23 Ocak 2020 Perşembe

36 milyarlık dev pasta, lobi faaliyetleri, mafyatik ilişkiler ağı: Taksi plakalarının kirli yüzü- OZAN GÜNDOĞDU

İstanbul’da taksi sektörü arkasında bir rant şebekesinin bulunduğu kirli ilişkiler ağına sahip. Plakalar bir grup tekelin elinde birikmiş durumda. Bir plakanın değeri 2 milyon lira pastanın tümü ise 36 milyar lira. Plaka fiyatları serbest piyasada belirleniyor ve sürekli artıyor. Vergi avantajları da cabası.

Nüfusun yaklaşık yüzde 20’sinin yaşadığı İstanbul’da trafik büyük bir çile. Kent içi ulaşımda sık kullanılan araçlardan biri ise taksi. Kentin kozmopolit yapısı ve büyüklüğü her gelir grubundan yurttaşları bir biçimde taksiye yönlendiriyor. Öte yandan taksicilik sektörü, arkasında büyük rantın döndüğü bir şebekeye dönüşmüş durumda. Fiyatı milyonları aşan plakalar, bu plakaları toplayıp kiralayan galericiler ve galericilere günlük para ödeyerek geçimini sağlamaya çalışan şoförler bu şebekenin parçaları. Ancak yolcular sadece şoförlerle muhatap oluyor ve çoğu zaman taksiden mutsuz iniyorlar. Dolandırılır mıyım tedirginliği, kısa mesafeye giden yolcunun mahcubiyeti, taksi şoförünün mutsuzluğu, stresi derken sarı taksiler İstanbul’un büyük bir sorunu haline geldi. Halbuki arka planda olup bitenler çok daha kirli.

1 plaka sahibi olmak için 2 milyon TL gerek
Her gün taksi koltuğuna oturup en az 12 saat direksiyon sallayanların neredeyse hiç biri taksi plakasının sahibi değil. Zira bir taksi plakasının fiyatı 2 milyon lirayı aşıyor. Fiyatlar ise tıpkı borsa gibi serbest piyasada belirleniyor. Üstelik plaka fiyatları giderek artıyor. Çünkü İstanbul’un nüfusu artıkça taksiye olan talep ve böylece taksinin aylık getirisi de artıyor.

İstanbul’da 36 milyar liralık dev pasta
İstanbul’da yaklaşık 18 bin taksi plakası var. Plaka fiyatının 2 milyon lira olduğu düşünülürse plakaların toplam değeri 36 milyar liralık dev bir büyüklüğe ulaşmış durumda. Öte yandan plaka piyasasını da arkasında mafyatik ilişkilerin olduğu tekeller yönlendiriyor. Tek bir galerinin elinde yüzlerce plakanın işletmesi bulunabiliyor. Bu galeriler taksicilere 12 saati 400 liradan plakaları kiralıyor ve neredeyse hiçbir şey yapmadan milyonlarca lira gelir elde ediyor. Üstelik gelirin büyük çoğunluğu da kayıt dışı. Taksici sigortasını dahi kendisi yaptırıyor.

Bir plaka aylık 24 bin lira kazandırıyor
Taksi haline getirilen bir otomobil 24 saat boyunca çalışıyor. Genellikle 2 şoförle çalışan taksilerde 12 saatlik vardiya usulü var. Bir şoför 12 saatlik çalışmasının neticesinde plakayı işleten galeriyle ortalama 400 lira vermek zorunda. Üstelik bu 400 liranın hiçbir ek masrafı da yok. Çünkü yakıt, temizlik, sigorta gibi giderleri de şoför karşılıyor. O kadar ki taksi kaza yaptığında bile bu durum plaka sahibini ilgilendirmiyor, masrafları şoför üstleniyor. Dahası otomobilin çalışmadığı dönemde bile şoför plaka kirasını cebinden veriyor. Böylece plaka sahibi 24 saatte 800 lira aylık 24 bin lira net gelire hiçbir şey yapmadan kavuşmuş oluyor.

Tarifeye zam gelince plaka fiyatı artıyor
Yaz aylarında taksi tarifesine zam yapıldı. Son zamlardan sonra taksilerin günlük kirası da arttı. Önceden ortalama 300-325 lira olan 12 saatlik kira bedeli zamlarla beraber 375-400 lira bandına yükseldi. Kira artınca plaka fiyatı da yaklaşık yüzde 10 oranında değerlendi. Böylece tek bir zamla plaka sahiplerinin varlık değeri plaka başına yaklaşık 200 bin TL artmış oluyor. Böyle bir rantın döndüğü piyasada lobi faaliyetleri de önem kazanıyor. Über’in yasaklanmasından, yeni plakaların piyasaya sürülmesine ve tarifeye yapılan zamlara kadar asıl belirleyen halkın refahı değil plaka sahiplerinin lobi faaliyetleri. O kadar ki, İstanbul’da metrobüsün 24 saate çıkarılması dahi plaka sahiplerinin büyük muhalefetiyle karşılaşıyor, hatta belediyenin AKP’nin elinde olduğu dönemde 24 saatlik toplu ulaşıma bu lobilerin engel olduğu söyleniyor.

Vergi avantajları da cabası
Taksi plaka sahipleri aynı zamanda olağandışı vergi avantajlarından da faydalanıyor. Plaka sahipliği araçlarda ÖTV avantajından tutun da milyonluk gelirlerini basit üsulde vergilendirmeye dek bir çok avantajı da beraberinde getiriyor. Yıllık yaklaşık 300 bin lira getirisi olmasına rağmen plaka sahipleri gelir vergisi öderken defter dahi tutmuyor. Bu gelirlerine karşılık plaka sahiplerinin yıllık ödediği vergi 10 bin lirayı bile geçmiyor. Başka bir deyişle asgari ücretlinin dahi gelirinin yüzde 15’ini gelir vergisi olarak verdiği düşünülürse plaka sahiplerinin katlandığı gelir vergisi oranı yaklaşık olarak yüzde 3.

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Doğalgaz faturalarınızı saklayın - KEMAL OKUYAN

Kış azıcık geç geldi, doğalgaz ve elektrik faturalarının sevimsiz yüzü Ocak’ta kendini gösterdi. Su, elektrik, doğalgaz, telefon derken insanların sabit ödemeleri kira giderine yakın rakamlara ulaşıyor. Herkes şaşkın, yıllar önce temiz ve ucuz diye pazarlanan doğalgazdan kaçış sürüyor, büyük kentlerin birçoğunda hava kirliliği ciddi bir sağlık sorunu haline gelmiş durumda. 

Temel ihtiyaçlardan söz ediyoruz. İnsanın evi olacak, ısınacak, suyu akacak, aydınlanacak. Üstüne eğitim ve sağlığı koyun. Bu temel ihtiyaçları karşılayamayan bir toplumsal sistemden hayır gelir mi?

Zaten gelmiyor. Halk süründürülüyor, bütün kaynaklar zenginlere aktarılıyor. Temel ihtiyaçların ticaret ve kâr konusu olduğu bu düzende devlet okullarında çalışan emekçilerin maaşlarının velilere ödetilmesine de, ailelerin ısınmak için çoluk-çocuk AVM’lerde dolanmasına da şaşırmıyoruz.

Vatandaşına sıcak ve aydınlık bir yuva sunmayan bir Türkiye!

Sunamayan demiyorum, sunmayan; bilerek isteyerek halkı zora sokan bir düzen var Türkiye’de.

Efendim enerjide dışa bağımlıymışız… Laf! Türkiye akılcı, toplumcu, planlı politikalarla enerjide dışa bağımlılığı ciddi ölçülerde azaltabilecek kaynaklara sahip. Ayrıca bugünkü koşullarda bile bu temel ihtiyaçlardan büyük paralar kazanan şirketler devre dışı bırakılsa halkın ısınma ve aydınlanma giderleri ciddi ölçülerde düşer.

Ama neymiş, devlet bu işlerle ilgilenmezmiş. Devlet elektrik dağıtmaz, gaz satışı yapmazmış!

Devlet neyle ilgilenir, ne yaparmış?

Sarayı besler, insanlar hakkını aramasın, örgütlenmesin diye polis sayısını artırır, her köşe başına kamera koyar, biber gazı stoklar, patronlara kredi ve teşvik dağıtır. Vatandaşın payına da ceza, fatura, vergi, hayat pahalılığı düşer! İnsanlar soğuktan donsun ama yerli araba müjdesiyle içi ısınsın.

Biliyor musunuz, Sovyetler Birliği’nde bir yurttaşın ev, ısınma, elektrik, telefon ve su için ödediği toplam bedel ortalama bir maaşın yüzde onunu geçmiyordu. Bunun üstüne eğitim ve sağlık hizmetlerinin tamamen parasız olduğu gerçeğini ekleyin. 

Batı medyası, bunun hiç de mantıklı olmadığını yazıyor ve Sovyet devletinin bütün bu kalemleri sübvanse ettiğini ileri sürüyordu.

Ne varmış bunda, ne güzel işte! Kapitalist ülkelerde kaynaklar bir avuç tekele giderken, sosyalizmde topluma, halka ayrılıyor… 

Sonra bir kısım çok bilmiş Sovyetler Birliği’nin bütün bu temel ihtiyaçları neredeyse bedava sağladığı için çöktüğünü iddia etmeye başladı.

Hiç ilgisi yok, Sovyetler Birliği’ni 1991’de yıkılışa götüren nedenler arasında parasız eğitim ve sağlık, ucuz barınma-ısınma-aydınlatma gibi toplumcu politikalar asla yoktu. Başka bir yazıda bunları da konuşuruz.

İddiamız şudur ki, bugün Türkiye’de bütün bu temel ihtiyaçları tamamen parasız ya da sembolik bir bedelle toplumun tamamına sunacak kaynak var. Tek sorunumuz toplumcu bir düzende yaşamıyoruz. Paranın saltanatı sürüyor ve parasız hizmet vermek neredeyse yasak. Hatırlayın suyu bedava yapmaya kalkan belediye başkanının başına gelenleri!

Soymak serbest ama!

Evet her ay kapıya bırakılan elektrik, doğalgaz faturaları halkın özel şirketlere ödediği haracın karşılığında verilen makbuz olarak görülmelidir. 

O faturaları hem ibreti alem hem kanıt olarak herkes saklamalıdır.

Saklayalım ki, ileride çocuklarımıza “bir zamanlar ısınabilmek için insanlardan zorla para alıyorlardı” dediğimizde inandırıcı olabilelim. 

Saklayalım ki, ekonominin bütün kritik noktalarında devletleştirmelere gidildiğinde arıza çıkarmaya kalkacak şirketler yalnızca halk düşmanlığından değil aynı zamanda hırsızlıktan da yargılansın.

Saklayalım ki, toplumcu bir düzen kurulduğunda emperyalistlerin “ama siz ejder meyvesi yiyemiyorsunuz” türü propagandalarından etkilenenlerin hafızası daha kolay yerine gelsin.

Saklayalım ki, insanlık bir daha faturalar karşısında boynunu bükmesin.

Kemal Okuyan / SOL

22 Ocak 2020 Çarşamba

Katarlı QNB Finansbank’ta dikkat çeken hareketlilik! - YENİÇAĞ

Katarlıların satın aldıktan sonra QNB Finansbank adını alan bankanın hisseleri ağustos ayından bu yana 59 kat arttı. Söz konusu artışla birlikte QNB Finansbank’ın değeri, Borsa İstanbul’un yüzde 20’sine yaklaştı.

Katar merkezli QNB’nin satın aldığı Finansbank’ın hisselerinde dikkat çeken bir artış yaşanıyor. 2019 yılının Ağustos ayında Borsa İstanbul’da 59 lira olan hisseler, 59 kat artışla 238 liraya geldi. Söz konusu artışla birlikte QNB Finansbank’ın piyasa değeri Borsa İstanbul’un değerinin yüzde 20’sine yaklaştı.
Katarlıların QNB’sinin satın aldığı Finansbank'ın leasing /kiralama şirketinin İstanbul Borsası’ndaki yükselişi dikkat çekici.
QNB Finansal Kiralama AŞ’nin hisse değeri 26 Ağustos 2019’da 4 lirayken, bugün ise 238 liraya çıktı. Yani 59 kat yükseldi.
İş Yatırım’dan Halil Barışkan da konuya dikkati çekerek “Borsa İstanbul'un piyasa değeri 217 milyar $. Bunun %20'si sadece 44 milyar $ ile QNBFB. Diyeceklerim bu kadar” diye yazdı.


investing.com’dan da QNBFB’nin hisselerindeki artış görülebiliyor.

Bloomberg’ün haberine göre QNB Finansbank'ın da piyasa değeri borsanın tamamının yüzde 20'sine yaklaştı.
QNB Finansbank'ın hisseleri Kasım sonundan bu yana yüzde 400'ün üzerinde yükseliş kaydederek 90 TL'ye yaklaştı.
Bankanın hisse senetleri Kasım sonunda 20 TL altında, Aralık sonunda 25 TL civarındaydı.
89.35 TL'den işlem gören QNB Finansbank, yıl başından bu yana yüzde 138 yükseliş kaydetti. Yüzde 99.88 hissesine Qatar National Bank'ın sahip olduğu bankanın halka açıklık oranı sadece yüzde 0.12 seviyesinde. Bankacılık endeksindeki ağırlığı ise yüzde 0.71. (YENİÇAĞ)


21 Ocak 2020 Salı

Toplum kaynarken iktidarın konumu - OĞUZ OYAN

Şakası yok, toplum her açıdan ısınıyor. Bir yandan gelirler enflasyon artışını izleyemezken, hatta hiç geliri olmayan işsizler ordusu çığ gibi büyürken, diğer yandan toplumun temel gereksinimleri olan barınma (kira-aidat+ ısınma+ elektrik+ su), gıda, ulaşım ve iletişim giderleri gerek vergiler gerekse kamunun ve piyasanın (ithal maliyetleriyle de şişen) fiyat politikalarıyla iyice kabarıyor. 

Yoksulluk alt gelir dilimlerinden yukarılara tırmanmaya başlıyor.


Kimi yoksunluklar orta-üst gelir katmanlarını dahi vurabiliyor. Özellikle de yerli paranın döviz karşısında değerinin gerilemesi nedeniyle bu kesimlerin örneğin dış seyahatleri veya ithal malı dayanıklı tüketim mallarına olan talepleri ciddi aşınmalara uğruyor. 
Nasıl uğramasın ki? 
2008'de (TL'nin aşırı değerli olmasının da etkisiyle) 10 bin dolar eşiğini aşmış olan kişi başına gelir, 11 yıl sonra 2019 itibariyle artık 9 bin dolar düzeylerinde; 2020'de de bu düzeyi aşacağı yok. (Artık nüfusun kalıcı unsurlarına dönüşen sığınmacılar da hesaba katılsaydı, bu düzey 9 bin eşiğinin de altına inerdi).

İKTİDAR, EKONOMİK YANIT VEREMEYECEK DURUMDA
İslamcı ve sermayeci iktidarın buna verecek ekonomik yanıtı yok. Birçok nedenle. 

Birincisi, 18 yıldır angaje olduğu neoliberal iktisat/maliye politikaları çerçevesinin dışına çıkması çok zor. Yönetenlerin IMF'nin müdahalelerine bu kadar açık olmaları boşuna değil; bildikleri başka bir yol yok.

İkincisi, liberal İslamcı zihniyetleri de, zekat mantığıyla sürdürdükleri sosyal yardımların ötesinde emekçi sınıfların ekonomik haklarını tanımaya ve geliştirmeye elverişli değil. Kendileri de açık veya saklı biçimlerde türedi sermayedarlar konumuna geldiklerinden, iktidar mensuplarının (kendi kökenleri ne olursa olsun) emek yanlısı bakış açıları edinmeleri olanaksıza yakın. Dolayısıyla, göreli önemi giderek azalan iane yardımlarıyla toplumda katlanarak yükselen "iş ve geçinme" taleplerine yanıt vermeleri mümkün değil.

Üçüncüsü, bütçe olanaklarının giderek daralması, isteseler de emekçi sınıflar lehine -durumu kurtarabilecek- geçici istisnalar yapmalarına izin vermiyor. Bütçe ve genel kamu açıkları giderek katlanırken, bir kerelik olağanüstü gelir kaynakları (özelleştirmeler, KÖİ, varlık barışları, TCMB yedek akçesi, vs.) giderek geriliyor. 

Kamunun olağan gelir kaynağı olan vergilerde ise ciddi bir erime döneminden geçiliyor. İki nedenle: (i) Ekonomik kriz, gelirleri (gelir vergisini) ve ticaret hacmini (dolaylı vergileri) gerilettiği için; (ii) Sermayeye/piyasaya teşvik vermek adına birçok dolaylı vergide (ve sigorta primlerinde) oranlar aşağıya çekildiği (veya devletçe üstlenildiği) için.

Sonuç beklenebileceği gibi hüsrandı: 2019 yılında vergi gelirlerinde hedef 756,4 milyar TL iken 673,3 milyarda kalındı. Genelde yüzde 89'luk gerçekleşme oranı, "Dahilde alınan KDV" için -KDV indirimlerinin de etkisiyle- yüzde 78,5; "İthalde alınan KDV" için ise -ithalatın zayıflamasıyla- yüzde 75,3 oldu. ÖTV'de bile hedefin yaklaşık 10 puan gerisinde kalındı.

Hedefin aşıldığı iki vergi, Kurumlar Vergisi ile Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi oldu: Her ikisi de -ekonomik daralmaya karşın- bankacılıkta işlem hacimlerinin genelde genişlediğinin kanıtıydı. Ancak Kurumlar Vergisi artışı, 2018'deki yüksek kârların 2019'da beyan edilmesine dayanıyordu. 2019'da en azından kamu bankalarının zarar yazdığını ve Hazine için yeni bir yükün de buradan geldiğini/geleceğini biliyoruz; takipteki alacakların ve şüpheli alacakların büyüyor olması da ayrı bir sorun alanı olarak sistemi tehdit edecek görünüyor.

Böylece 2019 bütçe açıkları, TCMB yedek akçelerine el konulmasına karşın, yılbaşı hedefinin yüzde 54 üzerinde yani 123,7 milyar TL olarak gerçekleşti. Daha vahim bir gidişat ise, faiz dışı bütçe açıklarının kalıcılaşmaya ve büyümeye başlamasıydı. Kamunun bütçeden yaptığı (bütçe dışı borçlanma alanları ile yerel yönetim borç servisleri hariç) faiz ödemeleri yılda 100 milyar eşiğini aşmıştı. İç açık sorununda yeniden 2000 öncesine dönüşün işaretleri alınıyordu. Devlet, bir yandan iç borçlanma kaynaklarını kurutmaya yönelirken bir yandan da kamu bankaları üzerinden bol kepçe kredi vermeye çalışıyordu. 

Faizler üzerinde -birincisi artış baskısı, ikincisi azalış baskısı olmak üzere- iki çelişik etki yaratıyordu. Azalış baskısının egemen olmasının tek yolu, Hazine'nin piyasa dışından borçlanabileceği yeni İşsizlik Sigortası Fonları yaratmaktan geçiyordu. IMF telkinleri de zaten bu yöndeydi. Bakalım Kıdem Tazminatı Fonu gibi "sınıfsal meydan okuma" dozu yüksek araçlara el atmayı göze alabilecekler mi?

İKTİDARIN DİĞER SEÇENEKLERİ: ÇARPITMAK ve ENGELLEMEK
Çarpıtma seçeneği, çeşitli alanlarda verilerin çarpıtılması veya iktidarın işine gelen verinin kullanılması anlamına geliyor. Örneğin, 2019'un gerçekleşmiş enflasyonu 2020'nin ücret/maaş artışları için temel alınmayıp TCMB'nın siyaseten düşük tutulmuş enflasyon öngörüleri alınıyor. Buna karşılık, her türlü vergi ve kamunun belirlediği enerji ve diğer fiyatlar için gerçekleşen enflasyona yakın düzeyler dikkate alınıyor. Böylece, emek kesimlerinin ücretleri ve geçim düzeyleri üzerinde çifte basınç uygulanmış oluyor. Sermayeye dönük bütün vergi ve diğer teşviklerin yükü emekçi sınıflara aktarılmış oluyor.

Bir başka oyun da -enflasyon sepeti veya verileri üzerindeki manipülasyon olasılıklarını hesaba katmasak bile- 12 aylık ortalama enflasyonun tercih edilmemesi üzerinden oynanıyor. Yaşanılan enflasyonist baskının her zaman daha doğru bir ifadesi olan yıllık ortalamalar, TÜİK'in tâli açıklaması olarak medyada bile sınırlı bir yer bulabiliyor.

AKP iktidarı, GSYH düzeyinde iki ayrı dönemde yaptığı "düzeltme" yönlü artışlarla Türkiye'yi G-20 içinde tutacak düzeltmeyi de yapmıştı. Ama GSYH hesabında son 4 yıldır uyguladığı ve geçmişle karşılaştırmaları imkânsızlaştırdığı gibi iç tutarlılık sorunlarına da yol açan yeni tahmin hesapları daha kalıcı bir sorun oluşturuyor. Ayrıca, ilan ettiği çeyrek dönem ekonomik büyüme verilerine geriye dönük olarak sıklıkla uyguladığı artış yönlü düzeltmeler de, iktidarın bir önceliğinin de "güzelleme cilaları" yapmak olduğu kuşkusunu doğuruyor.

Ekonomi ve istihdamdaki bozulmaları olduğundan daha "ılımlı" göstermek adına bazen daha cüretkâr adımlar atıldığına da tanık olunuyor. Örneğin Ocak 2020'de açıklanan son işgücü istatistiklerine göre, Ekim 2018-Ekim 2019 arasında çalışma çağındaki nüfus 915 bin kişi artarken, işgücündeki artış sadece 82 binde kalmış. 

Yani çalışma çağındaki nüfusun yüzde 91'i iş aramaya girişip bir işsiz statüsüne bile ulaşamamış. Bu, şimdiye kadarki istatistiksel eğilimlere tamamen ters ve açıklanamaz bir durum. Belli ki, istihdamdaki azalışı (bir yılda 975 bin) ve işsizlikteki artışı (726 bin), geniş tanımlı işsizliğin (DİSK-AR) 7 milyonu aşmasını daha da kötüye götürecek istatistiksel gerçeklerden halkımız korunmuş! Peki ama bu manipülasyonların işsizlik yangınının düştüğü ocaklara umut aşılaması mümkün mü?

İktidarın bir başka ekonomi-dışı çözümü ise, toplumun hak arama mücadelelerini baskılamak biçiminde tezahür ediyor. Metal işçilerinin MESS'in sefalet ücret artışlarına karşı grev sürecine girdiği ve güçlü meydan mitingleriyle kararlılıklarını duyurduğu bugünlerde tüm emekçilerin ve sendikalarının gözü kulağı, sermayenin emrindeki iktidardan gelebilecek bir "grev erteleme" zorbalığında değil mi? 

Bu olası zorbalıklara karşı durmak toplumun tüm sol ve ilerici kesimlerinin başlıca kaygısı olmak durumundadır. Sermayeye boyun eğdirmek, iktidara da boyun eğdirmek anlamına gelecektir çünkü. Denklem tersinden de kurulursa anlamı aynı kalacaktır. Boyun eğmemenin bir adım ötesi, sömürenlere/baskı kuranlara boyun eğdirmektir.

Oğuz Oyan / SOL

İktidar ‘ekonomi şahlanıyor’ diyor ama… Konkordatoda artış sürüyor - Yeniçağ

Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte konkordato ilan eden şirketlerin sayısı artmaya devam ediyor. 

2018 yılında  94 şirket konkordato ilan ederken, bu rakam 2019 yılında 899’a yükseldi. 2018 yılında yapılan yasal düzenleme ile konkordato ilanının zorlaştırılmasına rağmen artış hızının durmaması dikkat çekti.

Ticaret Sicili Gazetesi'nden derlenen verilere göre 2018 yılının tümünde bin 94 olan konkordato sayısı 2019 yılında 899 oldu. 2018 Aralık ayında yapılan yasal düzenleme ile konkordato ilanı zorlaştırıldı ama tam olarak frenlenemedi.

2018 Ocak ayında konkordato sayısı sadece birdi. Şubat'ta üç konkordato ilanına çıkılırken, Mart'ta böyle bir talep olmadı. 2018 Nisan'ındaki yedi konkordatodan sonra sayılar büyümeye başladı.

Bir başka deyişle Ağustos ayındaki kur patlaması öncesinde de şirketlerin ekonomik sıkıntıları başlamıştı. 2018 yılı Mayıs ayında 28, Haziran'da 34, Temmuz'da 35, Ağustos'ta 46, Eylül'de 73 konkordato sayısına ulaştı. Kur patlamasının piyasalarda etkisinin görülmeye başladığı Ekim'de 252, Kasım'da 336, Aralık'ta 279 şirket konkordato ilan etti.

Dw Türkçe’de yer alan habere göre, şirketlerin, nakit akışlarını yönetemedikleri için alacaklılarla anlaşıp borçlarını ödeme takvimine bağlamak için kullandıkları konkordato ilanının kötüye kullanıldığı, bazı şirketlerin sadece zaman kazanmak için bu yöntemi kullandıkları görüldüğü için şartlar zorlaştırıldı.


2018 Aralık'ta yasal düzenleme yapıldı ama 2019 Ocak ayında fazla etkili olmadı, konkordato sayısı 188'e ulaştı. 2019 Şubat ayında 78, Mart'ta 88, Nisan'da 56, Mayıs'ta 44, Haziran'da 44 konkordato ilan edildi. Temmuz'da ekonomik durgunluğun birikmiş etkisiyle yeniden artmaya başlayan konkordato sayısı Temmuz'da 86, Ağustos'ta 78, Eylül'de 79 olarak kaydedildi.

2019'un son üç ayında ise Ekim'de 51, Kasım'da 59, Aralık'ta 48 konkordato ilanı gerçekleşti. Böylece 2019 konkordato sayısı 899'a, son iki yıldaki toplam konkordato sayısı da bin 993'e ulaştı.

201 ŞİRKET BAŞARAMADI, İFLAS ETTİ
Konkordato ilan eden toplam bin 993 şirketin bin 236'sı Limited şirket, 622'si Anonim şirket statüsünde. 129 gerçek kişi ticari işletmesi konkordato ilan ederken, üç kollektif şirket ve üç kooperatif de aynı yola başvurdu.

Başvuruları kabul edilip konkordato için geçici süre verilen bin 993 şirketten bin 061'inin geçici mühlet süresi uzatılırken, 257 şirketin geçici süre talebi ise mahkemelerce reddedildi. Geçici mühlet verilen şirketlerden bin 243'ü için kesin mühlet verilmesi kabul edildi. 56 şirketin kesin mühlet uzatımına gitmesi kabul edilirken, 74 şirketin ise kesin mühlet uzatım talebi kabul edilmedi.

Konkordato talebi kabul gören şirketlere önce geçici mühlet veriliyor, bir ilerleme görülürse geçici mühlet uzatılıyor. Bu süre içerisinde konkordato ilan eden şirketler, alacaklılarıyla pazarlık yapıp ödemelerini gerçekleştirmek için süre kazanıyorlar.


Mahkeme şirket ve alacaklıların beyanları doğrultusunda şirketin borçlarını ödeme kabiliyeti olup olmadığını, rasyonel bir plan sunup sunamadığını ve gerekli kaynağı elde edip edemeyeceğini araştırıyor. Geçici süre uzatımları ardından, alacaklıların haklarını da korumak adına, kesin mühlet verip sürecin sonuçlandırılmasını gözetiyor. İhtiyaç görülürse bazen kesin süre uzatımına da gidiliyor.

Geçici mühlet ya da kesin mühlet sürecinde gelişme kaydetmeyen şirketlerin ise konkordato süreci mahkeme tarafından bitirilip, şirkette iflas aşamasına geçiliyor. İşte son iki yıl içinde konkordato ilan edip de olumlu sonuçlanmayan 201 şirketin iflasının istendiği görülüyor.

2020 YILI SONU KRİTİK
Hükümet, 2018 yılının ortalarında başlayıp, Ağustos'taki kur patlamasından sonra büyüyen konkordatoları azaltmak için çeşitli yöntemler denedi. Çünkü hem ekonominin çok kötüye gittiği algısından, hem alacaklarını tahsil edemeyen şirketler kanalıyla konkordatoların zincirleme etkisinin büyümesinden endişe etti.
Mahkemelerin talebi kabul etmesi için gereken şartları ağırlaştıran hükümet, bir yandan da şirketlerin bankalardaki batık kredilerinin yeniden yapılandırılmasına çalıştı. Batık kredi sorununa karşı hem yeniden yapılandırma kararları çıkardı hem de kamu bankaları kanalıyla kredi atağı başlatıp, piyasaları rahatlatmaya çalıştı.

Son dönemde, tartışmalı yöntemler kullanılıp, kurlarda da görece istikrar sağlayarak ekonomik aktivitenin bir miktar artması sağlandı ancak ekonominin kalıcı istikrarı konusunda hala güven oluşturulabilmiş değil. Bu nedenle ekonominin hala bıçak sırtında bir dengede gittiği, iç ve dış siyasi risklerin devam ettiği söylenilebilir.

Konkordato süreci, uzmanlara göre ortalama 23 aylık süreyi kapsıyor. Şirketlerin bu süreçte durumlarını düzeltip ödemelerine başlayabilmeleri genel ekonomik koşullar ve özgün koşullarına bağlı.

Şartlar uygun gitmezse her zaman iflas tehlikeleri bulunuyor. Konkordato sürecinde başarılı olamayıp iflasa başvurmak zorunda kalan şirketleri, asıl olarak bu yılın son aylarında görebileceğiz.


YENİÇAĞ

20 Ocak 2020 Pazartesi

Oxfam raporu: 2 bin 153 kişinin serveti 4.6 milyar insanın servetinden fazla - DİKEN


Britanya merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın raporuna göre 2019 yılında dünya genelindeki en zengin 2 bin 153 kişinin serveti, en yoksul 4.6 milyar kişinin servetini geçti. Bu, milyarderlerin dünya nüfusunun yüzde 60’ından daha zengin olduğu anlamına geliyor.

Son 10 yılda milyarder sayısının iki katına çıktığı belirtilen raporda, Oxfam’ın Hindistan CEO’su Amitabh Behar, “Zengin ve fakir arasındaki uçurum eşitsizlik yaratan politikalar giderilmeden çözülemez ve bu konuyla ilgili çok az sayıda hükümet bunu taahhüt ediyor” dedi.


Kadınların ve kız çocukların bu ölçeğin en altında bulunduğu vurgulanan rapora göre bu kesim hiç ücret almadan bir yılda tam 12.5 milyar saat çalışıyor, buna karşılık küresel ekonomiye 18.8 trilyon dolar katkı sağlıyor.
Raporda, ‘dünyanın en zengin 22 erkeğinin Afrika’daki tüm kadınlardan daha fazla servete sahip olduğu’ vurgulandı.
Rapora göre dünyanın en zengin yüzde 1’lik dilimindekiler 10 yıl boyunca sadece yüzde 0.5 ekstra vergi verirse, 117 milyon yeni istihdam yaratacak kaynak sağlanabiliyor. Eğer bir kişi Mısır piramitleri inşa edildiğinden beri günde 10 bin dolar biriktirirse, en zengin beş milyarderin ortalamasının beşte birine sahip olabiliyor.
Behar, “Bozuk ekonomilerimiz sıradan erkekler ve kadınlar pahasına, milyarderlerin ceplerini ve büyük işletmeleri kapsıyor. İnsanların milyarderlerin var olup olmayacağını sorgulamaya başlamasına şaşmamalı” diye konuştu.
Raporda şu ifadelere yer verildi: “Eğer herkes 100 dolarlık banknotlardan oluşan servetlerinin üzerinde otursaydı, insanlığın büyük kısmı yerde oturuyor olurdu. Zengin bir ülkede yaşayan orta halli bir kişi bir sandalye yüksekliğinde otururken, en zengin iki kişi uzayda olurdu.”
Dünyanın en zengin kişisi Amazon’un kurucusu Jeff Bezos’un toplam serveti 116.4 milyar dolar,  ikinci sıradaki Fransız iş insanı Bernard Arnault ise 116 milyar dolarlık servete sahip.
DİKEN

Ekonomide düşük faizli ‘yalancı bahar’ dönemi - OZAN GÜNDOĞDU

AKP ‘faiz lobisi’ söylemiyle bir yandan muhafazakâr kesimlerin rızasını alıyor, bir yandan da borç ekonomisinin çarklarını döndürüyor. Son 6 ayda halkın tüketici kredisi borcu 402 milyar liradan 471 milyar liraya yükseldi.


Faiz lobisi söylemi ilk olarak 2013 yazında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından dillendirildiğinde, dünya piyasalarındaki temel gündem Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) faizleri artırıp artırmayacağıydı. Erdoğan ise izleyen dönemlerde bu söylemi hem muhafazakar seçmenini tahkim etmek hem de borç ekonomisini sürdürebilmek için sürekli kullandı. Geniş ve muhafazakar toplum kesimleri, islam dininin faize mesafeli duruşu nedeniyle bu söylemi benimsedi. Öte yandan bu söylemin ve düşük faiz politikasının vardığı sonuçlar irdelenmedi.

Öte yandan gerek son aylarda Merkez Bankası’nın son 5 toplantıda politika faizini yüzde 24’ten yüzde 11,25’e indirmesi, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faize ilişkin fetvası konuyu yeniden gündeme taşıdı. 100 bin sosyal konut projesine başvuran bir yurttaşın Diyanet’e kredi kullanmam caiz mi sorusu üzerine caizdir cevabını alması ise çokça tartışıldı. 
Peki faiz düştükçe denildiği gibi faiz lobisi gerçekten kaybediyor mu? 
Düşük faiz kimin işine geliyor ve sürdürülebilir mi? 
Bu politikanın sonuçlarına mercek tuttuk.

Düşük faiz borçluluğu nasıl etkiliyor?
Merkez Bankası Eski Başkanı Murat Çetinkaya’nın yerine 6 Temmuz gecesi hukuken sorgulanacak bir kararla Murat Uysal atandı. Bu tarihten itibaren yeni başkan Uysal’ın liderliğinde 5 Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı yapıldı ve faizler sert şekilde toplam 1275 baz puan düşürüldü. Peki düşük faiz özellikle tüketici borçluluğunu nasıl etkiledi? Merkez Bankası verilerine göre 6 Temmuz 2018 tarihinde 421 milyar lira olan tüketici kredisi borçları 1 sene sonra yani Uysal’ın atandığı 6 temmuz 2019'a kadar 402 milyar liraya geriledi. Zira yüksek faiz ortamında tüketiciler kredi çekmek istemedi. Ancak 6 temmuzda 402 milyar lira olan tüketici borçluluğu 10 ocak 2020 tarihi itibariyle 471 milyar liraya yükselmiş durumda. Başka bir ifadeyle sadece 6 ay gibi kısa bir süre içinde tüketici borçluluğu yüzde 17 oranında arttı.

Kredi çeken tüketiciler ne yapıyor?
Tüketici kredilerine daha yakından mercek tutulduğunda faizler düşürüldüğünden beri tüketici boçluluğunda her ay düzenli bir artış gözleniyor. Artışın büyük oranda konut ve ihtiyaç kredilerinden kaynaklandığı da gözlenen bir diğer önemli veri. Öte yandan konut kredileri günün sonunda müteahhitlerin cebine giriyor ancak yurttaşlar ihtiyaç kredilerini ne için kullanıyor? Bunun için Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) perkakende satış istatistiklerine mercek tuttuk. Kredi hacminin bu denli arttığı dönemde sabit fiyatlarla perakende satış endeksi temmuzda 114,5 puandan kasımda 112,7 puana geriledi. Başka bir ifadeyle kredi çekildi ancak satışlar neredeyse artmadı, hatta sabit fiyatlarla azaldı. Aynı verilere göre kredi kartlarıyla internet üzerinden yapılan alışverişlerin endeks değeri ise temmuzda 155,7 puandan kasımda 309,7 puana yükselerek rekor bir artış kaydetti. Verilerin gösterdiğine göre ihtiyaç kredilerinin büyük çoğunluğu ya eski borçları ödemek için kullanılıyor, ya da kredi kartlarıyla internet üzerinden ihtiyaçların giderilmesini sağlıyor. Bu nedenle düşük faiz borç ekonomisinin sürmesi için elzem hale geliyor. Çünkü bu sayede banka bilançolarında ödenemeyen borçlar yeni borçlarla temizlenmiş oluyor, tüketim ise canlanıyor. Böylece ekonomi bir yalancı bahar yaşanıyor.

Düşük faiz dövize ilgiyi nasıl etkiliyor?
2018 yazında yaşanan kur şokunun ardından faizlerin de yükselmesiyle beraber yurtiçinde yerleşik kişiler dövizlerini bozdurarak tasarruflarını liraya çevirdi. 2018’in yaz başında 200 milyar dolar seviyelerinde olan yabancı para mevduatları 7 Eylül 2018 tarihi itibariyle 182,6 milyar dolara geriledi. Aradan geçen süreçte gerek dolar kurundaki olumsuz beklentiler gerekse yerli para mevduatının faizinin düşmesiyle beraber ülkede dövize ilgi arttı. Murat Uysal’ın göreve başladığı hafta olan 6 Temmuz’da yabancı para mevduatı 216 milyar dolara kadar çıkmıştı. Aradan geçen 6 ayda bu tutar yüzde 5 oranında daha arttı. 10 Ocak 2020’de bankalarda toplam 226,2 milyar dolar yabancı para mevduatı bulunuyor. Bu tutar 2018 kur şoku öncesinde görülen seviyelerinde üzerinde ve aynı zamanda daha önce görülmemiş büyüklükte.

Düşük faiz yatırımları artırıyor mu?
Faizlerin düşmesi beklendiği gibi yatırımların artmasına neden olmadı. Bankalardan çekilen krediler yeni yatırımlar yapmak için çekilen ticari krediler değil, daha çok konut, ihtiyaç ve taşıt kredilerinden oluşan tüketici kredileri. Uysal’ın göreve geldiği 6 Temmuz haftasında taksitli ticari kredi tutarı 294,6 milyar lira iken bu tutar 10 Ocak 2020 itibariyle 307,8 milyar liraya çıkmış durumda. Başka bir deyişle tüketici kredilerinin yüzde 17 arttığı dönemde ticari krediler sadece yüzde 4,4 oranında arttı. Üstelik artışın dayanağı da özel bankalar değil kamu bankaları. Aynı dönemde özel bankaların taksitli ticari kredi hacmi 98,8 milyar liradan 94,7 milyar liraya düşerken kamu bankalarının 137,2 milyar liradan 159 milyar liraya yükseldi.

***

Düşük faizle tüketici kredileri artıyor ancak bu krediler ya eski borcun ödenmesi için ya da temel ihtiyaçların karşılanması için kullanılıyor. Bu sayede banka bilançolarında ödenemeyen borçlar yeni borçlarla temizlenmiş oluyor, tüketim ise canlanıyor. Böylece ekonomide bir ‘yalancı bahar’ yaşanıyor.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Cem Yılmaz haklı mı? Mesele kutuplaşma mı? - KEMAL OKUYAN

Sosyal medya kültürünün hırpaladığı ünlülerden Cem Yılmaz’ın sosyal medyanın sahte bir “kutuplaşma” hissi yarattığı ve bu hissi gerçek hayata dayatmaya başladığı iddiası üzerinde durulmaya değer.

 Bu yaklaşıma göre, toplum farklı düşüncelere, farklı yaşam tarzlarına daha hoşgörülü ancak sosyal medya gerilimi yükseltiyor hatta bazen yoktan var ediyor.
Sosyal medyada her an kopmakta olan fırtınalara, kullanılan dile, linç kültürüne baktığınızda bu asap bozucu atmosferden tiksinip “evet, sosyal medya kutuplaştırıyor” demek gerçekten de mümkün.

Mümkün ama yanıltıcı.

Aslında Cem Yılmaz bir kutuplaşmadan ısrarla kaçarak var olmaya devam etmek istediği için sosyal medyanın sorununu kutuplaştırmak olarak ilan etmeyi tercih ediyor.

Oysa Türkiye’nin tam da bir kutuplaşmaya gereksinimi var. Gerçek, konusu belli olmuş, tarafları belirginleşmiş bir kutuplaşmaya…

Kuşkusuz siyasi ve ideolojik bir kutuplaşma toplumda kesin sınırlarla gerçekleşmez, çoğu zaman gri alanlardır asıl baskın olan. Ancak bugün Türkiye’deki sorun gri alanlar değil, kutupların belirsizliğidir. Evet, bir açıdan gereksiz bir gerginlik vardır Türkiye’de ancak dikkatle bakıldığında bu gerginliğin konusu ya da konuları bir türlü su üstüne çıkamamaktadır.

Çünkü toplumda gerçek taraflaşma başlıkları olarak geçmişten bugüne şekillenen bir dizi mesele (laiklik-dincilik, ilericilik-gericilik, solculuk-sağcılık, kamuculuk-piyasacılık, yurtseverlik-Amerikancılık vb…) artık eskisi gibi az-çok tutarlı bir fotoğraf vermemekte. Bir başlığın oluşturduğu kümeler ile bir başka başlıktaki kümelenme arasındaki fark büyük bir karmaşa yaratıyor. Bugünün gözde kutuplaşma konusu olan Saray yanlılığı ve ona muhalif etmek ise işleri kolaylaştıracağına daha da zorlaştırmakta. Saray eksenli taraflaşmanın herhangi bir sadeleşme yaratmadığı ortada.

Bütün bu kutuplaşma konuları değersiz ya da önemsizdir demiyorum, böyle bir iddia çok saçma olurdu. Ancak Türkiye toplumunu gerçek bir taraflaşmaya ve diğer başlıklarda da yeniden tutarlı bir konumlanışa götürecek olan emek-sermaye çelişkisidir. 

Bu toplum 1980 askeri darbesi ile unutturulan “sınıf” gerçeği ile yüzleşmeden bugünkü karmaşa ve tıkanmadan kurtulamayacaktır.
Zor konu, ayrı konu…

Şimdi sosyal medyaya dönelim.
Sosyal medyanın yarattığı bir sürü sorun var. Ancak bir tanesi her şeyin ötesine geçiyor ve sanki diğer sorunların da tetikleyicisi. Sosyal medyanın güçlü bir iletişim ağı yarattığı, insanları çok hızlı yan yana getirebildiği, ortak kanaat geliştirebildiği, kısa sürede büyük toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına vesile olduğu iddialarıyla tamamen çelişen bir gerçeğe odaklanmak durumundayız: Sosyal medya örgütsüzleştiriyor.
Geride bıraktığımız 150-200 yıllık dönem insanlık büyük örgütlenme pratiklerinin içine girdi. Her şeyden önce kapitalizm bütün kriz üreten ve kaotik yapısına karşın işyerlerinde oldukça gelişkin bir örgütlülüğü sermaye sınıfı adına sağladı. Bu örgütlülük verimliliği artırdı, sömürü mekanizmalarını mükemmelleştirdi.

Bunun tam karşısında emekçiler de patronlara karşı sendikalarda ve siyasi partilerde örgütlenmeye başladı, işçi sınıfının devrimci komünist partileri bu örgütlenme furyasının en gelişkin biçimi olarak tarih sahnesine çıktı.

Örgütlü davranış, ilkel toplumlardan bu yana insanı ilerletti, birlikte hareket etme yeteneği kazandırdı, öğrenme ve deney biriktirme süreçlerini hızlandırdı, tarımın gelişmesine yardımcı oldu, doğa karşısında insanı çaresizlikten çıkardı.

Bir yandan insanlığın gelişimini durdurmaya çalışanlar da örgütlü hareket ettiler. Dahası en yıkıcı kurumlardan biri olan ordular oldukça karmaşık ve derin bir örgütlülük anlayışı üzerinde şekillendi.

Zaten insanlığın geleceğini de para, sömürü, yalan, baskı ve kötünün örgütlülüğü ile emeğin, gerçeğin, ileri olanın, iyinin örgütlülüğü arasındaki mücadele belirleyecek.

Örgütlü bir halk bugünkü düzenin korkusudur.

Peki sosyal medya neden örgütsüzleştirmektedir?
Sosyal medya örgütsüzleştirmektedir çünkü düşüncenin gelişimi için gerekli etkileşim kanallarının yerini her tür filtreyi işlevsizleştiren bir doğrudanlık almıştır. 

Halbuki düşünme sanıldığı ölçüde bireysel bir edim değildir; en basit bir örgütlülük dahi “düşüncesizliği” frenler. Sosyal medya dışavurumculuğu ve atışmayı beslerken herkese kendi başına “örgüt” olma hazzını tattırmaktadır. Sanallık hafif kalıyor, düpedüz halüsinasyon…

Örgütlülük etki ile tepki arasına kolektif çıkarları, düşünme ve karar alma süreçlerini, araç-amaç bağlantılı bir muhasebeyi, hatta fayda-zarar hesabını yerleştirir. 

Sosyal medya ise etki ile tepki arasındaki mesafeyi alabildiğine kısaltmakta, insanı “uyaran” karşısında savunmasız bırakmaktadır. Savunmasız insan bağırır, çağırır, kontrolsüzleşir. Beğeniler, yeniden paylaşımlar, takip etmeler; bütün bunlar ne yazık ki toplamda insanı geriye çeken bir davranış setidir.
“Ben”i seven, dili bozan, yaratıcılık yerine ahkam kesmeyi teşvik eden, alabildiğine tüketici bir medyadan söz ediyoruz. Hayır kutuplaştırmıyor, tersine dağıtıyor, atomize ediyor.

Sorun troller, kimliğini gizleyenler değil, onları kaçınılmaz olarak yaratan zemindedir. “Bu zeminin hiç mi yararı yok” sorusunu şimdi yanıtlamak istemiyorum. “Madem öyle siz neden kullanıyorsunuz” sorusunu da…

Çalışılması gereken başlıklar bunlar, şablonlarla yanıt üretmek aynı sindirimsizliğin parçası olmak anlamına gelir.

Kemal Okuyan / SOL

19 Ocak 2020 Pazar

Tarihi evler yakılıyor, suç artıyor, yetkililer sessiz: Mega kentin kalbi içler acısı halde - UĞUR ŞAHİN

Tarihi Yarımada’da bulunan Süleymaniye ve çevresi savaştan çıkmış gibi. Haliç ‘manzaralı’ semtte kentsel dönüşüm sürerken tarihi ahşap cumbalı evler yakılıyor. Mahallelinin beyanına göre bu yangınlar bilinçli şekilde çıkarılıyor.


Tarihi Yarımada’da Osmanlı mimarisinin sayılı örneklerinden cumbalı ahşap evlerin yer aldığı, mega kentin ‘kalbi’ niteliğindeki Süleymaniye ve çevresinin hali yıllardır içler acısı. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) iştiraki olan KİPTAŞ’ın kentsel dönüşüm için uzun zaman yapı ‘topladığı’ UNESCO Dünya Mirası alanı olan Süleymaniye ve çevresi, bir nevi savaştan çıkmış gibi. ‹Süleymaniye›yi Yenileme Projesi› ile tarihi semtteki ahşap cumbalı evlerin kurtarılması hedeflense de proje bir türlü tamamlanamıyor. 

Öyle ki Süleymaniye’nin altında yer alan Küçükpazar, yanmış evler, kapı ve pencereleri sökük boş betonarme binalar ile ziyaretçilerine ‘merhaba’ diyor. Haliç ‘manzaralı’ mahalle, geçmişte bekar odaları ile biliniyordu. Mega kentin en büyük sığınmacı mahallelerinden birisi olan Küçükpazar bir dönem iç savaştan kaçan Suriyelileri ağırladı. Bugünlerde ise Afganistanlı, Pakistanlı ve Bangladeşli göçmenler için bir nevi sığınak görevi görüyor. Burada göçmenler yıkılmış binaların arazisine kurulmuş barınaklarda yaşam savaşı veriyor. 

Ancak Küçükpazar kimi tehlikeleri de barındırıyor. En yakıcı konuların başında ise kentsel dönüşüm mağduriyetleri ile güvenlik geliyor. Peki, Küçükpazar’da nasıl bir hayat sürdürülüyor? Tek sorun kentsel dönüşüm mü? Burada yaşayanların bir günü nasıl geçiyor? Bu sorulara yanıt aramak için sabahın erken saatlerinde Küçükpazar’ın sokaklarında adımlıyorum. Bir süre çevrede dolandıktan sonra yıkık bir evin önünde soluklanıyorum. Bu esnada çöp toplayan bir ağabey ile laflamaya başlıyorum. “Aslen Konyalıyım ama 35 sene oldu İstanbul’dayım. Çöp topluyorum ama geri dönmeye de hiç niyetim yok!” diyor ve yanımdan uzaklaşıyor.

TAŞI ALTINDIR AMA BOŞTUR

Daha sonra karşıma 30’lu yaşlarında bir yurttaş çıkıyor. Bir süre Küçükpazar üzerine konuşuyoruz, ismini vermek istemiyor. Aktardığına göre, Mahmutpaşa ve civarında hamallık yaparak geçimini sağlıyor. Bir yandan işe gitmek için hazırlanırken, bir yandan da sorularıma cevap veriyor: “Buraya geleli üç sene oldu. Urfa’dan geldik, bir tanıdığın aracı olması sayesinde de Küçükpazar’da oturmaya başladım. Mahmutpaşa ve civarında hamallık yapıyorum. Günde 30 ile 40 TL arasında değişen bir para kazanıyorum. Ekmek kolay kazanılmıyor. Yoruluyorum ve yorgunluk içime kadar işliyor. Tabii kolay bir iş yapmıyoruz, bu iş ağır. Bazen öyle çuvallar kaldırıyoruz ki… Bir de bunları 3’üncü, 4’üncü katlara çıkardığımız oluyor. Açıkçası bunlara rağmen Urfa’ya geri dönmeyi düşünmüyorum. Çünkü orada da evim yok. Oraya gitsem de kiracıyım, burada kalsam da… Zaten Urfa’da iş yok, iş olmadığı için buraya geldim. Buna mecbur kaldık, ayrıca insan nereden geçimini sağlarsa oralıdır. İstanbul’un taşı toprağı altındır ama boştur.”

HAYAT ÜÇ ÇOCUKLA DAHA ZOR

Akabinde Gezici ailesini ziyaret ediyorum. Derme çatma bir evde 6 kişi kalıyorlar. Saadet Gezici’nin anlattıklarına göre geçen sene kirada oturdukları ev ‘bilinmeyen’ bir nedenden ötürü yanmış, çareyi ise hemen çaprazlarında yer alan eve sığınmakta bulmuşlar. Saadet Gezici, “İstanbul’un yalnızca adı var” diyor ve ekliyor: “Urfa’dansa burası daha iyi ama hayat çok zor, 3 çocukla daha da zor. Küçükpazar’da yaşamak zor ama tabii bir köy değil. Eşim hamallık yapıyordu, rahatsızlandı, artık çalışamıyor. Ben karton, şişe vs. topluyorum. Eşim ameliyat olacak, oğlum da kalp hastası… Urfa’ya dönmek istemiyoruz çünkü orada tedavi olamazlar.”

ESKİ VE YENİ KÜÇÜKPAZAR ARASINDAKİ FARK BÜYÜK
Bir süre daha sokaklarda turladıktan sonra kendimi Küçükpazar’daki bir kahvehanede buluyorum. İçerisi tıklım tıklım… Dışarıda oturup insanları seyrederken biri geliyor yanıma, izin istedikten sonra oturuyor masaya ve başlıyoruz sohbete. Adı İsa Erdoğan, 83 yaşında, doğma büyüme Küçükpazarlı. Ses kayıt cihazımın ‘kayıt’ tuşuna basıyorum ve hem Küçükpazar’ın hem de İsa Özcan’ın hikayesini dinliyorum: “Burada doğdum, burada büyüdüm. Doğduğum ev ahşaptı. Annem babam Arnavut, Üsküp’ten buraya gelmişler. Babam züccaciye işi yapardı, ben de dükkânda bardakları yıkardım. Okuma yazmam yok. Okumamışım da yazmamışım da. Okumuşum da dersten kaçmışım. O zamanlar insanların ve paranın kıymeti vardı. 83 yaşındayım ve emekliyim. Ağabeyimin sayesinde emekli oldum, yoksa olamazdım. Hiç evlenmedim, çocuğum yok. 10 seneden fazladır otelde kalıyorum. Odam tek kişilik, aylık 900 liraya mal oluyordu ama ona da zam yapmışlar, bin TL olacak. Eskiden saygı vardı, insanın kıymeti vardı. Şimdi o işler yalan oldu. Bu Küçükpazar için de geçerli. Eski ve yeni Küçükpazar arasında fark büyük.”

EVSİZLİK ARTTI, KAHVE BU YÜZDEN DOLU
İsa Özcan ile sohbetimizin ardından oturduğum kahvehanenin işletmecisi ile görüşüyorum. O da ismini vermek istemeyenlerden… 38 yaşındaki kahveci, 23 senedir Küçükpazar’da yaşıyor. Küçükpazar’da kahve işletmenin nasıl bir duygu olduğunu soruyorum, anında yanıtlıyor: “İlk önce Allah yardım etsin diyorum. Garip, guruba, hamal olsun, Bangladeşli olsun, Afganistanlı olsun, Pakistanlı olsun herkes burada. Eski zamanda aileler vardı. Örneğin Siirtliler, Malatyalılar, Kastamonulular… Onlar belirli bir zaman içerisinde sürüldü, iş imkânları kalmadı ve gittiler. Şimdi o bekar evlerinde Bangladeşliler kalıyor. Kahveyi gece 00.00’da kapatıyorum, o saatlerde buralar tekin olmuyor. Çünkü şimdilerde azalsa da gasp olayı var. Kahveyi 03.00’te açsam da insanlar gelir, 04.00’te açsam da… Kahvenin ışığının açık olduğunu gören geliyor. Çünkü herkes sokakta kalıyor. Felaket evsizlik var. Son yıllarda aşırı şekilde evsizlik arttı. Adam ne yapsın, bir eve girse 600-700 TL kira ödeyecek ama iş yok, güç yok.”

MİLLETİN CEBİNDE ÇAY İÇECEK PARASI YOK
Kahveci, sözlerini şöyle noktalıyor: “Süleymaniye, Vefa ve Küçükpazar’ın çevresinde kentsel dönüşüm var. Alan KİPTAŞ’ın elinde. Yavaş yavaş, milleti korkutmadan, tek tek evleri aldılar. Misal 1 hafta önce gelseydin, 2-3 tane yangın oldu ve sebebi belli değil. Yanan binaların içeride kimse yok, nasıl oluyor bilinmiyor. Binayı yıkamıyorlar çünkü tarihi eser ama bir şekilde yanıyor işte. Hırsızlık ve gasp bitmiş gibi görünse de Küçükpazar’ın her yeri tehlikeli. Gerçi tehlikeliydi diyeyim çünkü artık hepsi cezaevinde. Eski Küçükpazar çok daha iyiydi, burada kime sorsan böyle söyler. Bir de misal artık müşteri bile bulamıyoruz. Kimsenin cebinde para yok. Sabah gel, milletin cebinde bir çay parası yok. Kepenk açıyorum, 10 kişi geliyor. Adam diyor ki: ‘Çay içeceğim ama param yok, çay verir misin?’ birincisine vereyim, ikincisine vereyim, üçüncüsüne de vereyim ama bana da para lazım. Devlet benden vergimi alıyor, sigortamı alıyor, her şeyimi alıyor fakat iş var mı, diye sormuyor. Milletin cebinde para var mı diye sormuyor.”

***

Gece uyuyamıyorum evimi yakarlar diye
35 yıldır Küçükpazar’da oturan Huriye Hanım’ın anlattıkları oldukça çarpıcı: “Burada kentsel dönüşüm var fakat bölgeyi hiç iyi etkilemedi. Senelerdir burada oturuyorum, önceden çok nezih insanlar vardı. Misal Kemal Sunal burada oturmuş. Ancak şimdilerde evler yakılıyor, madde kullananlar da var. Bir hafta içinde 3 yerde yangın çıktı. Bir tane Vefa’da çıktı, iki tane aşağıda çıktı. Her gün yangın çıkması normal değil. Bence bilerek yapıyorlar, açıkçası kendi evimde huzursuz oturuyorum. Benim gibi yaşananlardan rahatsız olan insanlar var. Ciddi söylüyorum, gece uyuyamıyorum ben, ‘Acaba bizim evi de mi yakacaklar?’ diye düşünmekten. Hiç huzurumuz yok.”

POLİSE HABER VERİYORUZ, GELMİYOR

Huriye Hanım, Fatih Belediyesi’nden ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden şikâyetçi… Ona göre bölgede hiçbir önlem alınmadı: “Burada yaşayan insanlar için önlem alınmalı. Bir kavga olduğunda ya da yangın çıktığında yetkililere haber veriyoruz, kimse gelmiyor. Polise söylüyoruz, çok geç geliyor. Burada insan yaşıyor, can yaşıyor.”

Uğur Şahin / BİRGÜN