Yazılama Yayınevi tarafından 80 yıl sonra yeniden okuyucuyla buluşan Suat Derviş'in "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?" kitabı, Türkiye'nin zorlu 1940'larındaki entelektüel ve politik duruşları günümüze taşıyor.
Yazılama Yayınevi tarafından yayınlanan Suat Derviş'in "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?" kitabı, ilk yayınlandığı tarihten yaklaşık 80 yıl sonra yeniden okuyucuyla buluştu.
Kitabın yayına hazırlık sürecine katkı sağlayan ve kitaba bir de son söz yazan Aydemir Güler ile Suat Derviş'in bu önemli eserini ve yayınlandığı dönemi konuştuk.
Suat Derviş ve 1940'ların Türkiyesi
'Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?' yeniden okuyucuyla buluştu. Sizce Suat Derviş şu anki edebiyat ve siyaset gündemimizde hak ettiği yeri bulabiliyor mu? Onun 1940'lar ile 1950'ler arasındaki komünist, devrimci kimliği yeterince anlaşılabiliyor mu? Sabahattin Ali gibi bir süreklilikten söz etmek mümkün mü?
Suat Derviş'in kitapları yakın zamanda yayımlandıkça ve çeşitli nedenlerle popüler oldukça, gerçekten bayağı popüler oldu. Çünkü ondan sonra tekrar tanınmaya başlandı. Bir süreklilik yok yani, ben kendi hayatımdan da biliyorum, öyle bir sürekliliği olmadığını. Sabahattin Ali gibi değil, evet, haklısınız. Bunun nedenlerinden biri, Suat Derviş'in kadın olmasından kaynaklı görünmez kılınması. Bu sadece edebiyatta veya siyasette değil, bütün alanlarda kadınların başına gelen bir durum. Bir diğeri ise Sabahattin Ali'nin dergicilikle verdiği bir mücadele varken, Suat Derviş'in yurtdışında geçirdiği uzun süreler oldu. Yani üretim biçimlerine yansıyan farklılıklar da belirleyici oldu sanırım. Ama Suat Derviş'in TKP'li olması, ona olan ilginin önemli noktalarından biri.
Eski TKP kuşağının istisnai figürü
Eski TKP kuşağının isimleri arasında genellikle bitmek bilmeyen hesaplaşmalar ve kutuplaşmalar olduğunu biliyoruz. Şefik Hüsnü ile İsmail Bilen, Zeki Baştımar ile Mihri Belli gibi örnekler var. Ancak Suat Derviş'in bu hesaplaşmaların dışında kalarak, tüm çevrelerden saygı gören bir isim olması oldukça dikkat çekici. Sizce bunun nedeni neydi? Tartışmaların dışında mı kaldı?
Tartışmaların dışında kalması aslında şöyle: 1950'lerde TKP'nin yaşadığı dağılmada politik olarak çok angaje olan kesimler vardı. Karşılıklı konumlananlar. Ama galiba iki kişi, karı koca Reşat Fuat Baraner ile Suat Derviş, Türkiye'de kalmayı tercih ettiler. Türkiye'de kaldıkları için hem eski TKP'li Mihri Belli ekibiyle ilişkilerini sürdürdüler hem de yurtdışında yeniden oluşmakta olan TKP'nin de hep saygısını gördüler. Siyasette tartışmalara angaje olmadan ilerlemek mümkün değildir, o yüzden angaje olanlara "niye böyle yaptılar" demek saçma olur. Başka türlü siyasette yol edinmezler. Ama Suat Derviş'in tüm bu taraflaşmaların üstünde bir saygın konum elde etmesi, bence ilginç ve değerli bir durum.
Bu anlamda, aktif mücadele içinde yer almayarak mücadelenin dışında kalan başka isimler de var mı o dönemde?
Evet, çok erken bir tarihte Halet Çambel ve eşi TKP'den koptular. Partiyle ilişkileri kesildikten sonra da hep aktiflerdi, sol çevrelerin içindelerdi ama taraf değillerdi. Nail Bey de 1945-46'daki demokratik cephe girişiminin önemli taşıyıcı temsilcisiydi. Ancak 1950'lerden sonra aktif mücadelenin içinde yer almadılar. Korunaklılık demek çok doğru olmayabilir. Zira o antikomünizm her zaman etkiliydi ve komünistleri zorladı. Yani "dışında" olmak her şeyi çözmüyor. Ama evet. Partili mücadelenin dışında kaldılar.
Suat Derviş'in politik kimliğinin karartılması
Suat Derviş'in son dönemdeki popülaritesi arttıkça, politik kimliğinin adeta 'karartıldığı' yönünde bir yorumunuz oldu. Nâzım Hikmet'in 12 Eylül sonrası popülerleşme sürecinde de benzer bir 'sevda şairi' vurgusuyla politik kimliğinin göz ardı edildiğini görüyoruz. Suat Derviş özelinde bu 'karartma'nın nedenleri neler olabilir? 1940'larda yayımlanan bu eserler neden daha sonra uzun süre ülkeye giremedi?
Aslında Suat Derviş'in popüler olduğu yıllar boyunca kaçılan bir şey onun politik kimliğiydi. İyi bir edebiyatçı, mücadele etmiş biri olarak sunulurken, mücadelesinin politik içeriğine değinilmemeye özen gösterildi. Nâzım için bile şiirleri, sevgilileriyle bir çerçeve çizip "sevda şairi" olduğu vurgulanırken, Sovyetler Birliği'nde yaşadıkları üzerinden ucuz ve doğru dürüst kaynağı olmayan tezler ısrarla anlatıldı.
Suat Derviş hakkında böyle bir tahrifat yapıldığını pek zannetmiyorum ama bir karartma var. Siyasi ve örgütsel bir karartma. Çünkü siyasi olarak pozisyon almak başka, bir partinin üyesi olmak ve yaptığı siyasi çıkışların parti politikasının gereği olması başka bir durum. Bu örgütsel bir aidiyet ve bunun üstü iyice örtülü, karanlıkta bırakılıyor.
1940'larda yayımlanan bu eserlerin ondan sonra uzun süre ülkeye girememesi, evet, tahmin edersiniz ki o dönemin siyasi atmosferiyle alakalı. Çok uzun zaman Suat Derviş'in kimliğiyle kenarından dolanan bir duruş sergilendi. Kısa bir metin olması da bu durumu sağlamış olabilir. Ancak bu, Sovyetler Birliği'nin var olduğu dönemlerde, yani 1990'lara kadar Türkiye siyasetinde sosyalist olmanın, hatta komünist kimlikle mücadele etmenin yasak olsa bile konuşulabildiği bir ortamda, tanınmış bir edebiyatçının Sovyetler Birliği'nden yana tavır aldığını ilan etmesi çok ayrıksı bir durumdu. Özellikle 1950'lerin en şiddetli Soğuk Savaş döneminde bu, topluma sunulması zor olan büyük bir çıkış, büyük bir cesaretti.
Türkiye'nin kavşağı: 1940'lar ve TKP'nin mücadelesi
Suat Derviş'in bu cesur çıkışı ve TKP'nin o dönemdeki mücadelesi, Türkiye'nin o yıllardaki iklimine nasıl bir ışık tutuyor? Sovyetler Birliği'ne karşı antikomünizmin yükseldiği bir dönemde, Sovyet dostluğunu savunmak nasıl bir anlam taşıyordu?
Cesaretin dışında Türkiye'nin iklimi de buna belli ölçülerde izin veriyordu. Şöyle ki, Türkiye'de Sovyetler Birliği'ni hayırla hatırlamak ve hakkını vermek de çok yaygın bir şeydi. Antikomünist olabilirsiniz ama sonuçta Sovyet yardımıyla bir sanayi planını hayata geçiriyorsunuz. Onun on yıl öncesinde Sovyet yardımıyla bir savaş kazanmışsınız. Dünyadaki izolasyonu Sovyetler Birliği sayesinde kırmışsınız. Dünya Savaşı yılları, Türkiye'de sanıyorum 1950'lerdeki Soğuk Savaş antikomünizminin ilk uygulaması, ön provasıydı. Suat Derviş'in ve TKP'nin bu çıkışı, o anti-Sovyetizm rüzgarını geri püskürtmede çok önemliydi.
TKP, o dönemde çok şiddetli bir devlet kampanyasıyla karşı karşıyaydı. Çok izole olduğu, köşeye sıkıştırıldığı, hatta dağıtıldığı zannedilen bir komünist hareket, adeta mücadele bayrağı açtı ve karşı tarafın yumuşak karnını yakaladı. Sovyetler Birliği düşmanlığı, Turancılık yapmak her açıdan yanlış ve vefasızlık, Sovyet gerçeği hakkında cehalet, Türkiye'nin varlık koşullarıyla uyuşmayan bir şeydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin varoluşu açısından saçmaydı. TKP bu yumuşak noktayı, yumuşak karnı yakaladı ve oradan yüklendi. Çok başarılı bir kampanyaydı. Devletin de, antikomünizm yaparken bile Sovyetler Birliği'ni tamamen karşısına alamayacağı ekonomik gerçekleri vardı. Fabrikalar, yapılan anlaşmalar... Türkiye aslında bir kavşak noktasındaydı. Suat Derviş bu broşürü tam da böylesi bir zamanda yayınlıyordu.
Stratejik hamleler ve gençliğin rolü
Suat Derviş'in broşürü, Sabahattin Ali'nin ırkçılarla ve Turancılarla kavgası, 1946'daki demokratik cephe meselesi... Tüm bunlar arasında büyük stratejik bağlar var mı? TKP'nin o dönemdeki arayışları belirleyici sanırım. Bu boşlukları gören, refleks üreten bir parti liderliği mi vardı?
O boşluğu görünce, o boşluğu refleks üreten dinamik bir parti liderliği vardı, evet. Sovyet-İngiliz-Amerikan hattının Türkiye'de bir demokratikleşme penceresi açacağını saptıyorlar ve hemen oraya yönelik hamle yapıyorlar. Bu broşür, Sabahattin Ali'nin ırkçılarla Turancılarla kavgası, bir yıl önceki Faris Erkman'ın "En Büyük Tehlike" ve Suat Derviş'in "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?" gibi yayınlarla, Türkiye'nin bir kavşakta olduğunu saptıyorlar ve çok güçlü bir mücadele veriyorlar.
Bu mücadele, aydınlara dönük bir mücadele gibi görünse de, sadece entelektüel bir polemikten ibaret değildi. Tartışmanın altyapısında bir gençlik vardı. Eş zamanlı olarak TKP, gençlik içinde de örgütlenme açılımları yapmaya çalışıyor, dernekler kuruyordu. Bu bir strateji tartışmasıydı: Türkiye'nin nereden yola devam edeceği, nasıl konumlanacağı şeklinde. Ve bu mücadelenin Türkiye siyasetinde karşılığı vardı. Herkes açısından belirsiz bir kavşak noktasıydı.
1940'lı yıllarda, daha sonra Türkiye siyasetinde önemli rol oynayacak olan isimler, birer gençlik örgütçüsüydü. Nihat Sargın, Mihri Belli gibi isimler hem TKP'nin gençlik sorumlusuydular hem de öğrenci örgütlenmelerini gerçekleştiriyorlardı. Vedat Türkali'nin edebiyata aktardığı atmosferde de bu gençlik ruhunu görmek mümkün. Türkiye'de eğitim gören, aydınlanmacı, devrimci bir dönemi yaşayan, sırtını oraya dayayan bir öğrenci gençlik vardı. Onların iki arada bir derede tezlerle tatmin olması zordu. Ülkenin sanayileşme sürecinde halkçı, devletçi yaklaşımlar olsa da, yamyam bir burjuvazinin geliştiğini görüyorlardı. Savaşın yarattığı zorluklar, karaborsacılık da insanları başka bir entelektüel arayışa itiyordu. Türkiye'de köklü kitleleri kapsayacak bir ırkçılık yoktu. Bu yüzden siyasi iktidarın komünistlerin her hareketinden irite olması ve baskıyı artırması boşuna değildi; çünkü solun açacağı bayrağın karşılık bulmasından korkmaları gerekirdi gerçekten.
Osmanlı aristokrasisinden komünizme: Bir kopuş hikayesi
Suat Derviş gibi Osmanlı aristokrasisiyle teğet geçen veya yüksek bürokrasiden gelen isimlerin TKP'ye katılması oldukça ilginç. Bu durum, Yaşar Kemal veya Orhan Kemal gibi emekçi kökenli yazarların halkı yazmasından farklı bir anlam taşıyor. Sizce bu kopuş nasıl gerçekleşti ve ne ifade ediyor?
Yaşar Kemal'in başka bir dünyaya adım atması, girmesi, tanıması, onun parçası olması daha kolay yan yana getirilebilir. Orhan Kemal'in işçi sınıfını yazmasını da çok yadırgamayız. Ama TKP'de, Suat Derviş gibi Osmanlı aristokrasisiyle teğet geçen veya Osmanlı yüksek bürokrasisi içinden gelen unsurlar vardı. Suat Derviş'in "Anılar Paramparça"da anlattığı aile öyküsü de bunu gösterir. Şefik Hüsnü de öyleydi. Selanikli doktor Mustafa Suphi, yani Vali çocuğu... Bunlar sınıftan bir kopuş yaşıyorlardı. Kendi tırnak içinde sınıflarına ihanet ediyorlardı Marksist tabiriyle. O bana ilginç geliyor.
Şefik Hüsnü'nün TKP'nin önemli entelektüellerinin Kemalizm'e kaptırdığı, 1920'lerin sonu, 1930'ların başı döneminde illegal yaşamayı, yurtdışına kaçmayı, hapse girmeyi tercih etmesi, başka bir yolu olduğunu bilen, hatta o yolun açık olduğunu gören biri için önemli bir tercihti. Reşat Fuat'ın belki başka kadrolardan daha fazla bu çağrıyı hissetmiş olması beklenebilir. Çünkü yanı başındaki insanlar başka bir yolun olduğunu ve bu işi bırakamadıklarını görüyorlardı. Türkiye'de komünizmi güçlü bir akım haline getirmeyi başaramamışlardı ve öbür tarafta yapacak işler de açıktı.
Bu, işçi ve yoksul kadroların komünizm yolunu seçmesinden farklı bir kopuş hikayesi. Onlar kendi haklarını ararken, bu isimler kendi ayrıcalıklarından vazgeçiyorlardı. Daha büyük bir irade gerektiriyordu bu. O dönemde, birçok parti kadrosu Sovyetler Birliği'ne gidip geliyordu. Suat Derviş de bir gazeteci olarak Sovyetler Birliği'ni gezip görmüş, bu da ona önemli bir cephane ve barut sağlamıştı. Bu sirkülasyon çok yoğundu, çoğu zaman illegal yollarla çıkıp legal yollarla dönüyorlardı.
Kitabın güncelliği ve Türkiye'nin kavşak noktası
Son olarak, bu kitabın, Suat Derviş'in 'Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?' adlı broşürünün yeniden yayınlanması, günümüz Türkiyesi açısından ne gibi güncel anlamlar taşıyor?
Bence bir sürü güncellik kazandıran unsurlar var. Birincisi, Türkiye'de komünist hareketin, TKP'nin tarihine ilişkin artık çok belge var. 1990'dan önce yoktu, son 25-30 yılda çok kitap çıktı. Ama bence yayınlanmış olması, geniş bir sol kamuoyunun o belgeleri incelemesini getirmez. Geniş kamuoyu belge incelemez, belgelerin kendisine aktarılmasını bekler. Solun tarihine ilişkin bilgi eksikleri devam ediyor. Bu tür değerli örneklerin ortaya konması güncelliğe kavuşuyor. Yani okunması hangi döneme ait olursa olsun bence değer taşıyor. Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı yılları, o dönem solun ne olduğunun, nerede olduğunun, ne yaptığının bilinmediği bir dönemdi. Halbuki sol vardı ve ciddi bir taraf olarak vardı. Türkiye'de sol, Türkiye'nin tarihinde nostaljik ve dramatik bir aksesuar mıdır yoksa bir taraf mıdır? Taraf olduğunu gösteren bir çalışma bu.
İkincisi, Suat Derviş örneğiyle az önce konuştuğumuz Türkiye gibi bir toplumda, kadının ikincilliğe itilmeye çalışıldığı ve kadının buna direndiği bir toplumda, onlarca yıl önce son derece güçlü kadın figürler var ve bu kadın figürlerinin büyük çoğunluğu solcu. Bu tesadüf değil, başka nasıl olabilirdi zaten. Onun bir örneğini veriyor ve Suat Derviş'in son yıllardaki popülaritesinin içini dolduruyor. O popülerliği görünmez kılan politik, örgütsel kimlik kısmına işaret ediyor. Bütün bu açılardan bence değerli. Herhangi bir belge değil, bu tür çağrışımları olan, sözü olan bir kitap.
Bir de hani biraz zorlayabilir miyiz acaba?
Türkiye yine bir dönem işte. Nasıl bir dünyada, bu yönde devam edeceği belirsiz ve çok tartışılan bir ülke ve üstelik bu öyle bir şey ki, bütün seçenekler masada. "NATO'dan çıkamayız, NATO'ya mahkumuz" diyen cumhuriyetçiden bayağı böyle bir Osmanlı'ya dönüş hayalleri kuran tuhaf tiplere, Çincilere, Rusçulara, her seçeneği barındırıyor. O tür bir kavşakta Türkiye'de bir mücadele verilmiş, bir tutum alınmış. O açıdan da zihin açıcı geliyor bana. Bu, sadece Suat Derviş'in imzaladığı broşürüyle yazdığı dolayısıyla ibaret olmayan, müdahaleci ve anlamlı bir eser. O dönem bir tavır aldığı ve tutum geliştirmeye çalıştığı için Suat Derviş'i, Sabahattin Ali'yi, o savaş yıllarındaki kavgayı okumalı. Tabii ki Doğan Avcıoğlu'nu, 1960'lı yıllardaki sol çıkışı da okumalı. Hepsinin bugüne ilişkin söylediği bir şey olduğunu düşünüyorum.
Özkan Öztaş/soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder