Geçen ay hayatını kaybeden dünyaca ünlü Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado, sadece eşsiz bir sanatçı değil aynı zamanda yaşadığı çağın acılarına yakından tanıklık etmiş ve onları özenle belgelemiş cesur bir aktivistti.
Salgado, acı çeken bir dünyayı görüntüledi, ölümle yaşam arasında çok ince bir çizginin olduğu bölgelerden geçti, katledilen çocukların, yerlerinden edilmiş insanların ve en ağır koşullarda çalışan işçilerin fotoğraflarını çekti.
Onun fotoğrafları, hepimizin parçası olduğu bu dünyadaki bozuklukları yansıtan, bize bizi gösteren birer aynaydı. Bakmaya cesaret isteyen aynalar…
Sebastião Salgado
Başkalarının acısı mı hepimizin sorumluluğu mu?
Çok uzaklardaki insanların acılarını gösteren fotoğraflar ne işe yarar? Bu fotoğraflara bakmak bir yükümlülük müdür?
Başkalarının Acısına Bakmak (Agora, 2004) adlı kitabında bu soruları soran Susan Sontag, elbette Salgado’ya da değinmişti. “Dünyanın çeşitli köşelerinde yaşanan sefaletleri fotoğraflama konusunda uzman bir isim” olarak bahsetmişti ondan.
Buradaki temel tartışma, Salgado’nun dünyadaki sefalet manzaralarını “seyirlik”, “güzel kurgulanmış” ve “hayranlık verici” fotoğraflarla sunması ve bunları ticarileşmiş koşullarda sergilemesi üzerineydi.
Elbette Salgado’nun amacı, insanların yaşadığı acılara dikkat çekmekti. Ancak fotoğrafların estetik ve ticari değeri, fotoğrafçının etik görevini gölgeleme riski de taşıyordu.
Sontag’a göre ise mesele bundan çok daha karmaşıktı. İçinde yaşadığımız dünyada fotoğraf sanatının tüketimci manipülasyonlara hizmet ettiği açıktı. Böyle bir dünyada “hüzünlü bir sahneyi yansıtan bir fotoğrafın” insanları nasıl etkileyeceğini öngörmek mümkün değildi.
Batı dünyasında seyirlik görüntüler, acının anlaşılmasını sağlayan dinsel anlatıların çok büyük bir parçası olagelmişti. Sontag, İsa’nın çarmıha gerilişini gösteren resimlerin etkisini hiç kaybetmediğine dikkat çekiyordu. Bir fotoğrafın, bir slogana kıyasla duyguları açığa çıkartma ihtimali daha yüksekti.
Sontag açısından sorun tam da burada başlıyordu: “Uyandırılmış duyguların ve aktarılmış bilgilerin nasıl eyleme dönüştürülebileceği”, tartışılması gereken temel meseleydi. Ona göre, şefkat, “istikrarsız” bir duyguydu ve eyleme dönüştürülmezse yok olup giderdi.[1] Eğer insanlar, yapabilecekleri bir şey olmadığı duygusuna kapılırlarsa giderek tepkisizleşmeye ve atalete kapılmaya başlarlardı.
Mülteci kampı, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)
Salgado’nun dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğraflar, kuşkusuz “çekilen acıların küresel ölçekte çok vahim boyutlara ulaştığını” gösteriyordu. Ancak Sontag’a göre, bu fotoğraflar, yaşanan acıların yerel çaplı siyasal müdahalelerle değiştirilemeyecek kadar derin ve kalıcı olduğu mesajını da iletebilirdi.[2]
Dahası, Sontag’a göre, bu fotoğraflarda gördüğümüz acılarla ne kadar düşsel yakınlık kurarsak kuralım; bu yakınlık “acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığımız duygusuna” kapılmamıza yol açabilirdi.
Oysa Salgado’ya göre hiçbirimiz masum değildik. Hayatını ve sanatını anlattığı kitabında şöyle diyordu:
“Hiç kimsenin kendini, çağında yaşanan trajedilerden koruma hakkı yoktur çünkü yaşamayı tercih ettiğimiz toplumda olup bitenlerden bir bakıma hepimiz sorumluyuz.”[3]
Salgado, işini yaptıktan sonra üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüp gönül rahatlığıyla kenara çekilenlerden değildi. Kendi ifadesiyle “nutuk çekmek ya da şefkat hisleri uyandırarak vicdanını rahatlatmak gibi bir niyeti” yoktu. Deklanşöre basmak yeterli değildi; konuşmalar yapıyor, sorumlulara işaret ediyordu.
O her zaman herkesi bu dünya için sorumluluk almaya çağırdı. En başta kendisi harekete geçti. Her ne kadar tanıklık ettiği vahşet görüntülerinin ardından kendini aciz hissetse ve derin bir depresyona girse de bir şeyler yapmaya çalıştı. Yaptı da. Bir ütopyayı hayata geçirdi.
Brezilya’dan Afrika’ya uzanan bir yolculuk
Sebastião Salgado, 1944’te, dünyadaki en büyük maden bölgesinde, Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde, Rio Doce Vadisi’nde yer alan bir çiftlikte doğdu. Sekiz çocuklu bir ailenin tek oğluydu ve kasabada okula gitmek için kırsal bölgeyi terk eden ilk kuşaktandı.
Babası onun da kendisi gibi bir çiftçi ya da bir avukat olmasını istiyordu. Sebastião, liseden sonra hukuk fakültesine kaydolduysa da 1950’lerde açılan ilk araba fabrikaları onu iktisatçı olmaya ve “modern maceraya” atılmaya teşvik etti.
20 yaşındayken, Fransız Kültür Merkezi’nde tanıştığı Léila Wanick adında 17 yaşında bir kıza âşık oldu. Bu aşk, onun hayatını en temelinden şekillendirecekti.
Sebastião ve Léila, 58 yıllık evlilikleri boyunca hayatı, sanatı ve siyaseti birlikte keşfettiler. 1964’teki askerî darbenin ardından diktatörlüğe ve insan hakları ihlallerine karşı yapılan protesto gösterilerine katıldılar. Ülke, devrimci gençler için giderek daha tehlikeli olmaya başlayınca birlikte Fransa’ya gittiler ve 1969’da Paris’te yepyeni bir hayata başladılar.
Fotoğraf makinesini hayatlarına sokan Léila’ydı. Mimarlık okuyordu ve binaları çekmek için makineye ihtiyacı vardı. Ancak ilk fotoğraflarını çektikten sonra makineyi elinden bırakamayan Sebastião oldu. Kendine küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurdu, depoculuk işinden ayrılarak baskılar yapmaya başladı. Foto-röportajlar yapıp para kazanınca fotoğrafçı olabileceğini düşündü. Ancak hayat karşısına başka bir fırsat çıkardı.
Salgado, 1971’de Paris Üniversitesi’nde ekonomi doktorasını tamamlamasının ardından Londra’da Uluslararası Kahve Örgütü’nde “müthiş bir iş” buldu. Uluslararası bir yönetici olmuş ve aniden çok iyi para kazanmaya başlamıştı. İşi gereği sık sık Afrika’ya seyahat ediyor, orada kalkınma projeleri oluşturmaya çalışıyordu.
Ne var ki Ruanda, Burundi, Zaire, Kenya ve Uganda’ya yaptığı yolculuklarda çektiği fotoğraflar, döndüğünde yazmak zorunda olduğu raporlardan daha çok heyecanlandırıyordu onu. Özellikle Ruanda’yı keşfetmek, ülkesini yeniden keşfetmek gibiydi. Bu insanların tarih ve gelenekleri, Brezilya kültürünün de bir parçasıydı. Hikâyesi, bu kıtaya derinden bağlıydı.
1973’te, 29 yaşındayken, Léila’nın da desteğiyle ümit vaat eden bir kariyeri ve dolgun bir maaşı bırakıp serbest fotoğrafçı oldu. Genç çift, bütün birikimlerini fotoğraf ekipmanlarına yatırdı. Aynı yıl, bir fotoğraf dizisi hazırlamak için yola çıktılar, tabii ki Afrika’ya.
Mülteciler Korem kampının dışında bekliyor, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)
Madenlerden Ormanlara: Hayata saygılı bir göz
Salgado, ilk büyük fotoğraf dizisini Afrika’ya adamıştı ancak Güney Amerika’yı da fotoğraflamak istiyordu. Kendi ülkesine gidemediğinden en azından “yakınlaşabilmek” için 1977-1984 yılları arasında sık sık Şili, Bolivya ve Peru’yu ziyaret etti. Nihayet 1979’da çıkan bir afla Brezilya’ya dönebildi ve kendi ülkesini fotoğraflamaya başladı. Daha sonra Ekvador, Meksika ve Guatemala’ya da gitti. Bu bölgede çektiği fotoğrafları, 1986’da “Diğer Amerikalar” adlı kitabında yayımladı ve aynı yıl Paris’te bir sergi açtı.
1984’te “Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütünün kuraklıktan etkilenen insanlara gıda ve ilaç yardımı sağlamak için başlattığı kampanya kapsamında Mali, Etiyopya, Çad ve Sudan’a gitti ve on sekiz ay süren büyük bir fotoğraf projesi yürüttü. Hayatı boyunca da mültecilere dair birçok fotoğraf dizisi gerçekleştirdi.
Yemek dağıtılmasını bekleyen bir mülteci, Gundam, Mali, 1985 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)
Salgado, hiçbir fotoğrafın tek başına dünyadaki yoksulluğa çare olamayacağını biliyordu. Ama metinlerle, filmlerle, insani yardım ve çevre örgütlerinin çabalarıyla birleşince onun fotoğrafları, ayrımcılığa karşı hareketin bir parçası haline geliyordu.[4] Batılı meslektaşlarının çoğu, Salgado’ya göre, kendilerini suçlu hissettikleri için yoksulluğun fotoğraflarını çekiyorlardı. Onda ise böyle bir suçluluk hissi yoktu, yoksulluk zaten onun geldiği dünyanın bir parçasıydı.
Yine de 1979’da Brezilya’ya geri döndüğünde gördüğü yoksulluk karşısında afallamıştı. Askerî rejim dönemi, Brezilya’nın küçük kırsal toprak sahiplerini mülksüzleştirmiş, yoksulluğu ve gelir dağılımı eşitsizliğini daha da artırmıştı.
1980’de Lélia ile birlikte “İşçiler” adlı projelerini tasarlamaya başladılar. Salgado, bu proje kapsamında, 1986 ve 1991 yılları arasında, o sırada çalıştığı Magnum’un desteğiyle, yirmi beş ülkede yaklaşık kırk fotoğraf dizisi gerçekleştirdi. Avrupa’daki birçok endüstrinin bütün olarak taşındığı Çin, Endonezya ve Hindistan’a gitti. Projenin amacı, emeğe ve işçilere bir saygı duruşunda bulunmaktı.
1980’de Brezilya’nın kuzeyindeki Pará eyaletinde keşfedilen altın, yeni bir altına hücum hareketi başlatmıştı. Salgado, 1986’da buradaki dev açık hava madenini görmek için özel izin almayı başardı ve orada çektiği fotoğraflar, zengin olma umuduyla buraya akın etmiş binlerce işçinin içinde yaşadığı kölelik koşullarını gözler önüne serdi.
Açık hava madeni, Serra Pelada, Pará, Brezilya,1986, fotoğraf: @Sebastião Salgado
1993’te yayımlanan “İşçiler” adlı kitabının ardından, Salgado “Göçler” adlı projesine başladı. Doksanlı yılların ilk yarısında bütün dünyada 150 ila 200 milyon kişi kırsaldan şehre göç etmiş, kitleler gecekondu mahallerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Salgado, bu sefer de yerlerinden edilmiş insanların zorlu koşullara uyum sağlama konusunda sergiledikleri inanılmaz beceriye bir saygı duruşunda bulunmak istedi.
“Göçler” projesi, Salgado’nun altı yılını aldı. Bu süre zarfında Hindistan’dan Brezilya ve Irak’a kadar birçok ülkeye gitti. Mayıs 1994’te bu yolcukların birinde, Mozambik’e gitmek üzereyken on binlerce insanın Ruanda’dan Tanzanya’ya kaçtığını öğrendi ve iki ülkenin sınırına doğru harekete geçti. Salgado’nun bundan yirmi üç yıl önce, 1970’lerin başlarında keşfettiği ve âşık olduğu Ruanda, şimdi 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından birine sahne oluyordu.
Ruandalıların sığındığı mülteci kampı, Benako, Tanzanya, 1994 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)
“Göçler” adlı kitabı 2000’de yayımlandı. Salgado, ülkesine döndüğünde fiziksel ve psikolojik olarak iyi değildi, Ruanda’da geçirdiği dokuz ay o kadar dehşet vericiydi ki bir noktadan sonra aklı ve bedeni çökmeye başlamıştı.[5] İşte tam da o noktada Léila, onu yeniden hayata bağlayacak bir proje önerdi: Salgado’ya ailesinden kalan zarar görmüş araziyi yeniden ağaçlandırmak!
Böylelikle Brezilya’daki ilk ulusal parkı yarattılar. Ormanı yeniden yaratmak, bir yaşam döngüsünü de yaratmak demekti. Yaptıkları araştırmaların ardından gezegenin yüzde 46’sının henüz dokunulmamış olduğunu keşfettiler. 2002’de “Genesis” fikri işte böyle doğdu. Salgado, en sıcak bölgelerden en soğuk bölgelere, çöllerden buzullara kadar gezegenin el değmemiş bölgelerine gidecekti. Bu proje, gezegene bir saygı duruşu olduğu kadar tüm insanlara yapılmış bir çağrıydı: Vakit varken gezegeni korumak, gezegenle birlikte kendimizi de keşfetmek ve hepimizin aynı büyük yeryüzü sisteminin parçası olduğumuzu görmek için bir çağrı.[6]
Nenetler, Kutup Dairesi, Sibirya, Rusya, 2011 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)
Cehennemin içinde cenneti inşa etmek
Wim Wenders’ın Salgado’yu anlattığı Toprağın Tuzu adlı belgeselinde söylediği gibi, “foto” Yunancada ışık demektir, “fotoğrafçı” da ışıkla yazı yazan kişi. Gerçekten de Salgado için fotoğraf, “edebiyat gibi bir şeydi”, yazarların kalemle söylediklerini o makineyle söylüyordu.[7]
Onun fotoğrafları dünyanın çıplak gerçeğine ve gizli ihtişamına tanıklık ediyordu. Başlangıçta göstermek istediği şey, doğal güzellikler değil, insanları etkileyen açlık ve kuraklık oldu. Avrupalılara Afrika’yı, sömürülen dünyayı ve adaletsizliği göstermek istedi.
Sontag’ın dediği gibi, “Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize.” Ancak o cehennemin görüntüleri, bize şunu söyler:
“İşte bu, insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekleri şeyin resmidir. Bunu unutmayın.”[8]
Salgado, bize insanların sadece diğer insanlara değil tüm gezegene neler yaptıklarını gösterdi, yeryüzündeki cehennemi sergiledi. Öyle ki “Bu fotoğrafları çeken Tanrı mı yoksa Şeytan mı?” diye sormuştu Eduardo Galeano. Zira ona göre Salgado, “içeriden fotoğraf çekiyordu.”[9]
“Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeydim” diyen Salgado, hayatı boyunca fotoğrafladığı o cehennemin en dibine kadar cesur adımlarla ilerledi. Doğduğu topraklara geri döndüğünde, son derece kötümser bir ruh hali içindeydi. İnsanların neler yapabileceğini görmüştü. Ve orada, içine doğduğu ama sonra kaybettiği cenneti yeniden inşa etti.
Léila ve Sebastião Salgado, Instituto Terra, Brezilya
“Hayatım boyunca beni takip eden farklı ışıkları görmeyi ve sevmeyi burada öğrendim” diyordu doğduğu yer için.[10] Çocukken hassas cildini korumak için sürekli şapka taktığından ya da bir ağacın altında oturmak zorunda olduğundan “contre-jour” ile büyümüştü. Gün ışığını arkasına alarak, yani contre-jour gelirdi babası hep ona. Ters ışık, onun için sadece bir teknik değildi, çok güçlü bir tutkuydu, onun dili ve tarihiydi.
Onun ışığı başka bir ışıktı. İnsanları, rüzgârları, ağaçları, emeği, yaşamı ve ölümü birbirine bağlayan bir ışık…
O ışık, Salgado’nun siyah-beyaz fotoğraflarından süzülmeye devam ediyor ve Galeano’ya göre, bize “çöplerin arasına gömülü olan bir sırrı” anlatıyor:
“Salgado’nun kamerası şiddetli karanlığın içinde hareket ediyor, ışığı arıyor, ışığı takip ediyor. Işık gökyüzünden mi iniyor yoksa içimizden mi yükseliyor? Fotoğraflardaki o sıkışmış ışık anı – o parıltı – bize görünmeyeni, görüleni ama fark edilmeyeni; algılanmayan bir varlığı, güçlü bir yokluğu ifşa ediyor. Bize, yaşamanın acısı ve ölmenin trajedisi içinde gizlenmiş güçlü bir sihir, insanın dünyadaki macerasını iyileştirmek için harekete geçiren ışıklı bir gizem olduğunu gösteriyor.”[11]
Salgado’nun ışığı, içimizden yükselmeye ve bize yol göstermeye devam edecek.
[1] Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, s. 101.
[2] Başkalarının Acısına Bakmak, s. 79.
[3] Sebastião Salgado, Toprağımdan Yeryüzüne, çev. Ahmet Ergenç, Everest, s. 88.
[4] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 52.
[5] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 85.
[6] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 98.
[7] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 38.
[8] Başkalarının Acısına Bakmak, s.115.
[9] Sebastião Salgado, An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, New York, Aperture, 1990, s. 7-11.
[10] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 19.
[11] An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, s. 8.
/././
Kuğunun son türküsü: Hasan İzzettin Dinamo -İbrahim Dizman-
İnsanın ruhu kimi zaman acılarla olgunlaşır, yaşadıkları ne denli trajik olsa da onun zihin ve hayal dünyasının besini haline dönüşebilir. Hasan İzzettin Dinamo da küçük yaşta, yetimhanelerde, okullarda kitapların peşinden koşan, şiirler karalayan, çeviriler yapan bir genç olarak yetiştirir kendini.
Bir ülkenin gerçek tarihi yalnızca kitaplarda, boy boy haritalarda ve hamasi söylemlerde kendini göstermez; kimi insanların yaşam öyküsü, ülkenin asıl tarihini berrak bir su gibi apaçık ortaya çıkarabilir. Apaçıktır ve bu nedenle de çoğu kez görünmesi, bilinmesi istenmeyen de ortadadır. Kuşkusuz, devletler ve onun tarihini inşa edenler bu durumdan hoşlanmazlar. Ancak tarihin öyle de bir akışı vardır; ne kadar saklamaya çalışırsanız çalışın, ne kadar sembolik hamasi sözcüklerle perdelemeye çabalarsanız çabalayın, bir bilim adamının, bir yazarın, şairin, bir politikacının bireysel yaşamından sızar, sözcük sözcük gelir ve gerçeği olduğu gibi ortaya koyar.
Hasan İzzettin Dinamo yaşamıyla, kendi kişisel tarihini sözcük sözcük dokurken, okuyana, bilene acı veren, içini öfkeyle dolduran tarihimizi de yansıtan yazarlardan. Doğruyu söylemek gerekirse genç okur onu yakından tanımıyor, kitaplarının yeni baskılarını artık raflarda göremiyoruz. 36 yıl önce bugünlerde, 20 Haziran 1989'de yaşama veda eden Dinamo toplumsal tarihle, yakın tarihimizle ilgilenenlerin dikkatle okuduğu Kutsal İsyan ve Kutsal Barış adlı iki büyük belgesel romanın da yazarı aynı zamanda. Belgesel roman derken, okumayanlar için tek bir kitap canlanmasın gözümüzde; Kutsal İsyan 8 cilt. (MAY Yayınları, 3. baskı, 1971) Kutsal Barış 4 cilt. Kutsal İsyan'da Kurtuluş Savaşı anlatılır, yaşanmışlıklarla. Bir anlamda Nâzım Hikmet'in Kuvayi Milliye Destanı ile özdeş gibidir; sıradan insanların önce bir cesaret anıtına sonra meçhul askere dönüşmelerinin yanı sıra bilindik komutanlar ve şahsiyetlere de yer verilir. Kutsal Barış'ta ise, zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşı'ndan sonra başlayan aydınlanma savaşımı anlatılır. Dinamo'nun yaşamını bilmeyenlerin zihninde kurtuluşu ve kuruluşu ciltler dolusu kitaplarla anlatan bir yazarın devletle hiçbir alıp veremediği olamaz gibi bir algı oluşacaktır kuşkusuz. Ancak bu yanıltıcı bir algıdır ne yazık ki. Evet, Dinamo'nun veremediği yoktur ama alamadığı çoktur devletten; en başta da özgürlüğü.

Trabzon kökenli Hasan İzzettin Dinamo, geçim sıkıntısı nedeniyle İstanbul'a taşınan ailenin bir bireyi olarak, Meşrutiyet heyecanının henüz dinmediği 1909'da doğar. Ancak Balkan Savaşları nedeniyle İstanbul muhacirlerle dolup salgın hastalıklar, açlık başlayınca aile bu kez Samsun'a taşınır. Burada hayatı tanımaya başlayan Hasan İzzettin Dinamo, çocuk gözüyle Ermeni tehcirine, bunu izleyen günlerde babasının ve ağabeyinin savaşa gidişine tanık olur. Kısa süre sonra ölüm haberleri gelir. Annesini de kaybedince kızkardeşleriyle ortada kalakalmıştır. Bundan sonrası yetimhanelerde bir dilim kuru ekmek peşinde, endişelerle, yalnızlığın ruhunda açtığı derin uçurumlara düşme korkularıyla geçecektir. Savaşlar ve Açlar ile Öksüz Musa adlı otobiyografik romanlarında o günleri acıya batırılmış kalemle yazacaktır sonradan. Sokaklarda, terk edilmiş evlerde, kuytularda yatıp kalkan üstü başı perişan, açlıktan bir deri bir kemik kalmış, ağlaşıp duran çocuklar, acıyan ahali tarafından toparlanıp İstanbul'a gönderilir. Doğduğu ama ailesinin tutunamadığı kentte de onu açlık ve kimsesizlik beklemektedir.

İnsanın ruhu kimi zaman acılarla olgunlaşır, yaşadıkları ne denli trajik olsa da onun zihin ve hayal dünyasının besini haline dönüşebilir. Dinamo da küçük yaşta, yetimhanelerde, okullarda kitapların peşinden koşan, şiirler karalayan, çeviriler yapan bir genç olarak yetiştirir kendini.
Hasan İzzettin Dinamo ile ilgili bir kitap yazan Ömer Asan'ın (Belge Yayınları) saptamalarına göre, Sivas Öğretmen Okulu'nda sosyalist öğretmenlerle tanışması, onlarla birlikte Adım adlı bir dergi çıkarmaya başlaması ve Nâzım Hikmet'in şiiriyle karşılaşması onun hayat çizgisini de değiştirecektir. Nâzım'ın 835 Satır'ını okuduğunda kâğıda kaleme sarılır:
"Sivas yaylasında ne güzel esiyorsun Nazım
Kızılırmağın çağıltısı
Gürleyüğün göğe başı çekişi
Renk renk bulut bahçelerinin
süsleyişi ufukları
Seninle çok daha güzel,
çok daha güzel anladım.
Seni izliyorum adım adım
Nazım!"
Sivas'tan sonra öğretmenlik yapmak yerine Gazi Eğitim Enstitüsü'ne kayıt yaptırır. Burada, toplumcu edebiyatın büyük isimlerinden Sabahattin Ali ile kesişecektir yolları. Sabahattin Ali ona, adını Nâzım'dan duyduğunu söyleyecek, ilgi gösterecektir. Şiirleriyle adını usul usul duyurmakta olan Dinamo'ya sadece edebiyat çevresi ilgi göstermez; devletin de takibe aldığı kişilerdendir artık. Cezaevine tıkılması için geçer akçe bir bahaneye de gerek yoktur: Trenlerle ilgili bir şiiri "İsmet Paşa'nın tren siyasetine aykırı bulunduğundan" tutuklanır. Dört yıl ceza alır. Ancak Ankara Hapishanesi ona bambaşka bir özgürlük alanı açar: Nâzım Hikmet de bir süre sonra onun koğuşuna konacaktır. Bu bir bahtiyarlıktır belki de! 1939'da cezaevinden çıktığında İkinci Dünya Savaşı başlamıştır; Türkiye Hitler faşizminin tehdidi altındadır. Bunu fırsat bilen iktidar baskıyı alabildiğine arttırır; dergiler kapatılır, soruşturmalar açılır. Dinamo da bir yıl hapis ve İslahiye'ye sürgün cezası ile nasibini alacaktır bu baskıcı dönemden. Savaş biter ama sosyalistlerin çilesi bitmez: 1944'te TKP tutuklamaları çerçevesinde yeniden özgürlüğünden alıkonur. CHP içinden çıkan ve memlekete özgürlük vaat eden Demokrat Parti (DP) umut olabilir mi? Bu sorunun olası evet yanıtı kuşkusuz bütün sol çevreleri heyecanlandırmıştır. Ancak DP'nin yanıtı, 6-7 Eylül 1955'te azınlıklara saldırı ve yağma sonucu yine "olayları çıkaran bunlar" denilerek tutuklanmaları olacaktır. Aydınların, solcuların, sosyalistlerin mâkus talihi değişmemiştir ve tutuklananlar arasında Hasan İzzettin Dinamo da vardır. 12 Mart darbesinde de devlet onu unutmayacaktır.

Her tutuklanışında, cezaevlerinde ağır ve insanlık dışı işkencelerle karşılaşan Hasan İzzettin Dinamo, yakın tarihimizin direnç anıtlarından biridir. Bir şiirinde şöyle demişti:
"Bitmedikçe benim türkülerim
Belli olmaz toprak altında yerim
Kuğunun son türküsü olmayacak
Benim hiçbir türküm"
1989 Haziranında yaşama veda edene değin, yaşadıklarına, çektiği çileye rağmen şiirler, romanlar yazan, çeviriler yapan, dergiler çıkaran Hasan İzzettin Dinamo, fikirleri nedeniyle peşini hiç bırakmayan devletten alacağı yaşam mutluluğu hakkını alamamış ama buna inat, Kutsal İsyan ve Kutsal Barış'ı edebiyatımıza ve Nâzım'ın " Onlar ki toprakta karınca/ suda balık/ havada kuş kadar/ çokturlar/ korkak/ cesur / cahil/ hakim / ve çocukturlar / ve kahreden/ yaratan ki onlardır / kitabımızda yalnız onların maceraları vardır" dediği halka armağan etmiştir.
Trabzon Belediyesi, 1990'ların ilk yarısında, şair Kenan Sarıalioğlu'nun çabası, Belediye Başkanı Atay Aktuğ'un değerbilir kararı ile kentin en işlek yerindeki Meydan Parkı'na bir büstünü koymuştu Dinamo'nun. Hiç göremediği ata toprağında gelip geçeni sessizce izleyen Dinamo, o dönemde şair Ahmet Özer yönetimindeki Kıyı dergisinde de anılmakta, mektupları yayımlanmaktadır. Ancak yerel yönetim degişince bir sabah Meydan Parkı'nın içinden geçenler boş bir büst kaidesi ile karşılaşırlar. O gün bugündür yerinde yeller esmektedir Dinamo büstünün. Ne gam! Kutsal İsyan, Kutsal Barış, çeviriler, şiirler, yayımladığı dergiler ve romanları kimsenin söküp bir depoya kilitleyemeyeceği anıt olarak duruyorlar.
/././
Prof. Dr. Tolga Yarman: Ukrayna-Rusya gibi, İran da Çin'i tahrik için kullanılıyor olabilir -Füsun Sarp Nebil-
"Nükleer tesisleri koruma amaçlı olarak, yerin altında ve derinde. Ancak hiçbir sistem yenilmez değildir. Sadece girişleri veya çıkışları yok etmek bile böyle bir tesisi çökertebilir. Ve eminim İran bu riski düşünmüştür. 50 metreden fazla nüfuz edebilen "sığınak delici" bombalardan sıklıkla bahsedilse de, asıl amacın giriş noktalarını engellemek olduğunu düşünüyorum, kaba kuvvetle imha etmek değil"

İsrail’in İran’a karşı başlattığı saldırıları hepimiz endişe ile izliyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi gibi yıllardır ortada olan bir planın parçası olduğu düşünülen bu saldırıların tehlikeli bir yönüne, Prof. Dr. Tolga Yarman işaret ediyor.
Prof. Dr. Yarman benim de MSc hocalarımdan birisi. Kendisi nükleer enerji alanındaki çok değerli araştırmalarını sürdürüyor. Hatta “nükleer bozunumda yarı ömrü öngören bir kurgu” içerikli en son çalışmasının International Journal of Modern Physics dergisinde yayınlanmasının üzerinden daha bir ay bile geçmedi.
Tolga Hoca’ya bir yandan İsrail-İran gelişmesini sorarken, diğer yandan nükleer teknoloji ile ilgili birkaç başka suali de ekledim.
Prof. Dr. Tolga Yarman
- İsrail ve İran arasındaki mevcut gerilimlerle başlayalım. Her iki ülkenin de nükleer programları var. Ancak uluslararası toplum İran'ı yakından izlerken, 80-90 nükleer savaş başlığına sahip olduğuna inanılan İsrail'in programı gizli kalmaya devam ediyor. Yakın zamandaki sızıntılara rağmen İsrail hükümeti sessizliğini koruyor. Bu asimetriyi nasıl yorumluyorsunuz?
Sevgili Füsun, bunun için tek bir kelime var: ikiyüzlülük. Batı'nın çifte standartlarına fazlasıyla alıştık. Bir tarafın rutin olarak incelenmesi, diğerinin ise gerçek bir hesap verebilirlikten muaf tutulması dikkat çekici.
- Çeşitli televizyon programlarınızda İran'ın sonunda nükleer misillemeye başvurabileceği konusunda uyarıda bulundunuz. Neden böyle bir senaryo öngörüyorsunuz?
Aşırı baskı altında, herhangi bir ulus aynısını yapabilir. Okuyucularınıza Richard Widmark'ın başrol oynadığı 1965 yapımı Hollywood filmi Bedford Olayı'nı izlemelerini öneririm. Küba Füze Krizi'ndeki gerçek gerilimlere dayanıyor.
Filmde, bir Amerikan destroyer'ı amansızca bir Sovyet denizaltısını takip ediyor. Uzun süren psikolojik savaşın ardından, ABD kaptanı genç bir subaya bir silahı "doldurmasını" emrediyor, "ateşlemesini" değil. Ancak yorgun subay "birini doldur" ifadesini "birini ateşle" olarak yanlış anlıyor ve bir saldırı başlatıyor. Sovyet denizaltısı nükleer torpidolarla misilleme yapıyor. Sonuç? Tamamen yok olma. Destroyer buharlaşırken bir mantar bulutu yükseliyor.
Mesaj ürkütücü: İnsanlar yanılabilir ve nükleer yok edicilik birkaç saniye içinde kontrolden çıkabilir.
- İran'ın bağımsız olarak bir nükleer bomba inşa edebileceğine inanıyor musunuz?
Evet, tamamen mümkün. Ancak Çin, Rusya, Pakistan veya Kuzey Kore gibi ülkelerden gelen dış destek de göz ardı edilemez. Bu ülkelerin hepsi İsrail'in son eylemlerinden tahrik oldu.
Bana göre bu bir deja vu gibi geliyor. Ukrayna'nın Rusya'yı tahrik etmeye zorlandığı gibi, İran da şimdi baskı altında -muhtemelen dolaylı olarak Çin'i tahrik etmek için. Batı'nın bu sefer Tahran'ı hedef alan başka bir rejim değişikliği operasyonu senaryosu yazdığı anlaşılıyor.
- Bazı İsraillilerin deniz yoluyla Kıbrıs'a kaçmaya çalıştığını bildiren raporlar var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu, İsrail'de halkın kaygı duyduğuna işaret ediyor. Ayrıca 1.200'den fazla İsrailli bilim insanının yakın zamanda hükümetlerini felaketle sonuçlanacak bir tırmanıştan kaçınmaya çağıran bir mektuba imza attığını da biliyorum. Böyle bir muhalefet yayılırsa, İsrail hükümetinin kendisini istikrarsızlaştırabilir.
- Böyle bir senaryoda Türkiye için sonuçlar ne olur?
Türkiye'nin Batı bloğuyla uyum sağlamaya zorlanmasından korkuyorum. Stratejik bağımsızlığımızı koruyabileceğimizi ve bu tür karışıklıklardan kaçınabileceğimizi içtenlikle umuyorum.
- Sizce İsrail liderliği bu riskleri neden dikkate almıyor?
Türkçede şöyle deriz: "Ortalık Dingo'nun ahırına dönüştü." Kabaca İngilizce çevirisi şöyle olabilir: "Orta Doğu'yu kanunsuz bir Vahşi Batı meyhanesine çevirdiler."
Açıkçası, eylemlerinin sonuçlarını tam olarak kavradıklarını sanmıyorum. Tarih onları sorumlu tutacaktır.
- İran'ın mevcut nükleer durumu ne olacak? IAEA raporları silah sınıfı uranyum zenginleştirme gösteriyor, ancak henüz gerçek bir silahlandırma yok.
Bu doğru, ancak muhtemelen zaten bir silaha sahip olduklarını düşünüyorum.
Nükleer tesisleri koruma amaçlı olarak, yerin altında ve derinde. Ancak hiçbir sistem yenilmez değildir. Sadece girişleri veya çıkışları yok etmek bile böyle bir tesisi çökertebilir. Ve eminim İran bu riski düşünmüştür. Bu tesislerin mühendisliği son derece karmaşıktır, bombardıman altında acil erişim ve havalandırma önemsiz zorluklar değildir.
Batı muhtemelen tesislerin nerede olduğunu biliyor. Bilinmeyen, onları nasıl etkisiz hale getireceğidir. 50 metreden fazla nüfuz edebilen "sığınak delici" bombalardan sıklıkla bahsedilse de, asıl amacın giriş noktalarını engellemek olduğunu düşünüyorum, kaba kuvvetle imha etmek değil.
- Rusya'nın Ukrayna konusundaki tutumunu buna göre nasıl yorumluyorsunuz?
Çok benzer. Daha önce de söylediğim gibi, Ukrayna, Rusya için neyse, İran da Çin için aynısı. Jeopolitik simetri çarpıcıdır.
- ABD özellikle Trump döneminde sesini yükseltirken, Çin daha ihtiyatlı davrandı. Çin'in tutumu nedir?
Gördüğüm raporlara göre, Çin son tırmanıştan hemen önce İsrail'e bir uyarıda bulundu. Dikkatliler ama kesinlikle kayıtsız değiller.
- Enerjiye geçelim. Nükleer enerji, Three Mile Island, Çernobil ve Fukuşima'dan sonra uzun süre damgalandı. Ancak artan yapay zekâ enerji talepleriyle nükleer artık "yeşil" olarak yeniden markalanıyor. AB artık onu sürdürülebilir olarak sınıflandırıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Nükleer daha güvenli ve daha ucuz hale getirilebilirse, muhteşem bir güç kaynağıdır.
Ancak hata yapmayalım, bu tartışma sadece teknik değil. Aynı zamanda çok politik. Nükleer enerjinin yeniden canlanması, enerji ihtiyaçları kadar jeopolitik strateji tarafından da yönlendiriliyor.
- Türkiye'de nükleer karşıtı duygu güçlü kalmaya devam ediyor. Bunun yabancı lobiler tarafından teknolojik ilerlememizi yavaşlatmak için düzenlendiğini düşünüyor musunuz?
Bu spekülasyondur. Aslında, IAEA Türkiye'nin nükleer gelişimini destekledi. Hatta yerel çevreci muhalefete karşı kampanyalar bile düzenlediler.
İronik olarak, Akkuyu gibi projelere direnenler Batılı hükümetler değil, Türk çevreciler. Ayrıca unutmayalım: Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nın (NPT) ilk imzacılarından biriydi.
- Türkiye nükleer teknolojide neden daha fazla ilerlemedi?
Şahsen, bu benim için kanayan bir yara. Çok geride kaldık.
İlgilenenler için, bunu kitabımda ayrıntılı olarak ele alıyorum: "Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması (“The Nuclear Energy Debate: Past and Present”).

- Bazı eleştirmenler Akkuyu gibi Rus yapımı santrallerin güvenliğini ve bağımsızlığını sorguluyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Teknik olarak, Rus nükleer santralleri Batılı olanlardan aşağı değil. Ancak Akkuyu hakkında iki büyük endişem var:
- Turizm: Nükleer bir tesisin varlığı -gerçek güvenlikten bağımsız olarak- turistleri korkutabilir. Yunanistan bu algıyı bize karşı kesinlikle kullanacaktır.
- Tarım: Akdeniz bölgemizdeki meyve ve sebzeler, gerçek ne olursa olsun, yanlış bir şekilde kirli olarak etiketlenebilir.
Bu endişelerimi inşaat başlamadan önce Rus meslektaşlarımla paylaştım.
- Akkuyu askeri bir hedef olabilir mi?
Askeri olarak, olası değil. Politik olarak, evet.
Ancak açık olalım: Rusya, Akkuyu'yu bizden daha fazla savunacak, çünkü söz konusu olan kendi yatırımları.
- Son düşünceler... Türkiye hangi enerji yolunu izlemeli?
Tereddütsüz, güneş ve rüzgar.
Bunu yıllardır savunuyorum ve sonunda ilerleme kaydettiğimiz için mutluyum. İşte önemli bir gerçek: Türkiye, İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan ve eski Yugoslavya devletleri dahil olmak üzere tüm Akdeniz ülkelerinin toplamından daha fazla güneş enerjisi alıyor.
Bu doğal armağanı boşa harcamayalım.
Tolga Yarman kimdir?
Prof. Dr. Tolga Yarman, Nükleer Bilim İnsanı ve Mühendis, Evrensel Madde Mimarisi Teorisyeni (UMA), Uluslararası Modern Fizik Dergisi'nin (IJMPE) son zamanlardaki önde gelen yazarı.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder