2 Şubat 2020 Pazar

Korona'nın ekonomi politiği: Neden Çin? - İLKER BELEK

Yeni Koronavirüs bir kez daha sağlık sorunlarını gündemin merkezine oturttu. Salgını emperyalist rekabet içinde değerlendirme konusunda hiç duraksamadan harekete geçen ABD tablonun bir yanında duruyor. Öte yandan tablonun en göz alıcı yerinde yine kapitalizmle toplum sağlığı arasındaki ters orantı var. İşte salgının Çin'deki temelleri.


Sosyo ekonomik faktörlerle sağlık arasında çok önemli bir ilişki olduğu kesin bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü bunları gelir, sosyal statü, eğitim, fizik çevre, sosyal destek ağları, sağlık hizmetleri olarak sıralıyor.

DSÖ şüphesiz gelirden, eğitimden, sosyal destekten yoksunluğun ve düşük sosyal statünün nedenleri üzerinde durmaz. Oysa gerçekten de bütün bu sosyoekonomik nitelikli faktörleri sarıp, sarmalayan bir bağlam vardır. Biz buna, bugün için, kapitalist üretim ilişkileri diyoruz.

Eğitimi, geliri, sınıfsal konumu farklı olan bireyler bu genel bağlam içinde farklı sağlık risklerine muhataptırlar ya da aynı riski farklı derecelerde yaşarlar.
Bulaşıcı hastalık salgınlarına da bu şekilde bakmak gerekir. Aksi taktirde, salgın çıktıktan sonra çok hayati müdahaleler gerçekleştirilse bile (ki zaten böyle olmalıdır), benzer bir başka salgının ortaya çıkması engellenemez, (Çin bu konuda iyi bir örnektir).

NEDEN ÇİN?
Soru aslında daha geniş bir şekilde sorulmalı: 
Neden dar gelirli, yoksul ülkeler enfeksiyon hastalıklarını daha sık ve şiddetli yaşar? 
Örneğin neden AIDS Afrika’nın yüküdür, neden verem yoksulların hastalığıdır?

Ama gündemimiz şimdi Çin.

2002 sonunda patlayan, hızlı yayılması ve başlangıçtaki yüksek fatalitesi (vakalar içinde ölenlerin oranı) nedeniyle dünya çapında korku salmış olan SARS hastalığı da Çin kökenliydi. O’nun etkeni de Koronavirüs ailesindendi. Salgın Temmuz 2003’de sona erdiğinde 8.096 kişiyi etkilemiş ve 774 kişinin ölümüne neden olmuştu, fatalitesi %9,6 olarak gerçekleşti.

Bu kez yine bir koronavirüs ve yine Çin.

ÇİN'İN ÖZELLİĞİ NE?
Çin’deki son salgın 11 milyon nüfuslu Vuhan kentinde ortaya çıktı. İlk vakalar bir deniz ürünleri marketinin çalışanlarından çıktı.

Çin kalabalık, nüfus yoğunluğu yüksek, sosyal gruplar arasındaki eşitsizliklerin arttığı, hızla kentleşmiş bir ülke.

Haliyle, salgınla ilgilenen akademik ve idari çevrelerin tamamı, solunum yolu enfeksiyonlarının kalabalıkları sevmesi nedeniyle, koronavirüs salgınıyla kalabalık yaşam arasındaki ilişkiye odaklandı.

Doğru, ama eksik ve bu nedenle de yanlış bir tutumdur: Yanıtlanması gereken soru bu denli nüfus yoğunluğuna neyin sebep olduğudur. Çünkü gerçek neden bu şekilde bulunabilecektir.

ÇİN'DE NÜFUS YOĞUNLUĞU
Vuhan’ın içinde yer aldığı Hubei eyaletinin nüfus yoğunluğu (2018 için) kilometrekareye 2.804 kişi. SARS salgını ise kilometrekareye 3.469 kişinin yaşadığı Guangdong ilinde ortaya çıkmıştı. Buna karşılık Vuhan merkezindeki kimi ilçelerde nüfus yoğunluğunun daha 2009’da 24.000’e ulaştığını belirten yayınlar mevcut.

Bu verilerin ne anlam ifade ettiğini anlayabilmek için (yine 2018 için) nüfus yoğunluğunun, en kalabalık ilimiz İstanbul’da 2.836, İstanbul’un en kalabalık ilçesi Esenler’de ise 7.800 kişi olduğunu dikkate alalım.


ÇİN'DE PLANLANMIŞ AŞIRI KENTLEŞME
Son yıllarda Çin’in nüfus yapısındaki değişimi tanımlayan en önemli gelişme hızlı kentleşme olgusu. Çin resmi istatistiklerine göre kentsel nüfusun toplamdaki oranı 2011’de %50’yi geçti, 2015’te %56’ya, 2017’de de %59’a ulaştı. Nüfusun en hızlı arttığı yerleşim yerleri büyük kentler oldu.

Vuhan da bu kentlerden birisi. Çin’in en kalabalık 7. kenti. Nüfusu 1980’de 2,5, 1990’da 3,4, 2000’de 6,6, 2010’da 7,5 milyon oldu. 30 yılda üçe katlandı. Bu, yıllık %1,7’lik bir nüfus artışına denk gelir. Hız çok yüksektir ama durumu daha da vahim kılan nokta, bu hızlı artışın nüfusu zaten kalabalık bir yerde gerçekleşiyor olmasıdır.

ÇİN'DE KENTLER NEDEN BAŞ DÖNDÜRÜCÜ BİR HIZLA BÜYÜDÜ?
Çin ekonomisi 2000’lerde yıllık %10’un üzerinde bir hızla büyüdü, sonraki 10 yılda oran %8’e indi, şimdilerde ise %6’larda. Bu oranların diğer ülkeler için hayal bile edilemez olduğu bir gerçek.

Çin’deki bu büyüme temposu Mao sonrası dönemde Komünist Parti’nin belirlediği kalkınma modeline bağlı. Parti’nin ekonomik politikası tarımsal fazla nüfusu gayet düşük ücretlerle, sanayiye, yani kentlere aktarmayı da içeren ihracata yönelik bir karaktere sahip. Çin’i dünya piyasalarında rekabetçi kılan tek faktör ucuz emek gücü. Zira Çin’in imalat ekonomisi ağır biçimde ithalata bağımlı. Emek gücünün ucuzluğu talebi kısarak (özel tüketimin milli gelire oranı %35) yüksek yatırım oranlarına da imkan tanır. Çin sanayileşme hamlesini yatırım oranını milli gelirin %40’ına çekerek başardı.

Anlaşılacağı üzere, Komünist Parti kentleri bilinçli şekilde büyüttü, ucuz emek deposu, büyük fabrikalar ve transfer merkezleri haline getirdi. Bunun için de kırsal nüfusun yoksulluğunu özel olarak değerlendirdi. Aşağıdaki grafik kentsel ve kırsal gelirler arasındaki ilişkiyi gösteriyor.


Vuhan işte bu hamle içinde Çin’in en önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden birisi olarak belirdi.

Kentlerin anormal hızlı büyümesi, nüfus yoğunluğundaki tırmanma, köy ile kent arasında mevsimsel ritimle işleyen göç mekanizması, kentlerin içinde derinleşen ekonomik eşitsizlikler gibi sorunlar işte bu ekonomi politiğin sonucunda ortaya çıktı.

ÇİN'DE İÇ GÖÇ VE MOBİL NÜFUS
Çin kentlerinin nüfusunun %20’si mobildir. Merkez illerde oran %30’a çıkar, 6 büyük kenti içine alan ve özel ekonomik bölge statüsündeki Shenzen eyaletinde ise %80’i aşar. Pekin ve Şanghay’daki mobil nüfus komşu eyaletlerden, Vuhan’dakiyse komşu illerdendir. Mobil nüfusun %48-78’i çiftçidir, eğitim düzeyi düşüktür. Mobil olanlar kötü konutlarda barınırlar, kentsel hizmetlerden düşük derecede yararlanabilirler, suç oranının ve illegal faaliyetlerin yüksek olduğu mahallelerde yaşarlar.

ÇİN'İN EŞİTLİKSİZCİ KALKINMASI
Çin bu ekonomik modelle kişi başı ulusal gelirini yüksek tempoyla artırdı: 
1990’da 318, 2000’de 959, 2010’da 4.550, 2018’de 9.771 Dolar.

Buna bağlı olarak insani gelişme indeksi de hızla yükseldi: 
1990’da 0,501, 2000’de 0,591, 2010’da 0,702, 2018’de 0,758.

Ancak Çin’in insani gelişmedeki bu gelişmesi gelirdeki artışla ilişkilidir ve başka gerçekleri gizler. Zira gelirin ve insani gelişmenin neredeyse logaritmik hızlarla yükseldiği bu sürece eşitsizliklerdeki artış eşlik etmiştir. 

Aşağıdaki grafik gini katsayısı özelinde yıllar içinde durumun nasıl değiştiğini gösteriyor. Gelir eşitsizliğinde, muhtemelen yoksul köylülerin sanayideki işlerinden aldıkları ücrete bağlı olan yıllar içindeki kısmi düzelme, 2015’ten itibaren yerini bir bozulma eğilimine bıraktı.



Öte yandan eşitsizlikle ilgili daha çarpıcı sonuçlar da ortaya çıktı: 
1979’dan 2015’e kadar kentli nüfusun geliri 405 Yuan’dan 31.790 Yuan’a çıkarken (79 kat artış), köylü nüfusun geliri 160 Yuan’dan 10.772 Yuan’a yükseldi (67 Kat artış). 

Kentleşme süreci kent içindeki polarizasyonla birlikte gelişti. Nüfusun en zengin %1’i toplam servetin üçte birini elinde tutarken, dipteki %25’lik kesimin servetteki payı yalnızca %1’dir. Servete göre ölçülen gini katsayısında istikrarlı ve önemli boyutta bozulma söz konusudur: 


DSÖ ÇİN YÖNETİMİNİ ÖVÜYOR AMA...
DSÖ Vuhan kökenli Yeni Koronavirüs salgınında Çin hükümetinin, yapılması gerekenleri yerine getirdiğini belirtti. Doğru görünüyor. Yönetimin özellikle ilk vakayı saptar saptamaz durumdan DSÖ’nü haberdar etmesi, virüsün genetik analizini hızla gerçekleştirerek, dünyayla paylaşması ve hemen aşı araştırmasına başlaması çok önemliydi.

Ancak halk sağlığı için esas önemli olan nokta, sorun ortaya çıkmadan yapılması gerekenlerdir. Buna koruyucu sağlık hizmetleri diyoruz.

Çin hükümetinin uzun süredir izlediği ekonomik politikalar bu tür salgınlarla seyredecek önemli enfeksiyon hastalıklarının ortaya çıkışına zemin hazırlayacak stratejilerden oluşmaktadır.

Hastalığın ortaya çıkışında ve salgın halini alışında mutlaka Çin’deki beslenme alışkanlıklarının etkisi vardır. Ancak Çin kentleşme süreci anlattığımız tarzda olmasaydı, en azından hastalığın böyle bir salgın halini alması söz konusu olmazdı.

Yeni Koronavirüs salgınının sorumlusu kapitalist dünya ekonomisinin, hem pazar hem de toplumsal yapı olarak parçası olan Çin kapitalizmidir.

İlker Belek / SOL

1 Şubat 2020 Cumartesi

Vatan yahut Sosyalizm - ORHAN GÖKDEMİR

Tarihi çok gerilere gitmiyor. Demek ki insanlık tarihindeki kısa ışık parlamalarından biridir. Önce Aydınlanma ve sonra onun ışığında parlayan Büyük Fransız Devrimi ile büyük bir devrimci dalganın içinde bulduk kendimizi. 

Kant, teoride tanrının kellesini uçurmuştu. Ondan feyz olan Robespierre pratikte kralın kellesini uçurdu. Bunlar aslında bireysel kelleler olarak görülmekle birlikte, eski rejimin kelleleriydi. Eski rejimin kelleleri düşünce, o başsızlıkta Cumhuriyet fikri doğdu. İnsanlık ailesinin en büyük, en devrimci icatlarından biridir. 

Sosyalist Cumhuriyet de büyük ölçüde o dalganın ürünü. Cumhuriyetin harcına eşitliğin katılabileceği fikri 1848’den ve 1871’den damıtılarak elde edilmişti. Büyük emperyalist savaşın ortasında görüldü ki Cumhuriyet fikrini yaşatmanın yolu onu eşitlikçi bir harçla yeniden yoğurmaktan geçiyor. 

Düştük, kalktık; 200 yıl sonra hâlâ o dalganın üzerindeyiz. 

Şimdilik şurası açık; Fransız Devrimi, Ekim Devrimi, Türk Devrimi tanrının ve kralın kellesini uçurarak iş gördü. Demek, kelle uçurmanın Aydınlanma tarihinde yeri var.

***

Büyük aydınımız Mithat Paşa, cüretli ve çalışkan olmakla birlikte henüz sultan kellesi uçurmayı hayal edemiyordu. Saray duvarları Batıdan gelen esintileri içeri sızdırmıyordu çünkü. O da başka yoldan giderek halletmeyi denedi. Aziz’i bir saray darbesiyle indirdi, koltuğuna yeğeni Murat’ı oturttu. Fakat yeni sultanın akıl sağlığı dalgalıydı. Ayrıca fırsatçı küçük biraderi Hamit, Paşanın kulağına Anayasayı tanıyacağını fısıldamıştı. 
Paşa, Murat’ı da indirdi, Hamit’e yolu araladı. Mason Murat ancak üç ay saltanat sürebilmişti.

Kanun-i Esasi, ilk anayasa, 1876’da ilan edildi. Meşrutiyetlerimizden birincisini o saray darbesine borçluyuz. Mimarı iş bilir Mithat Paşa'dır. Bir yıl sonra 93 harbini bahane eden Hamit ilanını kabul ettiği anayasayı rafa kaldırdı. Uzun istibdat dönemi kapısı aralanmıştı. Mithat Paşa ise kelle almayı bilmemenin bedelini kendi kellesini vererek ödedi. 

Başkaları da var: Anayasal tarihimiz başlama vuruşunu üç erken aydınımıza, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’e borçluyuz. “Hürriyeti” ve “Vatanı” bize onlar öğretti. Esası Sultan düşürmesidir.

Ne diyor Ozan: “Nice sultanları tahtan indirdi. Nicesinin gül benzini soldurdu. Nicesini dönmez yola gönderdi. Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm.” İndirdiler, gül benizlerini soldurdular veya dönülmez yola gönderdiler. Ama kellelerini hep yerinde bırakmayı tercih ettiler.

Abdülhamit, Namık Kemal’in vatan dediğini özel mülkü sayıyordu. Varsıldı, üzerine biraz dindardı. Mülkünü dindar bir varsıl olarak yönetti. Camiye gitti, çıkışta borsanın yolunu tuttu. Servetini çoğaltarak geçirdiği uzun hükmünde tek derdi mülkünü elinde tutmaktı. Bunun için tehdit oluşturanlara zulmetti, yasakladı, kovaladı. Ama o şartlarda bile ömrü ancak 30 yıl hükmetmesine yetti.

Enver, Talat ve Cemal Rumeli’den koşup geldiler. Büyük despotu alaşağı etmeye bir telgraf kampanyası yetmişti. Hamit kendisine gönderilen telgraflardan çok korktu, gül benzi solmuştu, kendiliğinden düştü. Derdest edip Selanik’te bir köşke kapattılar sonra. Meşrutiyet’in birincisinin icadı olan “Hürriyet” böylece hayat buldu. Anayasa raftan indi, meclis açıldı. Meşrutiyetlerden ikincisidir, fiili sultansızlık halidir. Vatana vardık.

Fakat ikinci kuşak aydınlarımız da Mithat Paşa ekolündendi. Hamit’i indirip Reşat’ı bindirdiler. Reşat, kukla padişah olmayı baştan kabul etmişti. Hükümsüz kellelerimizdendir. 

***

Cumhuriyet, “Vatan” ve “Hürriyet”in getirisidir. 

1908’de hürriyeti ve vatanı bulmuştuk, gericiler 1909’da bulduklarımızı geri almak için ayaklandılar. Şeriat istiyorlardı. Şeriat, vatansızlık ve hürriyetsizlik halidir. Onların başaramadığını Balkan Harbi başardı. 1910 ila 1920 arasındaki uzun iç savaşta vatanı da hürriyeti de kaybettik. 

Ama sonra direnmenin bir yolunu bulduk. Kurtuluş Savaşı vatan için yolu yeniden aralamıştı. Son sultan, kellesi uçmasın diye İngiliz gemisiyle sıvıştığından, bu vatanda bir sultanın olması da artık anlamsız görünüyordu. Kalsaydı, Cumhuriyet bu kadar hızlı gelir miydi, bir sorudur. Ama kuşkusuz eninde sonunda gelirdi. Sultanının kellesini almamakla birlikte, dönülmez yola gönderdi; Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye borçluyuz. 

Sonra Cumhuriyet de düştü. Eteklerinden gelen Menderes kendisini yeni sultan ilan etmeye çok yaklaşmıştı. İkinci istibdattaydık. Tabii, bu tarihten biliyoruz, sultan varsa kelle alma hareketi de vardır. Devirdiler ve aldılar. Anayasayı yeniden ilan ettiler. Arkasında büyük bir Kemalist Aydın hareketi ve TİP vardı. Üçüncü meşrutiyetimizdir. 

Olmayınca, 12 Eylül’de bir zavallıyı, Kenan Evren’i silah zoruyla sultan ilan ettiler, reankarne Abdülhamit’tir. Ancak henüz aydınlarımızı yok edememişlerdi. Aziz Nesin ve Yalçın Küçük öncülüğünde ayağa kalkan aydınlarımız nevzuhur Hamit’i silkelediler, ancak düşüremediler. Bu da üçüncü istibdat dönemimizdir. 

***

“Vatan yahut Silistre”, Namık Kemal’in 1872’de kaleme aldığı tiyatro oyunu. Başlangıçta eserinin adı sade “Vatan”dı. Oyun sahnelenince izleyenler galeyana geldi. Sokağa çıkıp feryat ettiler, yürüdüler. Çünkü sultanın tebaası o salonda vatanla ilk defa karşılaşmıştı. Olaylar üzerine Vatan yazarını derdest edip Mağusa'ya sürdüler. Sansürlediler. O da sansürden kaçmak için “Silistire”yi ekledi “Vatan”a. Yetmedi tabii, sürgünde ölüme terk ettiler. 
İlk vatan kahramanımızdır.  

Peki sultanlar neden bu kadar korkarlar vatandan, hürriyetten ve cumhuriyetten?

Çünkü sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimizi onlar mülkü bilirler. Vatan mülkse, devlet de mülktür. “Adalet mülkün temelidir” derken söylenen budur. Marks’ın cümleleriyle tekrarlayayım: Kral devlet benim mülküm derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemek istemektedir. Demek ki bir toprağın vatan olması için onu mülk edinenlerin elinden alma şartı var.

Alacaksınız ve sultanları mülksüzleştireceksiniz, toprağın vatana dönüşmesinin esası da bu. 

Ama sözde de olsa en gerici dönemde bile bir adalet arayışı veya iddiası vardı. Kapitalizmin son, tekelci aşamasında kaldırıp attılar. Ortalıkta çıplak bir mülk ve çıplak bir devlet kaldı. Ezilenler artık vatansızdır. 

***

Düştük, kalktık. Vatanı silip hürriyeti tepeledin mi, karanlığa varırsın. Vatan yeniden mülk ilan edildi. Hürriyet tepelendi, Cumhuriyet imamların elinde defnedilmeyi bekliyor. Nevzuhur sultan “benim değil mi, kime ne” bile dedi tarihine bakmadan. Hamit’in ruhu dolaşıyor zombi bedenlerinde. Düştük, kalkarız. Biz hâlâ o dalgadayız. Sultan varsa, dönülmez yola göndermek isteyenler de vardır: 

Aydınlanma tarihinde ve türkülerimizde yeri var.

Sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur ama bizim acil bir vatana ihtiyacımız var. Adalet ezilenlerin vatanıdır. Buluruz, eninde sonunda, mecburuz.

Bu yeni bir oyundur fakat; adı “Vatan yahut Sosyalizm”dir….

Orhan Gökdemir / SOL

31 Ocak 2020 Cuma

2019’da dünya ekonomisi: Eksik, yanıltıcı tespitler - KORKUT BORATAV

2019’da “dünyanın hali” nasıl seyretti? Yıl sonunda bu köşede gözden geçirdim: Sermaye tahakkümü altında bunalan halk sınıfları kalkışmakta; emperyalist saldırılar sürmekte; iktidarlar sarsılmakta; faşizm hortlamakta; “popülizm” yaftası sayesinde saygınlık kazanmaktadır.

Kapitalist dünya sistemi kargaşa içindedir; siyasal istikrarını, ekonomik dinamizmini yitirmiştir. Kargaşa, sermaye çevrelerinde tedirginliği yaygınlaştırmıştır. Öyle ki, dev şirketlerin patronları ile burjuvazinin beyin takımı, “kapitalizmin geleceği var mı?” sorusunu tartışmaya başlamıştır. Arkadaşımız Ergin Yıldızoğlu bu tartışmalardan bazılarını Cumhuriyet’te aktardı.

IMF, kapitalist dünya ekonomisinin düzenleyici kurumlarından biridir; bu tartışmalarda suskun kalması beklenemez. Geçen yıl içinde Dünya Bankası yönetim kadrosundan Kristalina Georgieva, IMF başkanlığını devralmıştı. Yeni başkan Ocak ortasında sermaye çevrelerinin iyi bilinen düşünce kuruluşlarından Peterson Institute of International Economics’te 2020’li yıllara göz atan bir konuşma yapmış. 

Gözden geçirelim.

IMF’nin yeni başkanı dünyaya nasıl bakıyor?

Yeni IMF başkanı, konuşmasına “önümüzdeki on yıl için daha kucaklayıcı bir sistem” başlığını koymuş ve günümüzde “artan belirsizlikleri” vurgulayan olumsuz bir tablo çizerek başlamış: Jeopolitik gerilimler; milyonlarca insanın, sağlık, geçim güçlükleri; ülkelerin pek çoğunda artan huzursuzluklar… 
Kristalina Georgieva’nın daha sonra vurguladığı tespitleri de sıralıyorum: Aşırı eşitsizlikler büyümeyi köstekler; popülizmi ve siyasal kargaşayı besler. Bu nedenlerle toplumsal huzursuzluklar içindeyiz. Finansal sektörün uzun dönemde eşitsizlikler üzerinde olumlu veya olumsuz kalıcı etkilerini çoğu kez ihmal ediyoruz

Bu ifadeler “malûmu ilan”dır; 2008 krizi sonrasındaki bazı eleştirel söylem ve tespitlerin “evcilleştirilmiş ve yavan” tekrarlarından ibarettir.
  
Politika önerilerine gelince Georgieva, IMF’nin ülke uzmanlarının Kamboçya’dan, Endonezya’dan, hatta İsveç’ten yanıltıcı örneklerini genelleştiriyor: Yoksul nüfusun da banka mevduatına ulaşması; kadınlara dönük mikro-krediler; gezici bankalar; küçük işletmelerin tahvil piyasasına yönelmesi… 
IMF Başkanı, eşitsizliklere deva olarak “bir kucaklayıcı sistem” önermişti. Bunu yaratacak kritik bir anahtar ise, Üçüncü Dünya emekçilerinin finans kapital ile bütünleşmesi olacakmış… 

Ne diyelim? 

IMF yönetimi, Davos’ta kapitalizmin geleceği tartışmalarını kaçırmış görünüyor. Fark etmez; zira uzunca bir süreden beri öğrenme yeteneğini de yitirmiştir. 

2019’un ekonomik bilançosu: Büyüme öngörüleri aşağı çekildi
Yeni yıl başlarken dünya ekonomisinin 2019 bilançosunu çıkaran yayınlar arttı. En güncel “yeniden değerlendirme” de IMF’ye aittir: Ocak 2020 tarihli World Economic Outlook Update

Bu belge, IMF tarafından Ekim 2019’da yayımlanan kapsamlı Ekonomik Rapor’un 2019 istatistiklerini düzeltiyor; 2020-2021 öngörülerini yeniliyor; revizyonların gerekçelerini açıklıyor. 

Göz atalım.

Belgenin alt başlığı, IMF’nin uluslararası ekonomik ortama ilişkin ana teşhisini de içeriyor: Aldatıcı istikrar, halsiz düzelme… İkincisi, yani “halsiz düzelme” bulguları üzerinde duracağım.

Belge, 2019’da dünya ekonomisinin %2,9 oranında büyüdüğünü tahmin ediyor. IMF’nin üç ay önceki Ekonomik Raporu’nda 2019’un büyüme öngörüsü yüzde 3’tü. Ocak 2020 tarihli belgenin alt başlığındaki “halsiz düzelme” de 2019’a ilişkin yeni tespitten kaynaklanıyor.  

2019’daki “halsizlik” nasıl açıklanabilir? 

Bu soruyu IMF belgesi, “2019’da bazı yükselen piyasa ekonomilerinde meydana gelen olumsuz ekonomik sürprizlere” işaret ederek yanıtlıyor; o kadar... Demek oluyor ki dünya ekonomisinin geçen yıl durgunlaşması “Güney” coğrafyasından kaynaklanmıştır.  

Sözü geçen “olumsuz ekonomik sürprizlerin” Üçüncü Dünya içindeki adresleri nedir? IMF belgeleri dünya ekonomisi istatistiklerini ana bölgeler ve (Çin ve Hindistan gibi) birkaç büyük ülke için ayrı ayrı verir. “Güney” coğrafyası beş bölgeye ayrılır. 2018 ve 2019 büyüme verileri karşılaştırıldığında yükselen piyasa ekonomileri blokunu “halsizliğe” sürükleyen üç adres belirleniyor: Latin Amerika, Orta Doğu ve Hindistan… 

“Olumsuz ekonomik sürprizleri” oluşturan bölgelerin ve ülkenin IMF belgesinde yer alan 2018-2019-2020 büyüme veri ve öngörülerini aktaralım:
    
     Latin Amerika: %1,1 → %0,1 → %1,6
    Orta Doğu:       %1,9 →  %0,8 → %2,8 
    Hindistan:        %6,8 →  %4,8 → %5,8…

“Halsizlik” tespiti, 2018 ve 2019’a ait önce gelen iki sayının karşılaştırılmasına bağlıdır. Son sayılar, 2020’de öngörülen (“umulan”) büyüme oranlarıdır.  
  
“Halsiz Güney”in bilançosu: İki bölgesel kriz ve bir durgunlaşma
2019’da çevre ekonomilerinde “olumsuz ekonomik sürprizlerin” gözlendiği bu üç örnek üzerinde odaklanalım.

Önce, ortalama “sıfır büyüme” izleyen Latin Amerika ve Orta Doğu’ya göz atalım. Bu iki bölgede ortalama nüfus artış hızları, yüzde 0,1 ile 0,8 arasında seyreden büyüme oranlarının üstündedir. Demek ki bu iki büyük coğrafyada geçen yıl kişi başına millî gelir düşmüştür. 

Ortalamalar “eksi” değerlere inmişse, bazı ülkelerde ağır ekonomik bunalımlar gerçekleşmiş olmalıdır. Dolayısıyla hem Latin Amerika, hem de Orta Doğu’nun tümü için, IMF’nin yeğlediği “halsiz düzelme” değil, “bölgesel kriz” nitelemesi geçerlidir. 

IMF, 2019’da Latin Amerika’daki yoksullaşmanın, bunalımların ülkelere dökümü, nedenleri hakkında suskundur. “Toplumsal gerilimler”e değinilmektedir; o kadar… Bu gerilimlerin, kalkışmaların ülke yansımalarına ve neoliberal politikalar ile bağlantısına değil… 

Bölgenin en büyük ekonomilerinden Arjantin’de IMF programı harfiyen uygulanırken patlak veren sert ekonomik kriz Ocak 2020 tarihli belgede suskunlukla geçiştirilmektedir. Nedeni açıktır: Son Arjantin bunalımı IMF siciline yeni bir “yüz karası” olarak geçecektir. 2019’da Ekvador’da yaşanan “toplumsal gerilimler”, doğrudan doğruya bu ülkedeki IMF programından kaynaklanmıştır. ABD-kaynaklı ambargoların, gerçekleşen veya girişilen darbelerin ekonomik sonuçları belirleyicidir; ama IMF belgesinde değil … 

Bir büyük bölge olarak Orta Doğu’daki yoksullaşmanın arka planına Ocak 2020 belgesi, “yükselen jeopolitik gerilimler, toplumsal huzursuzluklar, çatışmalar” ifadeleri ile değiniyor. IMF, bu arka planın emperyalizmden kaynaklandığını elbette belirtemeyecektir. 

Hindistan’da ise kriz ve yoksullaşma değil, bir durgunlaşma söz konusudur. Beş yıl önce finansal serbestleşme, tam dışa açılma ve özelleştirme programlarıyla iktidara gelen Narendra Modi, neoliberal çevrelerin gözde siyasetçilerindendir. Bu ülkenin Asya’da (yarı-devletçi ve planlamacı) Çin’e karşı alternatif, “piyasa dostu” bir model oluşturma beklentisi vardır.

Kaskatı bir Hindu faşisti olan Modi 2019 seçimlerini de kazandı. Ama IMF’yi hayal kırıklığına uğrattı: Büyüme hızı son dört yılda ilk kez Çin’in gerişinde kaldı. Üstelik, ekonominin yavaşlamasına (%6,8 → %4,8), kronik dış açığın yükselerek 58 milyar dolara tırmanması refakat etti. 

Ocak 2020 tarihli IMF belgesi Hindistan’daki durgunlaşmayı “iç talebin ve kredilerin tahminleri aşan tempoda daralması ve finansal gerilimler” ile açıklıyor. Hindistan’dan Marksist meslektaşlarımız (P.Patnaik,  J.Ghosh, C.P.Chandrasekhar), ekonomik durgunlaşmanın geçici olmadığı tespitinde birleşmektedir. Irkçı yasaların, solculara karşı baskıların ve neoliberal politikaların doğurduğu tepkilerin, artan dış kırılganlıkla birleşmesi vurgulanmaktadır. 
Ocak 2020 tarihli IMF belgesi, üç ay önce yayımlanan kapsamlı ekonomik raporun nicel öngörülerini güncelliyor. Buna göre 2019’da dünya ekonomisini “halsiz kılan” üç coğrafya, 2020’den itibaren yeniden canlanacaktır. Latin Amerika ve Orta Doğu’da büyüme tempoları kriz arifesini (2018’i) bir yıl içinde aşacak; Hindistan’da ise yeniden Çin’e yaklaşacaktır. 

Bunlar, “öngörü” değil, “iyimser beklenti”lerdir. IMF, 2019 kriz/durgunlaşma süreçlerinin nedenlerine girmemekte; bunları esrarengiz “olumsuz sürprizlere” bağlamaktadır.

Sermayenin sınırsız tahakkümünü, emperyalizmi, kapitalizmin ekonomik doğasını dikkate almayan kriz analizleri ciddiye alınamaz.

Korkut Boratav / SOL

Kızılay'ın yancısı Başkentgaz'ın halka ettikleri: Doğalgaz soygunu işte böyle işliyor - SOL

Ensar Vakfı'na 8 milyon dolar aktaran Başkentgaz'ın özelleştirilme süreci, doğalgaz soygunun da en büyük ipucunu veriyor...

Kış aylarıyla birlikte doğalgaz soygunu yurttaşları isyan noktasına getirmiş durumda. Son iki yılda yüzde 62 oranında zamlanan doğalgaz, halkın ısınma hakkına ulaşmasını fiilen imkansız hale getirirken, binlerce yurttaşın gazı faturasını ödeyemediği için kesiliyor.

Soygun giderek derinleşirken özellikle Ankara’da yoğun olarak kullanılan kartlı sayaçlarda özel şirket ve EPDK eliyle ikili bir soygun mekanizması devreye sokulmuş durumda. 


Şirketlerin baskısı sonrası AKP tarafından çıkarılan soygun düzenlemesi, kartlı sistemde önceden gaz alan yurttaşlara tüketim süresince gelen ek zammın bir sonraki gaz alımında yansıtılması şeklinde işliyor.

Yapılan bu hukuksuz düzenlemeye karşı bir kampanya da başlatan Tüketici Hakları Derneği yöneticileriyle doğalgaz soygunu ve kartlı sayaçlarda belediye ve özelleştirme sonrası şirketler eliyle yapılan soygunu konuştuk. Dernek yöneticileri, isimler değişse de sadece patronların düşünüldüğü mevcut enerji politikalarıyla soygunun giderek katlanacağına işaret ediyor.

Öte yandan dün Ensar Vakfı'na 8 milyon dolar aktaran Başkentgaz'ın özelleştirilme süreci, doğalgaz soygunun da en büyük ipucunu veriyor...

‘DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BÖYLE BİR ŞEY YOK’

Kış aylarıyla birlikte yurttaşlar gelen doğalgaz faturalarına isyan etmiş durumda. Halkın en temel ihtiyaçlarından olan ısınma hakkına ulaşamadığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu tabloya ilişkin sizin değerlendirmeniz nedir?

THD Başkanı Turhan Çakar: Halkın beslenme, barınma, ısınma, su ve elektrik hakları en temel gereksinimleri ve bunlara erişme hakkı var. Ancak maalesef Türkiye’de bu başlıklarda oldukça kötü bir tablo var.
Türkiye enerjide tamamen dışa bağımlı bir politika izliyor. Doğalgazda bu oran yüzde 90’ın üzerinde. Üstelik doğalgazın ülke içindeki dağıtımının da tamamı özel sektöründe elinde.

Özellikle bu sene doğalgazdaki yüksek zamlar nedeniyle tepkiler en üst düzeye çıktı. Son iki yılda yüzde 60’ın üzerinde zam geldi doğalgaza. Her yıl binlerce kişi mağdur oluyor ama bu yıl bu tepkiler tepe noktasına çıkmış durumda.

Halkın size ulaşan şikayetleri de arttı sanıyoruz?
Çakar: Evet, bu dönemde çok daha fazla başvuru yaşanıyor.
Özellikle kartlı doğalgaz sayacı kullanan abonelerden çok sayıda başvuru oluyor. Temmuz 2018’de EPDK tarafından çıkarılan düzenleme halkı isyan ettirmiş durumda. Zamdan etkilenmemek için halkın zam gelmeden önce peşin parasını ödeyerek aldığı gaza, alımdan sonra gelen zammın eklenmesi yoluna gidildi.
Federasyonumuz bu kararın iptali için dava açtı, başka davalar da açıldı bu konuda. 

Bu davalar henüz sonuçlanmadı.

Bu düzenlemeyle birlikte kartlı gaz kullanan yurttaşlara ya fatura kesiyorlar ya da gaz almaya gittiklerinde aradaki fark kesilerek eksik gaz veriyorlar.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Siz bir şey alıyorsunuz, peşin parayla alıyorsunuz. Daha sonra bu aldığınız şeye zam geldi diye dönüp size bu aradaki farkı ödeyeceksiniz diyorsunuz. Böyle bir hukuksuzluk yok. Hukuksuzluk, vurgun burada yasa kapsamına alındı.

‘HAK ARAMANIN DA ÖNÜNE GEÇİLMEK İSTENİYOR’

Genel Sekreter Celil Yaraşlı: Federasyonun yaptığı iptal başvurusunu sen doğrudan tüketiciyi temsil etmiyorsun, dernekleri temsil ediyorsun diye reddettiler bu arada. Dernekler yargı müracatlarındaki masraflardan muaftı, bunu 5 yıl önce hükümet iptal etti. Yani hak aramamızı da engellemiş, zorlaştırmış durumdalar.
Turhan Çakar: Yani vatandaşların hak aramasının da önüne geçiliyor, bu da engelleniyor.

Bu soyguna karşı bir kampanya da başlattık. Halka bu konuda hazırladığımız itiraz dilekçelerini yetkili kurumlara göndermeleri için çağrı yapıyoruz bir kez daha.
Asgari ücretli yurttaşlar, asgari ücretten düşük ücreti olan milyonlar var  bu ülkede biliyorsunuz. Bu insanların bir de kira ödediğini düşünün, bırakın doğalgazı, ekmeği alacak parayı zor bulabiliyor yurttaşlar. Ya gazı kısıyorlar ya da tümden kapatıyorlar. Dolayısıyla hastalıklar da artıyor kış koşullarında. Dediğim gibi diğer yandan da vatandaşlar hak arayamıyor düzenlemeler nedeniyle.

Türkiye’de belli bir azınlığın lehine, doğalgaz dağıtım şirketlerinin lehine, elektrik şirketlerinin lehine yapılıyor her şey. Elektrik ve doğalgaz dağıtımının yüzde 100’ü, elektrik üretimi büyük oranda özel şirketlerde. Bu halkı mağdur eden asıl politikadır.

Gerçekten çok büyük hukuksuzluk var, geçen hafta bir dilekçe kampanyası başlattık. Peşin olarak kartla gaz alanlara daha sonra gelen zammın yansıtılmasına karşı başlattık bu kampanyayı. Cumhurbaşkanı, Enerji Bakanı ve vekillere yönelik dilekçe örnekleri hazırladık ve web sitemize ekledik bunları. Halktan bu dilekçeleri ilgili yerlere göndermesini talep ediyoruz. Bu başlıkta 15 Şubat’a kadar çalışma yapacağız. 

Ne kadar çok yurttaş bu yönetmenliğin iptal edilmesi için dilekçesini iletirse bu o kadar büyük bir tepki haline gelecek, dolayısıyla herkese bir kez daha bu dilekçeleri iletme çağrısı yapıyorum.

‘BÖYLE BİR HOYRATLIK OLMAZ’

Başkentgaz ’zammın yansıtılması’ düzenlemesi sonrası 12 milyon liraya yakın fark ödemesi aldığını açıkladı. Açıklamada gazı doğrudan BOTAŞ'tan alıp halka ulaştırdıklarını, depolama imkanı olmadığı için de doğalgaza gelen zamları doğrudan fiyatlara yansıtmak zorunda kaldıkları ileri sürüldü. Buna ilişkin ne söylersiniz?

Celil Yaraşlı: Başkentgaz ön ödemeli gaz alan yurttaşlardan aldığı farkı Botaş’a aktarmıyor ki, o parayı peşin alarak kullanıyor.  Bir mal alıyorsunuz, parasını ödüyorsunuz ama sonrasında sana “buna zam geldi, ben biraz daha para alacağım senden” diyorsun. Bu nereden bakarsanız bakın hukuksuzluk. Bu kadar hoyratlık olmaz, hem parayı kullanacaksın hem de böyle diyeceksin. 
Bu hoyratlık Başkengaz’ın özelleşmesi sürecinden başlamıştı. Diğer dağıtım bölgelerinden farklı bir şekilde özelleştirilmişti Başkentgaz.

GÖKÇEK’İN DOLAR VURGUNU SONRASI GELEN ÖZELLEŞTİRME

Nasıl bir fark?

Celil Yaraşlı: Özel bir yasayla özelleştirildi Başkentgaz. 
Eski belediye mekanik sayaçları söktü çeşitli gerekçelerle, örneğin son ödeme geçtiyse hiçbir duyuru ve bildirim yapmadan sayacı söküp gidiyorlardı. Sonra sana ön ödemeli sayaç aldırıyordu zorla, 300 dolar da para alıyorlardı. Ön ödemeden paraları aldı aldı aldı sonra ortaya çıktı ki BOTAŞ’a parayı ödememiş. Sonra özelleştirme kararı aldılar, BOTAŞ’a olan borç özelleştirmeden karşılandı. Ancak o süreçte toplanan paralar ne oldu, 300 dolarlar nereye kullanıldı? Bu konuda hiçbir bilgi yok.

ÖNCE GÖKÇEK, SONRA ŞİRKET SOYGUNU

Turhan Çakar: Öyle ilginç şeyler oldu ki… 300 dolar para toplandı bağlantı ücreti adı altında. Sonra 2016’nın sonuda EPDK’ya yapılan baskı ile karar çıkarıldı ve bu kararla dağıtım şirketlerine sayaçları değiştirme olanağı verildi.

Başkentgaz ne yaptı? 

O seçeneklerden birisini seçti, kartlı sayacı mekanik sayaçla değiştirmeye başladı. Bunun bir nedeni vatandaşların yaptığı zam öncesi gaz alımlarını engellemek, bir de aldıkları 560 liralık güvence bedeli. Bir de sayaç miktarı var ayrıca. İki türlü soygun yapılıyor. Bir taraftan Melih Gökçek bir takım şirketlerle soygun yaptı, şimdi de bu yapılıyor… 

Bu çok açık bir soygun, Gökçek döneminde başlayan ve şimdi de devam eden bir soygun.

Açıkça EPDK doğalgaz şirketinin aracılığını yapıyor. Biz vatandaşların şikayetlerini önce Başkentgaz’a gönderiyoruz, sonra o gelen yanıtla birlikte EPDK’ya başvuruyoruz. EPDK ne yapıyor biliyor musunuz? Başkentgaz’ın yanıtını aynen alıp vatandaşa geri gönderiyor. Böyle bir kamu kuruluşu olur mu?

YÖNETMELİĞE AYKIRI SOYGUN

Nasıl bir süreç işliyor zorla sayaç değişimi konusunda?

Celil Yaraşlı: 2014 yılında EPDK’ya başvurduk. EGO döneminde zorlama yapıldığı gerekçesiyle “tüketicinin sayaç değiştirmeye zorlanamayacağı” ifadesinin açıkça yer aldığı yönetmeliğe dikkat çektik. EPDK bize bu konuda “evet, zorlanamaz” yanıtını vermişti.

Ancak EPDK bu kararı 2016’da değiştirdi. Yani yönetmeliğe açıkça aykırı olan bir karara imza attı EPDK.

Süreç ise şu şekilde ilerliyor… 

EPDK, 14 yılını dolduran sayaç arızalanırsa bunu değiştirebilirsiniz diyor Başkentgaz’a. Bir de ekliyor, 20 yılını dolduran sayaç arızalı değilse bile değiştirebilirsin. Oysa Ölçü ve Ayarlar Kanunu var bu ülkede, o kanuna göre her 10 yılda bir periyodik bakımlarının yapılması lazım bu sayaçların. Burada bir arıza varsa onu düzelteceksin diyor söz konusu kanun. EPDK’nın izni ise 20 yıllık sınır çiziyor, çalışıyorsa bile zorla sayaç değiştirebilirsin diyor.

Yönetmeliğe açıkça aykırı olan bir düzenleme şirketlerin çıkarına olacak şekilde hayata geçiriliyor.

Öte yandan normalde doğalgaz dağıtım şirketlerinin yönetiminde ilgili yerel yönetimden bir isim de mutlaka bulunuyor. Ancak bu yönde bir düzenleme Ankara’da yok. Belediye bu konuda bir başvuru yaptı mahkemeye.

TÜKETİCİ KANUNU DA TANINMIYOR

Kartlı gaz uygulamasına sonradan yansıtılan zam uygulamasının bir tuhaflığı daha var. Tüketici Kanunu’nda "haksız şart” diye bir unsur var. 

Sonuçta ortada bir sözleşme var, gazı kullanan yurttaşın şirketle yaptığı sözleşmesi aynı şekilde devam ederken kendisine bildirilmeden sözleşme şartında değişikliğe gidiliyor. Bu tüketici mevzuatına açıkça aykırı. Tüketici Kanunu’nda şöyle bir madde var: “Diğer kanunlarda eğer aynı kanunda bir hüküm varsa, tüketicinin lehine olan uygulanır”. 

Burada açık bir haksız şart var ve hangisinin tüketicinin yararına olduğu açık. Konu yargı sürecinde, tarafsız ve adil bir karar verilmesini ve bu soyguna bir an önce son verilmesini istiyoruz.

‘ŞİRKETLERİN DEĞİL HALKIN YARARINA BİR ENERJİ POLİTİKASI HAYATA GEÇİRİLMELİ’

Çözüm ne peki bu tabloda?

Turhan Çakar: Bu tablo artık sürdürülemez diyoruz. Her geçen dönem her geçen gün tablo daha da ağırlaşıyor. Özelleştirme uygulamalarının son bulması, yerli kaynaklara dayanan bir enerji politikasının uygulanması gerektiğini söylüyoruz.
Güneşe ve rüzgara dayalı enerji politikaları ciddiyetle ele alınmalı, bu kaynaklar etkin şekilde kullanılmalı, bu devlet tarafından planlanarak, destek verilerek yapılmalı diyoruz. Şirketlerin değil, kamu eliyle halkın yararına olacak şekilde yapılmalı bu.

İthalata dayalı enerji politikalarına son verilmeli, bağımlılığı çözücü adımlar hızlıca planlanmalı. 2018 yılı rakamlarına göre enerjide 43 milyar dolarlık bir ithalat yapıldı.

Kısacası yerli ve yabancı şirketlerin değil halkın yararına bir enerji politikasının hayata geçirilmesi gerekiyor diyoruz.

SOL