5 Aralık 2019 Perşembe

74. yılında Tan baskını: Neler olmuştu? - SOL

İktidarda CHP, sokaktaki saldırganlar arasında Süleyman Demirel ve Turgut Özal vardı. 4 Aralık 1945 yılında dönemin solcu gazetesi Tan'ı hedef alan saldırı ülke sağının bir bütün olarak solu sokakta hedef aldığı ilk büyük provokasyonlardan biri olarak tarihte yerini alacaktı...

1935 yılında kurulan Tan Gazetesi özellikle 1938 yılında Zekeriya ve Sabiha Sertel’in gazetenin sahibi olmasıyla birlikte muhalif yayınlarıyla dikkat çekmeye başlamıştı.


Gazete İkinci Dünya savaşı sırasında, savaş karşıtı ve anti-faşist bir yayın politikası izliyordu. Dönemin  iktidarının Nazi Almanyası'na yakınlaşmasına karşı çıkıyor ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulmasını savunuyordu. Bu tavır, hem CHP yönetimini hem de Nazilere sempatiyle bakan islamcı, milliyetçi-ırkçı kesimleri rahatsız ediyordu. Sağcı kesimler gazeteyi Sovyetlerin maşası olmakla suçluyordu. 1945 yılında doruğa çıkan tepkiler, 4 Aralık 1945’te baskınla noktalandı. Beyazıt’tan hareket eden ve gitgide genişleyen bir grup, ellerinde balyozlarla matbaanın önüne geldiler ve ne var ne yoksa yağmaladılar.

'ÇIRILÇIPLAK SOYUP İŞTE KIZILLAR DİYE SERGİLEYECEKLERDİ'
4 Aralık günü olanları Zekeriya Sertel hatıralarında şöyle anlatıyor:

4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makinaları balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle “Serteller nerede” naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve akabinde önlerine katıp sokaklarda “İşte kızıllar” diye sergilemekti.

TURGUT ÖZAL DA DEMİREL DE ORADAYDI...
Saldırgan güruh Tan gazetesini yağmaladıktan sonra durmamış aralarında Görüşler Dergisi’nin de olduğu ve solcu olduğu bilinen gazete, dergi ve kitabevlerine saldırmışlardı. Yıllar sonra saldırgan grubun içinde Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi isimlerin de yer aldığı iddia edilmiş, Süleyman Demirel saldırılarda yer aldığını itiraf etmişti. 

Saldırıların ardından Tan gazetesi kapanırken Sabiha ve Zekeriya Sertel yargılandı ve beraat ettiler ancak ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. 

AZİZ NESİN: EY TÜRK FAŞİSTİ
Aziz Nesin, 4 Aralık 1945'teki Tan matbaası baskınından sonra 'Ey Türk Faşisti' başlıklı satırları yazdı:

Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..
Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.
Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

CUMHURİYET GAZETESİ'NİN KUTLADIĞI SALDIRI
soL yazarı Mehmet Bozkurt, Tan baskınına ilişkin dikkat çekici bir anekdot aktarmıştı:
Yalçın Küçük  8 Aralık 1945 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikan Radyosu’nun yayınına yer verildiğini yazıyor. Sahiden pek öğretici:
“Evvelki gün büyük bir nümayiş yapan İstanbul gençlerinin Amerikan elçiliği binası önünden geçerken ‘Yaşasın hür Amerika’ diye bağırdıkları haber verilmektedir…”(Küçük,s.331)

Amerikan radyosu Tan baskınını radyodan duyuruyor ve Cumhuriyet sevinçle yazıyor: “Yaşasın hür Amerika!”

SOL

Gericiliğin 'hür dünyaya' rüşveti: Tan baskını.
(Mehmet Bozkurt-SOL)

İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Başbakanıydı Churchill. Savaşın hemen ertesinde 1946’da,  “akil adam” olarak gittiği Amerika’da, bir üniversitede yapmış olduğu konuşmada Polonya’dan İtalya’ya doğru inen bir hat çizdi hayalinde. Baltık Denizi’nden Adriyetik Denizi’ne doğru uzanan bir hat… Bu hatta “demir perde” adını verdi. Hattın doğusunda kalan topraklar komünizan topraklardı, ”mutsuz esir halklar dünyası”; batısında kalanlar” neşeli hür dünya” halkları…

Eğer Soğuk Savaş içinde tehdit barındıran sürekli gerginlik hali, bir sinir savaşı ise ve muradı  bir komünizm tehlikesi icat edip ülkeleri silahlanma yarışına itmek öte yandan korku salıp “Hür dünyanın” şeflerine  orada burada alan açmak ise, soğuk savaşın başlangıç tarihini biraz daha geriye çekmek mümkün olabilirmiş gibi geliyor bana. 

Mesela Hiroşima diyebiliriz. 1945 Ağustos’unda Hiroşima halkına savaşın  “sıcak” hali şurada kalsın, cehennem halinin yaşatıldığını biliyoruz. Temmuz ayında, Japonya’nın teslim olmasına ve savaşın sonucunu kabullenmesine rağmen tepesine atom bombası atılmasını neye bağlayacağız? 

Bunu  Amerikalıların bilime olan meraklarına bağlamıyorsak, yani Amerika’nın  yeni icadı “ Küçük Oğlan”ın, tahrip gücünü ölçmek için Hiroşima’yı  laboratuar; üstünde yaşayanları da fare olarak gördüğünü ihtimal dışı bırakıyorsak, geriye “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalmıyor mu? Burada “gelin” Sovyetler Birliği’dir. Yani savaşın en “sıcak” anında başlatmıştır Amerika soğuk savaşı...

Türkiye mi?

Savaşın sıcak haline fiili olarak katılmadı. Bunu İsmet Paşa’nın “tilkiliğine” verip, başarı hanesine kaydedenler olduğu gibi; savaştan kaçınmasını, “Türk’ün erkekliğinin yok edildiği” çizgisine kadar çekip Paşa’ya ver yansın edenlerin sayısının da azımsanmayacak çoklukta olduğu biliniyor. İsmet Paşa, şimdi “kıvırmak” sözcüğü ayıp kaçacak ama, o kadar çok, hadi “yan çizdi” diyelim, yan çizdi ki Alman faşist ordusunu  Berlin’e kadar kovalayacak olan  bizim Stalin’i bile resmen fıtık etti. 

En son Türkiye’nin Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihinden kısa bir süre önce, 4 Şubat 1945’te  artık savaşın kazananları belli olduğuna göre Avrupa topraklarını verilecek yeni şekle dair Yalta’da düzenlenen “üç büyükler” toplantısında  Stalin, Paşa’nın “yan çizmelerinden” o kadar bıkmış olmalı ki bazı kaynaklarda, Türkiye nihayet savaşa girecek diyen Churchill’e dönüp  “Paşa yine kaçmasın” diye dalga geçtiği  yazılıdır.

Bu defa kaçmadı. Yalta’da alınan kararlardan birinin 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş ilan eden ülkelerin San Fransisco’da yapılması planlanan Birleşmiş Milletler  toplantısına katılabilecekleri ve “kurucu” üye sıfatını kazanabileceklerini öğrenen Türkiye, sürenin dolmasına bir hafta kala alelacele Almanya’ya savaş ilan etti. Sağlam olsun demeğe getirdi, Japonya’yı  da  er meydanına davet etti! Böylece  “Kurucu üye” sıfatını kazandı ancak  “güvenilmez ülkeler” sıralamasında en üst sırada olan yerini de kimseye kaptırmadı. 

Bu defa edindiği tecrübe ile alttan alta yürütülen soğuk savaşın en ön saflarına kendisini attı. Sıcak olana giremeyen Türkiye soğuk olanın bayraktarlığına soyunuverdi. İyi de soğuk savaş anti komünizm demek ve Türkiye’de rejimi tehdit edecek ölçekte  bir komünist hareketi ara ki bulasın.

Türkiye bu, düpedüz “imâl” etti…

Şöyle; Yalçın Küçük üç büyük cumhuriyet kadınından söz eder: Doğum tarihlerine göre yazıyorum; Halide Edip Adıvar, Sabiha Sertel, Behice Boran… Türkiye’nin soğuk savaş tetikçiliğini bu savaşkan üç kadından  biri olan Sabiha Sertel üzerinden başlatıldığını ileri sürer. 

4 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin bastığı bir fotoğrafı ve fotoğraf altı haberi Yalçın Hoca’nın “Türkiye Üzerine Tezler” kitabından öğreniriz. Aktarıyorum ve arsızca  bir komünist imâl etme oyunudur:
“Dün bir okuyucumuz ‘Görüşler’ mecmuasıyla birlikte idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üzerine yaydı. Başlığını ters çevirerek parmağını üzerine bastı. O şekilde ki başlıktan bir harf değil, bariz bir orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) harfi olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir’ dedikten sonra sordu ‘ya bunun çekici nerede?” Sustuk, cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş”(1979, İkinci Kitap, s.320)

Sabiha Sertel anılarını yazdı. Anıları ölümünden(1968) bir yıl sonra kızı Yıldız Sertel’in “Önsöz”üyle yayımlandı. Benim elimdeki ikinci baskı, 303’üncü sayfada  “Görüşler” dergisinin kapağı da basılmış. Yani şimdi o Cumhuriyet okuyucusuna hak vermekle beraber o kadar da basit değil. 
Biraz zekâ istiyor ve tam olarak şöyle: Bir parmağınızla  o masum harfin içe dönük kıvrımını kapatıp, söz konusu masum harfin üst sağ ucuna ,nasıl desem,tava sapı hayal edin, ancak küt ve kısa olanını, monte ettikten sonra kafanızı dar açıyla sağa omzunuza doğru eğip, otuz kırk santim kadar geriye doğru kaykılın  ve gözlerinizi kısarak bakın. İlk bakışta masum görülen o (G) harfinin hain görüntüsü kendini ele verecektir.

Şart olsun orak! Çekici ne yaptım ne ettim kapakta olsun,iç sayfalarda olsun aramalarıma rağmen ben de bulamadım ancak kapakta bir sonraki sayının yazarlarına yer verilmiş,şunlar var: Celal Bayar 1950’ de Cumhurbaşkanı; Adnan Menderes 1950’de Başbakan; Fuat Köprülü, 1950’de Dışişleri Bakanı;Tevfik Rüştü Aras eski Dışişleri Bakanı ve saydıklarımla birlikte 1946 Demokrat Parti kurucusu…

Şimdi Sabiha Sertel’den aktarıyorum:
“Akşam Zekeriya(Sertel) ile beraber Beyoğlu’nda Degüstasyon denilen bir lokantaya gitmiştik.Sadrettin Celal’in bu lokantada hususi bir masası vardı. Her zaman o masaya oturur,orada çalışırdı. Bizim girdiğimizi görünce bizi masasına çağırdı”  Sadrettin Celal(Antel) 1920 başlarında Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Parti’si üyesi, Sorbon çıkışılı,pedagoji profesörü, karı-koca Sertellere “Haberiniz var mı, Görüşler mecmuasının başındaki (G) harfini orağa benzetmişler,orak çekiç başlığı altında çıkmış diye rivayetler salıyorlar ortalığa”(s.300) 

Karı-koca şaşırıyor, Ankara’dan yeni dönmüşler matbaaya uğramışlar ve “Görüşler”in ikinci baskısının yapıldığını öğrenmişler sevinç içindeler. “G” nin başına gelenleri Sadrettin Celal’den öğrenmiş oluyorlar. Sabiha Hanım devam ediyor:
“Kapağın yazısını İhap Hulusi yapmıştı. İhap Hulusi’nin sosyalistlikle,komünistlikle hiçbir ilgisi yoktu. Zengin bir aileye mensup, hayatının çoğunu Avrupa’da geçiren bir ressamdı. Tesadüfen o da lokantaya geldi. Dergi elindeydi.Kendisine çıkarılan rivayeti anlattığımız zaman güldü; ‘öküzün altında buzağı arıyorlar’ dedi.(s.301)


Buzağı dananın küçüğüdür. Öküzün altında ne işi olabilir. Kulüp rakısının şişesindeki o ünlü etiketin de çizeri olan İhap Hulusi çok saf olmalı, Hüseyin Cahit Yalçın var, Tanin Gazetesi’nin başyazarı, ayıplanmayı göze alarak yazıyorum; bizatihi öküz!
Kime benzetebiliriz Hüseyin Cahit’i; günümüzde, şu anda diyorum; tevelerde, gazetelerde, dergilerde köşe kapmış olanların birçoğuna ama ezici bir çoğuna benzetebiliriz. Ben Cem Küçük diyorum ve dönüp devam ediyorum: Hüseyin Cahit “Kalkın ey ehli vatan” diye başlıyor. Bir gün önce Tan’da Sabiha Hanım’ın Türk-Sovyet dostluğunun önemine işaret eden ve bunun hükümetçe desteklenmesi gerektiğini ileri süren bir yazısını okumuştur. Hüseyin Cahit gençliği “vatanı korumaya” davet ediyor. Durmuyor, Tan’dan Görüşler’e geçiyor. Burada Sabiha Hanım’ın “Zincirli Hürriyet” yazısını okuyor ve bir “Vatan Cephesi” kurulmasının vaktinin geldiğine iman ediyor. Şunlar var, Sabiha Hanım, Hüseyin’den aktarıyor:
“Görüşler Dergisi’ni açıp da Bayan Sertel’in Zincirli Hürriyet makalesini okuduğum zaman, sayfayı süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırlamak istediklerini derhal anladım. Bayan Sertel şöyle diyor: ‘Hür insanlar cemiyetinin en büyük şiarı,geniş halk kitlelerinin menfaati için icap ederse,şahsi menfaatlerini feda etmelidir. ’Komünist edebiyatla meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kitlelerinin menfaati namına hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya’dır.”Sertel,306)

Sonrası şöyle:
Kışkırtılan üniversite gençliği ayaklanıyor. Tan Gazetesi ve Görüşleri basan Tan Matbaası, hazır başlamışken Sabahattin Ali’nin kitaplarını basan La TurGuie Matbaası, sol yayınları satan ABC ve Berrak Kitapevleri yerle bir ediliyor. 

Nasıl mı? 

Yaşamını boydan boya demokrasi mücadelesine adamış yiğit Sabiha’nın anlattıklarına göre o günlerin en modern makinelerine sahip olan Tan Matbaası kelimenin tam anlamıyla tuzla buz ediliyor. Bunları yazarken aklına gelen ve pek güldüğü bir hadiseyi de aktarıyor, hani “gülmek devrimci bir eylemdir” deniliyor ya, sahi öyle mi ne, aktarırken gülüyor ve güldürüyor:
“Karaköy’deki Tan mezecisi Petro, baştaki (T) harfinin üzerine yağlı boya ile (C) harfini yazmış Tan mezecisi Can mezecisi olmuştu.”(Sertel,311)  

Uzadı,biliyorum ama Yalçın Küçük’le bitirmem gerekiyor:
Yalçın Küçük  8 Aralık 1945 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikan Radyosu’nun yayınına yer verildiğini yazıyor. Sahiden pek öğretici:
“Evvelki gün büyük bir nümayiş yapan İstanbul gençlerinin Amerikan elçiliği binası önünden geçerken ‘Yaşasın hür Amerika’ diye bağırdıkları haber verilmektedir…”(Küçük,s.331)
Amerikan radyosu Tan baskınını radyodan duyuruyor ve Cumhuriyet sevinçle yazıyor: “Yaşasın hür Amerika!”

Tan baskını, Türkiye gericiliği tarafından “hür dünya”ya bir hediye olarak sunulmuş oluyor. Ya da sıcak olanından kaçarak güvenilmez ülkeler sınıflandırmasında birinciliğe oturan Türkiye’nin , bu defa soğuk olanına katılabilmek için “hür dünyaya” verdiği bir  rüşvet olarak da görebiliriz Tan yağmasını!

Mehmet Bozkurt-SOL(13/12/2015)



4 Aralık 2019 Çarşamba

Vay 'kitapsız' üniversiteler vay! - Tayfun Atay

Zaman, üniversitelerin öğrencisiyle-yöneticisiyle kitap ve kütüphane ile muteber olmaktan çoktan çıktığı, neredeyse birer minyatür AVM olmaya hevesli hale geldikleri bir zaman…

Altı yıla yakın süre Londra Üniversitesi'nde okudum; SOAS'ta (School of Oriental and African Studies). Aradan çeyrek asır geçti ve dönüp ne kaldığına baktığımda Londra'da yüksek-lisans ve doktora ile geçen o günlerden geriye, zihnimde en çok iki mekân, hem de gözlerimde yaşlarla beliriyor.
Birisi SOAS kütüphanesi…
Diğeri, SOAS'ın iki adım ötesinde (Üniversite'nin Rektörlük binası denilebilecek) Senate House'ın kütüphanesi.
Ağır bir çalışma programının parçası olarak sözlü sunumlar-yazılı ödevler hazırlama derdinde veya sınıfta hızla akıp giden zaman içinde not edemeyip anlayamadıklarımı telafi yolunda ders öncesinde-sonrasında, sabahtan akşama, hafta sonları da dâhil, vaktimi, hatta neredeyse ömrümü bu iki mekânda geçirdim ben…
"Bilgi tapınağı" bu iki mekânda…
* * *
Kütüphaneler bilgi tapınaklarıdır; duvarlarında ibadetinizin öznesi olarak kitapların durduğu tapınaklar…*
Bana Londra'nın kokusunu soracak olsanız, yukarıda sözünü ettiğim iki kütüphanenin havasında soluduğum ahşap-kâğıt-cilt harmanından çıkan kokudur diyebilirim!..
Kırk yıllık üniversite yaşantımın en zor, en unutulmaz, en eşsiz, en meşakkatli ve/fakat en muhteşem dönemiydi. Üniversitenin "kitap ve kütüphane" olduğunu, kitapsız-kütüphanesiz üniversitenin bir hiç olduğunu iliklerime kadar deneyimlediğim yıllardı.
Bu deneyimin daha özel anlam ve önemi, bahsettiğim kütüphanelerin, yabancı bir ülkede yalnızlık, kaybolmuşluk, yetersizlik hislerime ve başarısızlık kaygılarıma sessiz-sedasız hem kulak vermiş, hem de bunların zamanla aşılmasında cesaretlendirici rol oynamış birer sığınak olmalarıyla da bağlantılıdır!..
Kuşkusuz Türkiye'de 1970'lerin sonundan itibaren başlayan üniversite serüvenim de kütüphanesiz akıp gitmiş değildir. DTCF Kütüphanesi, ODTÜ Kütüphanesi, Hacettepe'nin Beytepe Kütüphanesi… Onlar da kütüphane ve kitabın, üniversitenin olmazsa olmaz bileşenleri olduğu gerçeğini bana hissettirmişlerdir.
Beytepe-Antropoloji Bölümü'ndeki odasında kendisiyle tanışmamıza vesile ilk diyaloğumuzda bir konu hakkında bilgisine başvurduğum hocam Prof. Bozkurt Güvenç'in şu cümleleri de dün gibi aklımda: "Kütüphaneye git, GN raflarını bul, aradıkların o raflarda dizili kitaplarda bol miktarda karşına çıkacak!.."
SOAS'ta "bilgiye iman"ın mabedi olmanın yanı sıra bana adeta birer "ruhsal terapi ünitesi" olmuş kütüphaneler, ülkeme döndükten sonra da akademik serüvenimin ayrılmaz parçası olageldi tabii ki. Ankara'da Bilkent Kütüphanesi'nin neredeyse SOAS'ı aratmayacak bir kapasite ile karşıma çıkmasından da nasıl büyük bir heyecan ve mutluluk duyduğumu hiç unutmuyorum!
* * *
Sözün özü, üniversite, kütüphaneyle-kitapla muteberdir. Kitapsız üniversite olmaz.
Öyle mi?!
Hayır, öyleyken böyle ki geçen hafta Birgün gazetesinden Mustafa Kömüş'ün, "YÖK 2018 İzleme ve Değerlendirme Raporları" temelinde hazırladığı dehşet habere göre bu ülkedeki 104 üniversitede öğrenci başına düşen kitap sayısı 5'in altında!..
Ve bu ülkede tabelalarında "üniversite" yazan 4 "yapı"da öğrenci başına bir kitap dahi düşmüyor.
Bunlardan Akdeniz Üniversitesi'nde okuyan öğrenci Yunus Yanık, "Ödevlerimiz için araştırma yapmak istediğimizde kitap bulamıyoruz; herhangi bir konuyu merak edip kütüphaneye bakmak istesek bile yetersiz kalıyor" demiş.
* * *
Tabii bu, madalyonun bir yüzü ve Yunus gibi bir öğrenci bulunca öpüp başımıza koyacak noktada olduğumuz da bir gerçek.
Çünkü madalyonun bir yüzünde öğrenci başına 1-2 ya da 3-4 kitap düşen üniversiteler varsa, diğer yüzünde de hayatı boyunca bir kitap dahi okumamış, kitapla hiç mi hiç işi olmayan "üniversite öğrencileri" var.
Bizzat şahidim, ders verdiğim vakıf üniversitesinde bir sosyoloji bölümü öğrencisinin, hazırlanmasını istediğim seminerler için kitap önerileri karşısında, "Ben şu kitap okumayı bir türlü sevemedim gitti" diye tepki verişine…
Bir başka akademisyenden de onun çalıştığı eğitim fakültesine gelmiş bir öğrencinin kendisine, "Ben kitap okumakla bir şey olacağına inanmıyorum" dediğini duymuşluğum var.
Ve nihayet, yukarıda da bahsettiğim hocam, ömrü kâğıt-kalem, kitap, öğrenme ve öğretme ile geçmiş Prof. Güvenç'in üniversiteye son noktayı nasıl talihsiz şekilde, bir öğrencinin şu sözlerine muhatap olarak koyduğunu daha önce de aktarmıştım:
"Hocam biz buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik."
* * *
Zaman, üniversitelerin öğrencisiyle-yöneticisiyle kitap ve kütüphane ile muteber olmaktan çıktığı, neredeyse birer minyatür AVM olmaya hevesli hale geldikleri bir zaman…
Mesela bir mütevelli heyet başkanının, tanıtım programında kendisine üniversitesinin imkanlarıyla ilgili sorulan soruya, "Bizde Starbucks var" cevabı vermişliği vakidir!..
Bakıyorum şimdi o üniversiteye, öğrenci başına düşen kitap sayısı 2,5 dolaylarında…
"Starbucks"ıyla övünen, kitapla ilişkisi "iki-buçukluk" üniversiteler!..
Önceki yazımda açıklama anahtarı olarak kullandığım kavramı burada da işlerliğe sokmak gerekirse, "simülatif" üniversiteler…
Yani, olmayan bir şeyin var gibi gösterildiği üniversiteler…
Öyle ya, yukarıda aktardık; kitabın olmadığı yerde üniversite olur mu? Yok, olmaz.
"Amma ve lakin bizde Starbucks var!.."

* * *
Listeye bakıyorum, Hacettepe, Gazi gibi köklü üniversitelerin kitap sayısı bakımından şaşırtıcı-ürpertici durumunun yanı sıra, iktidarın göz boyamak, sayısal cazibe yaratmak için "üniversite" adı altında açtığı bir dolu "inşaat" art arda karşımızda.
Bana çok acınası gelen bir başka nokta da bu "binalar" isimlendirilirken "milli-manevi" etki ve izlenim yaratma yolunda kullanılmış şahsiyetlerin adlarının yanında, adeta onların kemiklerini sızlatacak mahiyette karşımıza çıkan "kitapsızlık" hali…
Söz gelimi "Atatürk" Üniversitesi'nde öğrenci başı kitap sayısı 2,9.
"Alaeddin Keykubat"ta 2,7… "Adnan Menderes"te 2,0… "Celal Bayar"da 0,8… "Mehmet Akif" ve "Süleyman Demirel"de 2… "Necmettin Erbakan"da 3… "Sütçü İmam"da 1,9... "Hacı Bektaş"ta 2,5... "Bülent Ecevit"te 4,5…
Nihayet, en taze örnek olarak, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminde hayatını kaybeden ve iktidarın alabildiğine simgesel suistimale uğrattığı Ömer Halisdemir'in adıyla açılmış olanda da 1,8.
Sonuç gayet açık. Üniversitelerimiz de simülasyon, milliyetçiliğimiz de maneviyatımız da…
Tayfun Atay / T24

* Bilgi tapınakları" tabirini, Ahmet Ertuğ ve Friedrich Krinzinger'in tipografik olduğu kadar fotografik bakımdan da muhteşem bir içerikle karşımıza çıkan şu çok kıymetli eserlerinin adından hareketle kullanıyorum: Temples of Knowledge: Historical Libraries of the Western World, 2009.


3 Aralık 2019 Salı

Emek Platformu ve programı - OĞUZ OYAN

"Emek Platformu" 1999 yılında kuruldu ve 2008'de kendiliğinden sönümleninceye kadar Türkiye'de iktidar ile emek örgütleri ilişkilerini bir biçimde etkiledi. Kurucu sendikal konfederasyonların ve demokratik kitle örgütlerinin sayı ve niteliğine bakıldığında eşsiz temsil gücüne sahip bir emek cephesi oluşmuş gibiydi. 

Soldan sağdan bütün işçi ve kamu çalışanları konfederasyonları (Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen) yanında ikisi işçi emeklilerinin biri Bağ-Kurluların olmak üzere üç emekliler derneği, altı meslek birliği (TMMOB, TTB, Türk Diş Hekimleri Derneği, Türkiye Eczacıları Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve TÜRMOB), yani toplamda 15 örgüt güçlerini birleştirme kararını açıklamışlardı.

Daha fazla ilerlemeden bir gönderme yapalım. Emek Platformu (EP) Programının ortaya çıktığı tarihte EP sözcülüğünü yapan TMMOB'nin YK Başkanı olan Kaya Güvenç, geçtiğimiz günlerde "Emek Platformu Belgeleri" başlığı altında oldukça kapsamlı bir çalışmayı tamamlayarak kamuoyuna sundu. Şimdilik TMMOB sitesinden ulaşılabilen (ama kitap olarak yayınlanması da planlanan) bu değerli kaynak, konu üzerinde en kapsamlı çalışma niteliğindedir. Bu yazıda da bu çalışmadan yararlanılmıştır.

EMEK PLATFORMU IMF PROGRAMININ DA ÜRÜNÜDÜR
EP'nin faaliyette bulunduğu dönem, IMF programlarının yürürlükte olduğu 1998-2008 dönemiyle çakışmaktadır. EP'nin en yoğun eylemlilik dönemi ise 1999-2002 yılları arasındadır. 

Bunun iki temel nedeni vardır: 
Birincisi,  IMF'nin en yoğun program dayatma dönemi de bu ilk dönemle çakışmaktaydı. IMF ve DB telkinleriyle 1998'de hazırlıkları yapılan yeni sosyal güvenlik düzenlemesiyle emeklilik yaş sınırı Türkiye'nin gerçekleriyle örtüşmeyecek şekilde 65 yaşa yükseltiliyor ve bu nedenle "mezarda emeklilik" suçlamalarına konu oluyordu. Esasen üç işçi sendikası konfederasyonun 19.12.1998'deki ortak açıklaması, sonra 29.1.1999'da üç işçi ve üç memur konfederasyonun ortak toplantı ve açıklaması bir EP kurulmasının habercileri gibiydi. Nisan 1999'da iktidar olan Ecevit koalisyonunun, tepkileri yok sayarak, 1999 Temmuz başında Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısını Meclis'e sunması üzerine süreç hızlanacaktı. 14 Temmuz 1999'da yukarıda sayılan örgütler bir araya gelerek Emek Platformunu kuracaklar ve TÜRK-İŞ'in 24 Temmuz için hazırlığını yaptığı büyük işçi mitingine destek vereceklerdi. 400 bin emekçiyi Kızılay'da bir araya getiren bu "basın açıklaması" formatındaki miting, tarihi bir olaydı. 

Daha sonra 9.12.1999'da IMF'ye verilen Niyet Mektubu ile çok sıkı bir stand-by düzenlemesine gidilerek emeğin tüm kazanımlarının hedeflenmesi bardağı taşıran damlaydı. Kasım 2000 ve Şubat 2001'de IMF programının da katkılarıyla patlayan büyük iktisadi krize karşı iktidar IMF'ye daha fazla teslim olmak dışında seçenek sunamayınca, EP alternatif bir program oluşturma çalışmalarına girişecekti. Bunun hazırlayıcısı olan bir sempozyum 24-25 Mart 2001 tarihinde gerçekleştirilecek, Program da 28 Mart'ta kamuoyuna açıklanacaktı. 

Yazım sürecine Fikret Şenses ve Aziz Konukman ile birlikte benim de katkıda bulunduğum bu Program, EP bileşenleri tarafından kabul edilecek ve yaygın bir dağıtıma konu olacaktı. Bu sırada platformun dönem sözcülüğünü yapan TMMOB'nin ve başkanı Kaya Güvenç'in bu Programın ortaya çıkmasındaki katkıları kuşkusuz asıl belirleyici öğe olacaktı. TMMOB ile yakın temas halinde ama arka planda rol oynayan Bağımsız Sosyal Bilimciler ile Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin katkılarını da kuşkusuz ihmal etmemek gerekir.

EP'nin asıl eylemlilik döneminin 2002'de bir kırılma yaşamasının ikinci nedeni, Kasım 2002 seçimleriyle AKP'nin tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde ederek ve bu arada neoliberal idelojiye tam angaje olarak iktidara oturmasıydı. Önce Fazilet Partisi, 2001 sonrasında ise AKP ile ideolojik bütünlük içinde olan Hak-İş ve Memur-Sen yöneticilerinin, siyasi görüşlerinin iktidar olması hatta aralarından bazılarının AKP saflarından Meclis'e girmesi üzerine, iktidarın IMF/DB güdümünde neoliberal programı tam bir katılıkla uygulamasına karşı tavır alamaz duruma gelmişlerdi. EP, bu iki konfederasyonu bünyesinde taşımaya devam ederek, aslında platformun giderek dağılmasına seyirci kalmış olacaktır.

Bu bakımdan Kaya Güvenç'in "Emek Platformunun Belgeleri", s. 28'deki şu yorumuna katılmamak olanaksızdır: 
"EP bileşenlerinin siyasal alandaki farklılıkları ise siyasal yelpazenin tümünü kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında EP aynı zamanda tam bir zıtlıklar dünyasıdır! Bu durumun, yani siyasi görüş farklılıklarına karşın bir araya gelebilmenin önemli bir güç oluşturduğu şeklinde yaygın bir kanı oluşmuştu. Ben bu durumun EP’nin en zayıf halkası ve EP’nin dağılmasındaki temel etken olduğunu düşünüyorum. EP bileşenlerinin siyasi oluşumlarla ilişkileri olması yadırganacak bir durum değildir. Ancak iktidar partileriyle siyasal yakınlığın yıkıcı sonuçları oldu".

Şu saptamayı da ekleyelim: EP, zayıf bir iktidar koalisyonuna karşı kurulabilmiş ve eyleme geçebilmiş bir platformdur. Bünyesinde yeni iktidar (AKP) yanlısı bileşenler olmasaydı dahi, 366 milletvekiliyle Meclis'e girmiş ve arkasına yerli sermaye ve medya yanında uluslararası finans kuruluşlarının, ABD ve AB'nin tüm desteğini almış bir iktidar biçimi karşısında direniş gösterebilmesi için, çok daha kararlı ve radikal bir yapıya sahip olabilmesi gerekirdi.

EMEK PLATFORMU PROGRAMI
EP'nin bugüne kalan en önemli mirası EP Programı olmuştur. Neoliberal programdan keskin bir kopuşu öngören bu 11 sayfalık Program, emek kesiminin gerçek çıkarlarını seslendirmesine karşın, egemen ideolojinin ve siyasetin etkisindeki konfederasyonların sağ kanadının fazla benimseyebileceği bir nitelik taşımamıştır. Buna karşılık Program, meslek birliklerinde olduğu kadar işçi ve memur sendikaları konfederasyonlarının tabanında da olumlu yankılar bulmuş ve bu nedenle de Programa topluca sahip çıkılıyor görüntüsü verilmek durumunda kalınmıştır. Gerçi Mart 2001 itibariyle iktidarda olan DSP-MHP-ANAP koalisyonudur. EP bileşenleri arasında, Türkiye Kamu-Sen/MHP ilişkisi hariç, iktidarda bir karşılığı olan örgüt yoktur. 

Muhalefete gelince, o sırada AKP kurulmamıştır (14 Ağustos 2001'de kurulacak) ama Fazilet Partisi'nin kapatılması (22 Haziran 2001) dört gözle beklenmekte ve yeni parti hazırlığı yapılmaktadır. Dolayısıyla siyasal İslam çizgisine yakın EP bileşenleri için o dönemde iktidarın yıpratılması önceliklidir ve bunun için her türlü ittifak mübahtır. AKP ise hem dış ve iç destekleri çoğaltarak kendi toplum projesinde yol almak derdinde olduğundan, üstelik hem kendi felsefesine uygun gördüğünden hem de özelleştirmeler üzerinden büyük bir talan hazırlığı içinde olduğundan, Özal ve Çiller'den bile daha radikal bir neoliberalizm uygulayıcısı olacaktır.

2002 seçimlerinde Meclis'e giren iki partiden biri olacak olan CHP ise, başlangıçta EP Programından görece etkilenmiş bir siyasi formasyon görünümündedir ve nitekim seçim bildirisinin ilk versiyonu bunu yansıtmaktadır. Ancak İsmail Cem'in kurduğu Yeni Türkiye Partisi'ni rakip olmaktan çıkarmak için oradan Kemal Derviş'in CHP'ye transfer edilmesiyle birlikte bu seçim bildirgesi Derviş'e göre yeniden şekillendirilmiş ve EP Programından iyice uzaklaşılmıştır.

EP Programının bugün bile sistem içi partilerce benimsenmesi zordur. Programın temel ilkeleri ve politika önerileri arasında, "devletin küçültülmesi saplantısından vazgeçilmesi", "özelleştirmelerin derhal durdurulması", "planlama yetilerinin yeniden kazanılması", "sosyal devlet uygulamalarının tartışmasız bir biçimde hayata geçirilmesi", "ekonomik krizin hızla aşılabilmesi için iç ve kısa vadeli dış borç ödemelerinin uzun vadeye yayılması", "kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışlarının kontrol altına alınması" ve pek çok sayıda diğer köklü dönüşüm önerileri yer almaktaydı. Bunların pek çoğunun, örneğin son iki önerinin, bugün bile ancak sistem içi olmayan sol partiler tarafından savunulabileceği açıktır. 
EP Programı 2001 yılında siyasal formasyonların önüne emekten ve ülke bağımsızlığından yana radikal bir program seçeneği koymuştu. Ancak bu programın alıcısı olabilecek iktidar perspektifli bir siyasal oluşum ortada yoktu. 

Asıl sorun ise, bu programı gerçekten benimsemiş ve siyasi iktidar adaylarına dayatma gücünü harekete geçirebilmiş bir Emek Platformu'nun aslında hiç varolmamış olmasıydı.

Oğuz Oyan / SOL

2 Aralık 2019 Pazartesi

Yerbilimci Profesör Naci Görür’den Kanal İstanbul uyarısı.GÖÇER - YENİÇAĞ

Yerbilimci Prof. Dr. Naci Görür, Kanal İstanbul projesi için yapılacak kazıda, yaklaşık 1-1,5 milyar metreküp malzeme çıkacağını belirterek, bu durumun Marmara içerisinde adacıklar oluşturacağına işaret etti. Heyelan ve göçmeler yaşanacağına dikkat çeken Görür, “Marmara’nın içerisindeki aktif fay sistemi düşünülürse bu iş son derece riskli olacaktır.” dedi.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, tartışmalı Kanal İstanbul projesinin yol açacağı sonuçları madde madde sıraladı. Prof. Görür, depremde riskin artacağı ve Marmara Denizi’nin büyük zarar göreceği uyarısında bulundu.

Prof. Görür, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Değerli izleyicilerim. Bugünlerde Kanal İstanbul projesi tekrar konuşulmaya başlandı. Ben bugün sizleri aydınlatmak için bu projeyi yerbilimleri ve deprem açısından kısaca değerlendireceğim” dedi ve şunları sıraladı:

1 – PROJENİN AMACI: İstanbul Boğazında gemilere geçiş kolaylığı sağlamak, kazaları önlemek ve gelir sağlamaktır.

2- GÜZERGAH: Küçükçekmece-Terkos Gölü arasındaki vadi boyunca kazılacaktır. Tek bir geminin geçebileceği genişlik ve derinlikte olacaktır.


3-ZEMİN (Jeoloji): Kanal Küçük Çekmece yöresinde Miyosen ve daha genç, görece daha sorunlu zemini (çökelleri) kesecek ve kuzeye gittikçe Eosen-Oligosen yaşlı birimlerin içerisine girecektir. Bu zemin yer yer çok sert kireçtaşları ile görece daha yumuşak kiltaşı, silttaşı, kumtaşı ve marnlardan oluşmuştur. Kanalın Karadeniz’e girişi de çürük zeminden ibarettir. Bu kanal kazılırsa şu olumsuzlukların olması kaçınılmazdır:

a) Yaklaşık 1-1,5 milyar m3 malzeme kazılacaktır. Bu malzemenin kazılması yıllarca sürecek, kazıda iş makinalar ve patlayıcı kullanılacak dolayısıyla vadi ve çevresindeki ekosistem, fauna ve flora büyük ölçüde tahrip olacaktır.

b) Bu boyuttaki bir malzemenin herhangi bir yere serilmesi mümkün değildir. Bir ihtimalle Marmara içerisinde adacıklar oluşturulacaktır. Marmara’nın içerisindeki aktif fay sistemi düşünülürse bu iş son derece riskli olacaktır.

c) Kanalın kazılması esnasında zemin özelliklerine göre fazla kayma, heyelan ve göçmeler olacaktır.

d) Deniz seviyesine kadar kazılınca kanal bir drenaj sistemi olarak çalışacak ve kanal çevresindeki yeraltı su rezervuarlarını tahrip edecek ve yörede tuzlanmaya neden olacaktır.

e) Kanal ile Boğaz arasındaki bölge bir ada haline gelecek dolayısıyla tüm ulaşım sistemleri değişecek ve zorlaşacaktır. Özellikle Kanalı üstten geçecek yapılar irtifa, zemin koşulları nedeniyle daha riskli ve maliyetli olacaktır. Bu adanın Trakya’dan ayrılması askeri açıdan da riskli olabilecektir.

f) İstanbul deprem beklemektedir. Beklenen deprem gerçekleşirse Kanal’ın Marmara ağzı 9-10 şiddetinde etkilenebilecektir. Kanal gibi yatay ve düşey harekete sıfır toleranslı bir yapının bu depremden (veya sonrakilerden) ciddi hasarlar görmesi mümkündür.

g) Yetkililerin ifadesine göre Kanalın etrafında en az 3 milyonluk bir şehir oluşacaktır. Bu da deprem riskini artıracaktır. Fazla nüfus fazla can ve mal kaybı demektir.

h) Kanal dünyanın en kirli denizlerinden biri olan Karadeniz ile şu anda can çekişmekte olan Marmara’yı birleştirecektir. Orta Avrupa’nın tüm sanayi kirliliği bu vesile ile Marmara’ya dolacaktır.

I) Marmara’nın oşinografik sistemi bozulacak ve bu denizde oksijen tüketimi daha da hızlanacaktır. Bu da yaşam koşullarını daha da zorlaştıracaktır. 

Görüldüğü gibi böyle bir projenin getirisinden çok götürüsü vardır. Kaldı ki milyarlarca dolara mal olacak bu proje yerine ülkenin çok daha elzem olan işleri yapılabilir. Bu günün teknolojisi ile Boğaz’da trafik çok daha güvenli bir şekilde gözetim ve denetim altına alınabilir. Bu hem daha ucuz hem de ülke yararına olur.


YENİÇAĞ


28 Kasım 2019 Perşembe

Hocaların hocaları bu belgeselde buluştu: 'İKTİSATÇI' - (Söyleşi) Ozan Gündoğdu

Rakamlardan hesaplamalardan denklemlerden ibaretmiş gibi görünen iktisatçılık nasıl olur da herkesin izleyebileceği bir belgesel filme konu olabilir? Bu sorunun cevabı da aslında belgeselin anlattığı 6 iktisatçıda gizli.. Akademisyen Çiğdem Boz ile ‘İktisatçı’ belgeselini konuştuk.

Kendisi de iktisatçı olan akademisyen Çiğdem Boz, kendi imkanlarıyla çektiği 'İktisatçı' belgeseli üzerine BirGün'e konuştu. Belgesel, Korkut Boratav, Bilsay Kuruç, Oktay Türel, Tuncer Bulutay, Fikret Şenses ve Yılmaz Akyüz gibi isimlerin anlatımıyla hayat buluyor. 

Hepsinin isminin başına “hocaların hocası” sıfatı eklemekte fayda var. İktisadi bakış açıları tümden aynı olmasa da 6 isim de benzer kamucu, sosyal adaletçi ekollerden geliyor.
İşte mesleğin duayeni bu 6 isimle yapılan görüşmeler sanatçı bakış açısıyla harmanlandı ve ortaya “iktisatçı” çıktı. Detayları, belgeselin yönetmeni ve yapımcısı Çiğdem Boz ile konuştuk.

>> Türkiye’de belgeselcilik deyince pek azımızın aklına konu olarak iktisadı seçmek gelir. Siz hem iktisatçısınız hem de sinemacı. Mesleğinize dair böyle bir belgesel çekerken motivasyonunuz ne oldu?

İktisatçılığın son günlerde zihinlerde oluşturduğu biçim beni rahatsız etmeye başlamıştı. İktisatçı deyince hesap yapar, muhasebecidir, bankada çalışır, topluma dair bir şey söylemez, tarihe dair bir şey söylemez, yani özetle teknik bir alana sıkıştırılmıştır. Buna yıllardır, her ortamda itirazım vardı. Ben bu itirazlarımı derslerimde de paylaşıyordum, ancak öyle bir yere geldi ki “ya ben derdimi bilimle anlatamıyorum, bu böyle olmayacak, en iyisi film çekeyim” dedim.

>> Sonra da iktisatçı deyince akla gelen ilk isimlerle bir araya gelmek istediniz…
Mümkün olduğunca kıdemli iktisatçılarla görüşmek istedim, çünkü eski ve yeni Türkiye kıyasını da yapmak istiyordum. Belgeselde görüştüğümüz isimlerde neredeyse tümüyle üzerinde konsensüse varılmış isimlerdi. “Bunlar hep kamucu, planlamacı, sen taraf tutarak başlamışsın” itirazları aldım ama sanat zaten taraf tutmaktır.
Bir de Mülkiye’de (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) hocalarımız cübbelerini yere bırakınca o gün kararımı verdim.

>> Peki temel kurgu neydi? Siz aslında son 50 yılın Türkiye iktisat tarihini de işliyorsunuz anladığım kadarıyla?
Aslında bu hale nasıl geldik? Yani teknik, toplumdan ve onun gerçek sorunlarında uzak iktisat anlayışına nasıl geldik? Sadece GSYH verileriyle bir toplumu değerlendirme aşamasına nasıl geldik? Çünkü biz iktisadın temel konusu olan üretim, tüketim ve bölüşümü hiç konuşmaz hale geldik. Dünyadaki fındığın yüzde 70’ini biz üretiyoruz ama ben evime fındık alamıyorum, bunu kimse tartışmıyor.

>> İzleyiciler Türkiye iktisat tarihini hangi tarihten itibaren takip ediyorlar?
2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra başlıyoruz. Yani Bretton Woods sistemiyle. Dolayısıyla yaklaşık 35-40 yıllık bir bugüne göre biraz daha adil büyümenin olduğu refah devleti dönemiyle sonrasını karşılaştırma imkanı yakaladık. 1950’den bugünlere kadar geliyor.

>> Peki sadece iktisat mı konu? Bilsay Hoca DPT müsteşarı örneğin, bu isimler dönemin politik figürlerine de temas ediyorlar. İzleyiciler ülkenin politik tarihini de bir miktar da olsa takip edecek mi?
Tabii, Bilsay Hoca’nın hikayeleri gerçekten çok enteresan. OECD toplantıları, Demirel’le Ecevit’le görüşmeler, 24 Ocak kararlarına muhalefet… Canlı tarih açıkçası.

Mesela 24 Ocak sonrası devalüasyon yapılacak, DPT ekibi yani Bilsay Hocalar küçük bir rakam veriyorlar, Özal da diyor ki “ne istiyorlarsa iki katını ver”. Biz bu anlayışa yenik düştük diyor Bilsay Hoca. Gerçekten bu anlayış ülkeyi esir aldı. Mesela Bilsay Hoca’ya 12 Eylül’de sizi niye atmadılar, çünkü aynı ekolden geldiğiniz herkesi attılar diye sordum. Çok enteresan bir yanıt verdi: “ya o dönem ben müsteşarım, Evren de paşa, o dönem sık sık arardı beni, benim subaylarım askerlerim halkın arasında yaşaya yaşaya onlar gibi düşünmeye başladı, onlara bir lojman verin derdi. Bu kadar görüşüp talimat veriyoruz, herhalde ayıp olur diye atmadılar beni”

>> Bu ekip 1980 sonrası büyük bedeller ödüyorlar, bu konuda neler söylersiniz?
Bizim için Türkiye kendine has bir sosyal bilimler ekolu oluşturamadı derler ya, aslında 1960 sonrasında öyle derinlikli tartışmalar var ki böyle bir ekol kurulabilirmiş. Maalesef 1980 darbesiyle bunun önü kesiliyor. 6 ismin 3’ü zaten 1402’lik olduğu için akademiden uzaklaştırılıyor.

>> İki baskı dönemini de yaşamış isimler bunlar. 12 Eylül ile bugünü karşılaştırınca nasıl yorumluyorlar?
Bir kere bugünlerde üniversitedeki baskının çok daha acımasız olduğunu söylüyorlar. Hepsi 12 eylül süreci için “Her şeye rağmen biz hocaydık, bir saygınlığımız vardı” diyebiliyor. Bugünkü değersizleştirmeyle, vasatın el üstünde tutuluşuyla hiç kıyaslanır değil. Bir de parasızlar ve özel sektörden proje almaya çok karşılar. Yani üniversite dışında bir kuruma bankaya veya özel bir şirkete kendi birikimlerini para karşılığı sunmayı onurlarına yediremiyorlar. Bugünlerle kıyaslanınca çok yüksek bir etik değer.

Tabii şunu da eklemek gerekir, bugünkü KHK’li akademisyenlere göre daha iyi durumda olduklarını söylüyorlar. Ne olursa olsun, özel sektörde çalışabiliyorlar ya da yurtdışına gidebiliyorlar. Yani açlıkla terbiye etme bugün çok daha fazla.

>> Bugünkü iktisatçılığı nasıl değerlendirirsiniz peki? Çünkü belgeseli çekmedeki motivasyonunuz da mesleğin toplumdan uzaklaşmasıydı.
Bunu özellikle tüm hocalara sorduk. 1980 sonrası ekonomi politikaları değişince akademide de buna ayak uydurmak gerekiyor. Örneğin Bilsay Hoca ben eskiden doların ne kadar olacağı beni ilgilendirmiyordu diyor. Hal böyle olunca uzun dönemli kalkınma planları yapmak yerine kısa dönemli para politikaları popülerlik kazanıyor. 10 yıl sonrasının ülke ekonomisini planlamak yerine kısa dönemde finansal piyasalar yorumlanır oluyor.

Mesela Oktar Hoca da Bilsay Hoca da “1970’lerde Demirel bizle fabrikaları barajları konuşurdu, sonra iş çok değişti, Demirel bunları unuttu, finansal piyasaları sorar oldu” diyorlar.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

27 Kasım 2019 Çarşamba

8 yaşındaki Nil Göksel, 2019 Uluslararası Piyano Yarışması'nda birinci oldu - BİRGÜN

Avusturya'nın başkenti Viyana'da düzenlenen Edelweiss 2019 Uluslararası Piyano Yarışması'na Antalya'dan katılan 8 yaşındaki Nil Göksel, kendi yaş kategorisinde birinci oldu.


Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan açıklamaya göre, piyano eğitimine iki yıl önce Büyükşehir Belediyesi İsmail Baha Sürelsan Konservatuvarı'nda başlayan ve Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuvarı'nda devam eden Göksel, 22-24 Kasım'da gerçekleştirilen yarışmaya katıldı.

Çeşitli yaş gruplarından 16 ülkenin piyanistlerinin yer aldığı yarışmada, Göksel kendi yaş kategorisinde birincilik elde etti.

Aynı yarışmaya Antalya'dan katılan İpek Kara da ikinci sırada yer aldı.

Nil Göksel'in başarı tablosu
"Piyanonun altın kızı" olarak nitelendirilen Göksel, daha önce de Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı tarafından düzenlenen ''1. Uluslararası Rhapsody Piyano Festivali ve Yarışması"nda, İstanbul Pera Güzel Sanatlar Lisesi tarafından düzenlenen ''14. Uluslararası Pera Piyano Festivali'nde, İzmir Mozart Akademi tarafından düzenlenen ''5. Uluslararası Mozart Akademi Piyano Festivali'nde ve 17. Uluslararası Viva-Music" yarışmasında kendi kategorisinde birincilikler elde etti. 

BİRGÜN

Saygıya saygı verirseniz sevgi olur - KAAN SEZYUM

Bu satırları alt katta 6 haftadır bitmeyen tadilatın tam üzerinde yazıyorum. Şu anda balkonu plastik doğrama ile kapatıyorlar. Moda’da 13 küsur yıldır aynı binada oturunca ister istemez apartmandaki komşularımız da aramızdan ayrılıyor. Moda’da yaşayanlar genelde eskiden beri burada oturduğu için, şu binada kaldığım 13 yıl boyunca 4 tane çok sevdiğim komşumuzu yitirdik. Hepsi de harika insanlardı, hepsinin de mekânı cennet olsun.

Alt kattaki teyze de gidince bir gece, dairesi bir süre satılık olarak kaldı. Yaklaşık 3 ay sonra daire satıldı. Şimdi yeni sahibi Moda’da güzel bir yerde ev aldığı için evin içini de güzel bir hale getirmeye çalışıyor. Tabii normal hayatı olan insanlar için tadilat çok da endişelenecek bir durum değil. 6’da bitiyor, yani işe filan gidiyorsanız, sıkıntı yok. Ama üst katta yazarlık yapmaya çalışıyorsanız iş bambaşka boyutlara varıyor. Bazen matkap sesinden kafamın içi sütlaç gibi oluyor. Evde kendimi “Bi daha bana gürültü mürültü diye gelirlerse küfür ederim” filan diye bağırıyorum. Şu güne kadar hiçbir komşum da “Kaan Bey, kafamız şişti, müziği kısar mısınız?” diye gelmedi bana. Ses sevmiyorum zaten. Ama bundan sonra işlerin rengi değişecek. Bir benim mi başım kel? Belki biliyorsunuzdur 81 senesinden beri davul çalıyorum. Bateristim yani. Allah’a çok şükür güzel de davul setim var. Bundan sonra kuracağım seti salona, vurdukça vuracağım. Geceleri de, özellikle hafta sonları eve ne kadar it kopuk, serseri, badici, halterci, krosfitçi, metalci, rakçı, repçi, hipapçı arkadaşım var dolduracağım, Ezhel’inden Büyük Ev’ine, Gaye Su Akyol’dan, Kes’e sabaha kadar kafalarını şişireceğim…

Biliyorum bunları yapmayacağım ama 6’ıncı haftasını dolduran taktak ve matkap sesleri yüzünden gözlerim yuvalarında başka bir açıyla dönüyor artık. Ses ve gürültü ve inşaat İstanbul’un bize en çirkin armağanı. Kadıköy de şimdi bu armağandan bolca yararlanıyor. Özellikle Bağdat Caddesi bölgesi, neredeyse 100 metrede 4-5 mega inşaat görülen, dev bir şantiyeye dönüşmüş durumda. Artık şehir içinde hafriyat ya da beton kamyonları kazalara bile karışıyor. Nefes diye ciğerlerimize beton tozu çekiyoruz çok şükür. Sabredeceğim, geçecek… Bakalım alt kattaki gürültüler daha kaç gün sürecek.

Belgeselde bir kuş görmüştüm. Kuş araba alarmlarını, motor seslerini ve otoban gürültüsünü taklit edebiliyordu. Neredeyşe şu aralar o Amerikalı kuş gibi oldum. Mesela çok güzel HILTİ taklidi yapabiliyorum. Beton matkabını da bir yere kadar gerçeği kadar iyi taklit edebiliyorum. Benim için kuş sesi artık matkap sesi haline geldi. Şansıma apartmanın bulunduğu muhitte tanıdık kuşlar var. Şimdi alt kattaki gürültüden artık camımın önüne kadar gelmiyorlar ama akşam gündelik tadilat gürültüsü bitince yine benimle birlikte oluyorlar. Elimi uzatıyorum, elimden yiyiyorlar ekmeği, peyniri. Matkaba sinirlenip, kuş arkadaşlarımla sakinleşiyorum. Şu anda galiba harç karıyorlar. Fırrssh fırrşşh diye sesler geliyor.

Aslında şehirde çoğu yerde saygının azaldığından bahsedecektim...
Gençken Taksim’de barlarda çaldıktan sonra gece 4 gibi eve dönmek için Kadıköy dolmuşuna binerdik. O zamanlar eski Amerikan arabalarından devşirme dolmuşlar vardı. Rahat değillerdi, sıkışıktı ama kimse kimseye laf etmezdi. O saatte bile. Herkes birbirine saygı duyardı. Yanınıza hayat kadını da oturabilir, arkanızda feci sarhoş bir abi de olabilirdi ama kimse kimseye kötü bile bakmazdı. Sarhoş utangaç bir şekilde dilini toplayarak cüzdanını uzatır “Şundan bir kişi alabilir misiniz?” derdi. Şoför de müşterilerine saygılıydı.

Büyük şehirler büyüdükçe ilk saygı yok oluyor sanki. Onu da bir sonraki yazıda anlatırım. Saygılar, sevgiler.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

26 Kasım 2019 Salı

Got’tan Çernobil’e, Dark’tan Joker’e sürüklenen orta sınıf halleri - Serhat Halis / BİRGÜN

Sosyal katmanların genel eğiliminin; bir üst sınıf gibi olma, onun gibi yaşama ve onun gibi görünme isteğine dayandığı söylenebilir. Bu yüzden; kendisini, davranış örüntüleri aynı olan bir takımın parçası olarak hissetmek isteyen kentli birey, baskın olan üst sınıf sosyo-kültürel tavırlarını taklit eder.

Modern dönemlerde baskın sosyo-kültürel tavırların, büyük ölçüde üst sınıflara ait olduğu söylenebilir. Bu tavırların ise, üst sınıflara öykünen, orta ve yoksul sınıfların hızlı taklidiyle trendlere dönüştüğü gözlemlenir. Yani modern toplumda üst sınıf tavrı, yalnızca onun mensuplarının değil, onun gibi görünmek isteyen bütün bir orta sınıf ve yoksul kentli gençlerin tavrı haline dönüşüyor. Örneğin Gelenek’teki yazısında Mert, ‘özenti ve beklentinin, orta sınıfları kuşatan bir mefhum’1 olduğunu dillendiriyor. Gerçekten de, kentli orta ve yoksul sınıf tavrının, genel olarak popüler trendlere uyma üzerine kurulu bir ağı ifade ettiğinden bahsedilebilir.



Belirttiğimiz gibi popüler trendler neredeyse her zaman üst sınıflar tarafından belirleniyor. Şayet üst sınıflar, yoksul sınıflara ait kültürel bir görüngüyü, kendileri açısından kullanışlı bir popüler kültür fenomeni haline getirmezlerse; yoksul katmanların kültürel tavırları, hiçbir zaman popüler bir trend halini alamıyor. Örneğin yoksul insanın gündelik acılarını; melankolik ve kaderci bir dille anlatan arabesk müzik, üst sınıflar onu kullanışlı bir popüler kültür metası haline getirince ancak; orta sınıfların ilgisini çekmeye başlıyor ve ancak böylesi bir şarta bağlı olarak bir trende dönüşebiliyor.

Tam da bu noktada; “peki üst sınıfların kültürel tavırlarını belirleyen şey nedir” sorusuna cevap aramak durumunda kalıyoruz. Adorno’nun kavramsallaştırmasıyla bu, bireyin “toplumsal nesne” haline gelişinin önemli bir dinamosu olarak beliren “kültür endüstrisi” şeklinde karşımıza çıkıyor.
2 Bu bağlamda Kapitalist kültür endüstrisinin; üst sınıfların ve buna bağlı olarak orta sınıfların kültürel yönelimlerine rota çizdiği bilinen bir gerçek. Bununla beraber “kültür endüstrisinin”; üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine bağlı olarak şekil almış, temel bir ideolojik aygıt olduğu gerçeğini ortaya koymadan yapılan her tespit ise, bir noktada Marks’ın; camera obscura metaforuyla vurguladığı gibi, gerçeği tersinden yansıtıyor.

20. yüzyıl boyunca kapitalist kültür endüstrisinin, gelir ve eğitim seviyesi düşük geniş kitlelere sinema/film ile ulaştığı; eğitim seviyesi daha yüksek bireylere ise kitap-dergi ve akademiyle müdahale ettiği söylenebilir. Ancak son çeyrek asırda, teknolojideki gelişime de bağlı olarak durumun değiştiğinden bahsedilebilir. Zira bugün film endüstrisinin, toplumun tamamını etkileyebilecek bir içeriğe ve yayılım ağına sahip olduğunu görüyoruz. Bu süreçte eğitim seviyesi görece daha iyi olan üst-orta kentli sınıflar, film endüstrisinin temel hedef kitlesine dönüştü ve popüler filmler (artık kenar mahallenin ya da yoksul taşranın değil) kentli orta ve üst sınıfların, üzerine konuşacağı ve düşüneceği temel bir kültürel mefhum halini aldı. Buna üst sınıfların “entelektüel gerileyişi” de eklenince, olay daha tuhaf bir hal almaya başladı.

Örneğin film karakteriyle ya da filmin kendisiyle yoğun bir özdeşlik ilişkisi kurmak, genelde çocuklarda ve entelektüel açıdan zayıf kitlelerde görülürken; bu durum bugün kentli orta ve üst sınıflarda yaygınlaşan bir eğilim olarak karşımıza çıkmaya başladı. Mesela gündelik hayatta kimi durum ve meseleler, sıklıkla, belirli popüler filmlerdeki çeşitli olaylarla ilişkilendiriliyor. Yine pek çok örnekte kişilerin kendilerini film karakterleriyle özdeşleştirdiğini ve tavırlarını belirli ölçülerde buna göre şekillendirdiğini bile görüyoruz. Hatta ABD gibi kapitalist yozlaşmanın yoğunlaştığı merkezlerde, film karakterlerinden etkilenen bireylerin toplu katliamlar gerçekleştirdiği dahi görülüyor.

Buna mukabil; kent yaşamında, örneğin Game of Thrones dizisinin final bölümünün izleyiciyi tatmin etmeyişi bile, üzerine yoğun tartışmaların döndüğü bir gündem haline geliyor; gazetelerde ve ilgili ilgisiz pek çok yayın organında, Joker filmine dair haddinden fazla yazı yayınlanıyor; ya da Yüzüklerin Efendisi filmindeki repliklerin, gündelik hayatta ve hatta makale başlıklarında kullanılması olağan bir durum halini alıyor. Aynı şekilde günümüzde (özellikle büyük bütçeli dizi) filmlerin, kentli bireylerin sosyal aktivitelerinin ve sözlü münasebetlerinin önemli dinamolarından biri haline geldiğini görüyoruz. Kuşkusuz bu, kent hayatının kültürel trendlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve emekçi sınıflardan kaçmak isteyen birey, bu kaçışı sağlayabilecek en basit ve ulaşılabilir araç olarak, bu trende sarılıyor.

Örneğin Mert; “-medya eliyle- yaratılan özentiye sığınan ve her durumda proletaryadan uzaklaşmaya çalışan orta sınıflar belli açılardan zorlanmaktalar”3 diyerek, orta sınıfların proletaryadan kaçmaya endeksli, (üst sınıflara) özentili haline vurgu yapıyor. Kuşkusuz popüler olmuş herhangi bir film üzerine bir şeyler söyleme tavrı da, hem söyleyene orta-üst sınıf davranış örüntülerine sahip geniş bir grubun parçası olma hissi veriyor, hem de proletaryadan uzaklaşmış olmanın verdiği yapay bir rahatlama yaşatıyor.

Özellikle sosyal medyanın, belli başlı büyük bütçeli (Harry Potter, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi gibi) fantastik filmlerin merkezinde olduğu bir retorik ağ oluşturduğu söylenebilir. Böylelikle kendisini kentli üst-orta sınıfın bir parçası olarak görme eğiliminde olan genç bireyler, gündelik hayatta bu filmlerin etrafında dönen kültürel tavırları benimsemek için (farkında olmadan, ya da olarak) çaba harcamaya başlıyor. Bu kesimler, adeta bu retoriğin dışında kalma korkusu yaşıyor ve bu çemberin dışına düşmemek için gündemlerinin bir parçasını buna endeksliyor. Kuşkusuz bu, üst sınıf kültür atmosferinin dışına itilmek istemeyen kentli orta sınıfın, içinde bulunduğu yaygın bir kompleksi de ifade ediyor.

Sosyal medyada sıkça gördüğümüz Game of Thrones, The Walking Dead, Çernobil ve son dönemde Dark gibi Batı menşeli dizi filmlere dayalı edebiyatın bu boyutta yaygın olması, bunun bir göstergesi. Yine son günlerde Joker ve Parazit gibi dünya çapında ünlenmiş filmlerin etrafında dönen yoğun tartışma ağı da bununla ilişkili olsa gerek. Tüm bu filmleri birer sanat eseri olarak değerlendirsek bile, üzerine bu kadar muhabbetin dönmesi, oldukça şaşırtıcı. Üstelik aynı anda on binlerce insanın, şu veya bu şekilde bir “sanat eseri” üzerine konuşması/kafa yorması, Türkiye gibi Ortadoğulu eğilimleri ağır basan toplumların kültürel doğasına ve eğitim eşiğine aykırı.

Çok açık ki buradaki tavır, tamamen popüler bir trend dalgasınca sürüklenme halini ifade ediyor. Bu halin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, bilgiye sahip olmak için gerekli okuma edimini bir tarafa atıp, bu yöndeki boşluğu film izleyerek doldurma olgusu olarak karşımıza çıkıyor. Evet, bugün okuma ediminden yoksun geniş yığınlar, filmlerin onlara anlattıklarıyla bilgilenmeye çalışıyor. Bu ise Çernobil dizisinde olduğu gibi, kapitalist kültür endüstrisinin herhangi bir olayı ya da olguyu, belirli bir çerçeveden anlatan öznel yaklaşımı nedeniyle, geniş cahil yığınları yeniden ve yeniden üretiyor.

Serhat Halis / BİRGÜN

1 Ali Mert, “Huzur ve Güven Arayan Orta Sınıflar Çürümenin de Ortasındalar”, Gelenek, sayı 87, Temmuz 2006.

2 Theodor Adorno & Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2010 İstanbul.

3 Ali Mert, “Huzur ve Güven Arayan Orta Sınıflar Çürümenin de Ortasındalar”, Gelenek, sayı 87, Temmuz 2006.

TSBD ve 16. Sosyal Bilimler Kongresi - OĞUZ OYAN

Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) 1967 yılında kuruldu. Yarım yüzyılı geride bıraktı. Türkiye'de bu kadar uzun ömürlü dernek azdır. Özellikle de, bilimsel etkinliklerin özgürce gerçekleştirilmesini, eleştirel konumu elden bırakmaksızın destekleme ve geliştirme hedefini adeta adanmış bir özveriyle ve ödünsüz bir kararlılıkla benimseyeni ve sürdürebileni pek azdır.

TSBD, ilkini 1980 yılında gerçekleştirdiği ancak 12 Eylül darbesi nedeniyle ara vermek durumunda kaldığı "ulusal sosyal bilimler kongrelerini" (kısaca kongreler) 1989 sonrasında düzenli aralıklarla sürdürüyor. 1995'ten itibaren bu kongreler iki yılda bir sıklığıyla gerçekleştiriliyor. Bu etkinlik giderek TSBD'nin en önemli ve düzenli etkinliği konumuna terfi ediyor. 

Dernek yönetimleri bu etkinlik için tamamen amatör bir ruhla sorumluluk üstleniyor. Kongrelerin bilimsel özgürlük ortamına müdahale etmeyecek şekilde kurumlardan maddi destekler alındığı da oluyor. Ama son zamanlarda bu desteklerde dönemin ruhuna uygun geri çekilmeler meydana geldiği için, son iki kongredir katılımcılardan da -belirli istisnalar korunarak- küçük katkı payları alınmaya başlanması, bu Kongrelerin amatör ruhuna halel getirmiyor. Tam tersine, hem TSBD'nin hem de Kongrelere katılan sosyal bilimcilerin bağımsız ve özgür varoluşuna destek veriyor.

TSBD, Türkiye'deki üniversitelerin (üniversite enflasyonunun ulaştığı son sayı şimdilerde 206) gündemine hiç girmemiş önemli bir misyonu da yıllardır yerine getiriyor: Türkiye üniversitelerinin tüm sosyal bilimcilerini başkent Ankara'da ODTÜ yerleşkesinde buluşturuyor. Üstelik bu buluşturmayı sıradan olmaktan çıkaran birçok özelliği de içinde barındırarak: 

(i) Türkiye'nin sosyal bilimler alanında en kapsamlı bilimsel kongreleri, amatör ruhlu bir dernek olan TSBD tarafından gerçekleştiriliyor; 
(ii) Bilimsel kongrelere daha aşina sayılabilecek gelişkin kentlerin gelişkin üniversiteleri dışındaki Anadolu ve Trakya üniversitelerinden gelen araştırmacılar uzun süredir katılımcıların çoğunluğunu oluşturuyor; 
(iii) Genç akademisyenler/araştırmacılar bu Kongrelerde uzun süredir katılımcıların ana gövdesini oluşturuyor; 
(iv) Üniversite dışından araştırmacılar da Kongrelerde kendilerine yer bulabiliyor ve bildirilerini tartışmaya açabiliyorlar; 
(v) Son yıllarda iktidarın hukuk tanımaz baskılarıyla üniversitelerinden uzaklaştırılan/ emekliliğe zorlanan ve hatta bazen üniversite yerleşkesine adım atmaları bile engellenebilen akademisyenler, bu Kongreler aracılığıyla bilimsel temaslarını yeniden kurabiliyor ve üretken faaliyetlerine moral teşvikler bulabiliyorlar.

***

Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nin 16'ncısı da bugünden başlayarak üç gün boyunca (26-28 Kasım 2019) ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi'nde yoğun bir katılımla gerçekleştiriliyor. Ortak başlık aldığı için tek oturum sırası verilen ama gerçekte 2 ila 4 ayrı oturumu kapsayanları ayrı ayrı sayarsak, Kongre'de 91 oturumda 400'e yakın bildiri tartışmaya sunuluyor. Ortak bildiri sunan araştırmacılar (bu Kongre'de bunda da ciddi artış gözüküyor) ayrı ayrı dikkate alınırsa, Kongre'ye aktif katkı veren bilim insanlarının sayısı 500 civarına yükseliyor. (Bu sayıya, oturum başkanları dahil değil). 

Katılım bu denli yoğun olunca, bildirilerin paralel oturumlarda aynı zaman dilimlerinde sunulması şart oluyor. Bu yıl saat 17:15 sonrasında salonların kullanılamaması nedeniyle, paralel 8-9 oturum yerine 10 oturuma çıkılmış durumda. Kongre Düzenleme Kurulu mümkün olduğu ölçüde benzer konuları aynı zaman diliminde çakıştırmamaya özen gösterse de, bunun tam anlamıyla gerçekleştirilmesinin maddi sınırları oluyor. Yalnızca ortak başlık altında birbirini izleyen saat dilimlerini kullananlar (bunları esas olarak katılımcılar kendileri öneriyorlar) bu çakışmalardan kurtulabiliyorlar. Diğerleri için, bir salondan diğerine koşuşturmalar bu yıl da yaşanacak demektir. Ama bunun dahi Kongre'nin zevkli alışkanlıkları içine girdiğini belirtebiliriz.

Bildirilerin tematik içerikleri, bu yazıda gruplandırılarak sayılamayacak denli çeşitli. Ama emeğin türlü halleri üzerine sunulan bildiriler, emeğin üretim ve bölüşüm ilişkileri içindeki farklı konumlarını, toplumsal cinsiyet ve tarihsel perspektif bağlamı da dahil olmak üzere araştıranlar bu Kongre'de de ağırlıklı durumda. Kadın emeği, kadın istihdamı, göçmenlerin/ sığınmacıların emek piyasasındaki konumları bu yıl biraz daha ilgi gören konular arasında. Geç Osmanlı-erken Cumhuriyet iktisat tarihinden bugünkü ekonomik kriz koşullarına; bugünkü metalaşma ilişkileri ve kentsel mekanın düzenlenmesinden sosyalist gelecek ve planlamaya; devlet, sermaye, sınıf, popülizm, milliyetçilik ve demokrasi tartışmalarından hak mücadeleleri ve stratejilerine; dünyadaki gelişmelerden Türkiye'nin dış politika sorunlarına; Türkiye'de din ve laiklik incelemelerinden eğitim sorunsalına; sanayi ve tarım politikalarından enerji politikalarına; cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminden yönetim sorunsalının ütopyacı yansımalarına ve kooperatif örgütlenmelere ve benzeri birçok alanda zengin tartışmalara aday bildiriler yelpazesi söz konusudur. 

Artık gelenekselleşen bir saygı duruşu duyarlılığı bu Kongre'de de gösterilmekte ve geçen kongreden bu yana aramızdan ayrılan değerli bilim insanları anısına oturumlar düzenlenmektedir. Bu yıl bu kapsamda, Doğan Ergun, Nuray Ergüneş, Cevat Geray, Mümtaz Soysal ve TSBD eski başkanlarından Bozkurt Güvenç anılmaktadır. 

Kongre'nin açılış bildirisinin sunumundan sonra, artık gelenekselleşen Genç Sosyal Bilimciler Ödül Töreni ve onu takiben Behice Boran Özel Ödül Töreni yapılacaktır.

Kongre'ye başından sonuna katılanların bile oturumların hepsini birden izlemesi mümkün değildir ama sonradan TSBD web sitesini ziyaret ederek veya TSBD ile doğrudan ilişki kurarak daha geniş bir bilgi edinme bağlantısı kurulabilecektir. Kongre programının ayrıntılı dökümüne de gene TSBD web sitesinden erişilebilmektedir. Haydi herkes Kongre'ye...

Oğuz Oyan / SOL