31 Aralık 2019 Salı

Yıl biterken ülkelerin birinde - OĞUZ OYAN

Yalanın binbir türünün sürekli tedavülde tutulduğu bir ülkede yaşıyoruz. O kadar ki, "yalandan kim ölmüş?" fırsatçı özdeyişi bile bu ülkenin necip halkının tarihsel pratiğinden damıtılarak türemiştir. 

Bu bakımdan bir yıldan diğerine fark olmamalı belki; ama sanki bu iktidar döneminde yalanların kuyrukları yıldan yıla uzuyor gibi. 2018 Haziranından itibaren Türk usulü başkanlık rejimiyle birlikte aşırı kaslı bir monolitik düzenin yapılandırılması sonrasında rejimin iç-ayar mekanizmaları da tümden çökünce, yani majestelerinin ağzından çıkan kanun olmaya ve hiç sorgulanmamaya, bilhassa İslamcı rejimin oy tabanı da gerilemeye başlayınca, yalan üretim merkezlerine olan gereksinim artmış görünüyor belli ki. Zaten bugünler öngörülerek hazırlıklar 2018 öncesinden yapılmış, sermaye medyası büyük bölümüyle satın alınmıştı. 

YEREL SEÇİMLER VE 'KANAL İSTANBUL'
2019'a Türkiye açısından damga vuran olay Yerel Yönetim Seçimleri olmuştu. Birincisi Mart'ta Türkiye çapındaydı; ikincisi, Türkiye'nin mikro-kozmosu olan İstanbul çapında. İktidar partisi her ikisinin de kaybedeniydi. İşi burada bırakması mümkün değildi. Yerel yönetimlerin yetkilerinin kısıtlanması; imar haklarının ve şehir planlamalarının (akıllı kent girişimi vs.) merkeze kaydırılması; meclis çoğunluğu iktidar partilerindeyse bunun üzerinden kararlara ve bürokrat atamalarına parti-devletinden müdahaleler yapılması; büyük çaplı yerel yatırımların ve bunlar için bulunan dış kredilerin merkezi onay süreçlerini tıkayarak "iş yaptırmama" kozunun kullanılması; İstanbul kanalı gibi akla ziyan bir projeye haklı itirazlar yönelten ilin belediye başkanına "işine bak, otur oturduğun yerde" gibi lâtif hitaplarla aba altından sopa gösterilmesi; kimi belediye başkanlarının henüz yıl bitmeden sorgusuz/yargısız görevden alınmaları ve yerlerine yasa gereği belediye meclisleri içinden geçici başkan vekili seçilmesi hükmüne uyulmayarak dizginlerin doğrudan Saray'a bağlanması gibi müdahaleler günlük uygulamalara dönüşmüştü. 

"İstanbul Kanalı" üzerinden kendi seçmenlerini Büyükşehir Belediye başkanına karşı harekete geçirmeye çalışan Saray baş erkânının "zaten İstanbul seçimlerini biz kazanmıştık, kanıtı da belediye meclis çoğunluğunun bizde olmasıdır" mealindeki, ettiği yemine çok yakışır tarafsızlıktaki tespitinin hangi türe girdiğinin; bu arada bu "milli projenin" hangi Atlantik-ötesi fikri temellere dayandığının değerlendirmesini -değerli dostumuz Tarık Şengül Hoca'nın 28 Aralık 2019 tarihli Birgün'deki analizini de ihmal etmeden- okuyucuya bırakalım. 

Ama şu "Meclis çoğunluğu" meselesi üzerine 30 Haziran 2019 tarihli Birgün Pazar yazımızdan küçük bir anımsatma yaparak: "2972 sayılı Mahalli İdareler Hakkında Kanunun 5. Maddesinde belediye meclislerinin üye sayısı beldenin nüfus büyüklüğüne göre (orantılı olmasına bakılmaksızın) düzenlenmektedir. Buna göre örneğin nüfusu 10 bine kadar olan beldelerde meclis üye sayısı dokuz iken, 500 bin ile 1 milyon arasındakilerde 45 ve nihayet 1 milyonu aşanlarda 55’tir. Sadece 10 bin ile 1 milyon eşikleri karşılaştırılırsa nüfus büyüklükleri arasında 100 kat fark varken, 9 üyeli ile 55 üyeli belediye meclisleri arasında yaklaşık 6 kat fark vardır. 
Asıl sorun, bu dağılım esas alınarak “büyükşehir belediye meclisine katılacak üye sayısı” saptanmak istendiğinde ortaya çıkmaktadır. Aynı kanunun 6. maddesi, “Büyük şehir belediye meclisleri belediye hudutları içinde kalan ilçe seçim çevreleri için tespit edilen belediye meclisleri üye sayısının her ilçe için beşte biri alınmak suretiyle bulunacak toplam sayı kadar üyeden teşekkül eder” düzenlemesini getirmektedir. 

Bu durum düşük nüfuslu ilçelerin büyükşehir meclislerinde aşırı temsiline yol açmaktadır. Örneğin 10 bin nüfuslu bir belde büyükşehir meclisinde 2 üyeyle temsil edilirken, 1 milyonu aşkın beldenin temsil sayısı sadece 11’dir. Birincisinde her beş bin nüfusa, ikincisinde her 100 bini aşkın nüfusa bir büyükşehir meclis üyesi düşmektedir. Üstelik, her beldenin belediye başkanı da doğrudan büyükşehir belediye meclisi üyesi olduğundan temsilde adalet daha da bozulmaktadır. Daha kırsal ve daha muhafazakâr nüfusa sahip çevre ilçelerin büyükşehir meclisinde çoğunluğu sağlamaları kolaylaşmaktadır.

Demek ki neymiş? 

Belediye başkanlığını kaybettiğiniz ve aslında Meclis üyeleri oylamasında da toplamda geriye düştüğünüz bir kentte/ilde, kötü düzenlenmiş bir temsil düzeneğiyle büyükşehir meclis çoğunluğuna el koyabilirmişsiniz. Bu düzenlemeyi en çok istismar eden de AKP zihniyetidir. RTE yüzde 24 oyla İstanbul BBB seçildiğinde kendisine yapılmayanı, şimdi yüzde 54'le gelen bir BBB'na uygulamakta etik bir sorun görmemektedir!

'MİLLİ VE YERLİ' OTO 
Kuyrukluların ortada cirit attığı bir başka olay, bugünlerde hareketlenen şu "ikinci çılgın proje" kıvamındaki "milli ve yerli" oto hikâyesi olmalı. Büyük şovla sunuşu yapılan İtalyan tasarımı modellerin 2017 yılında Çin'de bir fuarda tanıtımı yapılan modellerle aynı olduğu gibi iddiaları, bu iktidarın başarılarını çekemeyen kem gözlerden kaynaklandığına atfedelim. 

Bizim derdimiz daha temel konularda olsun:
(i) Dünya pazarında varlığını koruyabilmek için Fiat-Chrysler ortaklığı ile Peugeot-Citroen ortaklığının bile yüzde ellişer payla birleşmek zorunda kaldığı, rekabetçi üretim düzeyinin yıllık minimum  5-10 milyon araç aralığına taşındığı bir dünyada, beş yıl sonraki maksimum kapasitesi 175 bin olarak ilan edilen ve bu kapasiteye ulaşması dahi asla mümkün olmayan bir girişimin ayakta durabilmesi olasılığı sıfırdır. Bunun artık tâli sayılabilecek bir nedeni de, modellerin D segmentinde yer alacak gözükmesidir. Buradaki rekabet hem daha yüksek teknoloji temellidir, hem de pazar payı çok daha küçüktür. Türkiye'de halkın alım gücüne hitap edebilecek bir model B segmentinde ama daha düşük fiyat aralığında kalmayı gerektirirdi. Ama bunun tarihi fırsatları çok önceden kaçırılmıştır. Devrim değilse bile Anadol bunun denendiği bir örnekti.

(ii) Bu koşullarda "yerli markalı" araba üretme ısrarı, ülkeye Jet Fadıl'ın "İmza" modeli sahtekârlığından çok daha pahalıya patlayacaktır. Jetpa sadece kandırdığı "pay ortaklarına" zarar vermişti; ama şimdi biz kanmayanlar ve karşı çıkanlar dahi bu girdabın içine çekilmek ve faturayı ödemek zorunda kalacağız. Havada uçuşan 22 milyar TL'lik maliyet gibi rakamlar var. Bu rakama devletin bol kepçe teşvikleri dâhil mi hariç mi bilmiyoruz. Bildiğimiz, fırsatçı sermayedar kesimimizden Kanal İstanbul'un üçte birine denk gelen böyle bir kaynak çıkmayacağı ve sonucu hüsran olacak bir proje kumarının sadece devlet kaynakları üzerinden oynayacağıdır. 

Özetle, majestelerinin siyasi ihtirasları ve seçmen tavlama yöntemleri uğruna boş bir prestij projesine kamu kaynakları bir mirasyedi mantığıyla hovardaca tahsis edilecek, bundan en fazla nemalananlar da bu geçici heveste Türkiye'ye dışardan parça tedarik edenler olacaktır. 

2020'YE SAVAŞ TEZKERESİYLE GİRMEK
2019 yılı Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcının 100. yıldönümüydü. 2020 yılı ise hem Sèvres'in imzalanışının hem de bu emperyalist paylaşım belgesini tarihin çöplüğüne atacak TBMM'nin kuruluşunun 100. yıldönümü olacaktır. Böyle bir yıldönümüne Tayyibistan Cumhuriyeti olarak girmek ne kadar hazinse, Libya iç savaşına İhvancı iktidar kanadı lehine TSK'nın doğrudan müdahalesini düzenleyecek bir savaş tezkeresinin yılın ikinci günü Gazi Meclis'e sunulacak olması da o kadar hazindir.

Üstelik bu tezkere, "BM'nin tanıdığı bir hükümet söz konusuysa, davet edildiğimiz yere gideriz, edilmezsek gitmeyiz", çıkışının kofluğu ve çelişkisi altında görüşülecektir. Suriye topraklarına BM'nin tanıdığı Esad iktidarının daveti olmadan üç kez girip kalıcı olan; Libya'da toprakların üçte ikisini elinde tutan ve daha fazla dış desteğe sahip olana iktidar kanadına "asi/darbeci" derken, Suriye'deki cihatçı çeteleri sözde siyasi muhatap sayan bir zihniyet, halkı aldatmanın suç sayılmadığı ve siyasi bedelinin olmadığı bir ülkede yaşayabilirdi ancak.
Ama bütün bunlar artık görünür olmaya başladığı için ikidarın zemini sürekli aşınmaktadır. Zararın neresinden dönülse kârdır deniliyorsa, bu bile baş zararlının siyasi ömrünü bitirmeden olmaz derim.

2020 DİLEKLERİ
Bu yazı soL Portal'a bu yıl yazdığım 52. yazı. Oysa bir hafta yazmamıştım! Takvim bunun basit nedenini söylüyor: 2019 Salı ile başlayıp Salı ile bitiyor... Ve bendeniz yıl sonlarını yazı masamda tamamlıyorum!

2020'nin 2019'dan daha iç açıcı şeyler vaat etmediği görülüyor. Ama iyi dilekleri eksik etmemek gerek. 

Önce kişisel düzlemde olanlar: Herkes, bilhassa İslamcı faşist rejime direnenler sağlıkta olsunlar; bu iktidarla daha işimiz var. Ama bu yetmez, baskılara/sömürüye boyun eğmeyenler daha örgütlü de olmalılar. soL Haber Portalı okurlarının yeni yıllarını bu dileklerle kutluyorum. 

Oğuz Oyan / SOL

29 Aralık 2019 Pazar

Boyun eğme örgütlen ! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Sevgili okurlarım, hep birlikte bir yılı daha bitirdik. Kim bilebilir daha kaç gün doğumu, daha kaç günbatımı göreceğiz? 

Kim bilebilir? 

Böyle söze başlayınca hüzünlü, karanlık bir yazı yazacağımı düşündünüz, öyle olmayacak. Aksine sizlere rengârenk bir günden söz edeceğim, beni sevince boğan, 68 yılının o güzel günlerine götüren, umudu yeniden yanı başıma çağıran bir günden.


Bostancı Gösteri Merkezi’ndeyim, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yeni yılı kutlama ve yeniden umudu yaşatma şenliğindeyim. Az önce gencecik liselilerle yürüdüm, kızlar ne kadar güzeldi; erkekler ne kadar şefkatli. Ve ellerindeki kızıl bayraklar epeydir görmediğim bir kızıl deniz oluşturuyordu.

Merkezin içi daha da güzeldi. Stadyum gibi büyük bir alan kırmızı bayraklarla donatılmıştı. Her şey kırmızıydı, kızıldı. Kutlama töreni başladı, çok şükür, çok şükür sahnede sunucu yoktu. Gittiğim festivallerde, toplantılarda bu sunucu meselesini takıntı yapan biri olarak (sunucular sunucu olduklarını unutup esas oğlan ya da esas kız olmayı seviyorlar.) bu durum çok hoşuma gitti. 

Töreni Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Yapıcalar Orkestrası açtı ve ardından işin en şenlikli kısmı başladı: Sahnenin iki yanındaki kurulmuş dev barkovizyonlarda İstanbul’un kadın erkek işçileri, öğrenciler,işsizler konuşmaya başladı. Öyle sakin öyle alçakgönüllü konuşmalar kulağıma geliyordu ki, bugünlerde işçilerle ilgili bir seri yazı dizisi yapmaya anında karar verdim. 

Gencecik, gülümseyen yüzüyle bir kafe çalışanı şöyle diyordu: Benim çok bir şey istediğim yok, çalışma saatlerim belli olsun, emeğimin parası vaktinde ödensin ve ben küçücük evime gittiğimde, kitabımı, gazetemi gönül rahatlığıyla okuyabileyim. Yanında sıcak bir kahvede iyi olur. 

İşçilerin konuşmaları devam ediyor, kıvır kıvır saçlı genç bir kadın Ben diyor, hiçbir şey bilmiyormuşum. Her yerde çalıştım, çalışmaktan yılmam; tuvalet de temizledim, yemek de yaptım. Son işim tekstildeydi. Biz, para yetmediği için sürekli avans çekeriz, bir gün patron hepimizi çağırdı ‘Şu kâğıdı imzalayın!’ diye emir verdi. Kâğıtta avans için çektiğimiz para tazminat olarak görünüyordu ve bizi işten çıkarıyordu. Şaşırmıştık, bir iki kişi imzaladı ve birden arkalardan bir ses geldi‘İmzalamayın!’ Daha da şaşırmıştım ama imzalamadık. Bizi uyaran arkadaş daha sonra yanına avukatları da alarak patrona dava açtı. Bu orada onun için komünist diyorlardı ama iyi bir insandı. Dürüsttü. Sonunda patron hep bizleri işe geri aldı, hem de mağduriyet parası ödedi. Böylece partimle tanıştım, önce ben gittim semt evlerine sonra kocamı ikna ettim. Hiç olmadığım kadar mutluyum çünkü semt evleri sayesinde ilk kez kocam ve çocuklarımla birlikte bir film izledim. Çocukluğumda babam bizi sinemaya götürür ve mutlaka frugo alırdı, ben de çocuklarıma frugo aldım.

Konuşmalar devam ederken şair Nihat Behram bu kör düzene karşı duyduğu öfkeyi, zamansız ölümlerin getirdiği acıyı anlatan şiiriyle gençlere sesleniyor: Boyun Eğme! Yırt üstündeki karanlık örtüyü!

Ve bir kadın çıkıyor sahneye, adı Gülcan Altan. Bilenler biliyor ama ben onu çok geç tanıdım, kusur bende. Bu Gürcan acayip bir şarkıcı. Önce diktatör Salazar  döneminde Portekiz partizanlarının yürüyüş marşını Portekizce öyle içten, öyle çığlık çığlığa söylüyor ki bu kızıl alanda hemen yanı başımızda partizanlar yürüyor, şarkının Türkçe sözleri barkovizyonda, dayanmak mümkün değil, hep birlikte söylüyoruz.

Sonra Portekiz Komünist Parti Başkanı’nın sesi duyuluyor. Hepimize Portekiz’den selam yolluyor. Gülcan şimdi komik ve neşeli bir Kazan şarkısına başlıyor, hani kalkıp oynamak var. Bu Kazak kızı nasıl da işveli ve Rusya’dan selamımız var. Ardından Latin Amerika’ya geçiyoruz ve hepimizin bildiği Comandante CHE Guevara marşı başlıyor. 

Şimdi hangi ulus bize seslenecek derken, Enver Aysever Memleket Nâzım Hikmet” diyerek söze başlıyor ve görüntüler eşliğinde Komünist Nâzım Hikmet’i anlatıyor. Ne zaman Nâzım Hikmet’in yaşamöyküsünü duysam gözyaşlarıma engel olamam. Şimdi de olmuyorum.

Şimdi sahnede birlikte dava yarıştırdığımız sevgili dostum Orhan Aydın var ve yumruklarını sıkmış Nâzım Hikmet’in “Seni düşünüyorum TKP’m Benim” şiirini okuyor. Salon coşmuş, sıra konuşmacılarda. Konuşmacılar Kemal Okuyan  ve  Aydemir Güler son derece sade, neden bir işçi partisine ihtiyaç vardır ve sloganların önemini anlatıyorlar ve bütün salon söz veriyor: “2020’de daha çok direniş, daha çok işçi katılımı, daha çok semt evleri ve daha çok çalışmak için!

Efendim, arada direnişlere gidin, kutlamalara gidin, inanın içiniz ısınacak. Ben herkese neşeli ve aşk dolu bir yıl diliyorum.

IŞIL ÖZGENTÜRK / CUMHURİYET

28 Aralık 2019 Cumartesi

Kurt bakışlı, lale nakışlı yerli İtalyan - ERK ACARER

Yerine oturmayan klişelerle ‘Yerlilik-Millilik’ oyununa devam. 
“Nuri Demirağ’ın uçak üretmesine engel olan, Devrim otomobili sabote eden zihniyet…” Zannedersiniz ki ülke sevgisi kendilerine patentli, ülke anahtarı ceplerinde. Asgari ücrete yapılan ‘jest’ ile sefalet sınırı tescili, İdlib’teki cihadistin Libya’ya transferi gibi önemli meseleler ortadayken…

Varsa yoksa iki gündem; malum biri Kanal İstanbul diğeri milli otomobil. 

Kurt bakışlı, lale nakışlı yerli İtalyan’a ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre fabrika Bursa’da olacak, 4 bin 323 kişi istihdam edilecek, 5 farklı modelde yıllık 175 bin adet üretilecek(miş)!

Tasarımı İtalya’dan getirildi, gösterge paneli İngilizce. Ön ızgara ve cam düğmelerinde ise lale figürü göze çarpıyor. ‘Arabesk’ tanımı konsepte uygun. 

Amblemi ‘T’. Türkiye vurgusu… Tabii başka şeylere de yormak mümkün. Sosyal medyada ‘Yerli’ye isim önerileri sıralandı. ‘Şahsım 1453’ eğlenceliydi.

26 Aralık’ta heyecan yükseldi! Boğaz Köprüsü’nden çarşafla geçti. Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu (TOGG) tarafından servis edilen iki görüntüden biri bu geçişe aitti. Saati dikkat çekti: 14:53. Diğer fotoğraf saat 19:23’te paylaşıldı, aracın iç tasarımı görülüyordu. İki saatle İstanbul’un fethi ve Cumhuriyet’in kuruluşuna vurgu yapılıyordu.

JET FADIL DA AYNI GÖNDERMELERİ YAPMIŞTI

Gönderme fikri parlak gibi görünüyordu ancak bu da ‘alıntıydı.’ Hem de nereden biliyor musunuz, nam-ı diğer Jet Fadıl, Fadıl Akgündüz’den. Jet Otomobil Pazarlama (JetPA) Akgündüz tarafından 96’da Siirt’te kuruldu. Şirket bir yandan Proton markasının çeşitli modellerini ithal ederken diğer yandan da yerli otomobil üretimi kararı aldı.

‘İmza’ adlı otomobil projesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700’üncü yılı olan 1999’un Cumhuriyet Bayramı’nda İstanbul Harbiye’deki Lütfi Kırdar Salonu’nda tanıtıldı. Proje için Avrupa’da yaşayan yurttaşlardan katkı payı ortaklığına dayalı, ‘İslami değerlere uygun’ para toplanmıştı. İzledik, ilginç bir lansmandı.

Portakal ve vişne suyu sel olup aktı, alkollü içecek sunulmadı. Lansmana magazin diliyle moda, iş, sanat ve spor dünyasının ünlü simaları katıldı. Bir yandan da Siirt JetPA adlı kulüp kuran ve buna servet harcayan Akgündüz, İmza’nın tanıtımında futbolcular Sergen Yalçın ve bugün AKP vekili olan Alpay Özalan’la güven aşılıyordu.

Show TV’sinden ATV’sine, TGRT’sinden Kanal 7’sine birçok kanalın canlı yayımladığı lansmanda elimize, içinde bloknot ve kalem olan bir evrak çantası tutuşturup yolladılar. Hepsinde Osmanlı tuğrası ve lale çağrıştıran ‘İmza’ logosu vardı. O günlerden geriye, üzerinde ‘Fadılzedeler’ yazan bir otobüs kaldı.

Fadıl Akgündüz, “Fabrikayı engellediler” dedi. Yeni projelerle para toplamaya devam etti. Aslında 99 yılındaki o lansman, sadece otomobil değil, ‘Yeni Türkiye’nin de küçük bir prototipiydi. Kimse anlamadı. 2020’ye gireceğiz. Bizde ilerleme dedikleri ‘Araba sevdası.’

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı elektrikli, lale motifli, İngilizce panelli, kurt bakışlı yerli İtalyan’ın lansmanı Gebze’deki Bilişim Vadisi’nde yapıldı. İlk siparişi de ‘şahsı’ verdi. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, “60 yıllık rüya gerçek oldu” dedi. TOBB ve TOGG Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ise ilk aracın 2022’de banttan çıkmış olacağı aktardı.

Ergenlikten çıkamayan yandaş çocuklar kendilerine uygun bir dille lansmana yoğun destek verdi: “Kudurun vitesi de var!” 

Orası öyle de… Türkiye’de, AKP iktidarı ile eğitimde 1 milyon 437 bin tabletin çürümeye terk edildiği Fatih Projesi’nden, 205 milyon dolara mal olan ama şimdi otopark olarak kullanılan İstanbul Park Pisti’ne kadar birçok proje çöp oldu. Maliyeti halka bindi. Yavuz Sultan Selim Köprüsü Çinlilere satılmak üzere…

Hamasetin, Lale Devri ile ilişkisi var. İkincisidir bu! Azerbaycan’dan saman, iç savaştaki Suriye’den patates, Tunus’tan peynir altı suyu ithal, toprakları Katar’dan, Arabistan’dan pazarlanan Türkiye’nin yerlisi yollarda. 2022’de seri üretimi gerçekleşecek. 

İnşallah!

Erk Acarer / BİRGÜN

27 Aralık 2019 Cuma

Bugüne gelirken bazı kritik tarihler - KORKUT BORATAV

Yaygın bir alışkanlıktır: Yıl son bulurken geçmiş on iki ayın bilançosunu çıkarırız. 
Ben de bu yazıya  “2019’da Türkiye…” niyetiyle ve “İslamcı faşist bir rejimin eşiğinde gel-git içindeyiz” tespitiyle başlamaya kalkıştım. Ama “bugüne nasıl geldik?” sorusuna takıldım ve daha ileri gidemedim. 

Bu soruyu 2007 sonrasının ana aşamaları, dönüm noktaları içinde tartışıyoruz. Fakat, biraz daha geçmişe uzanmayı ihmal ediyoruz; bugünü de etkileyen kritik yol ayrımlarını gözden kaçırıyoruz. 

Bu nedenle bu yazıda 2019 Türkiye’sinin biçimlenmesine katkı yapan bazı geçmiş olayları, tarihleri hatırlatmak istedim.. 

15 Mayıs 1974: MSP solcu hükümlülerin affına karşı…

12 Mart darbesini izleyen ilk genel seçim 14 Ekim 1973’te yapıldı. Ecevit liderliğindeki “demokratik sol” CHP,  yüzde 31,8 oy oranı ile ilk sırayı aldı. İki ay sonraki yerel seçimlerde bu oran yüzde 37,6’ya yükselecekti.

Parlamento aritmetiği, koalisyonları zorunlu kılıyordu. TBMM dışından Başbakanlığı üstlenen Naim Talu, Ocak 1974’te görevi Bülent Ecevit’e devretti; CHP-MSP koalisyon hükümeti güvenoyu aldı. 

Parlamenter demokrasi, önemli bir soruyla karşı karşıyaydı: Cumhuriyetçi sol ile siyasî İslam’ın bu ilk ittifakı, 12 Mart faşizminin enkazını temizleyebilecek miydi? Aslında daha temel ve tarihsel bir soru gündemdeydi: Siyasî İslam demokratik olabilir mi?

CHP yönetimi bu soruya olumlu yanıt verdi. Nitekim yeni hükümet, 12 Mart döneminin ve öncesinin siyasî hükümlülerini kapsayan bir af yasasında anlaştı. Düzen-dışı örgütlenme ve propaganda suçları affedilecekti. Komünizme karşı TCK 141-142 ve toplum düzenini dinî esaslara göre değiştirmeye karşı TCK 163 hükümlüleri… CHP-MSP koalisyonu, belki de, kapsamlı bir demokratikleşme programının ilk adımını atıyordu.

Ne var ki, siyasî İslam bu demokratik uzlaşmaya ihanet etti: TBMM’nin 15 Mayıs 1974 tarihli oturumunda önce madde 163’ü kapsayan af oylandı; kabul edildi. Sıra 141-142’ye gelince “uygun sayıda” MSP milletvekili oturumu terk etti veya karşı oy kullandı. Af, devrimcileri, sosyalistleri dışlayarak yasalaştı. AYM, iki ay sonra bu yanlışlığı düzeltecek; solcu hükümlülerin de tahliyesini mümkün kılacaktı. 

Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidara ortak olan siyasî İslam, demokratik bir ittifakın öğesi olamayacağını Mart 1974’te açıkça ortaya koydu. Koalisyon son buldu. MSP sonraki Milliyetçi Cephe hükümetlerine katıldı. 
 
15 Mayıs 1979: Büyük burjuvazinin iktidara karşı “muhtırası”…
1970’li yıllar son bulurken Batı Avrupa-türü bir siyasî yelpaze Türkiye’de de yerleşmeye başlamıştı. Belirleyici yenilik emekçi sınıfların, seçmen kimlikleriyle ve halk örgütlenmelerinde Cumhuriyetçi ve devrimci sola kayması idi. 

5 Haziran 1977 genel seçimlerini Cumhuriyetçi Sol’u temsil eden CHP yine ilk sırada göğüsledi; oy oranını yüzde 41,4’e yükseltti. Adalet Partisi’nden ayrılan milletvekillerinin katılımıyla oluşan Ecevit hükümeti Ocak 1978’de güven oyu aldı. 
Faşist akımlar ve derin devlet, Türkiye toplumunun sola kaymasını önlemeyi üstlenmişti. Burjuvazi bu cepheye açıkça katıldı. Sermaye çevreleri 12 Eylül rejimine yeşil ışık yakan bir “muhtıra” kaleme aldı. Gerçekçi Çıkış Yolu başlığı altında 15 Mayıs 1979’da gazetelerde tam sayfa ilan olarak yayımlandı. 

Muhtıra, hükümetin iktisat politikasını bir rejim sorunu olarak damgalıyordu. Sözcülüğü üstlenen bir büyük patron, CHP iktidarını, “Atatürk’ün ilkelerinden saparak hür teşebbüsü yok edecek uygulamalara” yönelmekle suçluyordu. 
Bu çıkış, sermaye ile “derin devlet”in 12 Eylül’e giden ittifakını ilan etti. Yeni rejimin ekonomik programının burjuvazi tarafından belirleneceği peşinen açıklanmış oldu. 

Bu ittifak, emekçi sınıfların taleplerini temsil eden sol/sosyalist akımları dışlayan bir rejimi hedefliyordu; sonraki on yılı biçimlendirdi. Bir anlamda 1946’da çok partili rejime Türkiye solunu tasfiye ettikten sonra  geçilmesi gibi… 

Türkiye burjuvazisinin Mayıs 1979’daki anti-demokratik günahı, yakın geçmişin bu kritik dönemecini belirlediği için vurgulanmalıdır. 

3 Temmuz 1993: Madımak faciasında “halk” zarar görmüyor
2 Temmuz 1993’teki Madımak kıyımı onulmaz bir yaradır. Ayrıntılarıyla incelendi; olayın kendisine dönmeyeceğim. 

1993’ün siyasî ortamı önemlidir: 12 Eylül darbesine, uygulamalarına karşı çıkan DYP/SHP koalisyonu iktidardadır. Sekiz yıllık baskıcı bir dönemi reddeden halk, Merkez Sağ / Cumhuriyetçi Sol ittifakından demokratikleşme beklentisi içindedir. 
3 Temmuz kıyımını gerçekleştiren İslamcı teröre karşı Merkez Sağ siyasetçilerin tepkisi, bu beklentinin geçersiz olduğunu gösterdi. Daha da kötüsü, Türkiye’nin İslamcı güzergâha kaymasına önemli bir katkı yaptı. 

Bu siyasetçiler, adeta elbirliğiyle, 33 aydınlık insanı ölüme sürükleyen İslamcı güruhu “halk” ve “vatandaş” olarak nitelendirdi; güvenlik güçlerini, onlara zarar vermediği için alkışladı; 33 kurbanı ya görmezlikten geldi; ya da “tahrikçi” olarak damgaladı. Örnekler gerekiyor.

Linç girişimi başlayınca “halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" talimatını veren Cumhurbaşkanı Demirel’le başlayalım: 

Ağır tahrik sonucu halk galeyana gelmiş; güvenlik güçleri ellerinden geleni yapmışlardır. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır. Olay münferittir."

Başbakan Tansu Çiller: 

"Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.” 

DYP’li İçişleri Bakanı Gazioğlu: 

"Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir.” 

Ana muhalefet (ANAP) lideri Mesut Yılmaz: 

Devletin valisi, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de halkımızın dini değerleriyle alay eden bir konuşmacıya karşı tepkisiz kalmışsa, milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz. Fikir özgürlüğünün halkımızın mukaddes değerlerine karşı kullanılmasına kayıtsız kalamayız.”

Aziz Nesin’in Sıvas konuşmasına dönük “dinî değerlerle alay” iddiası tamamen yalandır. 

SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de aynı söyleme katılacaktır: 

Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.”

Temmuz 1993’te İslamcı teröristleri (“halk” olarak) gözetmeye öncelik veren Merkez Sağ siyaset, 1980 öncesindeki Milliyetçi Cephe sicilini sahiplenmiş oldu. On yıl sonra İslamcı akımın iktidara yerleşmesi ile tarihe karıştı.

“Halkın dinî değerleri” safsatasına teslim olan SHP lideri İnönü ise, aynı ürkekliği 25 yıl sonrasının CHP liderliğine devredecekti. 

23 Ağustos 2002: Baykal, Kemal Derviş’e CHP rozeti takıyor 
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 23 Ağustos 2002’de Kemal Derviş’e CHP rozeti taktı. İki hafta önce Ecevit hükümetinden istifa eden Derviş’in 2 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adayı olacağı ve seçim programının hazırlıklarına katılacağı da duyuruldu. 

2002 seçimleri arifesini hatırlatayım: 1998’den beri Türkiye ekonomisini yöneten IMF, hem 2001 krizini tetiklemiş; hem de kriz yönetimini üstlenmiştir. Sert IMF programının uygulanması Dünya Bankası’ndan çağrılan Derviş’e devredilmiştir. Kriz yönetiminin yarattığı ağır toplumsal bunalım erken seçim kararının alındığı 2002 sonunda zirveye ulaşacaktı.

Halk muhalefeti sokaklara taşmış; yaygınlaşmıştı. Bu muhalefeti sahiplenen parti iktidara gelecekti. CHP lideri Baykal, önce “sorumlu muhalefet yapacağı”nı ilan etti; sonra da “acı reçeteler”in uygulayıcısı Derviş’i partisine aldı. AKP ise, seçim propagandasını IMF eleştirisi üzerine inşa etti. 

Kasım 2002 seçimi, TBMM’deki üç koalisyon partisini (DSP, MHP ve ANAP’ı) topluca parlamentodan tasfiye edecek; neoliberal şöhretli Çiller’in partisi de kervana katılacaktı. 
    
CHP ise Kemal Derviş programıyla bütünleşti; partisinin, Ecevit’in katkısı olan “sol” kimliğini terk etti. TBMM’ye tek ana muhalefet partisi olarak girdi ve AKP’ye bugüne kadar sürecek tek parti iktidarını “armağan” etti. 

                                                              ***

Sonraki yıllarda İslamcı faşizme geçişin kritik aşamalarını biliyoruz. 2007’den 2017’ye ulaşan seçimler, referandumlar, Gülen hareketinin komploları, darbe girişimi… 

Her birini tartıştık; sonuçları değerlendirdik. Ama bugünkü karanlığa, önceki tarihlere ulaşan bir dizi bozukluğun, basiretsizliğin sonunda ulaştık. 

Siyasî İslam’ın anti-demokratik özünün teşhiri önemliydi; ama büyük burjuvazinin, Merkez Sağ’ın da anti-demokratik özellikleri ağır basacak; Merkez Sol’un Cumhuriyetçi ve “sol” değerleri sahiplenmedeki ürkekliği dönüşümü hızlandıracaktı. 

Bu yazıda bazılarını hatırlatmak istedim.

Korkut Boratav / SOL