22 Şubat 2020 Cumartesi

Arkadius sütunu nasıl korunmalı? - HACI BİŞKİN

Fatih'te 5'nci yüzyılda yapılmış Arkadius sütunu çürümeye terk edilmiş durumda. Tescilli yapı konumundaki yapı nasıl korunmalı, sanat tarihçileri ne diyor... Prof. Engin Akyürek: "Restorasyon değil, konservasyon gerekir." Sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz: "Yapının hemen bitişiğindeki ev Osmanlı evi. Kültür varlığını bir bütün olarak korumalıyız."

İstanbul’un Fatih ilçesindeki Haseki Kadın Sokağı’nda bulunan 5’nci yüzyılda yapılmış ve halk arasında ‘Avrat Taşı’ olarak bilinen Arkadius sütunu yok olma tehlikesi yaşıyor. Mahalleli, günümüzde kaidesi kalan sütunun etrafında herhangi bir bilgilendirme levhası bulunmadığından taşın öneminden bihaber. Sanat tarihçileri ise sütunun etrafında küçük bir meydan oluşturulması gerektiğinin altını çizerken bu kültür varlığının korunması için yetkililere çağrıda bulunuyor.

‘İSTANBUL’UN EN ESKİ HATIRALARINDAN BİRİ’ 
Fatih’in Haseki semtinde bulunan 5’ncü yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Arkadius döneminde Got isyanın bastırılması üzerine zaferi taçlandırmak üzere dikilen, günümüzde kaidesi kalan sütun iki bina arasına sıkışmış durumda. Mahalleli, taşın yıpranmış görüntülerinin son günlerde kamuoyunda gündeme gelmesinin ardından buranın tarihinden haberdar oldu. Konuştuğumuz çoğu mahalleli taşın yıllardır çürümeye terk edildiğini ve değersiz bırakıldığını söylüyor.

Tarihi yapının uzunluğu ise çeşitli kaynaklarda 47 metre, 50,4 metre, 46,09 metre olarak belirtiliyor. Günümüze kadar sütunun sadece 11 metrelik bir bölümü kaldı. Sütunun üzerindeki kabartmalardan sadece bir parça, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor.
Sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz, Arkadius sütunu için şunları söylüyor: “Roma çağında forum türü meydanlara bu şekilde zafer anıtı nitelikli süslemeli sütunlar yerleştirmek çok seviliyordu. Arkadius formu da onlardan biri. Neredeyse bin 600 yaşında. O yüzden İstanbul’un en eski hatıralarından biri. Vaktiyle bunu bir mimari gibi düşünün. Çok yüksekti ve üzerinde kabartmalar söz konusuydu. Bu yapılardan iki tanesi İstanbul’da bulunuyor. Biri Beyazıt’ta diğeri Cerrahpaşa’da. Ama ne yazık ki ikisini de kaybettik. Korunamadıkları için yok oldular. Roma’da da bunlardan iki tane var. Roma İmparatorluğu döneminde buna benzeyen dört tane anıt inşa edildi. Buna benzer yapılardan ikisi Roma’da ayakta duruyor. Hiç şüphesiz bu yapının korunması şart. Çok önemli bir kültür varlığı.”
‘KÜLTÜR VARLIĞINI BİR BÜTÜN OLARAK KORUMALIYIZ’
Sütunun iki bina arasında kalması da korumayla ilgili tartışmalar yarattı. Ancak yapının sol bitişiğinde bulunan ahşap ev de tarihi sütunla bir bütün oluşturuyor. Yılmaz sözlerine şöyle devam ediyor: “Yapının hemen bitişiğindeki ev Osmanlı evi. Kültür varlığını bir bütün olarak korumalıyız. O ahşap evi de feda etmemeliyiz. Ama yine de bu anıtın hafifçe temizlenmesi, etrafında küçük bir meydan oluşturulması gerekiyor. Anıtın içinde de çok güzel bir döşeme tavan kabartması var. Onun daha iyi gösterilebilmesi, hatta belki bu anıtı hatırlatacak bir düzenleme yapılması da gerekir.”
Peki Arkadius sütunu nasıl korunmalı? Yılmaz bu soruya şu yanıtı veriyor: “İstanbul, anıtlarına pek sıkı bakmıyor. Ama semt halkının duyarsızlığını da şu şekilde düşünün: Anıtın yanında ne bir bilgilendirme ne de bir yönlendirme levhası var. Dolayısıyla kültür varlığını anlatmak gerekiyor. Burada küçük bir meydan oluşturarak, ziyaret edebilecek bir hale getirmeliyiz.”
‘RESTORASYON DEĞİL, KONSERVASYON GEREKİR’
Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Engin Akyürek, Arcadius sütununun bugüne ulaşan kısmının sadece kaidesi olduğuna dikkat çekiyor. 5’nci yüzyılda yapılan Arcadius sütununun yapıldığı dönemde üzerinin Helezonik kabartmalarla süslü olduğunu, bu kabartmalarda da İmparator Arcadius’un yaşamı ve savaşlarından sahneler olduğunu belirten Akyürek, bu kabartmaların zaman içinde yok olduğunu söyledi.
Akyürek, bin 600 yıllık bu eserin mevcut haliyle korunması gerektiğini söyleyerek, “Restorasyon değil, konservasyon gerekir” dedi. Akyürek şöyle devam etti: “Eserin mevcut halinin koruma altına alınması ve mümkünse küçük bir meydan içinde kalacak şekilde çevresinin açılması faydalı olur. Nasıl bir meydan düzenlemesi olacağına Koruma Kurulu karar vermelidir. Yanına bir bilgi panosunun ve orijinal halinin resminin koyulması da doğru olacaktır.”


HACI BİŞKİN / duvaR.

Gezi gerçekten de yargılanamadı - AYDEMİR GÜLER

Bir değil birkaç nedenden ötürü, Gezi veya Haziran Direnişi yargılanamaz. Daha önce bir dava açılmış ve kapanmıştı. Taşra kentlerinde bir dizi daha küçük ölçekli davanın zaten “Gezi’yi yargılaması” mümkün olamazdı. 


Bin bir afra tafrayla patlatılan sonuncusu da bu hafta kepenk indirdi. Mahkeme heyeti hakkında soruşturma açıldığına göre belki yenisi gelir. Gelse de, şimdiden söyleyebiliriz, konunun Haziran Direnişiyle ilintisi adından ibaret kalacaktır. 

AKP’nin bir biçimde rehin tutmakta ısrar ettiği Osman Kavala’nın ise olayla alakası yok. Kavala’nın bir halk direnişinin veya Fethullahçı darbenin lideri diye hapiste tutulması gerçeğin bir yanını değil, bugünkü siyasal iktidar yapısının sefaletini yansıtır, olsa olsa. 

Erdoğan-Gülen birliği dağıldığında, gerici cephenin sadece polis ve istihbaratının değil, yargı ayağının da tarikata emanet edilmiş olduğu anlaşıldı. Ortada AKP’li denebilecek bir adliye ekibi yoktu. Biraz da bu nedenle Erdoğancılar adliyeye büyük bir şiddetle saldırdılar. Konumuz değil ama yeri geldi: Benzer bir durum akademide de geçerliydi. 

Sonuç olarak Türkiye’de akademi de yargı da kalmadı. Koalisyon dağıldıktan sonra karşı-devrim cephesinin içindeki savaşta bu iki alan, egemen güçlerin arzu etmeyeceği, Tayyip Erdoğan’ın hiç tercih etmeyeceği ölçülerde tahrip olmuştur. Yanlış anlamayın; AKP’nin adil bir hukuk veya bilimsel bir akademiye meraklı olduğunu kastetmiyorum. Yok öyle bir şey. Ama her bir toplumsal alanın kendi mantığı, kendi işleyişi vardır ve bunun hakkı verilmezse işlev yerine getirilmemiş olur. 

Mahkeme mi kurdun? 
Masada iç tutarlılığı kendine dert etmiş bir iddianame olmalı. Bir suçlama mı var? 

Elbette alçakça derlenmiş ama yine bir tutarlılık taşıyan, hukuken makul sayılabilecek, hiç değilse iki tane kanıt suçlamaya eşlik etmeli. Ders diye hadis, ayet, mesel okutamazsın sadece… Bunlar olmazsa geriye “suyumu bulandırdın” kadar bile bir akıl kalmaz. Yani işlev yerine gelmiş olmuyor. O zaman, olay bir masalda değil Türkiye’de geçtiği için, aslan da kuzuyu bir pençede ağzına atamıyor.

Son Gezi davası denilen saçmalık, şu anda Türkiye’de tek bir hukuk kuralının çalıştığı sonucuna götürüyor. Buna göre “duruşmada iyi davranan yargıçtan korkacaksın, cezayı yapıştırır! Terör estirene denk gelirsen şansın yüksek oluyor!” Ampirik gözlem açısından desteği bol olan bu durumun hukuk kuralı sayıldığı yerde kimse kimseyi yargılayamaz. 

Açığı iyi hukukçular kapatamaz. Adalet bakanının elinden bir şey gelmez. Reis işlevi toparlayacak bir KHK çıkaramaz. Çünkü bu saçmalık tamamen politiktir. 
AKP karşı-devriminin emperyalizmi ve sermaye sınıfını gayet iyi temsil ettiği dönem eskilerde kaldı. Ortada dava edilemeyen Gezi günlerinden bu yana bir yönetme sorunu var. AKP karşı-devriminin devrilen üçlü sacayağı, yani hükümet, tarikat ve liberaller koalisyonunun yerine de düzgün başka bir formül geçirilemedi. Ergenekon’du, Balyoz’du… Bu davalar hazırlanırken bir yerde saklı bombalar açığa çıkarılıyor, öte tarafta siyasal cinayetler işleniyor, demokratikleşme, dünyayla bütünleşme, 12 Eylül’den hesap sorma, Kürt sorununu çözme gibi geniş yığınlara hitap edecek birtakım büyük bağlamlar kuruluyor, eldekiler yetmezse yeni medya devreye sokuluyordu.
   
Mahkeme biraz daha mahkemeymiş gibi yapsa, kendi açtığı tuzaklara düşecekti. Mecbur, kapattılar. Bir nedenle rehineyi tutmaları gerekiyormuş. Onun için de hukukla ilgisi olmayan bir prosedür işlettiler.

Gezi yargılanamadığıyla kaldı. 
Yargılanamaz da. 
Haziran Direnişinin öncülleri vardı çünkü. Liselilerin soru hırsızlığına karşı ayağa kalkışı gibi örneğin. Toplumun fazla zorlanan dokularından çıkıp parlamıştı sahtekarlığa isyan. Ankara’nın merkezine çadırlarını kuran Tekel işçileriydi bir diğer öncül. ODTÜ’de ve başka üniversitelerde gerici siyasetçilere sabır göstermeyen gençlik vardı sonra. Suriye’ye dönük savaş kışkırtıcılığı kitlelerde barış talebini kışkırtıyordu, bir barış hareketi çıkmıştı ortaya. Sonra Mayıs sonunda Taksim patladı. Polisin alanı halka bırakıp çekildiği günün arifesinde on binler sokaktaydı. İstiklal Caddesindeki halk direnişi dağıtılamadı. O halk direnişinin baskın sloganı “hükümet istifa” olmuştu. 

Toplam on milyon insan. Türkiye tarihinde görülmemiş bir eylemliliktir Haziran direnişi. 1961’de Saraçhane mitinginde, 1970’te 15-16 Haziran’da, 1977 1 Mayıs’ında kırılan rekorlarımız vardır. Bir kez daha kırdık 2013’te… Bu patlamayı hazırlayan mücadeleleri pas geçip mahkeme kuramazlar. Bu mücadeleleri yargılamaya ise cüret edemezler.

Ama “Gezi’de herkes vardı” diyorlar ya, bu sözün çağrıştırdığı içeriksizliğe dikkat etmek gerek. On milyonun yarattığı anafor dolayısıyla “herkes” çekim gücünü hissetti elbette. Direnişte darbe kokusu alanlar bile! Barış iyi bir şeydi tabii, ama Esat da diktatördü. Böyle düşünenler burun kıvırıyorlardı Antakya’da yürüyenlere. Kimilerine göre barış süreci sürmeliydi AKP ile; 2015’e kadar sürdü de! 

Dolayısıyla “hükümet istifa” sloganından huzuru kaçanlar da vardı. Yurtsever bir direnişti Haziran; kimileri milliyetçilik diye bir kulp takıp karalamayı bile denediler. Rivayete göre Fethullahçılar bile varmış, ama artık o kadarına da inanmayın. Onlar o sırada Türkçe olimpiyatlarıyla hayat öpücüğü veriyorlardı Erdoğan’a…

Neyse; toparlayalım… 

Haziran Direnişi yargılanamadı. Çünkü yargılayacak halleri, yetenekleri yok. Yargılamak istiyor olabilirler tabii. Hangi egemen güç kumpas kurma, mahkûm etme yeteneğini geri kazanmak istemez ki? Ama olmuyor; çünkü bu yeteneği AKP’ye kazandıran Fethullahçılar ve liberallerle kurduğu ortaklıktan başka bir şey değildi. 

Hoş, bir biçimde yeniden iktidarlı günleri geri gelse, cesaret edebilirler mi, 10 milyon direnişçiye mahkeme davetiyesi göndermeye? Cesaret edebilirler mi, halk hareketinin saflarında ön plana çıkan sesleri tekrar duymaya?

Aydemir Güler / SOL

21 Şubat 2020 Cuma

Krizi tetikleyen sermaye hareketleri - KORKUT BORATAV


Türkiye’nin 2018-2019 krizinin aşamalarına 29 Kasım 2019’da soL Haber’de değinmiştim (“2018 Krizinin Dış Şokları”).  O tespitleri kısaca hatırlatayım. 
Türkiye, uzunca bir dönüşüm sonunda yabancı sermaye girişlerine aşırı bağımlı bir ekonomik yapı oluşturmuştu. Spekülatif finans kapitalin “risk iştahı” zayıfladığında “erken çıkılacak” ekonomilerin ön saflarında yer almaktaydı. 
Bu kırılgan yapı 2018’de bir krize sürüklendi. 

Türkiye krizinin dört aşaması
Kriz, iç içe giren şu aşamalardan oluştu: 
Güven bunalımı → döviz krizi → ekonomik kriz → toplumsal bunalım… 
Mayıs 2018 sonrasında Cumhurbaşkanı, neoliberal makro-ekonomik politika ilkelerine karşı savaş açtı; Temmuz’da ekonominin yönetimini damadına devretti. Bir güven bunalımına yol açtı. 

Güven bunalımı, yabancı sermaye girişlerini aşağı çekti; bazı kalemler “net çıkış” gösterdi. Döviz krizi böyle başladı. 

Ekonomik krizi millî gelirde (GSYH’da) “küçülme” (“recession”) ile ölçüyoruz. TÜİK verileri bu aşamanın dokuz ay (Ekim 2018-Haziran 2019 arasında) sürdüğünü gösteriyor.

Toplumsal bunalım ise, yaygın, kalıcı işsizlik, eriyen emekçi gelirleri ve yoksullaşma biçiminde yaşanıyor. Ekonomik krizle eş-zamanlı başladı; kalıcı görülen durgunlaşma nedeniyle herhalde uzun sürecektir. 

Sermaye hareketlerinin dökümü
Önce döviz krizini, oradan da ekonominin küçülmesini tetikleyen sermaye hareketlerinin son üç yıldaki seyri, aşağıdaki tabloda yer alıyor.
Tablonun ilk beş satırı, ödemeler dengesinin birbirini tamamlayan ana kalemleridir. Bu nedenle “rezerv hareketleri”nin işaretini değiştirerek toplayın; “sıfır” elde edersiniz. 
  
“Normal” yıllarda yabancı sermaye “giriş”; dış dünyada varlık edinen yerli burjuvazi (bankalar, şirketler, rantiyeler) “çıkış” yapar. (Girişler “artı”, çıkışlar “eksi” işaretlerle tanımlanır.) “Kayıt dışı sermaye”nin kimliği bilinmez; Orta Doğu’yla ilgili senaryolar akla gelebilir. 

Bu üç tür sermaye akımı Türkiye’nin genellikle açık (“eksi”) veren cari işlem dengesinin finansmanını sağlar. Yetmezse TCMB rezervleri eritilir. Fazlası rezervleri artırır. 

“Dış kaynak hareketleri ne yönde seyrediyor?”. Bu soruyu tablodaki iki veri yanıtlıyor: Yabancı sermaye akımlarına (satır 1’e) veya yabancı, kayıt dışı ve yerli sermaye hareketlerinin toplamına (satır 6’ya)  bakabilirsiniz. Doğrusu, iki bilgiyi birlikte kullanmaktır.

İki kriz yılında dış kaynaklar
2017 kriz arifesidir; uluslararası sermaye hareketleri canlıdır. Darbe girişiminin atlatıldığı 2016’ya göre yabancı sermaye girişleri 15 milyar dolar (%27 oranında) artış göstermiştir. 

Sermaye hareketlerinin olumsuz seyri sonraki iki yıla yayılacaktır. “Dışsal şok”un 2018’deki etkisi daha serttir: yabancı sermaye girişleri (milyar dolar olarak) %71 oranında daralmıştır: (Satır 1: 48,8 → 14,0) . 

Yerli burjuvazi, “gayri millî” davranmış; ülke dışına fon aktarımını 6 milyar dolar artırmış; “dışsal şok”u ağırlaştırmıştır (Satır 3).  

Kayıt dışı sermaye hareketleri bu olumsuzluğu fazlasıyla telafi etmiştir (Satır 2): Bir önceki yıla göre sıçrayan, 20 milyar dolarlık net giriş…

Sütun 1 ve 2 akımlar arasındaki fark, 2018’de dış kaynak hareketlerindeki daralmayı verir. Yabancı sermaye girişlerindeki gerileme (35 milyar dolar), toplam sermaye akımlarındaki daralmayı (21 milyar doları) aşmıştır. Kayıt dışı (“esrarengiz”) döviz girişleri sayesinde… 

Büyüme oranı 2018’de bir yıl öncesine göre (%7,5 → %2,8) düşmüştür; ama cari işlem dengesi yine de 28 milyar dolar açık vermiştir (Satır 5). Denge, rezervlerin  10,4 milyar dolar erimesi ile sağlanmıştır. 

2019’a göz atalım: 2018 ile karşılaştırılırsa yabancı sermaye  hareketlerinde sınırlı bir artış (14 → 20 milyar dolar) gözleniyor. Bankalar dış borçlarının bir bölümünü döndürebiliyor. Ama, kriz öncesine (2017’ye) göre 28 milyar dolar gerileme var. 

Buna karşılık yerli burjuvazi, 2019’da dış dünyaya kaynak aktarımını yükseltiyor; kayıt dışı sermaye girişleri de hızla düşüyor. 

Sonuçta, 2018-2019 arasında (milyar dolar olarak) toplam sermaye hareketlerinin (18,1 → 4,7 milyar dolar) olumsuz seyri, yabancı sermaye akımlarındaki düzelmeyi (14 → 21) aşmıştır. 

2019’da dış dengesizlikleri hafifleten en olumlu etken, cari işlem açığının dış fazlaya dönüşmesi (-28.3 → +1,7) oldu. Bu sayede döviz talebi, 2018’e göre 30 milyar dolar geriledi; döviz krizi frenlendi. 

2019’da cari işlem fazlası nasıl sağlandı?
Berat Albayrak’a göre 2019’daki cari işlem fazlası, “bir dönüşümün başlangıcı” imiş. Öyle olsaydı, dış fazlayı öncelikle mal ihracatındaki (yani dışa dönük sanayi üretimindeki) yükseliş sürüklerdi. İstatistiklere bakalım.

2018-2019 arasında cari işlem açığı, dış ticaret dengesindeki 30 milyar dolarlık düzelme sayesinde yok oldu. Bu toplamın dökümünde mal ihracatının (yani üretken sektörlerin) katkısı sadece 3,5 milyar dolardır. Döviz harcamalarındaki gerilemenin 21,4 milyar doları (%71’i) ithalattaki daralmadan kaynaklandı. 

Tüketim, yatırım malları ile girdi ithalatının düşmesinin; yani halkın yoksullaşmasının, küçülen ekonominin sonuçları…  

TL’nin değer kaybı, turizm gelirlerinde (hizmet ihracatında) 5,1 milyar dolarlık artış sağladı. Dış dengedeki düzelmeye, sanayi ihracatından daha fazla katkı...
  
Bu tespitler gösteriyor ki, kriz, dış kırılganlıkları hafifletecek yapısal bir dönüşüm yaratmadı. Kasım-Aralık  2019’da cari işlem dengesi yeniden (3 milyar doları aşkın) açık verdi. Büyüme ivmesinin sınırlarına ilişkin erken bir uyarı.. 

“Dışsal şok”un aylara dağılımı
Sermaye hareketlerindeki gerilemenin yarattığı “dışsal şok” 2018 ve 2019 boyunca (yani 24 ayın tümünde) sürmedi; iki yıla yayılan on bir veya on iki aya dağıldı. “Şok”un yoğunlaştığı aylara göre düzenlenen bir tabloyu bu yazıya eklemek gereksiz olurdu. Sürelerini ve göreli büyüklüklerini aktarayım. 

Aylık verilere bakıyoruz. Yabancı sermaye hareketleri ile ölçülen dışsal şok Ağustos 2018’de başlamış; on bir ay sürmüş; Haziran 2019’da son bulmuştur.
Kayıt dışı ve yerli akımları da kapsayan toplam sermaye hareketleri ile ölçülen dışsal şok da Ağustos 2018’da başlamış; Temmuz 2019’da son bulmuş; on iki ay sürmüştür.

Bu iki farklı “dışsal şok”un büyüklüğünü kriz öncesinin aynı dönemiyle karşılaştıralım ve 2018’in dolarlı GSYH toplamına oranlayalım. 
Sonuç aşağıdadır: 
Yabancı sermaye hareketlerinde on bir aylık gerilemenin millî gelire oranı %3,7’dir.
Toplam sermaye hareketlerinde on iki aylık gerilemenin millî gelire oranı ise %6,7’dir.

Görüldüğü gibi toplam sermaye hareketlerindeki daralma hem daha uzun sürmüş; hem de daha büyük boyutlu olmuştur. Bu farkı, yerli burjuvazinin “gayri millî” davranışı etkiledi. Krizi etkileyen on iki ay içinde toplam sermaye akımı, ayrıca, 5,5 milyar dolarlık net çıkış (“eksi değer”) gösterdi.

Ekonomik krizin geçerli olduğu dokuz ay boyunca GSYH, nasıl olup da sadece %2,2 oranında daraldı? “Dışsal şok”un millî gelire yansıması nasıl frenlendi?

TÜİK’in GSYH hesaplarına dönük eleştirilere girmezsek yanıtı biliyoruz: İktidarın baskısıyla gerçekleşen kredi genişlemesi ve pompalanan kamu açıkları ile… 
Elbette dışsal kırılganlıkları gideremedi ve ekonominin büyüme potansiyelini aşağı çekti. IMF tarafından da eleştirildi. 

IMF eleştirisini de alkışlamayalım. İki yanlıştan her zaman değilse bile, bazen bir doğru türetilebilir. 

Korkut Boratav / SOL

19 Şubat 2020 Çarşamba

FETÖ’nün siyasi ayağı - FATİH YAŞLI

Yıl 1979, yani 12 Eylül darbesinden bir yıl önce. Yer, işadamı Sabri Ülker’in Boğaz’daki evi. Ülker’in sofradaki misafirleri arasında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal, Aydınlar Ocağı’nın ve Türk-İslam sentezinin önemli isimlerinden Nevzat Yalçıntaş ve 1948-1950 yılları arasında, yani CHP iktidarının son iki yılında Milli Eğitim Bakanlığı yapıp ilköğretim okullarına din dersinin konması, imam-hatiplerin açılması ve bir İlahiyat Fakültesi kurulması için yoğun çaba gösteren Tahsin Banguoğlu da var. 


“Baş misafir” ise bir “vaiz” ve evet tahmin edebileceğiniz üzere Fethullah Gülen. Gülen yemek boyunca ev sahibine ve diğer misafirlere “Türkiye’nin nasıl kurtulacağını” anlatıyor; kurtuluş reçetesi ise belli: Cemaat’in eğitim faaliyetlerinin artması, bunun için de işadamlarının, zenginlerin kendilerine destek vermeleri. Yemekten sonra Özal ile Gülen baş başa bir saat daha görüşecekler ve Gülen sonradan “Özal daha o zaman işin temelini, büyüklüğünü, inkişaf edeceğini görmüştü” diyecek.

1966’dan 12 Mart’a
Şimdi 1979 yılındaki bu yemekten on üç sene öncesine, 1966 yılına gidelim. Bu yıl Fethullah Gülen, Edirne’deki görevinden tanıdığı Diyanet işleri Başkanvekili Yaşar Tunagör’ün isteğiyle İzmir’e vaiz ve Kestanepazarı Cami yurdu müdürü olarak atanır. 68 rüzgârının Türkiye’yi sarstığı, sola karşı ülkücü komando kamplarının kurulduğu yıllarda, daha önce Komünizmle Mücadele Derneği’nin Erzurum şubesi kuruculuğunu üstlenen Gülen, bu sefer İzmir Buca’da kendi yönetimindeki ilk gençlik kamplarını kuracak ve burada eğitim ve örgütlenme faaliyetlerine başlayacaktır. Bu yıllarda Erbakan Gülen’le görüşerek kendisini siyasete davet eder, ancak Gülen bu teklifi kabul etmez; Demirel ve Türkeş’in görüşme taleplerine ise olumsuz yanıt verir. 
  
Gülen 12 Mart 1971’e kadar İzmir’deki faaliyetlerini devam ettirir. Darbeyi destekler ve sonrasında yaptığı bir açıklamada, “servet sahiplerini harekete geçirebilsek, bunlar okullar açsa, buralarda okuyacak çocuklar iyi yetişip anarşiye yem olmasalar. Türkiye’nin geleceği böyle kurtulur” der. Ancak darbenin “dengeci” tutumu nedeniyle İslami kesimden de birilerinin de cezaevine girmesi gerekmektedir, ayrıca yargıdaki Kemalist isimler zaman zaman kendiliğinden inisiyatif almakta, kimi soruşturmalar başlatmaktadır. İşte o isimlerden biri olan, sonradan 12 Eylül’deki MHP davasının savcısı olarak tanınan ve 31 Mart seçimlerinde oğlu Tunç Soyer’in İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olması ile birlikte yeniden gündeme gelen bir askeri savcı, Nurettin Soyer, Gülen hakkında soruşturma başlatır ve soruşturma neticesinde Gülen tutuklanır. Ancak 24 Mayıs 1971’de tutuklanan Gülen, cezaevinde fazla kalmayacak ve 9 Kasım 1971’de tahliye olacak, mahkemenin 163. maddeden verdiği cezayı ise Askeri Yargıtay bozacaktır. 

12 Mart’tan 12 Eylül’e 
Tahliyesinin ardından Gülen 1972 yılında Edremit vaizliğine atanır ve burada cami vaazlarının dışındaki “sohbet”lerle birlikte giderek daha fazla kişiye ulaşmaya başlar. Özellikle 70’lerin sonlarına doğru farklı şehirlerde evrim karşıtlığı ve “bilimin Allah’ın varlığını ispatladığı” iddiası üzerine kurulu konferanslar verir. İzmir’deki kampların çok daha büyükleri ise önce Edremit’te açılır, sonrasında ise ülkenin farklı yerlerinde yurt kurma faaliyetlerine girişilir. Temeli 1972’de atılan 200 kişilik Bozyaka Yurdu 1976’da açılacak, bu yurt 1982’de ünlü Yamanlar Koleji’ne dönüşecektir. Bu okuldaki ilk müdürlük görevini ise daha önce İzmir İl Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı da yapan ve Sezen Aksu’nun babası olan Sami Yıldırım üstlenecektir. 

Gülen yurt yapımı için gereken maddi desteği sağlamak için Akyazılı Vakfı’nı kurar ve bu esnada 1961-1965 yılları arasında CHP milletvekilliği yapan, sonrasında ise Vehbi Koç’la birlikte Türk Eğitim Vakfı’nı kuran Aydın Bolak’la tanışır. Bolak daha sonra Türk Petrol Vakfı diye bir vakıf daha kurarak burs verme faaliyetlerine devam edecek ve Devlet Bahçeli 1999 seçimleri sonrası yaptığı bir açıklamada “Şu anda Meclis’te ben de dâhil 61 milletvekili Aydın Bolak’ın bursuyla okuduk” diyecektir. Bolak, Gülen’i Vehbi Koç’la ve diğer büyük sermayedarla tanıştıran ve eğitim alanındaki faaliyetlerine destek veren isimdir ve Bolak öldüğünde Gülen cenazesine katılamadığı için çok üzgün olduğu iki isimden birinin Bolak olduğunu söyleyecektir, diğeri ise Ecevit’tir. 

12 Eylül’den 90’lara 
Gülen’in “eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” dediği Ecevit’e geleceğiz ama önce tekrar Özal’a ve Özal’dan önce de Kenan Evren’e bakmamız gerekiyor. 2010’daki sözde “darbecilerin yargılanması” için yapılan anayasa değişikliği referandumunda “gerekirse ölüleri bile mezarından kaldırıp oy verdirin” diyecek olan Gülen, 12 Eylül darbesini büyük bir sevinçle karşılar, Sızıntı dergisinde “Son Karakol” adlı bir yazı yazarak darbeye övgüler düzer. Gülen’e göre eğer darbe olmasa Türk milleti kendisi silaha başvurarak “komünist ihtilal”e direnecektir. 12 Eylül Türkiye’nin komünistleşmesini engellemiş, dahası imam-hatiplerin sayısının artırılması ve din derslerinin Anayasa’ya konulmasıyla komünizmin önüne büyük bir set çekilmiştir. Tam da bu nedenle Gülen Kenan Evren’in “cennetlik” olduğunu söyler; çünkü bu, “tek başına bir insanı cennete götürecek kadar önemli bir olay”dır. 

Gülen Evren’e övgüler düzer ama İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Gülen hakkında yakalama kararı çıkarmıştır, ancak bu karar “dostlar alışverişte görsün” kabilinden bir karar olacak ve altı yıl boyunca Gülen’in başına herhangi bir şey gelmeyecektir. Zaten Başbakan olmasının ardından Turgut Özal, bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Evren’e Gülen için “ben kendisini çoktandır tanırım. Hakkında söylenen şeylerin hiçbiri doğru değildir” diyecektir. Cemaat’in eğitim faaliyetlerinin hızlanması da Gülen’in “arandığı” bu döneme denk gelecek, bu dönemde ülkenin dört bir yanında Cemaat kolejleri ve yurtları ardı ardına açılmaya başlayacaktır. 

Gülen 1986’da Burdur’a “asker ziyareti”ne giderken yakalanır. Kendisi de Cemaatçi olan ve halen yurtdışında firari olarak yaşayan Faruk Mercan’ın Doğan Kitap’tan 2008’de yayınlanan “Fethullah Gülen” adlı kitabında anlattığına göre Gülen “arandığı” dönemde sık sık kışlalara gidip asker ziyaretleri yapmakta, “yakından tanıdığı kişilerden askere gidenleri ziyaret etmeyi kesinlikle ihmal etmemekte”dir. Gülen’in gözaltına alınmasının ardından Özal duruma hemen el koyar ve ANAP Burdur İl Başkanı Sait Ekinci’yi görevlendirir, Necip Fazıl’ın da avukatlığını yapan Muhammed Emin Özkan ise İstanbul’dan Burdur’a giderek Gülen’in avukatlığını üstlenir. 48 saat içerisinde serbest bırakılan Gülen, Özal için “Turgut Bey’in o iyiliğini, o günkü centilmenliğini unutmam mümkün değil” diyecek, Özal’ın ölümünün ardından ise “babama ağladığım kadar ağladığım ikinci insan Özal oldu” şeklinde bir açıklama yapacaktır. 

90’lar: Altın yıllar 
Bundan sonra Cemaat’in “altın yılları” başlar ve Gülen’in popülaritesi 90’larda zirve noktasına ulaşır. Türkiye’de ve Orta Asya’da ardı ardına cemaat okulları açılır. Türkiye yönetici sınıfının Sovyetler sonrası kabaran emperyal iştahları ile ABD’nin Sovyetler sonrası Orta Asya ve Balkanlar’a nüfuz etme arayışı çakışmış, bunun sonucu da Cemaat okullarının Orta Asya ve Balkanlar’da pıtrak gibi çoğalması olmuştur. Bu süreçte Gülen’e önce Özal, ardından ise “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” sloganıyla Demirel destek verecektir; aynı destek daha geri planda olmakla birlikte, en başından beri Ruzi Nazar üzerinden Sovyet Coğrafyası ile ilgili olan Türkeş tarafından da verilecektir. (Geçerken not edelim, Nazar’ın öğrencisi ve bir zamanlar Türkeş’in sağ kolu olan Enver Altaylı bugün Cemaat üyeliğinden cezaevindedir.) 

Cemaatin 90’ların ikinci yarısındaki esas hamisi ise elbette ki Bülent Ecevit olacaktır. Ecevit’le Gülen’in ilk görüşmesi 20 Mart 1995’te Ecevit’in Oran’daki evinde gerçekleşir. Ecevit, 1995 yılı itibariyle Türkiye’de 130’a, yurtdışında ise 185’e ulaşan Cemaat okullarından çok etkilenmiştir ve her yerde bunlardan övgüyle söz etmektedir. Ecevit’le Gülen ikinci kez 23 Mart 1997’de, üçüncü kez ise 4 Şubat 1998’de Ecevit Başbakan Yardımcısı iken görüşürler; konu Gülen’in Papa ziyaretidir ve Gülen ziyaret öncesi Ecevit’e bilgi vermek istemiştir. Gülen 9 Şubat 1998’de Papa 2. Jean Paul ile bir görüşme gerçekleştirir. Gülen’i Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven kendi arabasıyla karşılar, Gülen ise Papa’ya Cumhurbaşkanı Demirel’in kendisini Türkiye’ye davet eden mektubunu verir. Gülen’e Vatikan’da adeta bir devlet görevlisi muamelesi yapılmakta, Gülen “özel yetkili bir görevli” misali devletin mesajlarını Vatikan’a iletmektedir.

Fethullah Gülen 90’lı yıllar boyunca Türkiye’de bir “pop yıldızı”na dönüşür, gazetelerde sayfa sayfa röportajları yayınlanır, gazeteciler kafileler halinde yurtdışındaki okulları ziyarete götürülür, Abant’ta siyasi yelpazenin farklı kanatlarından isimler buluşarak Gülen’e övgüler düzer, uluslararası arenada ise “dinler arası diyalog”un öncü ismi, “İslam ile demokrasiyi buluşturacak olan kişi” olarak lanse edilir. 

Kemal Sunal’dan Cem Karaca’ya, Hasan Cemal’den Ahmet Altan’a, Oktay Ekşi’den Cenk Koray’a sayısız ünlünün Gülen’in misafiri olduğu, Gülen’in sermaye ve devlet katında el üstünde tutulduğu, uluslararası topluma bir kanaat önderi, sivil toplum lideri ve barış elçisi olarak sunulduğu bu “altın yıllar” 2000 yılında DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında başlattığı soruşturmayla birlikte sona erecek, Gülen 22 Mart 1999’da “tedavi” için gittiği ABD’den dönemeyecektir. 

Kim bu siyasi ayak? 
Şimdi, tam olarak bu noktada, yaklaşık 40 yıllık bu hikâyeye bir de 3 Kasım 2002’den 17-25 Aralık 2013’e kadar yaşananları eklediğimizi düşünelim: Bürokrasinin her noktasının Cemaate verilişini, uyduruk delillerle yürürlüğe sokulan Ergenekon-Balyoz kumpas davaları aracılığıyla yapılan tasfiyeleri ve “bu davanın savcısı” benim diyenleri, Taraf’ı, bavul gazeteciliğini, operasyonel manşetleri, “bazı kitaplar var ki bombadan daha tehlikeli” sözlerini, çalınan sınav sorularını protesto eden öğrenciler için yapılan “biz de sizin karşınıza bizim gençliği çıkarırız” açıklamasını, “ne istediler de vermedikler”i, Türkçe Olimpiyatları’nın sponsorlarını, o olimpiyatlara katılanları, Abant Platformu’nda tokuşturulan kadehleri, “darbeye karşı 70 milyon adım” atanları, “Genç Siviller”i, “Yetmez ama evet”leri, hepsini ekleyelim.

Ekleyelim ve o soruyu bir kere de biz soralım: FETÖ’nün siyasi ayağı kim? 
Bu sorunun çok açık bir yanıtı var: FETÖ’nün siyasi ayağı, ne tek bir kişi ne de tek bir partidir; siyasi ayak, sola karşı devletin kapılarını İslamizasyona açan devlet ve sermaye sınıfıdır. İslamcı bir fraksiyon olan Cemaat o kapılardan içeri girmiş, devletleşmiş, başka bir İslamcı fraksiyonla önce devlet aygıtının ele geçirilmesi için ortaklık yapmış, sonra da o devlet aygıtının nasıl paylaşılacağı üzerine bir kavgaya tutuşmuştur. “FETÖ”nün tarihi, Türkiye’nin sermaye düzeninin, sol düşmanlığının, antikomünizmin ve Türk İslamcılığının tarihidir, bu yokmuş gibi yapan ya da bunun üzerini örtmeye çalışan herkes ise bir şekilde “siyasi ayak” olmaya devam etmektedir.

Fatih Yaşlı / SOL

Volkswagen, Manisa’ya fabrika kurma kararını 5 ayda 4’üncü kez erteledi - Emre Özpeynirci

Volkswagen, Türkiye'de yeni otomobil fabrikası kurup kurmama konusundaki kararını 5 ayda 4’üncü kez erteledi. Tam bir yılan hikâyesine dönen yatırıma ilişkin verilecek karar şubat ayından bu kez yıl ortasına ertelendi. Bu ertelemeler sonrası Volkswagen’in gerçekten yatırım yapıp yapmayacağı sorgulanmaya, gerekçenin asıl sebebi merak edilmeye başlandı.




Geçtiğimiz yıl hem VW'nin CEO'su Herbert Diess hem de diğer şirket yetkilileri ertelemeye gerekçe olarak Türkiye'nin Suriye'ye yaptığı operasyonu göstermişti. Ancak bu seferki ertelemenin asıl gerekçesinin Türkiye'deki vergi sistemi olup olmadığı tartışılıyor.
ERTELEME TAKVİMİ
1) Alman şirket ilk olarak ekim ayında Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtı nedeniyle Türkiye’deki otomobil fabrikası yatırım planını ertelediğini açıklamıştı.
2) Kasım sonunda bu kez VW CEO'su Herbert Diess, Manisa’ya fabrika açma planları konusunda, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusundaki Barış Pınarı Harekâtı'na dikkat çekerek, “İnsanlar öldürüldüğü müddetçe, bir harp meydanının yanına temel atmayacağız” açıklamasını yapmış ve kararın ertelendiğini söylemişti.
3) Volkswagen, aralık ayında yaptığı açıklamada ise fabrika yatırım kararını şubat ayında vereceğini açıklamıştı.
4) Dün ise konuya yakın bir şirket kaynağı Reuters'e yaptığı açıklamada, “Hala zamanımız var ve bu kararı kesinlikle yıl ortasına kadar verebiliriz” dedi.
              2000cc ve üstü 1-3 yaş arasındaki bir otomobilin MTV’si yaklaşık 4 ile 7 bin TL arasında.
2 LİTRE ARAÇ ÜRETİMİ
VW’nin Türkiye’de fabrika kurma kararını bu kez yıl ortasına ertelemesine ilişkin bir kesim Suriye'nin bahane edildiğini düşünüyor. Yani gelmeleri için Türkiye'deki vergi sisteminin değişmesi gerektiğini belirtiliyor.
Çünkü Volkswagen, Türkiye'de ağırlıklı olarak 2 litre motora sahip Passat ve Skoda Superb üretecek ve mevcut vergi sistemiyle iç pazara satma şansları bulunmuyor.
Manisa’ya yapılacak olası yatırımın 1.5 milyar euro civarında olduğu ve kapasitenin 300 bin adet olduğunu biliyoruz. Bunun en azından yüzde 20’sinin yani 60 bin adedinin iç pazarda satılması hedefleniyor ki, 2 litre olursa bu vergilerle satılması zor gibi.
                             VW’nin Manisa’da üretilmesi beklenen Passat modeli. Kaynak: Reuters
VETO TEHDİDİ SÜRÜYOR
Vergiyi gerekçe gösteren kesim, “Artık demode vergi sisteminden kurtulmak lazım. Otomotivin global teknolojik gelişmelerine uymayan bu vergi sistemi yüzünden yeni yatırımları da kaçırmamalıyız” yorumunu da yapıyor.
Bir diğer kesim ise VW'nin erteleme kararında vergi sisteminin etkili olmadığını düşünüyor. Çünkü bir kaç sene sonra çok farklı bir ürün ve motor üretiminin olabileceğini söylüyorlar. Ayrıca bu kesim halen Türkiye’nin veto tehdidinin devam ettiği düşünüyor.
MANİSA’DA ŞİRKET KURMUŞLARDI
Volkswagen, 2 Ekim’de Manisa’da 943 milyon 500 bin TL sermayeli ‘Volkswagen Turkey Otomotiv Sanayi ve Ticaret AŞ’ unvanlı şirket kurmuş, şirketin Ticaret Siciline kaydı, kurulacak fabrikayla ilgili ilk adım olarak değerlendirilmişti.
Manisa’da kurulması planlanan fabrikanın yıllık 300 bin araç üretim kapasitesine sahip olması ve yaklaşık dört bin kişilik istihdam yaratması öngörülüyordu. 2020 yılı sonunda yapımına başlanması planlanan fabrikanın 2022’de üretime geçmesi bekleniyordu.
Emre Özpeynirci / SÖZCÜ

18 Şubat 2020 Salı

Ekonomide makas değişimi - OĞUZ OYAN

Türkiye iktisat politikalarında makas değişimleri Cumhuriyet'in kuruluşundan beri yaşanmaktadır. Korkut Boratav Hoca klasikleşmiş yapıtı olan "Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2015" (İmge Yn., 24. baskı, 2019, Ankara) kitabında iktisat tarihindeki kırılma dönemlerini 1908'den başlatarak ele alıyor. İktisat politikalarındaki kırılma/ geçiş dönemleri bazen siyasi dönüm noktalarıyla çakışıyor, bazen çakışmıyor. Çakışmaması demek, aynı iktisat politikalarının farklı iktidarlarca uygulamada tutulması veya aynı iktidar döneminde farklı iktisat politikalarının benimsenmesi anlamına geliyor.

İkincisinin örneği, 1930'larda uygulamaya konulan devletçi-planlı-korumacı sanayileşme politikalarında bulunabilir. 1930'lardaki planlı-devletçi sanayileşme atılımı, İngiltere'nin egemen güç olarak etkisini yitirdiği yani emperyalizmin kutupsuz kaldığı, üstelik korunmacı/ içe kapanmacı eğilimlerin egemen olduğu bir dünyada gerçekleştirilmiştir. Bunun anlamı, dış müdahalelerin değil iç dinamiklerin belirleyici olduğu bağımsız bir sanayi/kalkınma politikasının inşasıdır. M.K. Atatürk ve etrafındaki yetkin kadronun, Türkiye'nin bağımsız hareket yeteneğini yükselten bu tarihsel fırsatı kaçırmaması başlı başına büyük bir meziyettir. Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin sanayileşme hamlesine hem örnek olması hem de mali ve teknik destek vermesi de ikinci büyük fırsatı oluşturmuştur. Böylece, Avrupa ülkelerinin yüzyıllık süreçte gerçekleştirdiği birinci sanayileşme hamlesinin Türkiye'de sıkıştırılmış bir zaman diliminde yapılabilirliğinin denenmesine cüret edilebilmiştir. Ama cüret edilmeden büyük başarılar elde edilemiyor.


Dr. Serdar Şahinkaya dostumuz "Bir Hesaplaşma: 1930 Sanayi Kongresi, Öncesi ve Sonrası. Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi. Sömürge Ekonomisinden Halkçı Ekonomiye" (Telgrafhane Yn., Aralık 2019, Ankara) başlıklı son kitabında, uzmanlaştığı erken Cumhuriyet dönemi iktisat tarihi alanına etkili bir dönüş yapıyor. 

(O kadar ki, geniş okuyucu kitlesine seslenen kitabı şimdiden ikinci baskısına hazırlanıyor). Biraz gölgede kalmış olan 1930 Sanayi Kongresi'ne ışık tutan yapıtında Şahinkaya, bu Kongre ile sanayileşme bakımından "1920 çizgisinin Türkiye için ancak zayıf bir zemin hazırlayabildiğini" ortaya koyan bir "hesaplaşmanın" da yapıldığını saptamaktadır  (s.43). Öte yandan bu Kongre, 1933'ün yani Birinci Sanayi Planının habercisidir (s.79). 1930 Kongresi'nde öne çıkan "Türkiye sanayileşmek mecburiyetindedir" şiarı, izleyen yıllarda da ön planda olacaktır.

İÇ DİNAMİKLERDEN DIŞ DİNAMİKLERE
1939'dan sonra kendini göstermeye başlayan savaş ekonomisi ikinci sanayi planının uygulanmasına izin vermeyecektir. Ama daha kötüsü, 1946'dan itibaren Türkiye iktisadında yeni bir makas değişimi gündemdedir. Türkiye, 1930'lardaki devletçi sanayi hamlesini başarıyla uygulayan CHP eliyle bu defa liberal iktisat politikalarına ve Batı emperyalizminin etki alanına açılmaktadır. 1950'de iktidar olan DP açısından bu yeni politikanın sürdürülmesi esasen kendi felsefesiyle uyumludur.

İktisat politikalarında önemli bir makas değişimi, 1960'larda yeniden planlı bir kalkınma modelinin benimsenmesiyle başlatılacaktır. Bu politika, bazı esnetilmelere rağmen, 1970'lere de egemen olacaktır. 24 Ocak kararlarıyla açılan 1980'ler ise, IMF-Dünya Bankası güdümünde neoliberal politikaların Türkiye'yi kapitalizmin merkezi ülkelerinin birikim ihtiyaçlarına bağımlı kıldığı bir dönemin adıdır. 12 Eylül yönetimi ve izleyen Özal-ANAP iktidarı bu bağımlı kalkınma modeline tam oturmaktadır. 1990'lardaki koalisyon iktidarları döneminde IMF etkileri azalarak da olsa devam edecektir.

1998'ten itibaren girilen IMF Yakın İzleme Düzenlemesi, 9 Aralık 1999'dan itibaren IMF-DB düzeninin tüm ağırlığıyla ekonominin üzerine çöktüğü istikrar/yapısal uyum programlarıyla devam ettirilecektir. Böylece Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit Hükümetleri ile girilen IMF yolunu, 2001'de kurulup 2002'de iktidar olan AKP Hükümetleri tam bir sadakatle sürdürecektir. "Farklı iktidarlar ama tek iktisat politikası" denkleminin arkasındaki nedeni, dışa bağımlılığı kanıksamış yerli siyasetçilerin kapitalizmin merkezi kıblesinden şaşmama kararlılığında aramak gerekir.

SOL İÇİNDEN ARAYIŞLAR
Birikim modelinde tıkanmaların su yüzüne çıktığı veya liberal politikaların sürdürülemezlik sınırlarına dayandığı dönemlerde geniş anlamda sol içinden seçenek üretilmesi denenmemiş midir? Aslında denenmiştir. Kısaca gözden geçirelim.

1970 sonlarında bunun iki somut örneği vardır. Birincisi, Ecevit Hükümeti'nin DPT Müsteşarı Bilsay Kuruç Hoca'nın gözetiminde 1978'de hazırlanan Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planıdır (1979-83). Bu Plan tam bir makas değişimi anlamına gelmese de, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın (1963-67) anlayış ve ciddiyetine dönerek sanayileşmede yeni bir atılımı amaçlamaktaydı. Ancak 4. Planın uygulanması için mali olanaklar ve siyasi destek zayıftı, ülke ciddi bir döviz sıkışıklığı içindeydi ve IMF-DB gibi kuruluşlar Türkiye'ye (ve özellikle bağımsız bir çıkış arayan CHP'ye) diz çöktürme arayışındaydılar. Bu Planı finanse etmeyi reddettiler. Demirel iktidarına dayattıkları 24 Ocak 1980 Kararlarıyla zaten uygulanmasını olanaksız kıldılar. Türkiye'ye diz çöktürülmüş, merkez ülkelerinin onaylamadığı sanayileşme "fantezileri" tarihin çöp sepetine atılmıştı.

1970'lerde hem kapitalist sistemin birikim krizinin yansımaları hem de Türkiye'nin büyüme modelinin tıkanması, daha radikal arayışları da gündeme getirmişti. Türkiye İşçi Partisi'nin seferber ettiği sol akademisyen ve bürokratlardan oluşan geniş bir kadro, yoğun bir çalışmayla çok kapsamlı bir "Demokratikleşme İçin Plan, 78-82" ürününü ortaya çıkarmayı başarmıştı. Aralık 1978'de TİP yayını olarak çıkan bu 759 sayfalık Plan çalışması, türünün ender örneklerinden biriydi. Muhalif bir sosyalist partinin örgütlediği bir planlama çalışması olarak Türkiye iktisat tarihi açısından bir ilkti ve halen bir ikincisi de çıkarılabilmiş değildir. Bu tam bir alternatif plan çalışmasıydı ve iktisat politikalarında tam bir makas değişimini öngörmekteydi.

On yıl sonra, 1980'lerin büyük şoku sonrasında, 1988'den itibaren yeni bir dönemin iktisat politikalarını hazırlamaya girişen SHP yönetimi, sosyalist kökenli iktisatçıların önemli ölçüde desteğini alarak, 1989 yılında oldukça köşeli bir 'Orta Vadeli Antienflasyonist Program'ın ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Ancak SHP içi iktidar kavgalarında güç kazanmanın bir aracı olarak kullanılmaya kurban giden bu ortak çalışmanın ne yazık ki izleyen DYP-SHP koalisyon iktidarında (1991-95) bir etkisi görülemeyecekti. (Bu konuda ayrıntılı bir yazımız, 26 Ocak 2020 tarihli BirgünPazar yazımızda bulunabilir). Ağırlıklı bölümünü sosyalist iktisatçıların oluşturduğu aydınlar grubu, 1980 sonları ile 1990 başlarındaki ortak çalışmalarıyla TÜSES yayınlarına destek vererek alternatif iktisat politikaları önermeye bıkmadan devam etmişlerdir.

1990'larda mali-ekonomik kriz belirtilerinin birikmesi ve nihayet IMF'nin baştan sorunlu 2000 yılı programıyla ekonominin Şubat 2001'de bir çöküşe sürüklenmesi sürecinde, CHP içinden de -gene sosyalist iktisatçıların katkısı alınarak- alternatif bir ekonomi programı geliştirme çabası içine girilmiş, ancak K. Derviş'in CHP'ye ithal edilmesiyle birlikte bu program da sulandırılarak gerçek bir seçenek olmaktan çıkarılmıştır. (Bu, 1978'de DB uzmanı olarak 4. Planı kösteklemesinden sonra Derviş'in ikinci köstek hamlesidir).

AKP iktidarı Mayıs 2008'e kadar IMF/DB programını büyük bir şevkle uyguladıktan sonra, elinin sözde serbest kaldığı izleyen süreçte de önceki programın neoliberal esaslarına sadık kalmıştır. 2008-2009 kriziyle birlikte koşullar değişmesine, bol dış kaynak kullanımı yani borçlanma üzerinden büyümenin finansmanının tıkanma belirtileri göstermesine rağmen yeni bir büyüme modeline geçiş yapılmamıştır. Aslında, uzun süredir sözde tek başına iktidarda olan AKP ve lideri, ekonomideki bütün tökezlemelere karşın gerçek bir makas değişimini gündeme alıp IMF güdümü dışında bir ekonomik program oluşturmayı hiç düşünmemiştir.

NE YAPMALI?
18 yıldır süren ve büyük bir çıkmaza sürüklenen AKP/IMF düzeninden sonra kitleler hem CHP'den hem de sosyalist soldan yeni bir iktisat politikası programı beklentisi içinde olabilirler. CHP içinden mevcut neoliberal politikalara gerçek bir alternatif oluşturacak bir iktisadi program çıkması olasılığı yüksek değildir. Buna karşılık, düzen dışı perspektifi olan sosyalist sol bunu yapabilir ve bize göre yapmalıdır. IMF ve AKP düzeninin anti-tezinin ne olabileceği konusunda topluma aydınlanma ve tartışma öğeleri sunulmasının, sosyalist sol dahil toplumun bütün kesimlerini geliştirici etkileri olabilecektir.

Böyle bir çabaya girişilirse, Bilsay Kuruç Hoca'nın yıllardır sabırla sürdürdüğü (koordinatörlüğünü de sevgili Serdar Şahinkaya'nın üstlendiği) "21. Yüzyıl Planlama Seminerleri"nin ilmik ilmik örülen çok zengin bir kaynak havuzu oluşturduğu hatırlanmalıdır.

Oğuz Oyan / SOL

Çatalca'da şehir efsanesi 1600 yıllık tarihi yok etti.(GÜNBOYU)

İstanbul'un Çatalca ilçesinde 1600 yıllık Ballıgerme Su Kemeri definecilerin hedefi olduğu görüldü. Tarihi su kemerinin taşları arasında altın bulunduğunu düşünen define avcıları, kemerin birçok bölümünü dinamitlerle patlatması tepki çekti.

Kemeri oluşturan taşlar murç ve kazmalarla kazılırken, tarihi eserde büyük bir yıkım oldu. Çatalca Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Ahmet Rasim Yücel "Milattan sonra 4.yüzyılda yapılan bu tarihi yapıya büyük hasar vermişler. Daha bir ay öncesine kadar bu kadar yıkım yoktu. Son zamanlarda defineciler burada çok çalışmışlar" ifadelerini kullandı.

ŞEHİR EFSANESİ 1600 YILLIK TARİHİ YOK ETTİ
Çatalca'da Istranca dağlarında bulunan 1600 yıllık Ballıgerme Su Kemeri'nin büyük bölümü dinamitlenerek yıkıldı. Define avcıları tarafından gerçekleştirdiği tahmin edilen yıkım, bölgede yürüyüş yapan doğa gönüllüleri tarafından fark edildi. Define avcılarının yıkımla birlikte bölgede içki şişeleri, iş eldivenleri gibi birçok malzemeyi de geride bıraktıkları görüldü.

"İSTANBUL'A SU TAŞIYAN SİSTEMİN BİR PARÇASI"
Bir ay öncesine kadar tarihi kemerin bütünlüğünü koruduğunu söyleyen Çatalca Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Ahmet Rasim Yücel "İstanbul'un dördüncü yüzyılda, Roma İmparatorluğunun yeni başkenti olarak seçilmesiyle, tıpkı yirminci yüzyılda olduğu gibi büyük bir nüfus patlaması yaşanmıştı. Bu gelişme doğal olarak beraberinde büyük alt yapı sorunlarını da birlikte getirmişti. Yiyecekle birlikte halkın suya da gereksinimi vardı. Bu talep Roma tarafından o güne kadar yapılmış en uzun ve karmaşık su kemeri sistemiyle karşılanmıştı. Bu kemerler de bu sistemin birer parçası. " dedi.

DEFİNECİLERİ BURAYA GETİREN ŞEHİR EFSANESİ
Şehir efsanelerinin definecileri bu su kemerlerine getirdiğini anlatan Ahmet Rasim Yücel "Halk arasında konuşulan ve aslı olmayan dedikoduya göre bu eserleri yapanlar taşlar arasında altın koyarak, yokluk zamanlarında halkın kullanmasını istemişler. İşte bu asılsız dedikodu insanları buraya sürüklüyor. Ellerindeki sahte define haritaları ile bu tarihi eserleri parçalıyorlar. Ballıgerme su kemeri yaklaşık 1600 yıl önce yapılmış. Bugün artık defineciler tarafından tamamen parçalanmış durumda. Tarihi eserlerimize yazık oluyor. " dedi.

"DİNAMİT KULLANIYORLAR"
Definecilerin dinamit kullandığını söyleyen Ahmet Rasim Yücel "Taşların arasında bulunan sözde altınlara ulaşmak isteyen define avcıları dinamit kullanıyorlar. Burada patlayan dinamitler yüzünden su kemeri artık tamamen tahrip olmuş durumda." dedi.

SORUŞTURMA BAŞLATILDI
Yetkililer olayla ilgili soruşturma başlatıldığını dinamit patlatan define avcılarının kimliklerinin tespit edilerek yakalanması için çalışmaların sürdüğünü söylediler.
Yetkililer olayla ilgili bilgisi olanların mutlaka ihbarda bulunmasını istedi.

(GÜNBOYU)

Sarıyer'de neler oluyor? - Murat İde

Pazar günü maaile ayağımız toprağa değsin, Boğaz havası alalım dedik.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü'ne doğru, ormanlık alanda çok keyifli yerler var. Köprü ve otoyol inşaatından sonra tadı kaçtı ama, oralara bir uzanalım dedik.
Kızımın tarifiyle köprü ayağına yakın bir yere yapılmış olan 15 Temmuz Hatıra Ormanı'na yöneldik.



Park alanının hemen sağında, açık bir kapı ve üzerinde de "Özel Mülktür" yazısı dikkatimi çekti.. Liman Başkanlığı yazısının hemen yanına iliştirilmiş, aynı zamanda da plaj yazılı bir tabela daha var..


Yani Liman Başkanlığı mı, plaj mı, özel mülk mü belli değil.
O bölgeyi çok eskilerden biliyorum.. Ormanlık alandaki ara yola girdiğiniz anda askeri uyarı levhalarıyla karşılaşırdınız.

Hani beyaz sarayın önündeki "Aklından bile geçirme" yazılı park yasağı levhaları gibi.

Ama artık askeriye yok. Fener'e giden yolun sol tarafındaki askeri alan çoktaaan boşaltıldı ve artık malum müteahhitlerin inşaat alanı.

Boğaz tarafında varlığını koruyor sanıyordum.. Meğer orayı da terk etmiş asker..

**


Peki askerin boşalttığı bölgede ne olur dersiniz?
Doğal olarak benim de aklıma o geldi, inşaatlar başlar.. Askeriyeye aitken tek bir ağaca dokunulamayan bölgede, kıyım başlar..
Şu fotoğrafa bakın lütfen, direk başlamış zaten..




Burası Garipçe Köyü'ne 2 kilometre kala güzelim ormanın son hali..
Cumhurbaşkanı "Dikey mimariden yatay mimariye geçiyoruz" dedi ya, yanlış anlayıp ağaçları yatırdılar herhalde..
Bu kıyım gözünüzün alabildiğine uzuyor. Ve nereye doğru ilerliyor biliyor musunuz?
İşte o özel mülk mü, liman mı, plaj mı belli olmayan yere doğru.




Dedim ya orası eskiden askeri bölgeydi.. Askeri binalar hala duruyor.. Araçla aşağı kadar indim, yol bitti.. İşte şu fotoğraf da oradan..

Boğazın güvenliği için oraya yerleşen askeri birimler terkedilmiş.. Bu askeri yapıların şekli şemali de gösteriyor ki önemli bir noktaydı. Demek ki artık İstanbul Boğazı güvende.. "Dostum Putin"den ya da başka bir yerlerden gelebilecek bir tehlike yok ki, kritik bir askeri alana artık "Özel mülktür" tabelası asılmış..

**

Bu fotoğrafı çekerken ne oldu biliyor musunuz?
İskeleye açılan kapıdan bir görevli seslendi;
-Beyefendi neden fotoraf çekiyorsunuz? Burada fotoğraf çekmek yasak.
Bunu söylerken de cep telefonunu çıkarıp benim fotoğrafımı çekti.

Güneş gözlüğüm vardı. "Çıkarayım da eşgal tam belli olsun" diye seslendim..
Fotoğrafını çektiğim alan, kapının dışında kaldığı için özel mülk değildi. Bana göre tarihi yapılar ve ardında yeni köprü iyi bir fotoğraftı..

Ve eğer orası özel mülkse, keşke sorduğum soruya cevap verseydi;
- Kimin özel mülkü burası?

Cevap yok.  Ama fotoğrafımı çekerek, istihbaratçılık oynamaya gelince hava binbeşyüz..

**



Bu fotoğraf da özel mülk denilen yere ait..
Belli ki şimdilik liman başkanlığı kullanıyor. Ben yukarıdan izlerken iskeleye bir motor yaklaştı ve içinden inen biri erkek diğeri kadın iki kişi bu binaya yöneldi..

**

İhanet üstüne ihanet edilen İstanbul'un bir sakini olarak huylandım.
Ormandaki kıyımdan kimselerin haberi var mı bilmiyorum..
Ama orada bir şeyler oluyor..
Bir nevi;
"Hiçbir şey olmamış olsa bile, bir şeyler oluyor olabilir"
Tek bir ağaca bile dokunmadan kampüs inşa eden Koç Üniversitesi'yle yıllarca uğraşanlara sormak isterim;
-O kampüs, o ormanı gözü gibi korurken, yanı başında kimler neler yapıyor?
Orman Bölge Müdürlüğü'nün yangın kulesinin olduğu bölgede, yanacak ağaç bırakmayacak bir vandallıkla, bu kıyımı kim neden yapıyor?

**

Yazının sonunda dedi ki içimdeki ses;
- Bu nasıl güçlü bir İstanbulmuş ki, 26 yıllık vandallığa rağmen hala güzel, hala ayakta..


Murat İde / YENİÇAĞ