11 Mart 2020 Çarşamba

Çizgilerin efendisine saygıyla...- Yazgülü Aldoğan

Eserleriyle dünya mirasına katılan karikatürist Turhan Selçuk sonsuzluğa geçişinin onuncu yılında anılıyor.


Liseye gittiğim yıllar; karikatüre çok meraklıyım, sevdiğim karikatürleri kesip yapıştırdığım büyük boy bir defterim var. Ama Turhan Selçuk’un bantları için ayrı bir defter tutuyorum. Onu o kadar çok seviyorum. Yakın zamana kadar sararmış solmuş sayfalarıyla o defter hâlâ duruyordu, ama ne bileyim ki bir gün Cumhuriyet gazetesinin Kültür sanat servisini yöneteceğim ve Turhan Selçuk’un ölüm yıldönümünde anacağımız sayfayı yapmak benim görevim olacak! Ara ki bul o defteri, evdeki istif edilmiş kitap yığınları arasında, yine de onu ve Abdülcanbaz’ı ne kadar çok sevmiş, saymış olduğumu sizinle paylaşmak istiyorum. Turhan Selçuk, ilk karikatürlerini 1941’de Adana’da Türk Sözü, İstanbul`da Kırmızı Beyaz ve Şut`ta yayımlamış. 1948’de Şaka, Akbaba, Tasvir ve Aydede dergilerinin kadrolarında yer almış. 1951’de ilk sergisini açıyor, 1952’de, İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk adlı mizah dergisini, 1953’te de Karikatür’ü yayımlıyor. O yıllar yayıncılık şimdiki gibi büyük servet gerektirmiyor, gazeteciler, karikatürcüler, kendi yayınlarını kendileri basabiliyor. Turhan Selçuk Karikatür Albümü, ilk kitabı. 1954’te Milliyet Gazetesi’ne başkarikatürcü olarak giren sanatçı, o yıllarda üslubunu da değiştirerek geometrik çizgilere geçiyor. O yıllar İlhan Selçuk’la birlikte mizah dergisi Dolmuş`u çıkarıyor. Turhan Selçuk’un çıkardığı yayınları ve gazeteler arasında gidip gelmeleri hayli hızlı bir trafik. Ama onu unutulmaz yapan 1957’de Milliyet’te başladığı “Abdülcanbaz” adlı ünlü çizgi roman kahramanının maceraları; 1960’larda İtalyan mizah dergisi II Travaso’nun kadrosuna giriyor. 1961’de haftalık politika dergisi Yön’de çiziyor. Kitaplar bastırıyor. Yeni İstanbul, Akşam gazetesi maceralarından sonra 1972’de Cumhuriyet gazetesinde haftalık panaromik politik karikatürler çizmeye başlıyor. Son görev yeriyse Cumhuriyet gazetesi oluyor. 

ÖDÜLLERİ SAYMAKLA BİTMİYOR

Turhan Selçuk, Türkiye’de ve yurtdışında pek çok kez açtığı sergilerinin dışında İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin Gazetecilik Başarı Armağanı Yarışması’nda 1955’te Birincilik ödülünü, 1983, 1986, 1987, 1989 ve 1990’da başarı ödüllerini; İtalya’da Uluslararası Bordighera Karikatür Yarışması’nda 1956’da Altın Palmiye ile Aero Club Gümüş Kupası’nı, 1962’de Gümüş Hurma’yı aldı. Selçuk 1970’te İtalya’da Ippocampo-Vasto Karikatür Festivali’nde Ippo Campo Ödülü’ne, 1971’de Türkiye Sanatçılar Birliği’nin Halkın Sanatçısı Ödülü’ne ve 1975’te İtalya’da Vercelli Karikatür Bienali’nde Gümüş Kupa’ya layık görüldü. Karikatürleri ABD, Kanada, İtalya, Bulgaristan, İsviçre ve Polonya’da karikatür müzelerine alındı. 1992’de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin Onursal Bilim Doktoru unvanına, 1997 yılında da Anadolu Üniversitesi Fahri Doktora unvanına layık görüldü.

ABDÜLCANBAZ...  DÜZENBAZDAN HALK KAHRAMANINA

Turhan Selçuk’un Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ile çalıştığı 50’li yıllar. İpekçi, Turhan Selçuk’tan bir çizgi roman kahramanı yaratmasını ister, Selçuk da Aziz Nesin’in katkısını. Aziz Nesin, düzenbaz bir turist rehberi karakteri yaratır. Adını da Abdülcanbaz koyar. Öykü, Turhan Selçuk’un çizgileriyle yayımlanır. Ama bittikten sonra Aziz Nesin devam etmeyince Turhan Selçuk Rıfat Ilgaz’la, onunla da uzun sürmeyince kendi yazdığı diziyle devam eder. Abdülcanbaz da bu süreç içinde değişir, yeniden yaratılır. Düzenbaz olmaktan çıkıp tam tersi onlara karşı savaşan bir kahramandır artık. Üstelik yaşadığı dönem de değişmiş, Osmanlı’dan Kurtuluş Savaşı’na, Eski Mısır’a taşınır olmuştur. Kendi anlatımıyla “Ben Abdülcanbaz’ı kahramanlık ötesi kaba kuvvetten güç alan, yozlaşmış bir çizgi roman türünden ayırıp arıtmak istedim. Bir roman ya da bir hikâye anlatımının sanat değerini katarak bunu grafik sanatın çizgi gücüyle de besleyerek kişiliğini bulması yolunda çalıştım” der. Abdülcanbaz’ın yıllar içinde çizgileri de değişir, sadeleşir, grafik düzeyi artar. Önceleri yuvarlak çizgilerle çalışan Turhan Selçuk, artık köşeli çizgiler, üçgenlerle çalışmaktadır. 1987’de Abdülcanbaz’ı çizmekten sıkılıp bitirir ama ısrarlar üzerine tekrar hayat verir. 

İLHAN SELÇUK, AĞABEYİNİ ANLATIYOR: RÜYALARIMIZ AYNIYDI

Turhan...
Turhan’la kardeşliğin ötesinde bir ikili oluşturuyorduk, yaşımız büyüdükçe düşüncelerimiz de birlikte büyüyor, düşlemlerimize karışıyordu, gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz rüyaların birbirine benzemesi doğaldı... O sırada Turhan bir şey keşfetti. Alaeddin’in lambasından çıkan dev, Turhan’a bir çizginin gizeminde bütün dünyaları, yıldızları, gezegenleri, galaksileri, insanları, duyguları, sevdaları, dostlukları, düşmanlıkları, ağlamayı, gülmeyi, geçmişi, geleceği ve an’ı- tek sözcükle yaşamı- yakalamayı öğretti... Turhan, evrendeki her şeyi çizgiye dönüştürmenin ilm-i simyasında benliğini buldu. Turhan’ın dünyası, yaşadığımız gerçek dünyanın eleştirisiyle oluştu... Alternatif bir dünyadır bu... “Türkiye karikatürde dünyanın en ileri ülkelerinden biridir. Bir ülke sadece dağlarıyla, ağaçlarıyla, denizleriyle, toprağıyla var olamaz. Atatürk’ün Türkiye’si dünyada tektir. Aydınlanma dönemi, Batı’nın tek erdemidir. Aydınlık ise sanatçılarıyla, bilim adamlarıyla, ressamlarıyla, bestecileriyle var olacaktır. Kardeşim Turhan Selçuk, aslında bu güzel insanlardan biri olmaya çalışmaktadır. Turhan Selçuk’u kardeşim olarak kutluyorum.” 

KIZI ASLI SELÇUK: BABAM DEVRİMCİ BİR SANATÇIYDI  

İnsanın en yakınları hakkında yazı yazması nasıl da zordur... Özellikle babası Turhan Selçuk, annesi Füruzan, amcası da İlhan Selçuk olursa o kişinin. Yaşamımın en zor, bir o kadar da gurur, onur verici yazısını kanımca şimdi yazıyorum. Turhan Selçuk evrensel bir çizgi ustası, caymaz bir Atatürkçü, düşüncelerinden, politik görüşlerinden en güç koşulların içindeyken bile ödün vermemiş bir aydın, bir mücadele adamı. Babam Turhan Selçuk evde çalışırdı. Ben onu ilk adımlarımı attığım yıllardan başlayarak merakla izledim. Karikatürün hammaddesini insan, insanın çelişkileri, hırsları, yanılgıları, gözlemleri, özlemleri, umutları olarak tanımladı. Toplumları, kişileri oldukları gibi gördü, onların şaşırtıcı çelişkilerini gerçek bir süzgeçten geçirdi, eleştirdi.  Değerli babam Turhan Selçuk devrimci bir sanatçıydı, totaliter rejimlere, gericiliğe sürekli karşı durdu. Sevgili babam çizgilerinde yaşamayı sürdürüyor. İyi ki babamsın. Hep yanımdasın. Derin bir özlemle.    

EŞİ RUHAN SELÇUK: ONUR ABİDESİ

Kalemi ve fırçası onun anlatım araçlarıydı. Çizgileriyle evrensel boyutta etki yaratan, sanatta arınmış, kestirmeden insana ulaşan, karikatür sanatına büyük güç veren üstadın çizgileri sadedir, ama basit değil, Teferruatsız, ama eksik değil, Net, ama satıhta değil; oluşuyla bizi hemen sararlar. Güldürür, düşündürür, eğitirler. O, bir kaptanın tuttuğu seyir defteri gibi ülke ve dünya sorunlarının tarihini çizgileriyle yazmıştır. Konsantre çizgileri kompozisyon incelikleriyle doludur. Korkusuz dürüstlüğüyle ve sanatıyla bulunduğu ortama saygınlık katan “onur abidesi” Turhan Selçuk, gönüllerimizde sonsuz sevgi ve saygıyla hep var olacak.
(Yazgülü Aldoğan-CUMHURİYET)

Hatadan tasarruf olmaz - Kaan Sezyum

Yeni havalimanının metrosu ‘hesap hatası’ nedeniyle 300 metre uzağa yapılmış! Ona da şükür. Şimdi sıra yılda 20 milyon yolcu taşıma garantili araçlar koyup vatandaşlarımızı oradan oraya taşımak. 20 milyon geçti geçti, geçemedi fark etmez, parası bizden çıkar...
Terli terli bir bakan var, en sevdiğim bakan o. Havadan bakan, drone gibi bir bakan. Çok da sevimli bir bakan. Şive taklitleri filan yapan bir bakan. Genelde kendisini ‘Bu ay önümüzdeki aydan daha kötü değil, önümüzdeki ay bu aydan daha iyi olacak’ diyen bir bakan. Sürekli ‘Bakın burası şokomelli’ diyen, elleri kolları kınalı bakan... Çok da sevimli ama nedense sürekli terliyor. Terkozi bakan... Geçen gün de geldi yine sunuma. ‘Ekonomimiz şahlanıyor’ dedi... Herhalde görmediğimiz bir yerde bilmediğimiz bir ekonomi şahlanıyor. Bakalım ev sahibi kirama ne kadar zam yapacak? Ekonomimiz şahlanıyor, cebe giren para azalıyor. Elalemin ekonomisi bir bize şahlanıyor nedense zaten. Şahlanan ekonomi terli terli sunuma geliyor. Terli terli su içiyor ekonomi... Bilmediğimiz bir yerlerde görmediğimiz ekonomiler şahlanıyor olmalı.
Bizim cebimize girmeyen paralar lüks arabalarıyla dolaşan cici cici yancılarının altlarında dolaşıyor. Çok lüks ataçlarda, örneğin bugün köprü yolunda gördüm acayip yılansı bir Porsche, TC plakası var... Belli ki ülkeyi çok seven bir vatanseverin aracı. Sonuçta bazı yerlerini Almanların elleriyle bezediği hiçbir Porsche ucuz değil... Geçen gün bir Mercedes gördüm sokakta, satış fiyatına baktım 3.550.000 lira... AMG GT63S... Bir arkadaşım ‘Sahibinden’de 2.775.0000’e de var’ dedi...
O kadar para verip üzerini bir de sığır jelatini gibi zevksiz bir şeyle kaplamışlar aracın... Neyse ya ekonomimiz şahlanıyor. Normalde sokakta, köprü yolunda filan bu kadar gereksiz lüks araç görmezdim. Şimdi tüm devlet adamlarımızın altında cillur gibi Mersolar var... Şahlanmış, belli...
Onun dışında valla bahar geliyor hafiften. Başımızdakilerin artık iyice ayarları bozulmuş durumda. Ruslar geliyor şekil şukul yapıyor, Fransız geliyor arkamızdan yabancı dilinde şaka yapıyor, suratımıza gülüyor... İnsanın gücüne gidiyor ister istemez. Corc ne der, Hans ne der anlayamıyoruz. Ruslar bizimle dalga geçme görüntülerini devlet kanallarına veriyor. İşin saçması aynı yandaş kanalların yaptığı gibi kurmaca bir de düzenleme yapmışlar. Tamam bizim heyet beklemiş ama o kadar beklememiş. Girilen odadaki tablolar filan zaten hep kasıtlı seçilmiş. Neyse ki genel kültürüm o tablolardaki insanların neler neler yaptığını bilmiyor. Neyse ki bizim heyet de duruma pek vakıf değil. Neyse ya...
Korona bize gelmiyormuş. Korona Türkleri vurmuyormuş... En son bir ara ‘Namaz kılana korona tebelleş olmaz’ gibisinden açıklamalar bile gelir oldu. Oksford mezunu arkadaşım var, Vatzap grubunda hala ‘Grip daha tehlikeli’ ya da ‘Almanya’da neden ölüm yok’ gibisinden saçma sapan laflarla ortalığı karıştırıyor. Oksford mezunu adam bunu yaparsa Mahmut ne yapar Tahsin ne yapar hiç merak edemiyorum bile. 2020 yılına geldik zaten hala düz dünyacılara dünyanın düz olmadığını anlatmaya çalışan bilim insanları var çevremde. Bilim insanının da mesaisinden çalmak ama bu kadarı da.
Cehalet çok keyifli bir havuz. Suyu hep ılık, hiç boyu geçmiyor, yüzme bilmen gerekmiyor, tuz oranı çok yüksek, elini kolunu sallamadan suyun üzerinde kalabiliyorsunuz. Hâlâ dünya düz, hala aşı gereksiz, hâlâ mal mal takılıyoruz...
Arada inceden bizim çocuklar hayatını kaybetti, bir hafta iki hafta geçmeden de unutuldu gitti... Bizim S-400 alma işi vardı mesela o iş ne oldu? Bence S-400’ün parası bizden çıkacak ama mallar hiçbir zaman bize gelmeyecek. Gelse bile kullanılmayacak...
Çünkü İETT’yle KGB bir değil. Kötünün de eğitimlisi var, iyinin de. Umarım her şey hepimiz için en iyisi olur artık. Biraz da bizim yüzümüz gülsün artık, ağlamaktan bıktık.
Kaan Sezyum / BİRGÜN

Liderler zirveleri! - MUSTAFA TÜRKEŞ

5 Mart günü Moskova’da gerçekleşen ikili ve heyetler arası görüşmelerin ilan edilen üç maddelik metin dahil yaşananların bütününden yola çıkarak şu sonuçları içerdiğini söylemek mümkün:
1) İlan edilen ateşkes iki lider arasındadır, diğer ilgili resmi (Suriye yönetimi) ve gayrı resmi teröre bulaşmış radikal ve/veya ılımlı İslamcı ve paralı askerlerden oluşan grupların tutumları zaman içinde kendini gösterecek. 
2) İdlib’de fiili durum kayıt altına alınmıştır. 
3) Soçi mutabakatı bundan böyle ölü doğmuş bir mutabakat niteliğine haizdir. 
4) Metinde geçmese de resmi ağızlardan yapılan açıklamalardan anlaşıldığı üzere, M4 yolu üzerinde oluşturulacak güvenli koridorun güneyini Rusya’nın denetleyeceği, fakat zaman içinde Suriye yönetiminin kontrol alanına gireceği zımnen kabul edilmektedir. 
5) Bütün pohpohlamalara rağmen gerginliğin Rusya ve Türkiye arasında bir çatışmaya dönüşmesine izin verilmeyeceği ortaya konmuş olmasına rağmen iki taraf da birbirinden kuşku duymaya devam etmektedir (videolar bunu yansıtmaktadır.) 
6) M4 üzerindeki güvenli koridorun kuzeyinde bulunan alan hakkında net bir tanım Moskova mutabakatında bulunmamaktadır. Bu alanda bulunan paralı askerler ve ılımlı veya radikal İslamcı grupların akıbeti belirsizlik içermektedir. Söz konusu belirsizlik Türkiye ile Suriye arasında gerginliğin devamına hizmet eder, herhangi bir sorunu çözmez. 
7) M4 yolunun güneyinde bulunan, Soçi mutabakatı ile oluşturulan gözlem noktalarının ne olacağı bu mutabakat zaptına geçirilmemekle birlikte, Türkiye yönetimine kendi isteği ve arzusu ile gözlem noktalarını yeni duruma uygun hale getirme fırsatı sunmaktadır. Türkiye yönetimi bunu nasıl değerlendirecek, zamanla ortaya çıkacaktır. 
8) Moskova mutabakatı İdlib’den Türkiye’ye yeni mülteci akınını şimdilik ötelemiştir. Suriye sınırları içinde yerlerinden edilen insanların orada nasıl tutulacağı haftaya Türkiye yönetiminin Merkel, Macron ve ihtimal Johnson ile yapacağı görüşmede netleşebilir veya yeni bir krize de yol açabilir.

Pazartesi günü Brüksel’de AB konseyi ve komisyonu başkanları ile yapılan görüşmelerin anlamı, 18 Mart 2016 tarihli mutabakatı yeniden canlandırma niyetinin tazelemesidir. Görüşmelerin yansıttığı üzere AB hızlı karar alamaz, yapısı gereği böyledir. Çalışma komisyonları kurulmasına karar verilmiş olması, işlerin hızlı ilerleyeceği anlamına gelmez. Karşılıklı güvensizlik had safhada olsa da iki tarafın da köprüyü atma fikrinde olmadığını gösterdi. Türkiye burjuvazisi AB konusunda hassastır, iktidarlar bunu yadsımaz. Nitekim Brüksel görüşmeleri bunu yansıttı, fakat sonuç alıcı değil, Avrupa kapitalizmi Türkiye kapitalizmini kol mesafesinde tutmaya devam edecek.

Kapitalist sistemin muhafızı NATO, Türkiye’yi kaybetmek istemez. Çarşamba günü (bugün) yapılacak NATO toplantısından İspanya’ya ait halihazırda Türkiye’de İncirlik’te bulunan Patriotların nasıl rol alacağına ilişkin kararın ötesinde bir karar çıkması sürpriz olur.

Diplomatların kolayca halledebileceği konuların liderler zirveleri üzerinden yapılması bir marifet değil, olsa olsa bir paranoya göstergesidir. 

Bu yöntemin öncülü, II. Abdülhamid döneminde yaşandı. Osmanlı’yı getirdiği nokta, Abdülhamid’e öykünenlerin zannettiğinin aksine, denge ile sonuçlanmadı, Almanya’ya tek taraflı bağımlılık oldu. Karşılıklı bağımlılık diyenler ancak kendilerini kandırırlar.

Mustafa Türkeş / SOL

10 Mart 2020 Salı

Sabiha Sertel'in 'suçu': Kadın, komünist, dönme - Aynur Tekin

Suç tarihi üzerine çalışan akademisyen Ebru Aykut, 19. yüzyıl mahkeme kayıtlarında kadınların işlediği suçlar incelendiğinde ortaya çıkan hakim algıyı şöyle özetliyor: “Hakim bakışa göre kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir. İtiraf etmesine rağmen kadın işlediği suçu kendisi tasarlamamıştır, birinden yardım almıştır. Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiştir bu sebeple ceza indirimi tavsiye edilir.” Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş ise büyük halasının 'suçlarını' şöyle dile getiriyor: "Kadın, komünist ve dönme."



Tarih Vakfı’nda düzenlenen 8 Mart özel oturumunda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e feminist tarih yazımı konuşuldu. Tarih Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Nurşen Gürboğa’nın moderatörlüğünde düzenlenen oturumda, sırasıyla şu başlıklar ele alındı: “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti, Ebru Aykut”, “Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi, Zeynep Kutluata”, “Yaşadıklarını Anlatırken Zamanına Tanıklık Eden Sabiha Sertel, Nur Deriş”, “Türkiye’de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet, Tuba Demirci.” 

Oturumun ilk konuşmasını, “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti” başlığıyla akademisyen Ebru Aykut yaptı. 1990’lardan itibaren Serpil Çakır, Yaprak Zihinoğlu, Aynur Demirdirek gibi önemli tarihçilerin bu alana çok büyük katkılar yaptığını belirten Aykut, “Fatma Aliye’nin Nezihe Muhiddin’in hikayelerini 19. yüzyılın ortalarında yayın hayatına başlayan ve kadınlar tarafından çıkarılan gazetelerden, kurulan derneklerden, kadınların mektuplaşmalarından ve romanlardan biliyoruz. Bunlar okur yazar kadınlar, dil biliyorlar ve orta sınıf ailelerden geliyorlar. Her ne kadar faaliyetleri Anadolu’ya kadar uzansa da hikayenin kendisi hep kent odaklı, bu dergilerin çoğunluğu İstanbul’da çıkıyor ve dernekler İstanbul’da kuruluyor. Peki bunun dışında başka kadın hikayesi yok mu?” diye konuşuyor. Aykut, bu sorudan hareketle Osmanlı taşrasında yaşayan ve okur yazar olmayan kadınların hikayesini ortaya çıkarmak için suç tarihi çalışmaya başladığını belirtiyor.
Aykut, Türkiye’de suç tarihinin çoğunlukla erkekler tarafından çalışılan ve erkeklerin işlediği suçlara bakılan bir alan olduğunu söylüyor. 19. yüzyıl suç tarihi üzerine çalışan Aykut, dönemin kadınlarla ilgili hakim algısını şöyle özetliyor: “Kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir.”
Ebru Aykut, suç tarihi çalışanlarının genellikle davayla ilgili özet bilgiler içeren şerri mahkeme sicillerini kullandığını belirtiyor. Bundan farklı olarak kendisi 19. yüzyıl modernleşmesinin bir ürünü olan Nizamiye Mahkemeleri’nin sicil kayıtlarını incelemiş. Aykut, hem maktulün ifadelerine yer veren hem de mahkemede sorulan soruları kayda geçiren bu kayıtların, özet bilgi niteliğindeki şerri sicil kayıtlarına göre çok daha detaylı olduğunu belirtiyor: “Burada bir özyaşam öyküsü buluyoruz. ‘Zorla evlendirildim, bu adam beni hep döverdi’ gibi sesleri, bu belgeler sayesinde duyma şansına sahibiz. Hane içine girmenin başka bir yolu.”
19. yüzyıl Osmanlı toplumunda suç işleyen kadınların hangi sebeplerle ceza indirimi aldığına dair çarpıcı örnekler veren Ebru Aykut, şöyle konuşuyor: “Örneğin kadınlar için çok sık karşılaşılan ceza indirimi tavsiyesinin gerekçesi şöyle: Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiş.”
Zehirleme vakalarını çalışırken karşılaştığı başka örnekleri de paylaşan Aykut, bu gibi durumlarda yargının kadınların bu suçu kendi başına işlediğine inanmadığını anlatıyor: “Evet, ben kocamı zehirledim çünkü eve adam getirdi ve beni onlarla yatmaya zorladı. Sabaha kadar direndim. İleri gelenlere gittim beni boşasın dedim, kocam kabul etmedi ve bizi eve gönderdiler.’ Bir kadın bunları anlatıyor ve suçunu itiraf ediyor. Sorgu katibi, ‘Sen bunu kendin yapmış olamazsın. Sana başka biri mi öğretti?’ diye soruyor. Kadınlar işledikleri suçu itiraf ettiklerinde dahi bunu sen yapmış olamazsın deniyor. Kadınların failliğinin reddi durumuna çok sık rastlanıyor.”
ANNELİK KUTSAL, DULLUK TEHLİKELİ
“Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi” başlığıyla oturumun ikinci sunumunu yapan akademisyen Zeynep Kutluata, bu dönemde kadınların en belirleyici kimliğinin annelik olduğuna dikkat çekiyor.
1914-18 arası Osmanlı’da yaşayan kadınların yazdırdıkları arzuhalleri inceleyen Kutluata, “1915 sonrasında karşımıza koca bir blok olarak Ermeni kadınların yazdırdığı arzuhaller çıkıyor. Bu arzuhaller Müslüman kadınların yazdırdıkları arzuhallerden tema olarak ayrışıyor. Ermeni kadınlar tutuklanan, sürülen oğullarını bulmak ve evlerine dönmelerini sağlamak için devlet kurumlarından taleplerde bulunuyorlar.”
Savaş dönemleri yoğunlaştığında üzerine kafa yorulması gereken bir başka kategorinin dulluk olduğunu ifade eden Kutluata, bu alanı kadınların deneyimlerini tartışmak açısından önemli bulduğunu belirtiyor: “Çünkü dullar hem devletin korumaya çalıştığı zavallı, yardıma muhtaç kadınlar hem de başlarında koruyucu bir erkek olmadığı için her an gayri meşru alana kayabilecek olan dolayısıyla ailelerin ve devletin namusunu da kirletme potansiyeli olan kadınlar. Aynı zamanda dönemin edebiyatı içerisinde gayet erotikleştirilmiş terimler.”
Milli Mücadele döneminde savaşmak için cepheye giden kadınları da ele alan Kutluata, “Savaş içindeki kadınların öznellikleri ve bu öznellikler üzerinden iktidar alanının deşifre edilmesi çok önemli” diyor. Konuyla ilgili en erken 1806’ya ait bir belge bulduğunu belirten Kutluata, savaşçı kadınların bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığını söylüyor: “Bunların hepsi Kürt aşiretlerinin başında olan Kara Fatmalar. Cumhuriyet döneminde bu Kürt kimlikler dışarıda bırakılıyor. Peki bu kadınlar ataerkil kimliğe nasıl uyduruluyor? Yanında mutlaka kardeşi oluyor, ailenin erkeklerinin izin veriyor ve onaylıyor olması gerekiyor. Burada çok enteresan bir örnek Erkek Halime örneğidir. Erkek Halime erkek kılığına girer ve savaşa katılır. 90’larda Erkek Halime’nin üçüncü kuşak torunuyla bir görüşme yapılıyor. Oradan biz şunu anlıyoruz. Erkek Halime, savaştan sonra da erkek gibi giyinmeye ve yaşamaya devam etmiş, karşımızda trans bir erkek var.”
Savaşmak için cepheye giden kadınların hikayesinin ataerkilliğe ve hetoroseksizme uygun hale getirildiğini vurgulayan Kutluata, “Bu alanlar kadınların seslerinin en duyulmaz olduğu alanlar” diye konuşuyor.
‘SABİHA SERTEL’İ 24 YAŞINDA KEŞFETTİM
Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş, yaşadıklarını anlatırken zamanına tanıklık eden Sabiha Sertel’i de anlattı. Sabiha Sertel’in otobiyografik kitabı Roman Gibi’nin Türkçe’den İngilizce’ye çevrilmesine katkı sunan Nur Deriş, büyük halası olan Sabiha Sertel’in varlığının politik görüşleri sebebiyle kendisinden yıllarca saklandığını anlatıyor: “Ben Sabiha Sertel’i 24 yaşında keşfettim. Nasıl gizlenir bizden böyle bir şey diye çok kızdım. Çünkü o zaman ben kendim de devrimci olmuştum, hapis yatmıştım. Yazdıklarım, çevirdiklerim yüzünden baskı gören biriydim ve çok benzer paralel hayat çizgileri olan bir kadın keşfetmiştim ailemizde. Nasıl saklarsınız diye çok kızmıştım. İlerleyen yıllarda bu öfkem anlayışa dönüştü. Bizi sakınmak istediler, çocukları olarak. Sabiha’nın başına gelenler bu çocukların başına gelmesin dediler.” Nur Deriş bu cümlenin ardından kısa bir es veriyor ve gülümseyerek “Bu sakınmanın çok fazla bir faydasının olmadığını da tarih bize gösteriyor” diyor.
Nur Deriş’e göre Sabiha Sertel, sürekli saldırıya uğradığı üç farklı kimliğe sahip: Kadın, komünist ve dönme.
Dönemin kültür başkentlerinden Selanik’te 1895’te doğan Sabiha Sertel, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu. Nur Deriş, onu zorluklardan yılmayan ilklerin kadını diye tarif ediyor: “16 yaşında Osmanlı Cemiyeti’nde Kadın isimli bir makale yayınlıyor. Yeni Felsefe Dergisi’nde yayımlayan bu makale, yılın en iyi makalesi seçiliyor.”
O dönemde kız çocuklarının üniversiteye devam etmesine izin verilmemesi de Sabiha Sertel’i yıldırmıyor. Sertel’in bu durum karşısında bulduğu çözümü, şöyle anlatıyor Nur Deriş: “Tefeyyüz Cemiyeti adıyla bir okuma grubu kuruyor. Üniversiteye gitmemize madem imkan verilmiyor, biz de kendimiz hocalarımızı tutarız diyor. Kız çocuklarını örgütlüyor, harçlıklarını birleştiriyorlar ve öğretmen tutup üniversite düzeyinde eğitim alıyorlar.”
1913’te Balkan Savaşı sebebiyle ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınan Sabiha Sertel, 1919’dan itibaren eşi Zekeriya Sertel ile dönemin yayın hayatına damga vuran Büyük Mecmua dergisini çıkarıyor. Zekeriya Sertel, dergi içeriği sebebiyle tutuklanınca ortalığı bir telaş alıyor ve ‘Yoksa dergi çıkmayacak mı?’ sorusu gündeme geliyor. Nur Deriş, Sabiha Sertel’in durum karşısında takındığı tavrı şöyle paylaşıyor: “Sabiha’nın bu dergide kadın hakları meselelerini ele aldığı ‘Kadınlığa Dair’ isimli bir sütunu var. O akşam Halide Edip geliyor evlerine, Zekeriya tutuklu. ‘Ne olacak şimdi, nasıl çıkacak bu dergi?’ diyor. ‘Ben çıkaracağım’ diyor Sabiha. ‘Sen nasıl çıkarırsın sen daha çocuksun’ diye bir tepki görüyor Halide Edip’ten. ‘Yavaş yavaş büyüyeceğim’ diyor ve bana sorarsanız çok hızlı büyüyor.”
‘OSMANLI, KADINLARIN BİLGİ AĞINDAN HOŞNUT DEĞİLDİ’
Akademisyen Tuba Demirci, “Türkiye’de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet” başlığıyla oturumun son konuşmasını yaptı. Tanzimat döneminden itibaren aileyi odağa alan araştırmasında, oldukça mahrem bir tarih bulduğunu ifade eden Demirci, “Bunlardan bir tanesi kürtaj” diyor ve Osmanlı’da 1820’lerden itibaren kadınların devletin dikkatini çekecek şekilde doğurganlıklarını düzenlemek istediklerini belirtiyor: “Çeşitli alternatif doğum kontrol yöntemleri geliştirmişler ve enteresan bir kadın bilgi ağı oluşturmuşlardı. Devlet o bilgi ağından hoşnut değildi ve yerel yöneticileri özellikle muhtarları, dini liderleri kadınların ne konuştuklarına, kadınların birbirleri arasında ne konuda fikir alışverişi yaptıklarına dikkatli olmaları konusunda uyarıyordu.”
Demirci, uyarıların yalnızca yerel yöneticilerle sınırlı kalmadığını ve dönem basınında erkeklere yönelik uyarıların da yer aldığını belirtiyor: “Osmanlı devlet adamlarını meşgul eden şey doğurgan, steril, hale yola sokulmuş bir annelik babalık ve çocuk yetiştirme pratiğiydi.” Demirci, hale yola sokulmuş annelik-babalık deneyiminin devlet adamları tarafından Rusya ya da Avusturya Macaristan’la girilen savaş kadar önemsendiğini ekliyor.
Aynur Tekin / duvaR.

'Dışarıda Deli Dalgalar' sahnede - duvaR.

Jale Sancak, Sabahattin Ali'nin yaşamı ve öykülerini oyunlaştırdı. Oyun, 12 Mart'ta izleyicilerle buluşacak.



Jale Sancak’ın çağdaş Türkçe edebiyatın ustalarından Sabahattin Ali’nin yaşamından ve öykülerinden oyunlaştırdığı ‘Dışarıda Deli Dalgalar’ oyunu, 12 Mart Perşembe günü, Tiyatro Kara Kutu Tatavla Sahne’de izleyicilerle buluşacak.

Egemen Sancak’ın yönettiği ve oynadığı oyunda ayrıca Canberk Erbaş, Irmak Akpınar, Kudret Aşan ve Burak Podak rol alıyor. Sinop Cezaevi’nde geçen günler, Leylim Ley’den Aldırma Gönül’e Sabahattin Ali şarkılarıyla birlikte, yazarın eserleri sahnede yeniden hayat bulacak. Oyun, saat 20.30’da başlıyor.(duvaR)

9 Mart 2020 Pazartesi

Kılıçdaroğlu’nun eli! - ENVER AYSEVER

Bahçeli ve Kılıçdaroğlu cami avlusunda, asker cenazesinde yan yana düştü. Gelenektendir, tokalaşmak için uzattı elini Kılıçdaroğlu, Bahçeli nefrete benzer bir öfkeyle baktı ve karşılık vermedi. Bu görüntüler üstüne düşündüm. Nasıl bir süreci yaşadığımızın belgesiydi karşımda duran. Peki, havada öylece kalan kimin eliydi?
Kılıçdaroğlu, sağ siyasal dili kullanmakta ısrarlı, biz de eleştirmekte inatçıyız. Bunu kenara koyarak yanıtlayalım. Kemal Bey’in eli: Cumhuriyeti kuran partinin genel başkanınındır. Ona oy veren milyonlarındır. Büyükşehirlerin neredeyse tümünü kazanan siyasal ittifakındır. Evladını askere tam zamanlı göndermiş babanındır. Daha birkaç ay önce yakılmak istenen bir siyasal liderindir. Eğer demokrasi (!) inancı varsa hâlâ, onun elidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bir yurttaşın elidir!
O eli sıkmamak, tüm bunları reddetmektir. Sıradan bir tutum değildir. Tersine bir kararın göstergesidir. Muhalefetsiz demokrasi isteğidir. Eleştirisiz basın arzusudur. Kendine uygun millet tarifidir. Aslında milletsiz devlet isteğidir. Otoriterlik inadıdır. Tek tip insan tarifidir. Aydınlanma karşıtlığıdır. Uygarlıktan kopmaktır. Meclis iradesini reddetmektir. Böylece sürdürebilirim elbette. Ama başka bir anlamı daha var havada kalan elin...
Çok zamandır ısrarla anlatmaya çalıştığımız, nedense mış gibi yapmaktan bir türlü vazgeçmeyen, muhalefete yönelik somut işarettir. Suriye ile girişilen amaçsız mücadeleye “İstiklal Savaşı” diyen anlayışın, artık son hızla egemenliğini ilan ettiğini gösterir bu tutum. Yani? 1923’te kurulan Cumhuriyetin reddidir. O değerlerin, devrimlerin ortadan kalktığı anlamına gelir. Henüz adı konmamış olan yeni devletin ipucudur. Bunu kavramadan bugün Türkiye’de herhangi bir siyasal tutum takınmak yersizdir, hatta bu süreci meşrulaştırmaktadır.
Türkiye, kılıktan kılığa giren dinci-milliyetçi siyasetin elinde can çekişiyor. Herhangi bir düşünsel birikime dayanmayan, hiçbir devlet geleneğini tanımayan bu anlayışla mücadele güçtür, kabul. Ancak benzer söylemlerle, aynı kapitalist yaklaşımla sonuç almanın olanaksızlığı ortadadır. İnsanları; adına temsili denen, göstermelik demokrasi yalanından uyandırmak gerekir. Havada öylece kalan el, tam da bunun göstergesidir. Keyfiyetin işaretidir!
Eskiden “çoğunlukçu” dediğimiz durum, şimdi artık bu kaygıdan da vazgeçerek “dediğim dedikçi” hal aldı. Sandıktan neyin çıkacağına da yakında karar verecek bir yapı bu. Hukuku kurmak istediği düzenin aracı haline getiren bu milliyetçi-dinci siyasal ittifak, kendi kavramlarını, ölçülerini oluşturdu. Hâlâ çok da matah olmayan eski Türkiye günleri sürüyormuş gibi davranmak büyük yanılgıdır. Akit, yeni düzeni manşete taşıdı: “Şarap kokan maşalardan barut kokan paşalara!” diye.
Birçok siyasal gözlemci AKP’li yılların en güç sürecine girildiğini, sonuna yaklaşıldığını söylüyor. Kabul etsek bile, bu siyasal yapının ortaya çıkardığı tablonun ağır faturası orta yerde duruyor. Kaldı ki, iktidar olmaya mahkûm bir yapının, kolayca bunu devredeceğini düşünmek saflık olur. Ne ile karşı karşıya olunduğu iyi kavranmalı. İstanbul seçimi anımsanmalı.
Barış’ların tutuklanması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kendi hakikatini kuran ve bunun dışında çıt çıksın istemeyen bir parti devleti anlayışı söz konusudur. Örgütsüz muhalefet güçsüzdür. Örgütsüz toplum dağınık itirazlardan, şikâyetlerden öte gidemez. Gerçek şu ki; bu örgütsüz hal muhalefetin de işine yaramaktadır. Diyeceğim; Kemal Bey havada kalan elin kendine ait olmadığını bilmeli!
 ENVER AYSEVER / Cumhuriyet

8 Mart 2020 Pazar

8 Mart tarihi: Sosyalist mücadelenin günü - EREN KARACA

'Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.'


“8 Mart’ın tarihçesi” üzerine yazılacak bir yazının, öncelikle şimdiye kadar anlatılan bir miti düzeltmekle başlaması gerekiyor. “Mit” olduğu kanıtlanan hikâyeyi ve gerçek olmadığına dair verileri birazdan açacağız. Ancak hikâyenin gerçek olmadığını yazmakla kalmanın aslında bugüne anlamlı bir katkısı olmayabilir. Çünkü masaya yatıracağımız anlatı, gerçek olamayacak ya da gerçek olsa sahiplenmeyeceğimiz bir hikaye değil. Esas olarak sorgulanması gereken, 8 Mart’ı uluslararası bir emekçi kadınlar günü yapacak olan zeminin, bu zamana kadar neden gerçek olmayan bir hikâyeye dayandırıldığı olmalı. Gerçek 8 Mart tarihi ise, bugünkü düzenin artık 8 Mart’ları en kısa ve ironik anlatımla “kadınlar çiçektir” günü olarak yansıtabilme cüretinin altını tamamen boşaltacak kadar güçlü.

1857 MİTİ
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün neden ve nasıl 8 Mart’a tarihlendiği konusunda yazılıp çizilen Türkçe ve yabancı metinlerin birçoğu hala bir mite dayanıyor. Hepimizin karşısına bir yerlerde mutlaka çıkmış olan anlatı şöyle: 8 Mart 1857 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında direnişe başlayan çoğu kadın (ya da bazı kaynaklarda hepsi kadın) 40 bin işçi, polisin saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalıyor. O sırada fabrikada çıkan bir yangında dışarı çıkamayan 120 işçi (bazı kaynaklarda 129 işçi) o gün can veriyor. Yazıların birçoğu, bu işçileri polisin dışarı çıkarmadığını da yazıyor. Hatta bazı hikayeler, yanan fabrikanın yakınlarında mimoza ağaçları çok olduğu için, mimozaların 8 Mart’ın simgesi olduğunu iddia ediyor. (Fusillo, 2017)
1857 hikayesinin daha erken tarihli versiyonlarının bazılarında bir yangından da bahsedilmiyor. Yangının ve ölümlerin eklenmediği hikayeler 1857 yılında tekstil işçisi kadınlara dair bir direniş öyküsü anlatıyor. Bazı kaynaklar 8 Mart tarihini, New York'ta gerçekleşen tekstil işçilerinin sendika gösterisinin polis şiddeti ile karşılaşmasına ya da New York, Chicago, Boston'da meydana gelen grev veya kazalara dayandırıyor.

Her yıl tekrar tekrar önümüze çıkan bu 1857 hikayelerinin bir mit olduğunu, yazılan olayların herhangi bir versiyonunun aslında hiçbir tarihi belgede bulunmamasından anlıyoruz. İki Fransız yazarın 1982’de yayımladıkları kısa bir yazı, hikâyenin birdenbire nereden çıktığına dair belgeleri önümüze sunuyor. Kandel ve Picq’in (1982) makalesine göre, bu mitin farklı ve giderek çeşitlenen versiyonlarının öncüsü olacak hikâye, ilk kez 1955 yılında Fransız L’Humanite gazetesinde görülüyor.

Liliane Kandel and Françoise Picq’in “Uluslararası Kadınlar Günü’nün kökenine dair mitler” başlıklı yazıları, Fransız dergi La Revue d'en face’ta yayımlanmış. Yazarların aktardığına göre, 1857 efsanesinin ilk kez 5 Mart 1955 tarihli L’Humanite gazetesinde yayımlanan şekli şöyle:
“(Uluslararası Kadınlar Günü) New Yorklu tekstil işçilerinin 1857’nin 8 Mart’ında, kötü çalışma koşullarının ve 10 saatlik iş gününün kalkması ve kadınlar için eşit işin kabul edilmesi için yaptıkları eylemin devamıdır. Bu eylem büyük ses getirmiş ve New Yorklu kadınlar tarafından 1909’da yeniden başlatılmıştır. 1910’da [...] C.Zetkin, 8 Mart’ın uluslararası Kadınlar Günü olarak belirlenmesini önermiştir.”
Bundan yalnızca birkaç gün sonra, 13 Mart 1955’te çıkan bir yazıda ise hikâye, efsaneleşmeye uygun bir dille aktarılmış: “1857 yılında New York’ta tekstil işçileri vardı. Berbat koşullar altında, günde 10 saat, açlık sınırındaki ücretlere çalışıyorlardı. Öfkelerinden, yoksulluklarından bir direniş doğdu.” 

Aynı gazetenin daha sonraki 8 Mart yazılarında ise New Yorklu kadın tekstil işçilerinin 1857’deki hikayesinin dallanıp budaklandığı görülüyor. Fransa’daki kadın hareketlerinin önemli dergileri hikayeyi sahiplenmekle kalmayıp, her geçen yıl hikayeye mutlaka birkaç detay daha ekleyerek trajik bir mit yaratıyorlar. Kandel ve Picq’in kendi anlatımlarıyla, “hiç kimse hikâyenin doğruluğundan kuşku duymuyor, herkes hikayeyi biraz daha ayrıntılandırmak, daha iyi anlatmak ve açıklamakla uğraşıyordu.”

Buraya elzem bir not düşelim. Böylesi bir hikâye, doğruluğundan kuşku duymamızı gerektiren öğeler mi barındırıyor? Hayır. Hikâyenin zamanı tam da, Marx’ın deyimiyle, sermayenin “her gözenekten kir ve kan damlatarak” büyüdüğü zamanlar. Örneğin, 1911’de New York’ta 123’ü kadın 146 tekstil işçisi, çalıştıkları fabrikanın yanması sonucu can vermişti. New York tarihinin bu en kanlı iş cinayeti, kentin göbeğinde Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’nda meydana gelmiş, çoğunluğu 14-23 yaş aralığında olan 123 kadın işçinin sonu olmuştu. 1857 efsanesinin muhtemel ilham kaynağı gibi görünen 1911’deki fabrika yangınının, kârdan başka bir şey düşünmeyen sermayenin ne ilk ne de son katliamı olduğunu herkes biliyor.

Bu gerçeklerden yola çıkarsak, 1950’lerin ortasında hiç de efsane gibi duyulmayan bir olayın gerçekliğinin sorgulanmaması pek de şaşırtıcı gelmeyebilir. Hikayeyi ilk çıkaranların niyetlerinin sorgulanabilirliği baki kalsa da, daha sonra bu kadar sahiplenilişi, işçi sınıfı tarihi bu “kir ve kan damlayan” trajedilerle doluyken, kötü niyetli olmaya çalışmazsak, bir ölçüde anlaşılır olabilir. Ancak, hikâyenin herhangi bir kaynağa dayanmadan giderek genişlemesi ve 50 yılı aşkın bir süredir 8 Mart tarihi anlatılarının en başına oturmasıyla gerçek tarihi arka planda bırakması, artık düzenin kötü niyetini ifşa edecek düzeyde.

Dolayısıyla bugün, 1857’nin bir mit olduğunu söylediğimiz anda bizi esas ilgilendiren şey, bu mitin neden hâlâ tekrar ediyor oluşudur. Mitin doğduğu dönemde hangi niyetlerle ortaya atıldığını incelemek daha geniş bir araştırma yapmayı gerektirebilir dedik, ancak bu inceleme ne olursa olsun bugün soracağımız soruyu değiştirmiyor. Bu hikâyenin hala gerçek tarihsel referanslardan daha fazla sahipleniliyor olması kabul edilemez bir hal almış durumda.

Miti ortaya çıkaran yazılarında iki Fransız yazar, aynı meseleye dair haklı bir soru soruyorlar: “1955 yılında, Uluslararası Kadınlar Günü’nü Sovyet tarihinden ayırarak Bolşevizmden daha eski ve daha uluslararası bir köken, bir kongre kararından veya partili kadınların inisiyatifinden daha spontan bir geçmiş tarif etmek daha yararlı mı görünüyordu?”

1857 olayının hemen arkasına verilen diğer referanslar gerçeklerden, yani 8 Mart gününe 1900’lerin başında sosyalist ve komünist hareketlerin vurduğu damgadan söz eder. Son zamanlarda bile, göründüğü kadarıyla “isteğe göre” kaynak gösterilen Avrupa sosyalistlerinin 1910 kararı ve Rusya’da 1917’de Şubat Devrimi’ne giden yolu hızlandıran 8 Mart eylemi, iki dünya savaşı arasında Batı dünyasının pek hatırına bile gelmemiş.

Bugün 1857 efsanesinin bu denli “kolay” sahiplenilmesi dikkat çekici. Kandel ve Picq’in bundan neredeyse 40 yıl önce öne sürdüğü gibi, 8 Mart’ı Sovyet tarihinden ayırma ve örgütlü bir kararın sonucu olarak göstermeme çabası yadsınamayacak kadar aşikâr. Böyle bir kolaycılığın, rahatlığın, bilinçli veya bilinçsiz her türlü çarpıtmanın artık yalnızca düzenin işine yaradığını çekincesiz söyleyebiliriz.
O halde, 8 Mart’ı artık yalnızca gerçek tarihi ile sahiplenmek ve kadın mücadelesini bu tarihin mirasıyla ilerletmemiz gerekiyor. Kapitalist düzenin tüm barbarlığına rağmen düzen değişikliği için uluslararası alanda mücadele eden sosyalistlerin bize bıraktığı miras, 8 Mart’ı bir efsaneye değil gerçek bir iradeye dayandırmanın gerekliliğini gösteriyor. 

SOSYALİST KADINLAR HAREKETİ
Birçok kaynak ilk kadınlar gününün, 1909 Şubat’ının son Pazar günü Amerika Birleşik Devletleri’nde kutlandığını söylüyor. Çok kısa süre sonra uluslararası bir güne dönüşecek olan kadınlar günü ilk kez ulusal ölçekte kutlanıyor. 1908'de ABD sosyalistlerinin partisi içerisinde yeni kurulan Ulusal Kadın Komitesi, her yılın bir gününü kadınların oy hakkı mücadelesi için bir kampanya günü olarak belirlemeye çağırıyor. Bu çağrının ardından, ertesi yıl Amerika Sosyalist Partisi'nin düzenlediği "Ulusal Kadın Günü" ile, kadın hakları mücadelesini simgeleyen bir günün resmi adımı atıldı.

Efsaneyi devam ettirmek isteyen, ancak 8 Mart’ı sosyalist hareketin görünür iradesinin dışına da çıkaramayan birçok hikaye, Amerika’daki bu 1909 Şubat gününün, 1857’de ölenleri anmak üzere yapıldığını öne sürüyor. Hatta bir kısmı, sosyalist partinin belirlediği bugünü 8 Mart’a tarihlemekte bir sakınca görmemiş gibi. Ancak sosyalist partinin de kaynakları arasında böyle bir tarih yok; Amerikalı sosyalistler kadınlar gününü Şubat ayının son Pazar gününe tarihlemiş.
1900’lerin başında en yakıcı gündemleri oy hakkı olan kadın hareketlerine omuz veren Amerika Sosyalist Partisi, kendi gazetesinde Kadınlar Günü’ne yapılan çağrının o zamanki anlamını şöyle ifade etmiş:
“Sosyalist Parti, işçi sınıfı için siyasi güç elde etmek amacıyla örgütlenmiştir ve şu anda bu sonucu elde etmeye çalıştığımız yöntem oy pusulasındadır. 
Biz kadınlara oy pusulası verilmemektedir. O halde, kadınlar olarak biz, ekonomik güvence ve özgürlük elde etme çabalarımızda daha sağlam ilerleyebilmek için oy pusulası istiyoruz.” (Beaton, 1986)

Bu tarihe gelene kadar, dünyada kadın hakları mücadelesinin elbette sürekli büyüyen ve gelişen bir birikimi mevcut. Amerikalı sosyalistlerin oy hakkı mücadelesini yükselttikleri tarihlerde, Avrupa’daki işçi kadınların mücadelesi tarihte büyük izler bıraktı. 8 Mart’ın tarihinin, kadınların sosyalist mücadelesinin tarihinin ta kendisi olduğunu söylemek en doğru tanım olur. ABD’li sosyalistlerin ulusal kadınlar günü çağrısı, uluslararası bir çağrıya Avrupa sosyalistlerinin mücadelesi ile dönüştü. İkinci uluslararası konferansta adı konulacak olan dünya kadınlar gününe giden süreç, Avrupa sosyalist kadınlarının inisiyatifi ile toplanan 1907 konferansında zeminini buldu.

1907’de Stuttgart’ta toplanan Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, Alman sosyalistlerinin inisiyatifinde bir araya gelmişti. Rus Komünist Aleksandra Kollontay’ın birinci konferansa dair aktardıklarına göre, o yıllarda İngiltere en fazla örgütlü kadın işçiye sahip olan ülkeydi. 150 bin işçi sendika üyesi olarak, 30 bin işçi ise işçi partilerinde siyasi olarak örgütlüydü ve kadın işçiler de Sosyal-Demokratik Federasyonun üyesiydi. Avusturya'da sendikaya örgütlü 42 bin kadın vardı. Almanya'da sendika üyesi olan kadınların sayısı ise 120 bindi. Tüm polis baskısına rağmen, 10 bin 500 kadın işçi Sosyal Demokrat Parti'ye katılmıştı ve kadın işçilerin dergisi olan Die Gleichheit (Eşitlik) 70 bin kadar kopya dağıtıyordu. Finlandiya'da Sosyal-Demokrat hareket içerisinde 18 bin 600 kadın vardı. Belçika'da 14 bin, Macaristan'da 15 bin kadın işçi sendika üyesiydi. (Kollontay, 1984) 

ABD’de ise bu yıllara kadar, kadınların oy hakkı talebiyle kitlesel grevler ve gösteriler düzenlendi. ABD sosyalistleri, oy hakkı mücadelesi ile birlikte kadın yurttaşları sosyalizm mücadelesine de örgütlemek için uğraşıyorlardı. Stuttgart’ta düzenlenen ilk Sosyalist Kadınlar Konferansı’na gönderilen raporlardan biri, Chicago’daki Socialist Women (Sosyalist Kadınlar) dergisi editörü Josephine Conger-Kaneko tarafından gönderilmişti. Avrupa’nın işçi kadın hareketini selamlayan rapor, sosyalist kadın hareketlerinin ABD’deki durumu ve uluslararası dayanışmayı gösterir nitelikteydi.

“Birleşik Devletler'de henüz, Almanya ve diğer ülkelerdeki kadın yoldaşların ulaştığı kadar ne kendi bilincimize ne de faaliyetlerimizin gerekliliğine ulaşabildik. Fakat bu ülkedeki kadınlarımız huzursuzlanmaya başlıyor ve çok yakında sosyalist hareketimizde kendilerini hissettireceklerinden eminiz.” (Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı Raporları, 1907)

Aradan üç yıl geçtikten sonra, yani 1910 yılında ise büyüyen işçi sınıfı hareketinin bir sonucu ve gerekliliği olarak İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı bu kez Kopenhag’da, İkinci Enternasyonel’in Sekizinci Uluslararası Kongresi’nden bir ay önce toplandı. Bu ikinci konferansa Rusya delegesi olarak katılan Kollontay’ın Kopenhag konferansına dair verdiği bilgiler, sosyalist kadın hareketinin epey hızlı güçlendiğini gösteriyor. Stuttgart’ta delege sayısı 52 olan konferans, 3 yıl sonra 17 ülkeden toplan 100 delegeyle toplanıyor. Kollontay, Kopenhag sonrası şunları kaydediyor:

“Üç yıl geçti. Bu kısa zaman içerisinde kadınların proleter hareketi, yalnızca sayıları arttırmayı değil, sınıf mücadelesi sürecinde yadsınamayacak olan bir toplumsal güç olmayı da başardı. Kadın işçilerin örgütlenmesi konusunda Almanya dikkat çekici bir hızla ilerledi: 1907’deki Stuttgart konferansında sunulan verilere göre Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yalnızca 10 bin kadar kadın üyeye sahipti. 1910 itibariyle 82 binden fazla üyesi var ve kadın işçilerin sosyalist gazetesi Die Gleichheit 80 bin basıyor. Benzer büyüklükte adımlar Avusturya’nın emekçi kadınlarının örgütlenmesi konusunda da atıldı: 1909’da 7 bin kadın üyesi olan partinin 1910’da 14 bin üyesi oldu. Sendika hareketi içerisinde 44 bin kadın üye var ve işçi kadınların gazetesi 20 bin basıyor. Nüfusu daha az olan Finlandiya da geride kalmadı. Burada kadınlar, 16 binden fazla bir sayıyla birlikte işçi partisi üyeliklerinin yüzde 31’ini oluşturuyor. İngiltere 200 binden fazla kadın sendika üyesi ile gurur duyabilir. Her yerde, Danimarka’da, İsveç’te, Norveç’te, İsviçre’de, Hollanda’da, İtalya’da, Birleşik Devletler’de, işçi sınıfı kadınları uyanıyor, kadınların sosyalist hareketini kurmaya başlıyor ve Alman sosyalist kadınlarının büyük çabalar ile belirledikleri yolda ilerliyorlar.” (Kollontay, 1982)

ULUSLARARASI KADINLAR GÜNÜ ÖNERİSİ VE 8 MART
Amerikan sosyalistlerinin kadınlar günü çağrısının uluslararası alanda ilk kez yankılanmasını bu konferansta görüyoruz. 1910 Konferansı’nda Alman sosyalist Luise Zietz uluslararası bir kadın günü çağrısını konferansta dillendirdi. SPD’nin kadın öncülerinden olan Zietz’in kadın günü önerisi, konferansın başkanlığını yapan Clara Zetkin’in de desteğiyle kabul edildi. Konferansta alınan bu kararda henüz bir tarih belirlenmediğini not etmemiz gerekiyor. Ancak, bu tarihten itibaren sosyalist kadın hareketini birleştirecek, güçlendirecek ve kadın hakları mücadelesini ileriye taşıyacak, uluslararası bir kadınlar gününün belirlenmesi sosyalistlerin ortak kararıyla kayıt altına alınıyor. Bu karar, ayrıca “kadınlar için oy hakkı sosyalizm mücadelesinde gücümüzü birleştirecek” sloganıyla birlikte uluslararası mücadeleye giriyor. (soL, 2019)

Konferanstan birkaç gün sonra, konferansta alınan karar enternasyonel sosyalizmin yayın organı olarak tanıdığı Die Gleichheit’a şu satırlarla aktarılıyor:

"Tüm ülkelerin Sosyalist kadınları, kendi ülkelerinin proletaryasının sınıf bilincine sahip olan siyasi ve sendika örgütleriyle uyum içerisinde, nihai hedefi kadınların oy hakkını elde etmesi olan bir kadınlar gününü her yıl düzenlemeye karar vermiştir. Sosyalist ilkelere göre bu talep, kadın sorununun bütünü ile birlikte ele alınmalıdır. Kadınlar Günü uluslararası bir karaktere sahip olmalı ve dikkatli bir şekilde örgütlenmelidir. (Ingeborg, 1983)

1910 Konferansı’ndan bir sene sonra, Paris Komünü’nün kırkıncı yıldönümüne denk gelen 19 Mart gününde, uluslararası Kadınlar Günü ilk kez kutlandı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar, 1848 devriminde Prusya kralının silahlanmış halkın gücünü ilk kez tanıdığı günün anısına 19 Mart’ı seçtiler. “Almanya ve Avusturya köpürüp coşan bir kadınlar denizi oldu. Her yerde toplantılar organize edilmişti, küçük kasabalarda ve hatta köylerde bile kadınlar salonları o kadar çok doldurmuşlardı ki erkek işçilerden yerlerini kadınlara vermeleri istendi.” (soL, 2019)

Avrupa’nın kadınlar günü gündemi, 1910 Konferansı kararlarıyla da uyumlu bir şekilde kadın hakları ve oy hakkı oldu. Henüz 8 Mart’a tarihlenmemiş olan bugünü, Amerikalı sosyalistler Şubat’ın son pazar günü kutlamaya devam ettiler. Boston’daki sosyalist kadınlar, oy hakkı aktivistlerine, yani süfrajetlere kadınlar gününde birlikte sokağa çıkmayı öneriyorlar. 23 Şubat hakkında yazan süfrajetlerin resmi yayını, o gün süfrajetlerden çok sosyalistlerin bu hak arayışı için harekete geçmek konusunda daha azimli olduklarını yazıyordu. Aynı yıl Viyana’da yine 18 Mart’ta sokağa çıkan kadınlar, Paris Komünü’nde yaşamını yitirenleri anarak, kızıl bayraklarla uluslararası kadınlar günü gösterilerini gerçekleştirdiler. (Kaplan, 1985)

Kollontay’ın 1913’te Pravda’da yazdığı yazı, sosyalistlerin kadın haklarına dair yürüttükleri mücadelenin ve bu mücadele için belirlenen kadınlar gününün önemini bir kez daha hatırlatıyor: “İşçi sınıfı kadınları arasındaki her özel, farklı çalışma biçimi, kadın işçilerin bilincini uyandırmanın ve onları daha iyi bir gelecek için mücadele edenlerin saflarına çekmenin bir yoludur ... Kadınlar Günü ve kadın işçilerin özbilincini uyandırmak üzere yavaş, titiz çalışmalar, işçi sınıfının bölünmesine değil birleşmesine hizmet etmektedir.” (Kollontay, 1984)

Dünya Savaşı’nın yıkıcı bilançosu ile birlikte artık kadınların en yakıcı sorunları, geçim derdi, kocalarını ve çocuklarını savaşta kaybetme ve dolayısıyla barış çağrılarını duyurabilme oluyor. Kadınların savaş karşıtı mücadeleleri ve sosyalistlerin uluslararası kadınlar günü kutlamalarındaki ısrarcılığı dikkat çekici. 1915’te Clara Zetkin’in önderliğinde Bern’de toplanan sosyalist kadınlar, artık savaş karşıtlığının suç sayıldığı zamanda bile, barış için yürüyorlardı. Savaşın başlamasından sonra ilk konferans olan bu toplantıda, Avrupa sosyal demokrasisinin savaş sırasında kapıldığı sosyal-şovenizme karşı azınlıkta olsalar da, Rus Bolşevik kadınları “proletaryanın uluslararası dayanışmasına ihanet edenlerin mahkum edilmesini ve emperyalist savaşa karşı yanlış anlaşılmaya yer bırakmayan” yanıtları cesurca ortaya koymaya devam ediyorlardı. (Kollontay, 2000:173)

KOMÜNİST BAYRAMI 8 MART
Rusya’da Uluslararası Kadınlar Günü, kadın işçilerin mücadelesinin militan bir yansıması olarak devam etti. Toplantılar, mitingler ve yürüyüşler, çoğu zaman polisle karşı karşıya gelinmesine rağmen ısrarlı bir şekilde sürdü. Kollontay’ın net bir şekilde özetlediği haliyle, “kar hırsına kapılmış girişimcilerin kadın yurtseverliğine methiyeler düzdüğü, kadınları fabrikalarına davet ettiği ve gelecekteki karlarından ötürü duydukları sevinçle ellerini ovuşturdukları sırada, işçi kadınlar, aktif bir şekilde grev mücadelelerine katıldılar. Savaş, kadınlara yeni tasalar getiriyordu, ‘kadın karışıklıklarının’ nedeni de budur.” (age:173) 
Amerikalı sosyalistlerin Şubat sonu geleneğinin devam ettirildiği Rusya’da, Şubat Devrimi arifesinde, eski Rus takvimine göre 23 Şubat, Miladi takvime göre ise 8 Mart günü, o zamana kadarki en unutulmaz Kadınlar Günü gerçekleştirildi. (Kaplan, 1985) 

Petrograd’da, kadınların fabrikalardan ve ekmek kuyruklarından çıkıp sokaklarda ekmek ve barış talebiyle kitlelere dönüştüğü bir kadınlar günü yaşandı. Gıda fiyatlarının, özellikle un ve ekmek fiyatlarının giderek arttığı, halkın artık ne yiyeceğe ne de temel hijyen malzemelerine para bulabildiği bir zamanda Rusya’da kadınlar yaşam ve çalışma koşullarının ağırlığına karşı sokaklarda başı çektiler. “Ve Uluslararası Kadınlar Günü olan 23’ünde, uzun ekmek kuyruklarında bekleyen ev kadınlarının arasında patlak veren huzursuzluk, birden monarşinin kaldırılması ve savaşın sonlanmasını isteyen bir sokak gösterisine dönüştü.” (Rabinowitch, 2012:26)

1917 yılı, başından itibaren, halkın huzursuzluğunun ve işçi grevlerinin en yoğun yaşandığı zaman oldu. Ocak ayında Moskovalı işçilerin üçte biri grevdeydi; Petrograd’da en büyük fabrikaların işçileri de grevlere katıldı. Rusya’da işçiler, Çar’a, savaş koşullarına ve bulamadıkları ekmeğe karşı kararlı bir mücadele içerisindeydi. Petrograd’ın askeri birlikleri, Çar’ın emrine rağmen halka ateş açmayı reddedip göstericilerin saflarına katıldılar. (Foster, 2011) 

23 Şubat’tan yalnızca 4 gün sonra ise, Şubat devrimi gerçekleşmiş, Çar tahttan çekilmişti.

1917 Rusya’sındaki bu gelişmelerin ardından ertesi yıl Avrupa ülkelerinde de devam edecek olan Uluslararası Kadınlar Günü’nün tarihi belirlenmiş oldu. Rusya’nın Ekim Devrimi ile attığı tarihi adımdan sonra 8 Mart, Sovyetler Birliği’nde bir komünist bayramı olarak tarihe yazıldı. (Kaplan, 1985)

Türkiye’de kutlanan ilk 8 Mart’ın örgütçüleri ise, Büyük Rus Devrimi’ne giden yolun içerisinde rotasını çizen Türkiye’nin ilk komünist kadınları oldu. 1920’de komünist partinin kurucuları arasındaki Cemile Neşirvanova anılarında, dönemin güçlenmeye başlayan milli burjuvasının, savaşta eşini, oğlunu, babasını yitirmiş kadınların üzerine nasıl “kabus gibi çökmekte” ve “bir lokma ekmek için onları amansızca sömürmekte” olduğunu anlatır. O zor koşullar altında bile, askerî çamaşırların yıkanması ve hastane işlerinden para kazanan tüccarların, tüm angarya işleri ücret bile ödemeden kadınlara yaptırmalarının karşısında mücadeleye başlamışlardı. Komünist Enternasyonel’in Kadınlar seksiyonundan gelen bilgi üzerine 1922 yılında Ankara’da toplanan komünist kadınlar, “burjuva toplumunda çiğnenen kadın haklarını elde etmek” şiarı altında 8 Mart’ı kutladılar. (Akbulut, 2006:104)

Komünist ülkeler ve komünist hareketler tarafından işte bu kısaca anlatmaya çalıştığımız tarihiyle sahiplenilen 8 Mart, bugün düzenin en düzenbaz araçlarıyla unutturulmaya çalışılıyor. Ancak bu unutturulma çabasının bir hayli eskiye dayanıyor gibi görünmesi gerçekleri değiştiremez. 8 Mart, sosyalizm için mücadele edenlerin, sosyalizmin sağladığı eşitlik ve özgürlük koşullarını yaratanların mirasıdır. 

Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.

Kollontay’ın öz ve çarpıcı anlatımıyla:
“Kadınlar Günü ya da Emekçi Kadınlar Günü, uluslararası bir dayanışma günüdür; proleter kadınların gücünü ve örgütlülüğünü yeniden değerlendirme günüdür.

Ancak yalnız kadınlara özgü bir gün değildir. 8 Mart, işçiler ve köylüler, tüm Rus işçileri ve tüm dünya işçileri için tarihi ve unutulmaz bir gündür. 1917 yılında bugün, büyük Şubat devrimi gerçekleşti. Bu devrimi başlatan Petrograd'ın işçi kadınlarıydı; Çar ve ortaklarına muhalefet bayrağını kaldırmaya ilk karar verenler onlardı. Bu yüzden emekçi kadınların günü bizim için çifte kutlamadır.” 
(soL, 2019)

Eren Karaca / SOL


Kaynaklar:
Akbulut, E. (2006). Milli Azadlık Savaşı Anıları, TÜSTAV Yayınları.
Beaton, L. (1986). “International Women’s Day and working class history”, The Workers’ Press.
Foster, W.Z. (2011). Üç Enternasyonelin Tarihi: 1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleri, Yazılama Yayınevi.
Fusillo, M. (2017). “International Women’s Day: history, myths and traditions”, termcood.eu.
Kandel, L. ve Picq, F. (1982). “Le mythe des origines à propos de la journée internationale des femmes”, La Revue d’En face, no:12.
Kaplan, T. (1985). “On the socialist origins of International Women’s Day”, Feminist Studies, 11:1, ss.163-171.
Kollontai, A. (1984). Selected Articles and Speeches, Progress Publishers.
Lenin, V. I. (1965). Lenin’s Collected Works, 1st English Edition, Progress Publishers, Moskova.
Ingeborg D. (1983). The German Women's Movement: The Social Role of Women in the 19th Century and the Emancipation Movement in Germany, Hohwatch, s. 36.
Rabinowitch, A. (2012). Devrime Doğru: Petrograd Bolşevikleri ve 1917 Temmuz Ayaklanması, Yordam Kitap.
Reports to the first International Conference of Socialist Women : in Stuttgart on Saturday 17 August 1907 (http://library.fes.de/zweiint/f07.pdf)
soL (2019). “Aleksandra Kollontay: 8 Mart neden ve nasıl örgütlendi?”, https://haber.sol.org.tr/turkiye/ceviri-aleksandra-kollontay-8-mart-nede...

Nâzım Hikmet’in ‘Haksızlığa ve Yoksulluğa Karşı’ başlıklı yazısı ilk defa Türkçede - Yasin Çalış



Nâzım Hikmet’in ‘Haksızlığa ve Yoksulluğa Karşı’ başlıklı yazısı 1951 yılında Rusça olarak yayımlanmış. Yazını Türkçe çevirisi Nâzım Hikmet Kolektifi tarafından yapıldı.
Nâzım Hikmet Kolektifi’nin Notu: Nâzım Hikmet'in 1951’in Aralık ayında Sovyet Krestyanka (Köylü Kadın) dergisinde yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Bu yazısında Nâzım’ın gündeminde, Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet kadının erkek yoldaşları ile arasındaki eşitsizliklerin hızla kapanmasından hareketle memleketindeki Türkiyeli emekçi kadınlar yer alıyor.

HAKSIZLIĞA VE YOKSULLUĞA KARŞI
Sovyetler Birliği’nde Sovyet kadınının, arkadaşların, erkek yoldaşların özgür ve mutlu yaşamlarını gördükçe, ülkemdeki emekçi kadının ne kadar da eziyet dolu ve kederli bir yaşam sürdüğünü açık bir şekilde hissediyorsun.

Bilhassa Türk köylü kadınının bedbaht kaderi. Sabahtan akşama en ağır işlerde geçiyor ömrü.

Güneş doğmadan çok önce kalkar kadın, ailesine kahvaltısını hazırlar, hayvanları besler, evin bütün ağır işlerini omuzlanır.

Kadınların, güçlerinin çok ötesinde bir emeği var tarlalarda. Sıkça o eker toprağı. Tırmık yerine koşulduğu zamanlar da olmuştur sürülmüş toprağı çapalamak için.
Kadının ailesinde dahi hakkı hukuku yoktur. Kimi yerde erkekle aynı masada oturma hakkı yoktur karısının ya da annesinin. Ancak kocası uyuduğunda uyur o da.

Köylü kadınını kışın az görürsün sıcak tutacak bir kıyafet içinde; her havada yalınayak dolaşır. Ancak ya düğününde ya da birkaç bayramda ayakkabı giyer.
Türkiye’nin köylerindeki çoğu kadın okuma yazma bilmez. Bir köylü kadın ya da genç kız okuma şansına sahip değildir, onu elinde bir kitapla göremezsin hiçbir zaman.

Çoğu köyde sağlık hizmeti yoktur. Köylüler sabun yüzü bile görmez.

Şimdilerde Türkiye’de çokeşlilik kanunlarca yasak ama aslına bakarsak var olmaya devam ediyor. Bazen ağır işlerden, aşağılamalardan çaresiz hale düşen köylü kadını, kocası eve genç bir kadınla geldiğinde hoşnut bile olur. Ne de olsa bu da bir iş gücü!

Türkiye’nin faşist hükümeti, memleketi Amerikalı savaş kışkırtıcıların emrine verdi. Toprak ağaları ve zengin köylüler “Marshall Planı’na” göre alınca Amerikan malı traktörleri, Türk köylerinde binlerce rençperi, marabayı işsiz bıraktılar.
Türkiye’nin bazı yerlerinde yoksulluk öyle almış başını gitmiş ki, köylüler sığırlar gibi ot yemek zorunda kalıyor.

Toprak ağalarının vahşi sömürüsü ve bürokratların, iktidar temsilcilerinin zorbalıkları, bütün bunların hepsi Türk köylüsünün öfkesini uyandırıyor. Toprak için barış için mücadelede köylü kadınlar da yerlerini alıyorlar. Bazı köylerde bu köylü kadınlar hareketin başını çekiyor. Meclis seçimleri esnasında baskıdan korkmayan kadınlarımızın faşist partilerin adaylarını boykot etmişliği de vardır. İnsanların oy sandıklarına gitmelerine izin vermediler, kendileri de oy vermeyi reddettiler.

Kısa zaman önce, Türkiye başkentinin yakınlarında bir bölgede, Merdaneli Köyü’nde, köylü kadınlar silahlı jandarmaları taş sopa yağmuruna tuttu.
Türk Hükümeti Kore’ye Amerikan saldırganlarına yardım için asker gönderdiğinde, köylü kadınlar kimi yerde buna karşı bilfiil direniş gösterdiler.
Faşist Türkiye’de barış taraftarları gizli çalışmak zorunda. Halkı barış için mücadeleye çağıran illegal broşürler ve mektuplar köylülere de ulaştırıldı. Binlerce mektuptan yalnız ikisi eline geçti hükümetin. Burada Türk köylüsünün artan bilinci, dünya barışı arzusu anlatılıyordu.

Hapse düştüğümde mahkumlar arasında köylülere de rastladım. Onlara şiirlerimi okudum:
… İnsanların elleri
Kudretli, ağır,
isyan ediyorlar,
dehşetli, yılmaz,
Hayır, dolar savaşları ateşleyemeyecek!
İstemiyoruz savaşı!

Bu şiirleri onları ziyarete gelen analarına ve eşlerine verdiler. Şiirlerimin Türk halkının özgürlüğü için, bağımsızlığı için, barış için olan mücadelesine katıldığı için mutlu oluyordum.

Yasin Çalış / SOL