Bölgemizde kanın ve yıkımın giderek arttığı emperyalist yağma politikaları ve bu politikaların yürütücüsü olan Büyük Ortadoğu Projesinin başat aktörleri olan İsrail ve AKP iktidarı yıkılmadan, NATO üsleri kapatılmadan, Şam’dan Tahran’a, Gazze’den Trablus’a, Ankara’ya, bölgemizde barış, kardeşlik ve huzur dolu bir geleceğin imkânı yok. Bu hafta Hatırlatmalar sayfalarında, AKP’nin kuruluş sebebi olan Büyük Ortadoğu Projesini ve bu kapsamda Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de sürdürülen kanlı vahşette Erdoğan iktidarının rolünü okurlarımıza hatırlatıyoruz.
İsrail’’in şimdi İran’’ı hedef alan pervasız saldırganlığı, kuşkusuz bugünle ya da Netanyahu hükümetiyle sınırlı biçimde anlaşılamaz. ABD’nin Ortadoğu’da emperyalist yıkım ve yağma politikaları henüz Soğuk Savaş döneminde Afganistan üzerindeki SSCB etkisinin kırılması için başlatılan Yeşil Kuşak projesine dayanıyor. Bu dönemde Afganistan’da doğrudan Amerikan kongresince onaylanan para yardımları ve CIA planlarıyla ülkede kurulan Taliban ve El-Kaide, bugün hâlâ bölgemizi kana bulamaya devam ediyor. Ancak ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin en kapsamlı emperyalist tasarısı, Soğuk Savaşın ardından, SSCB gibi bir uluslararası direncin ortadan kalkmasıyla şekillendi.
Erdoğan’’ın iktidarının ilk zamanlarında eşbaşkanı olmaktan gururla bahsettiği Büyük Ortadoğu Projesi, 2001’den bu yana her on yılda daha fazla işgal, iç savaş, mecburi göç ve olağanüstü bir yıkımla sürmeye devam ediyor. Bugün de İsrail bu planın yıkıcı gücü olarak, Erdoğan Türkiye’si ise taşeronu olarak kendilerine düşen rolü sürdürüyor. İsrail için emperyalizmin bölgesel karakolluğu, siyonizmin 100 yıllık varlık gerekçesi iken, Büyük Ortadoğu Projesi ise AKP’’nin varlık sebebi.
2001’de ABD’nin Irak’ı işgalinde destek gücü olarak Türkiye’yi kullanmak istediği tezkereyi reddeden Ecevit hükümetinin hızla ortadan kaldırılarak yerine konulan AKP iktidarı, 2003 Irak tezkeresinde, Suriye iç savaşında, Libya işgalinde hatta ülkede bugün sürmeye devam eden iç savaşta, İran ve müttefiklerine yönelik saldırganlıkta ve Filistin’’deki soykırımda, emperyalizmin taşeronluğunu sürdürmeye devam ediyor. 2003’te mecliste tezkere geçsin diye yalvaran AKP liderliği, 2011’den bu yana Suriye’de cihatçılar ne istediyse vermeye devam ediyor. 2010’da Libya işgali için İzmir’in merkez olmasını öneren iktidar, bugün Filistin’de soykırıma teçhizat taşıyor, İsrail’e silah satan şirketlerle ortaklığa giriyor, ülkedeki NATO üsleri üzerinde Tel Aviv’e İran silahlarının istihbaratını sağlıyor.
Bölgemizde kanın ve yıkımın giderek arttığı emperyalist yağma politikaları ve bu politikaların yürütücüsü olan Büyük Ortadoğu Projesinin başat aktörleri olan İsrail ve AKP iktidarı yıkılmadan, NATO üsleri kapatılmadan, Şam’dan Tahran’a, Gazze’den Trablus’a, Ankara’ya, bölgemizde barış, kardeşlik ve huzur dolu bir geleceğin imkânı yok. Bu hafta Hatırlatmalar sayfalarında, AKP’nin kuruluş sebebi olan Büyük Ortadoğu Projesini ve bu kapsamda Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de sürdürülen kanlı vahşette Erdoğan iktidarının rolünü okurlarımıza hatırlatıyoruz.
***
BOP’UN TARİHSEL BAĞLAMI
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıldaki en somut ve dinamik hedeflerinden biri olarak kendini gösterdi. II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan küresel manzarada Sovyetler Birliği ile Ortadoğu’daki milliyetçi-sosyalist rejimler arasında gelişen ittifaklar, askeri ifadesini NATO’da bulan Amerikan emperyalizmini dengeleyici bir güç olarak yükseldi. Ortadoğu coğrafyasının zengin enerji kaynakları, ABD emperyalizminin klasik sömürü mantığı açısından her zaman için bir ilgi kaynağıydı. Fakat özellikle Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin Soğuk Savaş konjonktürü bağlamında alternatif kalkınma ve genişleme projelerine eklemlenmesi hem coğrafik hem de ideolojik olarak ABD emperyalizminin ilerleyişinin önünde ciddi bir engel olarak duruyordu.
Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile oluşan yeni dünya düzeni, ABD emperyalizminin bölgedeki egemenliğinin yeniden ve daha güçlü tesis edilmesi açısından ciddi fırsatlar doğurdu. Bölgedeki birçok ulusal rejim, kendisini yeni düzenle uyumlulaştırma yoluna gitti. Buna eşzamanlı olarak, gerek IMF’nin artan gücü üzerinden geliştirilen ekonomik kıskaçlarla gerekse de bölgedeki etnik ve kültürel gerilim potansiyellerini bir iç savaş konseptine dönüştürebilecek unsurlara sunulan askerî ve lojistik destekler yoluyla bölgedeki siyasal rejimler birer birer istikrarsızlaştırıldı. Siyasal olarak düzlenen ülkelerde ABD emperyalizmiyle uyumlu şekilde çalışacak çok sayıda politik aktör siyaset sahnesinde yerini böylece almış oldu. Fakat bu durumun, ABD emperyalizmi açısından bir nihai zafer olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Emperyalizmin güdümünde çalışan siyasi merkezler, ekonomik ve idari sömürünün maliyetini giderek daha fazla gerici unsura yaslanarak örtbas etmeye, dolayısıyla da kendi toplumsal dayanaklarını tahrip etmeye başladı. Emperyalizmin istikrarsızlaştırma politikaları, kendi evlatlarının da iktidarlarını sürdürme koşullarını ellerinden almıştı.
Bu çelişkili durumun en somut örneği El-Kaide idi. Sovyetler’in Afganistan’daki nüfuzunun kırılması için CIA tarafından eğitilen ve donatılan Afgan cihatçılar, daha sonra El-Kaide ismiyle örgütlenerek Taliban yönetimi içerisinde önemli bir siyasi nüfuz elde etti ve 11 Eylül 2001’de ABD’ye saldırı gerçekleştirebilecek kadar güçlü bir küresel cihatçı örgüt haline geldi. Afganistan’la başlayıp Irak’a yayılarak devam edecek işgal süreci, bir yandan emperyalizmin kendi safrasını temizlemesinin, ama bir yandan da ABD hegemonyasının küreselleşme stratejisinin, yani özünde finans-kapitalin önündeki ulusal engellerin temizlenmesinin aracı olarak kurgulandı. Yeni askerî üsler elde ederek NATO’nun etki alanını genişletmek ve askerî harcamalar, silah satışları yoluyla ekonomik durgunluğu aşmak gibi halihazırda emperyalistlerin iştahını kabartan hedeflerdi. BOP, işte böylesi bir emperyalist savaş konseptinin içerisinde, Ortadoğu’daki verili siyasal durumun ABD emperyalizminin küreselleşme politikalarıyla uyumlulaşacak şekilde yeniden dizayn edilmesinin bir ifadesiydi. Emperyalizmin “Ortadoğu’yu demokratikleştirmek” söylemi üzerinden ambalajladığı paketin içerisinde yeni savaşlar, yıllara yayılacak işgaller, emperyalist talana daha fazla açılacak topraklar bulunuyordu.
***
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Uzayan işgal süreçleri ve bunun getirdiği siyasal, askerî ve ekonomik zaiyatlar, emperyalizmi hem kendi merkezlerinde hem de işgal ettiği ülkelerde ciddi bir meşruiyet krizine soktu. Bu meşruiyet krizinin giderilmesi açısından bir siyasal modelin inşa edilmesi hedefleniyordu. Bu modelin, iddia edildiği gibi bir “demokrasi” sorunu bulunmuyordu. Aksine, ulusal kalkınma gibi demokrasiye kısmen alan açabilecek rejim pratiklerin tümüyle tasfiye edildiği, emperyalist sömürü mekanizmalarının dinci-gerici siyasal iktidarlar eliyle silikleştirildiği, yalnızca biçimsel düzeyde demokrasi pratiklerinin kısmen var olacağı, Batılı emperyalist merkezlerle uyumlu çalışabilecek “ılımlı İslam” devletleri tahayyül ediliyordu. İşgal edilen ülkeler açısından durum böylesi bir modelin ortaya konmasına imkân vermiyordu. ABD emperyalizminin içsel bir nitelik arz ettiği bir bölge ülkesi olan Türkiye’nin 2000’li yıllara kendini sürekli olarak tekrar eden siyasi ve ekonomik krizler eşliğinde girmesi, böylesi bir modelin ortaya konması açısından elverişli görünüyordu.
ABD’nin, daha sonra AKP’yi kuracak olan kadrolara, özellikle ‘90’ların ikinci yarısında artmaya başlayan ilgisi böylesi bir bağlama oturuyor. Emperyalizmin açık desteğini alan 12 Eylül darbesinin yol verdiği siyasal İslamcılığın “Yenilikçi” figürleri, emperyalizmin Ortadoğu üzerinden verdiği mesajları doğru okudular ve BOP’un öngördüğü siyasal modeli gerçekleştirmeye talip oldular. AKP’nin kuruluş sürecinde, üstelik Ecevit’in Beyaz Saray’da Irak işgaline destek vermeyeceğini açıkladıktan yalnızca on gün sonra, henüz AKP liderliği dışında bir resmî sıfatı olmadığı halde Erdoğan’ın dönemin ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Richard Perle ile gizli şekilde görüşerek özel olarak Irak meselesine, fakat daha geniş biçimde ABD’nin küresel siyasetine dair türlü güvenceler vererek masadan kalkması bunun somut ifadesiydi. CIA’nın Ortadoğu masasının bilindik isimleri olan Graham Fuller ve Henri Barkey’le de yine bu ziyarette yemekler yendi. Elbette ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki aparatı İsrail de unutulmadı ve Amerikan Yahudi Kongresi’nin yetkilileri ile ilk temaslar burada kuruldu. Başbakanlıktan BOP’un eşbaşkanlığına giden sürecin taşları burada dizilmeye başladı.
Erdoğan, dönemin Amerikan emperyalizmi için aranan kandı. Keza Erdoğan ve Gül’ün henüz daha Erbakan ile yolları ayırmadan evvel, Refah-Yol hükümeti döneminde Batı ile iyi geçinen karizmatik liderler olarak ılımlı İslam projesi için uygun aktörler olarak görülmesi bunun bir başka kanıtı. Nitekim Erdoğan da başbakan olduktan sonra birçok defa BOP eşbaşkanı olmaktan gurur duyduğunu tekrar edecekti.
***
11 EYLÜL: AKP’NİN KURULUŞU
BOP açısından Türkiye, ABD’nin Soğuk Savaş bakiyesi BAAS iktidarlarına karşı savaşında uç karakol görevi görecekti. Irak, Suriye, Libya, Yemen, Mısır ve İran’da Amerikan emperyalizmi ve neoliberalizm ile çelişkili olan iktidarlara karşı hem ideolojik bir rol modeli hem de olası bir işgal ihtimalinde ilk müdahale merkezi görevi görecekti. Nitekim Washington’ın Irak’ı işgal etme kararı sonrası, bu planın istenen biçimde uygulanmaya konabilmesi adına ilk hamle, Türkiye’de iktidar değişikliği oldu.
11 Eylül saldırıları sonrasında ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk sahnesini Afganistan işgaliyle kurdu. Bunun ardından –sonradan yalan olduğu ortaya çıkacak– kimyasal silahlar iddiasıyla Irak’ı hedef tahtasına koydu. O dönemde, MHP, ANAP, DSP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Bülent Ecevit, Irak’a yönelik müdahale planı karşısında temkinli bir tutum izlemeye çalışıyordu. Büyük ekonomik krizin etkisiyle sarsılan bu iktidarın sona ermesinde, ABD’nin Irak’a yönelik planına karşı gösterilen direncin de önemli bir etkisi oldu. IMF kıskacında Derviş’le izlenen yıkım politikalarının etkisinin toplumda derin bir yoksulluk olarak hissedildiği bu dönemde, Ecevit’in sağlık sorunları medyanın birincil gündemi haline geldi. Kendi partisi içerisinden Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve Kemal Derviş’in DSP’den ayrılması, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı, AKP iktidarının kapısını araladı. Tezkereyi reddeden Ecevit, kendi hükümet ortakları tarafından iktidardan uzaklaştırıldı ve görev işin “ehline” bırakıldı.
Erken seçimde iki partili mecliste %37 oy oranına rağmen çoğunluğu sağlayan AKP’nin ilk icraatlarından biri de Irak tezkeresini meclise sunmak oldu. ABD’’nin Irak işgaline Türkiye’yi katmak için talep erttiği “yurtdışına asker gönderme ve Türkiye’de yabancı asker bulundurma” konusundaki yetki tezkeresi 62 bin ABD askerini kapsıyordu. 255 uçak ve 65 helikopteri aşmamak kaydıyla yabancı silahlı kuvvetlerin geçici olarak konuşlandırılmak üzere 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması; bunların Türkiye dışına intikallerinin en kısa sürede tamamlanması ve yabancı Hava ve Deniz Kuvvetleri ile özel kuvvetlerin unsurlarının muhtemel bir harekâtta kullanılmalarını sağlayacaktı. Ancak AKP’nin iktidara gelişi, tek başına Irak tezkeresinin geçmesi için yeterli olmadı. Erdoğan’ın hâlâ siyasi yasaklı olduğu, başbakanlığı Abdullah Gül’ün yürüttüğü süreçte, AKP liderliğinin tüm basıncına rağmen mecliste gizli oturumla oylamaya sunulan oturumdan tezkereye “Hayır” çıktı. Bunda, solun merkezinde olduğu savaş karşıtı kamuoyu, toplumda ABD’ye ve emperyalist işgallere yönelik antipati büyük rol oynadı. ABD’nin tezkere reddine ilk tepkisi, Amerikan askerlerinin Irak’taki TSK askerlini rehin aldığı ünlü “çuval geçirme” skandalı oldu. Ancak Washington uzun vadede 1 Mart fiyaskosundan gerekli dersleri çıkararak, bir daha tekrarı olmaması için gerekli hazırlıklara başladı.
TSK’nın tezkereye ayak diremesi, sonrasında ordunun Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyumlulaştırılmasını hedefleyecek Ergenekon operasyonlarını gündeme getirdi. Aynı dönemde siyasal İslamcı dönüşümün önünde engel olarak görülen solun etkisizleştirilmesine yönelik operasyonlar da bizatihi Amerikan planının parçası olarak gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Öte yandan da ABD, kendi çıkarları için Türkiye’de kısmi demokratik ortamın yok edilmesi gerektiği hususunu özellikle 1 Mart’ın bir dersi olarak değerlendiriyordu. CIA Türkiye eski şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu Türkiye raporunda bu konuda şöyle diyordu: “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclis’i ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten daha kolay olacaktır. Eğer o kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak, Amerika için sorun olmaz.”
Nitekim AKP bu denetim mekanizmalarını yıkmak için o dönemki müttefiki Fethullahçılar ile birlikte uzun soluklu bir savaş verdi. Ergenekon-Balyoz operasyonları ile ordu içerisinde kendilerine engel teşkil edebilecek isimler temizlendi. Liberallerin ve Kürt hareketinin kısmi desteği ile 2010 referandumu sonucunda, yürütme yargı üzerinde hâkimiyet kurdu. İçeride tek adam iktidarına gidiş planı adım adım sürerken, BOP da Irak’tan sonraki yeni hedefine yaklaşıyordu.
***
SURİYE’NİN İŞGALİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Arap Baharından Washington’ın çıkardığı bir diğer fırsat, Suriye’nin işgal edilme ihtimali oldu. Bölge isyanlarının en zayıf geçtiği ülkelerden biri olan Suriye’de başlayan Ekmek Eylemleri, Obama-Clinton ikilisinin ağzını sulandırırken, burada doğrudan müdahale ve merkez karakolluk görevi de Erdoğan iktidarına devredildi. Henüz daha eylemler silahlı bir boyut kazanmamışken Hatay sınırına mülteci kampları kuruldu. Dönemin Dışişleri bakanları Clinton-Davutoğlu ikilisinin hesabı, bu kamplara gelmeye başlayan insan sayısı belli bir seviyeyi geçince, bunu işgalin meşruiyeti olarak kullanmak olacaktı. Ancak planlar beklendiği gibi gitmedi, Esad hükümeti isyanlara beklendiği kadar sert tepki vermeyince, bu kez iç savaşın tırmandırılması için yeni bir strateji geliştirildi. Türkiye’nin hem Irak hem Suriye sınırı açılarak ülkeye cihatçı lojistiği sağlanmak istendi.
2001 Irak savaşında Amerikalıların kurduğu geçici hükümetin kararıyla Saddam ile işbirliğinde oldukları gerekçesiyle devletteki tüm görevlerden uzaklaştırılan, Amerikan hapishanelerinde işkencelerle radikalleştirilen Sünni cihatçıların kurduğu Irak El-Kaide’sine, Suriye’de Arap Alevi Esad hükümetini devirmeleri için her türlü destek verildi. Türkiye üzerinden Irak’tan Suriye’ye geçen cihatçı çeteler, rejim güçleriyle çatışmalara başlayarak süreci hızla kanlı bir mezhepçi iç savaşa sürükledi. ABD-AKP ortaklığında doğrudan Esad hükümetinin hedef aldığı saldırılarla büyüyen müdahale, Rusya’nın savaşa dahil olması sebebiyle hedefine istenen sürede ulaşamadı ve Suriye 14 yıl sürecek bir iç savaşa girdi.
İç savaş sürerken, Irak’tan getirilen El-Kaideci yapılanmaların kendi içlerinde radikalleşerek önce El-Nusra Cephesi, ardından IŞİD’i ortaya çıkardı. IŞİD, aynı Afganistan işgali sürecinde yine Amerikan askerî ve istihbarat faaliyetlerinin meyvesi olduğu halde 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren El-Kaide gibi, cihatçı barbarlığı Suriye sınırlarının dışına taşıdı, Türkiye’de, Fransa’da, Almanya’da terör saldırıları gerçekleştirdi. 2015 genel seçimleri sürecinde Türkiye’deki bölgesel savaş konjonktürü içerisinde IŞİD ve TAK saldırıları, muhalefetin sindirilmesi ve sokaktan çekilmesinde önemli rol oynadı. Ardından iktidar koalisyonu içerisindeki çatışmaların bir sonucu olarak gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte bu kanlı süreç, OHAL koşullarında hileli bir referandumla Türkiye’de rejim değişikliğini getirdi. Henüz Suriye’de istenen iktidar değişimi yaşanmadan, Türkiye’de Henze’nin planı sonuçlanmış ve Ankara’nın cihatçılarla tarihinde ilk kez bu kadar içlidışlı olduğu sürecin sonucu olarak Türkiye’de tek adam rejimine geçiş sağlanmıştı.
ŞAM İSRAİL’E HEDİYE
Ancak Suriye’deki gelişmeler Rusya’nın Ukrayna’yla girdiği savaş ve 7 Ekim’in ardından İsrail’in Gazze merkezli yeni genişleme sonrası yeni bir evreye geçti. İsrail’in Suriye’deki müdahaleye karşı Esad ile işbirliği içerisindeki Lübnan Hizbullah’ını zayıflatması, Irak ve Suriye’deki İran destekli Haşdi Şabi’ye yönelik saldırıları, İran ile başlattığı çatışmalar, Suriye’de cihatçılara karşı hükümetin dış desteğini zayıflattı. Son olarak ABD’de ikinci kez iktidara gelen Trump’ın Putin’e Ukrayna konusunda verdiği garantiler sonucu Rusya’nın da Suriye’den desteğini çekmesiyle Şam’da iktidar değişimi için tüm koşullar sağlandı. Tam bu noktada Erdoğan iktidarının yıllardır silah ve eğitim desteği verdiği, Astana protokolleri çerçevesinde gözetiminde tutma sözünü verdiği İdlib’deki cihatçı güçler Şam’a doğru harekete geçti ve ciddi bir direnişle karşılaşmadan birkaç gün içerisinde rejimi yıktı. Cihatçıların Suriye’de iktidarı ele geçirmesinin ardından, AKP iktidarı HTŞ’lilerden demokrasi kahramanı yaratmak için uzun bir imaj çalışmasına girişti, Batı da bu “demokratik” cihatçıları büyük hoşgörüyle karşıladı. AKP bu kez Suriye üzerindeki kontrolünü meşrulaştırmak için içeride Kürt açılımını hızlandırdı, daha ilk günden MİT başkanından Dışişleri Bakanına saray taşeronluğunun kilit isimlerini HTŞ liderine yolladı. Ancak Suriye’de 14 senedir beklenen rejim değişikliğinin en somut sonucu, İsrail’in zaten hukuk dışı bir şekilde işgal ettiği Golan tepelerindeki askerî varlığının sınırlarını kuzeye kadar genişletmek ve İran’ın müttefikleri ile Suriye üzerinden kurduğu lojistik hatları keserek ülkedeki hegemon güç haline gelmesi oldu. Bugün dahi İsrail savaş uçakları, İran’a saldırılarında Suriye hava sahasını ikmal için kullanabiliyor.
***
LİBYA’DA BÜYÜYEN TAŞERONLUK
2010’lu yıllar, Arap Baharı ile açıldı. Mısır ve Tunus merkezli olarak başlayan isyan hareketleri, ülkelerindeki yoksulluk ve demokrasi krizine karşı halkların kendiliğinden ve örgütsüz reaksiyonu olarak baş gösterirken, hızla ABD eliyle Ortadoğu’da emperyalist plan açısından yeni ve prestijli bir fırsata dönüştü. Afganistan ve Irak savaşlarının kanlı bilançosunun Amerikan müdahaleciliğine negatif yansıması ve yarattığı meşruiyet krizi, Arap baharında kimi ülkelerde siyasal İslamcı güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle bir nebze yumuşadı. Özellikle ABD’nin tamamen kontrolünde olmayan ülkelerdeki siyasal isyanlar ve iktidar değişiklikleri, Washington’da yeni bir fırsat penceresi açtı. Haritada Suriye ve Libya, Irak’ta geçen kanlı 8 yılın ardından yeni işgal hedefleri olarak seçildi.
Oysa bölgenin en büyük petrol rezervlerini barındıran Libya’nın bağımsızlığına kavuşması, sağlık ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, okuma yazma oranının dört katına çıkarılması ve ülkenin laik bir temelde kalkınması sürecinin başrolü olan Kaddafi, Arap baharından en az etkilenen ülkeydi. Yanı başında Mısır ve Tunus’ta yaşanan kitlesel ayaklanmalara karşın, Libya’da kendiliğinden gelişen ciddi bir eylemlilik yaşanmadı. Ancak on yıllardır Amerikan karşıtı bir pozisyon ile dedolarizasyon ve Afrika Birliğini savunan Kaddafi’nin bir toplumsal ayaklanma ya da iç savaşla devrilme ihtimali ABD açısından Mısır ve Tunus’tan çok daha kıymetliydi.
Nitekim geçmişte Afganistan’da olduğu gibi Libya’da da ABD başta olmak üzere emperyalist blok el altından para ve silah desteği verdiği örgütlenmeler üzerinden yapay bir toplumsal ayaklanma örgütlemeye girişti. Kaddafi hükümetinin bu ayaklanmaları bastırma girişimi NATO müdahalesi için yeterli bir sebepti. 2016 Amerikan seçimlerinde Clinton’ın sızdırılan mailleri de Libya’ya müdahalenin temelinde Kaddafi’nin dolar yerine Afrika’nın ortak para birimi olarak altın dinarına geçilmesi için yatırım yapma “suçu” olduğunu ortaya çıkardı.
19 Mart 2011’de Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları başta olmak üzere tüm NATO üyelerinin desteği ile Libya’ya hava bombardımanı başlatıldı. Libya ordusunu imha ederek Kaddafi’yi devirmeyi hedefleyen operasyon, 400’den fazla sivilin katledilmesine sebep oldu. NATO hava saldırılarının desteklediği Ulusal Geçiş Hükümeti güçleri Trablus’u ele geçirdikten sonra iktidardan düşen Kaddafi, muhalifler tarafından yakalandı, işkence edilip öldürüldü. NATO’nun desteklediği sözde “özgürlükçü” Geçiş Hükümeti, Kaddafi’nin cesedini halka göstermek için günlerce soğuk hava deposunda sergilendi.
Erdoğan, NATO işgalinde de kendisine biçilen rolü yerine getirmişti. Libya’ya müdahale eden NATO merkez komutanlığının İzmir’e taşınmasını sağlayarak işgalci kuvvetlere her türlü kolaylığı gerçekleştirdi. Nitekim TSK doğrudan bu işgale katılmasa da sonrasında ülkenin bugün bile içinden çıkamadığı bitmeyen iç savaş içerisinde daha doğrudan bir rol alacaktı. Libya iç savaşında Türkiye, Katar ile birlikte İhvancı Ulusal Mutabakat Hükümetini destekliyor.
Bu savaş aynı zamanda iktidarın yeni savaş aparatlarının da büyütülmesi için fırsat oldu. Saray rejiminin ilk kontrgerilla “şirketi” olan, gayrinizami harp örgütlenmesi eğitimleri verdiğini açıkça duyuran SADAT eliyle savaş bölgelerine cihatçı örgütlenmelerin taşınmasından, doğrudan yandaşlık hatta akrabalık ilişkileri içerisinde büyüttüğü Bayraktar’ın silahlarının pazarlanmasına kadar Libya iç savaşı emperyalist taşeronluğun seviye atlaması açısından bir fırsat alanı oldu.
***
AKP SATIYOR NETANYAHU VURUYOR
AKP iktidarının, 2015-2016 döneminde sarpa saran BOP eşbaşkanlık rolüne iki elle yeniden sarılması, 7 Ekim sonrası oluşan atmosferle mümkün oldu. İsrail’in Gazze’de yaklaşık 2 senedir sürdürdüğü soykırımın sonucunda, bilimsel araştırmalara göre yaklaşık 400 bin insanın yaşamını ya kaybettiği ya da kaybedeceği belirlendi. Ancak 21. yüzyılın bu en büyük, en kanlı soykırımına karşı, Filistin’i vicdan ve ümmet siyaseti için 23 yıldır tepe tepe kullanan iktidarın başlıca tavrı, soykırımcı İsrail’e gerekli lojistik ve hammadde desteğinin sağlanması oldu. İsrail ile ticaret, 7 Ekim’den sonra daha da arttı, doğrudan Erdoğan ailesine ait gemilerle ülkeye demir-çelik ihracatı yapılmaya devam etti. İsrail, Türkiye’den gelen demir-çeliği kendi askerî üsleri ve Gazze’deki kafes sistemleri için kullanıyor. Türkiye’nin rolü ise demir-çelik ihracatı ile sınırlı değil. Ayrıca Azerbaycan’daki bir başka tek adam rejimi olan “kardeş” hükümet İlhan Aliyev’in İsrail’e petrol satışı için kullandığı ikmal yolu da yine Türkiye limanından geçiyor. İsrail’e ticaret için Türkiye limanlarını kullanan ülkeler yalnızca Azerbaycan ile sınırlı değil, geçtiğimiz günlerde Barcelona limanından yola çıkan Vela gemisinin de Mersin limanını kullandığı ortaya çıkmış, yapılan protestolar polis müdahalesiyle karşılaşmış ve Vela gemisinin güvenle İsrail’e geçişi sağlanmıştı. Aksi biçimde, tüm dünyadan eylemcilerin ortak eylemi ile Batı Afrika’dan Filistin’e erzak desteği için yola çıkan Özgürlük Filosu, İstanbul boğazında aylarca rehin tutularak Gazze’ye geçişi yasaklanmıştı.
Ancak AKP iktidarının İsrail desteği yalnızca ticaret ve lojistik ile sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde iktidarın gözdesi, Erdoğan’ın damadının şirketi Bay-kar, İsrail’e silah satan İtalyan şirketi Leonardo ile ortaklık imzaladı. Böylece AKP, soykırım ve emperyalist genişlemenin yalnızca hammadde ve lojistiğinde değil, bizzat Filistinli çocukları hedef alan silahlarda da desteğinin olmasını sağladı.
Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığının üçüncü on yılında, 7 Ekim sonrası İsrail’in bölgesel saldırganlığında Türkiye büyük bir rol oynamaya devam ediyor ve bu rol yalnızca İsrail ile perde arkasında kurulan ilişkilerle sınırlı değil. Saray rejiminin bizzat Suriye’de rejim değişikliğinde oynadığı rol sayesinde, İsrail hem kendisine genişleyecek yeni bir alan yarattı hem de kendisine karşı gelişen tüm direniş eksenlerini zayıflatma imkânı buldu. Keza geçtiğimiz yıl İran’ın İsrail’e yönelik füze saldırılarında, Tel Aviv’e füzelerle ilgili istihbarat ilk elden Kürecik’ten çıkmıştı. Bugün hedefte İran’ın olduğu yeni bir işgal konuşulurken, kuşkusuz sarayda da aynı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da ve Filistin’de olduğu gibi, ABD-İsrail koalisyonuna nasıl hizmet edileceğinin planları yapılıyor.
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder