da yoksullaştırmaya başladı. 

Bir örnek bankacılık sektöründe düzenleme adıyla tam 12 bin çalışan işten atılmış. Sadece bu sektörde. Ne zaman, nasıl iş bulacakları da belli değil. 2014’teki gibi yeniden anne baba kucağına sığınmalar başlayacak.

Hayatı boyunca yoksul olanlar, içinde bulunduğumuz krizi daha kolay atlatacaklar. Çünkü uzun zamandır elektriklerinin kesik olmasına, çocuklarının aidat ödeyemedikleri için devlet okullarından bile atılmasına alışıklar. Sonuçta hep öyle yaşadılar. 

Ama yeni yoksullar için yoksulluk dayanılmaz bir şey. Hele de tek eğlenceleri olan Instagram’da paylaşılan kına gecelerini, çocuk mevlitlerini, şen şakrak yemek masalarını gördükçe, yoksulluğun acısını daha çok hissediyorlar. İktidar politikalarını sorgulamaktan, neden yoksullaştıklarını bir türlü anlayamadıklarından bu durum daha da yoğun bir kriz yaşatıyor ve olay “ben başaramadım”a dönüşüyor.

Bir ay içindeki intihar vakalarına baktığımızda alışılmış yoksul intiharları değil, orta sınıf intiharlarıyla karşılaşıyoruz. Bu bize bir şey söylüyor. Bakın, 1.3 haneye e-postayla icra takibi gönderilmiş. Şimdi detaylara bir bakalım. Sanat okullarından, imam hatiplerden umudu olmayan orta sınıf, çocuklarını illa ki üniversiteli yapmak istiyor. Eh ülkenin her yeri de apartmanlardan bozma üniversite dolu. Çocuk birine giriyor, ama ailenin çocuğu her yıl en az 30 bin lira vererek okutacak parası yok. Gelsin kredi. Ve çocuk üniversiteden mezun olur olmaz bu krediyi ödemesi gerek. Eh kaç kişi üniversiteyi bitirdiğinde iş buluyor, bulsa bile asgari ücreti anca alıyor, bu hangi borcu ödemeye yeter. Aile, yedek evi varsa satıyor, baba arabasını satışa çıkarıyor, ne için, evde oturan, işsiz gencin bir zamanlar kolayca alınan kredi borcunu ödemek için. Sonuç, kahvede pineklemekten, internette gezinmekten, cebinde yemek parası olmayan, bunu anasından babasından isteyen gençlerin intiharları.

Öte yandan kronik işsizlik, insan beyninde yaşamamız için gereken bazı hormonların salgılanmamasına neden oluyor, bunu bilmek yetmiyor, önlem almak nasıl olacak? 
Bunca genç işsizle ülke nereye varacak? 
Bunu kimseler bilmiyor. Üstelik bu ülkenin direniş geleneği beyaz yakalılara, uyduruk üniversitelerde okuyanlara, plaza işçilerine öylesine uzak ki, direnmeyi, dayanışmayı maalesef bilmiyorlar. Bu durumu daha da vahimleştiriyor. Bir kısmı içe dönerek kendini yok sayıyor, bir kısmı artık her köşe başında satılan gayet ucuz uyuşturucularla (uyuşturucu kullanımı bir çeşit intihardır) günü geçirmeye çalışıyor, büyük kısmı da yurtdışına gitti.

Kahvelerdeki durum bu. Çözüm mü? Ben bir zamanlar devrime inanan biri olarak bu kaosu daha uzun yıllar yaşayacağımızı düşünüyorum. Umut bazen işe yaramaz, belki umutsuzluk bizi kendimize getirir. 

Bilmiyorum.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Teslim Töre vefat etti - duvaR

Bir yılı aşkın süredir kanser tedavisi gören Teslim Töre sabah saatlerinde vefat etti. Töre, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte THKO'nun kuruluşuna katkı sağlamıştı.Töre, Bern Beau-Site Hastanesi’nde yoğun bakımda tutuluyordu.


TESLİM TÖRE’NİN SİYASAL ÖZ GEÇMİŞİ(Tekman Post)

                                                                            Yayınlanma Tarihi:11 / 05/ 2015

08-06-1939’da Malatya- Akçadağ ilçesinin Gölpınar köyünde doğdu. 1963’de Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye oldu. 1965’de Akçadağ İlçe Başkanlığına seçildi. Aynı sürede, Malatya da çıkartılan yerel gazete (Haşhaş) de baş muhabirlik yaptı. Yazmış olduğu yazılardan dolayı yargılandı. 1969’da yayınlanmış bir bildiriden dolayı, altında imzası bulunan 6 arkadaşı ile birlikte tutuklanıp, Malatya Cezaevine kondu. 3 ay sonra yapılan ilk duruşmasında tahliye oldu.

Aynı yıl yapılan milletvekili seçimlerinde, Malatya’da “bağımsız sosyalist” milletvekili adayı oldu. Seçim sırasında devletin anti- demokratik ve adaletsiz tutumunu protesto etmek için adaylıktan istifa etti.

T.C. Devletini, kendisi ve kendisi gibi sistem muhaliflerine gayri yasal ve gayri ahlaki yöntemleri sürekli kılması nedeniyle, illegal örgüt ve illegal mücadele düşüncesini geliştirdi. Bu düşünce doğrultusunda çalışmalar sürdürürken, kendisi gibi düşünenlerle birlikte, 1971’ de devlet sistemine karşı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşuna katkı sağladı ve içinde yer aldı.THKO’ nun 1971 Mayıs’ında Adıyaman bölgesinin Nurhak dağlarında ağır darbe alıp, dağılmasından sonra, yasa dışı yollarla Suriye’ye geçerek, Şam’daki Filistin Kurtuluş Örgütü ile (FKÖ) ilişkiye geçti. Orda kalmış olduğu iki buçuk yıllık süre içerisinde yeniden bir örgütsel toparlanma sağlarken, yeni düşünceler üretip, farklı bir ideolojik üretim süreci geliştirdi. İdeolojik üretimini arkadaşlarıyla birlikte, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu Mücadelede Birlik (THKO/MB) adlı bir kitapta topladı.

1974’te THKO/MB kitaplarından birkaç yüz tanesini yanına alarak, tekrar Türkiye’ye döndü.

İlk örgütlenme çalışmalarını G. Antep, Adıyaman ve Maraş kırsalında yaptı. 1974’te çıkan aftan yararlanmayı düşünmedi. Ama söz konusu afla cezaevinden çıkan THKO’ lularla Geçici Merkez Komitesini oluşturdu ve içinde yer aldı. 1976 ideolojik ayrılık nedeniyle bölünme yaşandı. Ayrılıktan sonra Töre arkadaşlarıyla birlikte THKO/MB adında bir örgüt kurdular. Örgüt Kürt illerine doğru hızla yayıldı. 1977’de bir Konferans yapıldı. Konferansta örgütün THKO/MB) bir Kürt köylü örgütüne mi yoksa, yoksa işçi sınıfı partisine mi dönüşmesi tartışıldı. İşçi sınıfı partisine dönüşmesine karar verildi. Töre Konferans tarafından örgüt yöneticiliğine seçildi. Partileşme çabaları yoğunlaştırıldı. Silahlar toprağa gömüldü. Bütün kadrolar şehirlere ve fabrikalarda çalışmaya yönlendirildi.

Bu süreçte, Töre ağırlıklı olarak, oluşturulacak partinin; politik perspektifi, ideolojisi, program ve tüzüğünün oluşturulması çalışmalarını yaptı. Emek gazetesi bu amaçla değerlendirildi. Töre illegal olduğu için, bütün yazı çalışmalarını takma isimlerle yaptı. Töre 22 yıl illegal yaşadı. Yaşamış olduğu illegal süreçte gerçek ismiyle sadece iki kitap yazdı. Birincisi” THKO Hareketi ve Bazı Anılar” (1977) diğeri “Marksizm Ve Sorunlarımız” (1992)

1 Mayıs 1980’ de THKO/MB yapmış olduğu Kongre ile, Türkiye Komünist Emek Partisi’ni (TKEP) kurarak kendini fes etti. Türkiye’de yapılan TKEP’ inin bu kuruluş kongresinde, Teslim Töre, TKEP’ nin Genel Sekreterliğine seçildi.

Teslim Töre siyasal yaşamının önemli bir bölümünü Türkiye’de gerçekleştirilmiş olan askeri faşist diktatörlüklere karşı demokrasi mücadelesi vermekle geçirdi.

12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlükleri, Türkiye’de var olan demokrasi kırıntılarını da ortadan kaldırdılar. Bu askeri diktatörlüklere karşı demokrasi mücadelesi, Töre’nin siyasi hayatında uzun bir süreci kapsadı.

Töre, 1974’de Filistin’den Türkiye’ye döndükten sonra, 1980’e kadar yukarıda belirtilen siyasi faaliyetlerde bulundu. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Töre’nin resimlerini Türkiye’nin her tarafta afişe ederek, sıkı şekilde arandı. Bu nedenle Töre, Kasım 1980’de tekrardan yurt dışına çıkmak, Filistin’e gitmek ve orada konuşlanmak zorunda kaldı.

1982’de 8 Türk ve Kürt örgüt ve partisinin içinde yer aldığı Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi(FKBDC)’nin kuruluşuna katkı sağlayarak, partisi TKEP adına bu cephenin yönetiminde yer aldı. Bunu takip eden süreçte, 1984’de Sol Birlik adında, 7 Kürt ve Türk parti ve örgütünün içinde yer aldığı bir platformun kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı. 1988’e kadar yurt dışında kaldığı sürece Şam’da, Beyrut’ta, Budapeşte’de, Sofya’da yapılan çeşitli enternasyonal toplantılara katıldı. Bu toplantılara mesajlar ve politik tebliğler sundu.

Ağustos 1988’de tekrar Türkiye’ye döndü. 5 yıl İstanbul da TKEP sekreteri olarak illegal çalışmalar yaptı. 05-05- 1993’de İstanbul da yakalandı. Cezaevine kondu. 11 Eylül 2001’de tahliye oldu. Cezaevi sürecinde iki kitap, gazete ve dergilere onlarca makale yazdı. Kitapları, “Kapitalizm Sosyalizm Örgüt” ve “Birey Toplum Sistem Ve Globalizm” isimleriyle yayınlandılar. Yazmış olduğu bu kitap ve makale yazılarından dolayı, hakkında dava açıldı. Bu davalardan dolayı, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılandı ve 11 ayrı para ve hapis cezasına çarptırıldı. Çıkan bir yasa sonucu söz konusu cezalar şartlı olarak ertelendi.

Cezaevindeki süreçte, yasal Birleşik Sosyalist Parti’nin (BSP) kuruluşunda, kurucu üye olarak yer aldı. BSP’ nin Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) ile 1994’de ittifak yaparak oluşturmuş olduğu seçim platformunun milletvekili adayı olarak Gaziantep’ de seçime katıldı. Bu seçimde milletvekili olacak kadar oy almasına rağmen, parti %10 Türkiye barajını aşamadığı için parlamentoya giremedi.

Töre cezaevinde iken,1996 da kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) nin kurucu üyesi oldu. Cezaevinden tahliye olduktan sonra, politikaya kurucu üyesi olduğu ÖDP ile devam etti. 2002’ de yapılan parti kongresinde ÖDP’nin Parti Meclisi Üyeliğine seçildi.

Bu süreçte Töre’nin yargılanmasına İstanbul 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesin de devam edildi. Mahkeme Töre’ye 24-02-2004 tarihli duruşmada 22 yıl hapis cezası verip, iyi halinden dolayı 18 yıla indirdi. Karar savcı tarafından temyiz edildi. Yargıtay 8 Nolu Mahkemesi, temyiz duruşmasında, 1 Nolu İSDGM’ nin, Töre ile ilgili kararın dışında kalanları onayladı. Teslim Töre ili ilgili kararı esastan bozdu ve TCK’ nın 146/1 maddesiyle yeniden yargılanmasını karara bağladı.

Töre, 23-09-2003 tarihinde İsviçre’ye gelerek iltica talebinde bulundu. 6 Eylül 2004’te ilticası kabul edildi. Hala İsviçre’nin Bern kentinde yaşıyor.
(Tekman Post)

‘Ya gidecek ya gidecek!’ - Mehmet İnmez / CUMHURİYET

Jeotermale karşı Topraklarını bastonlarla korumaya çalışıyorlar.


Türkiye’nin her yerinde çevreye ve tarım arazilerine zarar veren jeotermale karşı direnişler devam ederken Aydın’ın Kuyucak ilçesinde de köylüler 5 aydır çadır kurarak evlerinin 50 metre yakınındaki jeotermal kuyularının kapatılmasını istiyor. 7’den 70’e herkes dün firmanın bulunduğu alana giderek eylem yaptı. Eylemde açılan kuyuların ev, zeytin ağaçları ve derelerin 50 metre yakınında olmasının insana, çevreye ve tarım arazilerine büyük zararı olduğu belirtilerek “Kuyular kapatılıp firma gidene kadar çadırda direneceğiz” denildi.
Elinde bastonla gelen 85 yaşındaki bir köylü, “Çevre katliamına izin vermeyeceğiz. Bu topraklar geleceğimiz. Onlar ya buradan gidecek, ya gidecek” diyerek katılanlara destek oldu. Eyleme çocukların katılması da dikkat çekti.
YASAYI ÇİĞNİYORLAR
Aydın Çevre Platformu (AYÇEP) Başkanı Mehmet Vergili de, “35 köylü günlerdir direniyor. Yasaları çiğneyen bu firma zeytin ağaçlarına asit dökerek kuruttu. Köylülerin yıldırarak, buradan gitmelerini istiyorlar. Yasaları çiğniyorlar, ağaçları kurutuyorlar, suya ve tarım arazilerine zarar veriyorlar. Yasa, ‘jeotermal kuyuları ev ve zeytin ağaçlarından 2 kilometre yakınında olamaz’ diyor, ancak bunlar 50 metre dibinde kuyu açıyorlar. Son nefesimize kadar topraklarımız için direneceğiz” dedi.
(Mehmet İnmez / CUMHURİYET) 

Kör Kuyularda: Seyirci Kalmak(ELEŞTİRİ) - Erkan Yıldız / SOL

'Seyirci olmak' eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan   birisi. 'Beni Kör Kuyularda' Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok 'seyirci' hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var. Erkan Yıldız yazdı...

Hasan Ali Toptaş, son romanı “Beni Kör Kuyularda”da köyden kente göçmüş bir ailenin umutla başlayıp hüzünle devam eden öyküsünü ele alıyor. Köyden kente yapılan “umutlu göçlerin” aslında köyle kent arasında kalmış, kentin çeperlerine kurulan yerleşimlere yapıldığını biliyoruz. Zamanımızda ise bu göçlerin “daha iyi bir yaşam umudu”ndan çok “başka çare kalmadığı için” yapıldığını da...

Muzaffer, Bahriye, Hüseyin ve Güldiyar'dan oluşan çekirdek aile bir süre önce ortalıktan kaybolan Hüseyin'in yokluğunun bıraktığı acıyla yaşıyor. Güldiyar için titizlenmelerinin bir sebebi de Hüseyin'in kayboluşu olsa gerek. Ancak kitabın başında “sakınan göze çöp batar” misali bir durumla karşılaşıyoruz. O gün Muzaffer hiç yapmadığı bir şey yaparak öğle yemeği için hazırlanan sefertasını işyerine Güldiyar'ın getirmesini istiyor. Niye böyle yaptığını hiç öğrenemiyoruz. Hemen bunun ardından anne Bahriye'nin Güldiyar'a uyarısı, gelecek olan felaketin -ki bunun da ne olduğunu hiç öğrenemiyoruz, habercisi gibi. “Git tabii,” dedi dudaklarının ucunda eriyiveren, titrek bir sesle. “Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda, solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye. Bir de, çabuk dön emi…” s:10

Bir süre sonra anneyi kaygılandıracak kadar gecikse de geri dönen Güldiyar'ın üzüntüsü, sessizliği, bu üzüntünün sebeplerini soran annesine cevap vermeyip ağlaması, ağlarken gözyaşı yerine gözlerinden taş dökülmesi ile hikâye Toptaş'ın asıl anlatacağı mesele olan “seyirci olmak” bahsine hazır hâle geliyor. Hikâyenin geri kalanında “seyirci olmak” bahsi hikâyedeki hemen herkesin nesnesi ve yer yer öznesi olduğu bir şekilde tüm veçheleriyle ele alınıyor. İyilik de, kötülük de, öfke de, sevgi de, isyan da, çaresizlik ve kayıtsızlık da... Ne ararsanız bu seyircilik hâli içerisinde bulabiliyorsunuz.

“Seyirci olmak” eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan birisi. Örnek olsun, çalışır bir iş makinesinin başına birikmiş kalabalıklar hepinizin gözü önüne gelecektir. Dijital dünya bunca gelişmezden evvel “dünyada TV başında en fazla zaman geçiren ülke” olduğumuz haberleri de seyirci olmaya gösterdiğimiz sevgiyi anlatabilir. Bu dönemin seyircisini pekâlâ “maçı tribünden izlemek” deyiminin naifliği içinde ele alarak anlatmak mümkün. Ancak kapitalizm, teknolojik gelişmelerin de katkısıyla “seyirci’nin niteliğini önemli oranda değiştirdi. Artık suça ortak bir seyircilik söz konusu olan. 51 milyon sosyal medya hesabının olduğu ülkemizde, 37 milyon kişinin instagram hesabına sahip olması “seyirci olmak” halinin bağımlılığa dönüştüğünün kanıtı adeta. Hem de ne bağımlılık. Teknolojinin sağladığı olanaklarla birlikte birinci el seyirci değilsek ikinci ele fit oluyor, takipçi oluyor, yeni “hikâye” paylaşıyor, “kanalıma” abone oluyoruz. İntiharları, tecavüzleri, tacizleri, işgalleri izliyoruz. Yaşadığımız tarifsiz öfke, heyecan, isyan, kızgınlık izlediğimiz kadar sürüyor. Sonra “memlekette bir b*k değişmiyor.” Neyse ki kedi videoları, bir takım komiklikler, seçim zaferleri, “Arif’in Manchester'e attığı gol” hemen orada duruyor da vicdanımıza çok da halel gelmeden vartayı atlatıyoruz.

Hasan Ali Toptaş tüm bu çürümeyi iyi bir edebi anlatımla, etkileyici bir şekilde okurla buluşturuyor. Buraya kadar bir sorun yok.

Peki sorun nerede?
Sorun, kitap yayıncılık dünyasına düştüğü an başlıyor. Yayınevinin kitaba bakışını hemen kapaktan görmek mümkün. Kimse kitabın kapağına “birinci baskı 100.000” yazmanın, okur eğer yayınevinin muhasebecisi ya da sahibi değilse bizi niye ilgilendirdiğini, bir Alman gazetesinde, Alman okura Toptaş övmek için yazılan cümlenin Türk okur için niye referans olması gerektiğini anlatmıyor. Sanırım kapaktan şunu anlamalıyız: “Hasan Ali Toptaş, çok satan ve Almanlar tarafından övülen bir yazar olduğu için okumalıyız”

Sorun, eleştiri dünyasının “büyülü”, “fethedici”, “Doğu'nun Kafkası” gibi cümlelerle yazarı övme yarışına girip, aslında eseri, yazarın da hak ettiği, ciddiyetle ele almamasında başlıyor.

Böyle olunca Toptaş'ın Heba ile birlikte değişmeye başlayan edebiyat çizgisini hakkı ile tartışamıyoruz.

Tartışmaya Çalışalım...
Hasan Ali Toptaş'ın Heba'ya kadar yayımlanan eserlerinde “belirsizlik” en önemli unsur. Kahramanın hikâyesini, o metnin yazılmasına gerekçe olan meseleyi önemsizleştiren, tüm neden-sonuç ilişkilerini gereksiz kılan, metnin kendisini, biçimini diğer her şeyin önüne koymaya olanak sağlayan bu “belirsizlik”tir. Hasan Ali Toptaş'ı bir yazar olarak tanımlayan ve eleştirmenlerin oldukça abartılı övgülerine muhatap kılan da belirsizliğin galebe çaldığı Heba öncesi eserlerinin etkisidir. Bu eserlerde “eleştirmen”i büyüleyenle okura yolunu kaybettiren, Toptaş'ın anlatısındaki belirsizliği kendisine yuva yapan mistik (akıl dışı) unsurlarla bezenmiş satırlardır. Türkiye edebiyat ortamına 80'lerden bu yana yön veren yaklaşımın belirsizliğe, mistik olana karşı ilgisi sır değil. Varsın okur yolunu bulamasın, hatta bir yol aramasın.

Hasan Ali Toptaş, belirsizlikten, mistik unsurlara yer vermekten elbette vazgeçmiyor. Bunun pek çok örneğini “Heba”“Kuşlar Yasına Gider” ve “Beni Kör Kuyularda” romanlarında görüyoruz.

Ancak daha önemlisi yine bu romanlarda, anlamı açık, neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden cümlelerin okura hikâyenin izini sürme olanağı tanırken “belirsizliğin” etkisini kırarak, metinleri gerçekliğe yaklaştırmasıdır. Toptaş, kaynağı belirsiz bir iyilik/kötülük, vicdan anlatımından “seyirci olma”nın mahkûm edilmesine böyle varabildi. Artık okuduğumuz şey sadece “büyülü” seslerin yansımaları değil kahramanın hikayesinin merakla beklenen sonudur aynı zamanda. Belirsizliğin ve mistik unsurların varlığı azalırken Hasan Ali Toptaş'ın yazdıklarını “büyülü gerçekliğe” yaklaştıran bir masalsı anlatım ve neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden gerçeklik algısı bu unsurlardan boşalan alanı doldurmuş ve Toptaş'ın anlatımını eski eserlerinden daha da güçlü kılmıştır.

Bitmedi...
“Beni Kör Kuyularda”nın ilk bölümünde Hasan Ali Toptaş’ın kalem tutan eline bir kekemelik çökmüş gibi. Kendisinin ifadelerinden, yazarken ne kadar titizlendiğini, hece yapısından, kelime dizilişine her cümleyi büyük bir özenle ele aldığını öğreniyoruz.

Ancak ilk bölümde yer alıp sonraki bölümlerde bir daha karşımıza çıkmayan ve neye hizmet ettiğini çözemediğimiz ikilemeleri bu kekemeliğin somut karşılığı olarak görüyoruz. “saçları da her adımda çok uzaktan okunan tatlı bir ahenkle belini dövdü, belini dövdü durdu” s10, “Eteği bir kararıp şavkıdı o yürürken, bir kararıp şavkıdı.” s:11

Bu bölümdeki bir diğer mesele de Güldiyar'ı uyarırken, anne Bahriye'nin neredeyse kamu spotu tadındaki cümleleri. Yukarıda alıntıladığımız cümlelerin tonu ile Hüseyin Gazi Türbesi'ni ve yüksek binaların ucunu anca görebilen bir gecekondu mahallesinde yaşayan annenin sesi arasında açık bir uyumsuzluk olduğu kanaatindeyim. O mahallelerde ve benzer başka mahallelerde kimse çocuğunu “ayrıca biliyorsun...” cümlesinin sahip olduğu tonla uyarmaz. Çok daha sert, net ve kısa ifadeler böylesi bir uyarı için yeter de artar bile. Hasan Ali Toptaş açık ki bu satırlarda, annenin aracılığıyla, sonradan önemsizleşecek de olsa, yaşanacaklarla ilgili okura bir neden, yazacaklarına meşruiyet zemini sunacak bir gerekçe kaleme alıyor. Açıkçası Toptaş bu gerekçeyi daha özenli kaleme alabilirdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Sonuç yerine...
Türk romancılığının her dönemine damga vuran, görkemli yazarları oldu. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Leyla Erbil, Tahsin Yücel, Yusuf Atılgan bu isimler arasında ilk aklımıza gelenler. 20 yy’e ait bu isimlerin yokluğunda, zaten çok güçlü sayılamayacak romancılığımızın geriye düştüğü açık. Bu geriye düşüş zamanının, en önemli yazarlarından birisi olarak görülebilir Hasan Ali Toptaş. Bu sebeple de eserlerini, abartılı övgü ve yergilerin gözümüze perde indirmesine izin vermeden görmeyi, değerlendirmeyi denemeliyiz.

“Beni Kör Kuyularda” Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok “seyirci” hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var.

Erkan Yıldız / SOL

23 Kasım 2019 Cumartesi

Türkiye’den bir yük treni geçti, ama…- ERHAN NALÇACI

Sonbaharda dünyanın birçok yerinde hemen eş zamanlı patlayan halk ayaklanmaları Türkiye’de yaşanan bir olayı kaçırmamıza neden oldu.


5-7 Kasım tarihlerinde Çin Demiryolu Ekspresi, elektronik eşya dolu 42 vagonuyla Türkiye’yi boydan boya geçti. Marmaray üzerinden kıta değiştirdi ve Prag’a doğru yolculuğuna devam etti. 

Çin’den çıkıp Kazakistan ve Kafkasya üzerinden Türkiye’ye trenin varışı 12 gün kadar sürdü. Oysa deniz yolu ile taşıma bir ay kadar zaman alıyordu.

Böylece Türkiye’nin Yeni İpek Yolu kapsamında kaldığı somutlanmış oldu.
Henüz Türkiye demiryollarının Çin’in Avrupa’ya ihraç ettiği malların yükünü taşımaya uygun olmadığı söyleniyor. Örneğin, Kars-Sivas demiryolunun yenilenmesi gerekiyor. Ayrıca İstanbul Boğazı’nı aşacak yeni raylı sistemler ve tüp geçitle bu kapasitenin çok daha fazla artacağı biliniyor.

Çin’in ve bölge ülkelerinin 65 ülke ve 3 milyar nüfusu etkileyeceği söylenen Yeni İpek Yolu için 8 trilyon dolar civarında yatırım yapacağı öngörülüyor. Örneğin, Türkiye ve Çin arasında ulaşım projeleri için 40 milyar dolarlık bir bütçe harcaması bağlanmış. 

Türkiye’nin ticaret yolları üstünde sadece bir geçiş ülkesi olduğu düşünülmemeli, Avrupa’ya ve çevre ülkelere malların daha hızlı transferinin bir yolu Çin mallarının Türkiye’de üretilmesi. Çin’in her uzandığı ülkede serbest bölgeler talep ettiği biliniyor.

Ayrıca yaklaşan iktisadi kriz ortamında hükümetin Çin’e içinde nükleer santral yapımı da dâhil büyük bir ekonomik paket sunacağı söyleniyor.

Şimdi bir kez bakalım, olası sonuçlara:
Bir kez dünyanın bu şekilde homojenleşmesi ve ulusal ekonomilerin birbiriyle böylesine bir bütünleşmesinin 21. yüzyılda sosyalizmin iktisadi temellerini kolaylaştıracağını ileri sürebiliriz.

Öte yanda bir de işin “ama”sı var.

Düşünün; Türkiye’deki hızlı tren hatlarından 10 dakikada bir Çin yük trenlerinin geçtiğini, bazı trenlerin ve yük gemilerinin Çin’in hâkim olduğu serbest bölgelerde sonlandığı veya kalktığını, Çin bankaları ile yoğun bir kredi/borç ilişkisinin geliştiğini.

Bu durumda, Türkiye’de işçi hakları ve örgütlenmesi,
Grevler ve sınıf mücadeleleri,
Ulaşım ve gümrük meseleleri,
Yatırımlar ve Türkiye kanunları,
Yürütme ve her türlü finansman meselesi,
Çin tarafından bir iç mesele olarak görülmeye başlanacaktır.
Şimdi kulaklara hoş gelen sermaye yatırımları bir bağımlılığın temellerini atıyor.
Tarih ezber kabul etmiyor, yeni “Bağdat Demiryolu”nu batıdan bekliyorduk, doğudan girdi Türkiye’ye.

Üstelik emperyalist paylaşıma dayanan büyük ve alabildiğine akılsız bir uluslararası gerilimin içindeyiz.

Hong Kong’daki ayaklanmanın dünyanın diğer yerlerindeki emekçi kalkışmaları ile alakasız ve ABD’nin bir kışkırtması olduğunu söylemiştik.

Şimdi daha kritik bir aşamaya gelindi. ABD Kongresi’nden geçen Hong Kong’daki olaylara ABD desteğini öngören Yasa Tasarısı Trump’ın önünde imzalanmak için bekliyor.

İran kuşatmasından sonra Çin’in içine giren bu saldırı Çin’i kabul edemeyecekleri bir noktaya doğru sürüklüyor.

Bu aptalca dünya düzenini, emperyalist paylaşım stratejilerini ve yeni hegemonya inşası girişimlerini durduracak tek şeyin emekçi sınıfların iktidar mücadelesi olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

Hani ne diyorlardı, “Bize bir zafer gerekli”

Şurada veya burada, ama öncü bir zafer!

Erhan Nalçacı / SOL

22 Kasım 2019 Cuma

Mühendisler devrede - Zafer Arapkirli

Uluslararası sözlüklerden birinde “siyaset”in tanımı şöyle yapılır:
Bir kişinin ya da kurumun durumunu daha iyileştirmek ya da gücünü pekiştirmek için yürüttüğü faaliyetlere verilen genel ad...”

Yine aynı sözlükte “siyaset mühendisliği” şöyle tanımlanıyor:
Aralarında darbenin de bulunduğu bazı yöntemlerle, kimi zaman da siyasi sistemi, seçim sistemini, devlet yapısını değiştirerek, türlü yöntemlerle siyasi amaçlara ulaşma çabası.”

Türkiye’nin siyasi yaşamında sık sık başvurulan bir suçlama biçimi olarak kullanılan bu kavramın hayata geçirilmesinde akıl almaz yöntemler uygulanıyor. Siyasi partiler tarihimiz de, aslında biraz da “birinin ötekinin içine burnunu sokması ve çomaklaması”  pratiklerinin tarihi değil midir? 

1940’lardan 50’lerden başlayarak, 70’lere 80’lere kadar sarkan ibret verici öyküler yok mudur bu “buram buram çakallık kokan” tarihi kayıtlarda?
Son 2 gündür yaşadığımız “AKP Genel Başkanı (Cumhurbaşkanı görevi de yapıyor)  önemli bir CHP’li ile CHP genel başkanlığına adaylık (tayin?) meselesini görüşmüş”  söylentisi de bu tür mühendisliğin ne boyutlara varabildiğini hatırlattı bizlere. 

Sözcü başyazarı Rahmi Turan’ın “kulağına üflenen” bu söylentiye konu olan kişi çıkıp da tabii ki “bendim” demedi. AKP Genel Başkanı’nın sözcüsü de yalanladı bu iddiayı. Ama en önemlisi, CHP kulislerinde de yaygın olan kanıyı, bizzat CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu doğruladı. “Olabilir. İnanırım. Doğrudur” deyiverdi. 

“Bizi kendi içinde kavgalı bir parti gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunun için ekipler kurdular. Böyle gösterecekler ki, seçmende ‘bunlar devleti yönetemez’ duygusunu oluşturmak isteyecekler” diye de ekledi. Makul açıklamalar.

Ama bence bu durumda gereksizdi. “Bizim dışımızda dedikodular. Biz işimize bakıyoruz. Kimse çıksın anlatsın” deyip kestirip atabilirdi. Üstelik şu an itibarı ile, kendi koltuğu (Sn. Kılıçdaroğlu) bir hayli konsolide edilmiş durumdayken... 

Bütün bunların gerçekleştiği ortama ve konjonktüre bakalım. Cumhur İttifakı  ve  Millet İttifakı içinde, bizzat da AKP’nin kendi içinde düzinelerle “bölünme-kopma-ayrışma-çatışma-küskünlük-itiş-kakış” senaryoları, haberleri, dedikoduları dolaşırken. Belli ki AKP mahfillerinde “karşı tarafa bir sis bombası atmalı ki, bu tarafta olup biteni göremesin kimse” planı yapılmış. 

Eski, kokmuş ve ucuz senaryolar tabii. 

Hem de erken seçim niyetleri, gündemin özellikle de ekonominin bu konudaki dayatması sürerken. Çoğunluğun ortak kanısı, gelecek yıl bu ülkeyi bir erken seçimin beklediği şeklinde. Herkes faaliyetini, örgütlenmesini, kongre hazırlıklarını ve hesaplarını buna göre yapıyor. Hem bireysel olarak siyasetin her düzeyinde hem de örgütler düzeyinde.
Bu bağlamda, yukarıda sözü edilen son olaydaki gibi kim bilir daha ne “bombalar”  duyacağız. “Mühendis medya”da, bini bir paraya gidecek bunların. Hazır olalım. 

Ama bütün bunların, ülkenin tarihi boyutta kapkara ekonomik ve sosyal manzarasını unutturmasına izin vermeyelim. Açlık ve çaresizlik intiharlarını, dışarıda içine düştüğümüz tarihi ve kapkara yalnızlığı, yaklaşan dış konjonktürel ve ekonomik tehlikeleri unutturmalarına da asla müsamaha etmeyelim.

Özetle: Çapsız siyasi mühendislerin, gündem çarpıtıcıların çapsız “sis bombalarına” birer tekme koyup, karşı tarafa iade edelim.

 5Y1B1F kurnazlığı
Geçmişin muktedir hizmetkârı gazetecilerinden biri, hafta başında bir özel (YouTube) kanalda, kendi aklınca “bomba ifşaatta” bulundu. “Ben Büyük Makamlara danışmanlık yaparken, bazı yayın yönetmenleri ertesi günün manşetlerini bana yolluyorlardı” 
diyerek hem şişinme hem de birilerine “çakma” çabasına girişti.

Biz de (benim gibi başkaları da) haliyle “Yok öyle yağma. İsim açıklamalısın. Hatta. Bununla da yetinmeyip o gün sen bu yalakalara ne yanıt verdin? Kabul etmedin mi gönderilen manşetleri? O sistemi çalıştırmadın mı? İtiraz ettin mi” sorularını sorduk. 

Yanıt gelmedi tabii. Bunun yerine “Kim yapmıyordu ki? Hangi dönemde olmadı ki? 27 Mayıs’ta şu oldu, Demirel dömeminde bu oldu Çiller döneminde şu oldu..”  gibi  “sui misal”lerle laf kalabalığına boğmaya çalıştı. Dahası “Muhalefetin de kendi yalaka medyası yok mu?” demeye getirdi, (aynı derecede yanlış olsa da, muhalefeti destekler gazetecilik ile iktidara yanaşma-besleme gazetecilik arasında önemli bir fark bulunduğunu bilmezden gelerek. Aklınca uyanıklık ederek üste çıkacak ya...)

Peşini bırakmayacağız bu soruların. AKP iktidarının 17 yılı boyunca, medyaya nasıl hâkim olunduğunu, kamu bankası destekli satın aldırmalarla, siyasi ve ekonomik tehditle, kol bükme ile oluşturulan emir-komuta gazeteciliğini, bu tartışmanın kahramanı(!) eski AA Genel Müdürü Kemal Öztürk de dahil, bu dönemin danışman-sözcü-emir eri gazeteci kılıklılarını hep sorgulayacağız, kovalayacağız. 

Çünkü bu dönemin en önemli karakteristiklerinden biridir emir-komuta gazeteciliği. Yandaş, yalaka, yılışık, yalancı, yavşak, besleme ve friendly (5Y1B1F) medyası.
Yağma yok, gidinin uyanıkları!

Nefes aldığımız müddetçe peşinizdeyiz. 

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Sevsinler sizin emperyalizminizi… - KEMAL OKUYAN

Trump Erdoğan’dan yüksek koltuğa oturunca “emperyalist zihniyet”, sandalyeler eşitlenince “değer verdiler”…

Ermeni tasarısı bir ülkenin Meclis ya da Senatosundan geçti mi “emperyalizm”, askıya alınınca veya reddedilince “tokat gibi yanıt”…

Milyarca lira karşılığında Abrahamlar, Leopardlar, Sikorskyler, Kobralar gelince “ulusal savunma”, silah satışına ambargo uygulanınca “pis emperyalistler”…

Volkswagen yatırım için Manisa’yı seçince “büyük zafer”, Suriye’deki operasyonu gerekçe gösterip yatırımı askıya alınca “emperyalist şirketten skandal açıklama”…

NATO’dan “Türkiye’yi anlıyoruz” açıklaması gelince bayram havası, “Türkiye ittifaktan uzaklaşıyor” dendiğinde “emperyalist küstahlık”…

ABD ile stratejik ortak olunca kadim dostluk, Kürt oluşumu ABD ile işbirliğine gittiğinde “emperyalist proje”…

Bir Amerikalı yetkili “Türk hükümetinin reformlarını destekliyoruz” diye buyurduğunda yan cebime koy, “hükümetin icraatlarından kaygılıyız” deyince “emperyalistler iç işlerimize karışıyor”…

Özetle ABD’sinden Fransasına, İngilteresinden Almanyasına önde gelen emperyalist ülkelerin emperyalist olup olmaması onların sizinle, Türkiye’deki siyasi iktidarla olan ilişkisine bağlı. Bu ilişki gerilince “emperyalizm”i keşfediyor, işler yolunda gidince emperyalizm-sömürgecilik filan hepsini unutuyorsunuz.
Sevsinler emperyalizminizi! 

Tam bir yalama olma hâli, ikiyüzlülük, kibirle eziklik arasında sıkışmışlık… Aynı zamanda değerler sisteminde muazzam bir aşınma…

Bütün bunları halka “ulusal çıkar” diye yutturuyorsunuz.

Efendiler, dünyanın merkezinde siz yoksunuz; kendinize ağam-paşam denmesinden hoşlanabilirsiniz ama kurtlar sofrasında rekabete giriştiğiniz dünyanın gerçekliği sizin keyfinize göre değişmiyor. Emperyalizm bugünkü dünyanın olgusu. Varlığını büyük tekellere, kutsadığınız piyasa ekonomisine borçlu. Sayısız kez söyledik, bugün kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olmanın bir karşılığı yok. Bunun sizin için bir anlamı bulunmuyor elbette, ne de olsa piyasaya tapıyor, bir yandan siyaset bir yandan ticaret yapıyorsunuz. İstiyorsunuz ki, en gelişkin silahlar sadece size satılsın, uluslararası tekeller yatırım için bir tek Türkiye’yi seçsin, her sabah Berlin-Vaşington-Paris-Londra koro halinde “en değerli müttefikimiz Türkiye’dir” diye anons geçsin…

Güçlü emperyalist ülkelerin pek sevdiği, tercih ettiği ruh halidir bu. Bu ruh halini fırsata çevirip her yerde kullanışlı aptallar bulurlar. 

Bütün isteğiniz, onların değerlisi olmak. Daha da iyisi, onlar gibi olmak!

Evet arzunuz budur.

Yanıtımızsa, kahrolsun emperyalizm. Her yerde, her zaman, ikirciksiz! Dün Kore’de, Vietnam’da, Cezayir’de, Şili’de, Arjantin’de; kahrolsun emperyalizm! Bugün Venezuela’da, Bolivya’da, Suriye’de, nerede ve nasıl kan döküyorsa, nerede nasıl var oluyor, hangi kaynaklardan besleniyorsa; kahrolsun emperyalizm!

Kemal Okuyan / SOL