Atatürk nasıl tutuklandı? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Devrim, meçhule atılmış bir adım mıdır? 
Yoksa tarihi gittiği yönde tarihten hızlı koşma eylemi midir? 
Aklın ikna edilmiş karamsarlığı mıdır? 
Yoksa insanın elleriyle şekil verdiğinin dönüp yaratıcısına aktardığı iyimserlik mi? 
Vazoya koyarken kararmaya başladığını fark ettiğin kızıl gül müdür? 
Yoksa yağmurunu beklesin diye toprağa düşmüş tohum mu?
Silivri Cezaevi’ne ikinci kez geldikten sonra malum çevrelerin sataşmalı sorusu şuydu: Saray’ın hedefinde yine Atatürkçüler mi var? Elbette bu sualden hoşlanmadım. Hayır, Mustafa Kemal’i, “saray subayı” sanan kimi sözde “Atatürkçü”lerin farkında olmadığım için değil. Öyle ya, neredeyse 40 yıl önce “Atatürkçülük” adına yapılan ikiyüzlülüğe isyan eden Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü değilim” kitabını yazmıştı. Benim itirazım Atatürk’e yapılan görülmez hakaretiydi. Çünkü Atatürk hep Sarayların hedefindedir. Bir iktidar kurumu olarak saraylar da Atatürk’ün. Haliyle soruya soruyla cevap verdim: Saray, Mustafa Kemal’i nasıl yargıladı?

GENÇ TÜRKLERİN ÇOCUĞU 

Yarın ne çok “gençlik” denecek. Nedeni ruhuyla yaşıtların bayramından bahsedilecek. Oysa Mustafa Kemal “genç”ten başka bir şeyi anlıyordu.
Milletleri farklıydı, ancak 19. yüzyıl devrimciliği kendisine her dilde “genç” sözünü seçti. Bizde “Genç-Jön Türkler” diye anılan, Namık Kemal ve İttihat Terakki kuşakları, aslında evrensel bir arayışın haliydi. “Jön Araplar” ya da “Jön İtalyanlar” denilen başka ulusların devrimcileri de başka topraklarda aynı yöne doğru koşuyordu. Hanedanların yetkilerini azaltmak, anayasal düzenler kurmak, modernleşmek ve tabii devleti yeniden yaratmak ortak çizgileriydi.
Devrimciler tarihte iki kez doğar. Bir kez vücut, bir kez de fikir olarak. Bedenen eski düzenin içine doğan Mustafa Kemal, aslında yeniyi yaratmaya çalışan Jön Türklerin çocuğuydu.
Cumhuriyet elbette 1923’te kuruldu. Ama eski düzenin kalıntılarıyla hesaplaşması 1926’ya kadar uzatılabilir. Mustafa Kemal’in Nutuk’u 1927’de yazması tesadüf değildir. 1919’dan 1926’ya uzanan devrin dökümü olan Nutuk’un Gençliğe Hitabe ile bitmesi de. Mustafa Kemal’in 1919’dan 1927’ye kadar, yani rejim oturana değin İstanbul’a hiç gitmemesinin de sırrı buradadır.
Neleri vardı ki? Ahmet Haşim’in Piyale kitabına Yakup Kadri’nin yazdığı önsöz gibi: “Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur.”
Mustafa Kemal, o karanlık ve ıssız boşluğa kurulan, kuşkusuz geçmiş kuşakların yenilmişliğini miras almış gençlere Cumhuriyet’in bayrağını emanet ediyordu. Gençlik; devrim, kuruluş, eskiye mahkûm olmadan yeniyi yaratma demekti.
Mustafa Kemal’in gençliği de, gençliğin Mustafa Kemal’i de budur!

MUSTAFA KEMAL'İN ATILDIĞI HÜCRE

Ya mahpusluk? Harp Okulu’nda “Hürriyet” isteyen dergi çıkardığını, el yazısı ile çoğalttığını biliyoruz, Ali Fuat Cebesoy’un anlattıklarını da:
“Namık Kemal’i okul idaresinin aldığı bütün tedbirlere rağmen yatakhanede gizli gizli okuduğumuzu nasıl unutabilirim? M. Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek, Kemal’in Vatan Kasidesi’nin tekrir edilmiş bir nüshasını ‘Fuat Kardeşim, bunu ezberleyelim’ diye bana verirken yavaş bir sesle, fakat büyük bir heyecanla okuduğu ‘Felek, her türlü esbab-ı cefasın toplasın, gelsin / Dönersem kahpeyim millet yolunda azimetten’ mısralarını nasıl unutabilirim?”
Ardından örgütçülük başladı. Sirkeci’de bir toplantı yeri kiralandı. Saray’ı meşrutiyete nasıl zorlayacaklarını konuşuyorlardı. Cebesoy, yakalanıp tutuklanmalarını şöyle anlatıyor:
Harp Okulu’ndaki subay hapishanesine gönderildim. Bir gün sonra Mustafa Kemal’in oraya getirildiğini öğrendim. Ben hapishanede 20 gün kadar kaldım. Mustafa Kemal liderdi, benden bir hafta on gün sonra serbest bırakıldı.
Şam’daki günlerinde ise bir başka eski mahpusla birlikteydi. Tutuklanıp 3 yıla mahkûm olduktan sonra Şam’a sürülmüş Tıbbiyeli devrimci Dr. Mustafa Cantekin’le Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni örgütlediler. Neden “Hürriyet” dediklerini Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:
“Ancak hür fikirli insanlardır ki vatanlarına faydalı olurlar. Onlardır ki vatanlarını kurtarıp onu koruma kudretine sahip olurlar.”
Nihayetinde 1908’de bütün hürriyet nehirlerinin birleştiği İttihat Terakki denizinde buluştular.

AZ KALSIN SAMSUN'A GİDEMEYECEKTİ 

Bu kadar değil...
23 Ocak-20 Nisan 1919 tarihleri aralığında İstanbul’da Ziya Gökalp’ten Fethi Okyar’a 223 kişi tutuklandığında ziyaretçileri Mustafa Kemal’di. Ne garip, giderken “tutuklanır mıyım” diye düşünüyordu:
“Merdivenlerden çıkarken, kendi ayağımla gelmek korkusu hatrıma geldi. (...) Etrafıma baktım, dar bir koridor üstünde karşılıklı ufak odalar! Manzara heybetli idi: Sadrazamlar, bakanlar, bütün önemli devlet adamları ve bazı meşhur gazeteciler! Benim de içlerine katıldığımı görünce sevindiler. Her taraftan neşeli ‘Buyurun’ sesleri geldi.”
Peki, suç işledi mi? Adalete göre hayır ama kanuna göre belki. Yandaş medyanın Hukuk-u Beşer’i 14 Mart 1919’da esir edilmiş Türk ordusunun komutanları için “yüksek alçaklar, haydut başları” yazınca Mustafa Kemal ağır bir dille dilekçe yazdı. Hakaret davasında sanık oldu. Ceza alsa Samsun’a gidemeyecekti. Mahkemeyi uzatmaya çalıştı:
“Vekilim bir iki defa mahkemeye gitti, davayı dağıttı, bana o kadar zaman kazandırdı ki İstanbul’dan çıktığım gün henüz mahkeme bitmiş değildi.”
Sonrasını biliyoruz. Saray’a karşı gelerek bağımsızlık mücadelesi veren Mustafa Kemal için “katli vacip” fetvaları, gıyabında verilen idam kararları, suikast için tutulan tetikçiler...

JÖN TÜRKLER 18 YAŞINDADIR 

Sanmayın yalnız Türk hapishanelerindeydi. Jön Hint Nehru, hapishane yıllarını şöyle anlatıyor:
“Anadolu’da Yunanlara karşı kazanılan büyük zaferin haberi hapishaneye geldiği zaman, bundan ne büyük bir memnunluk duyduğumuzu ve bunu hapishanede nasıl kutladığımızı hatırlıyorum.”
Emperyalizme karşı Doğu’nun ilk galibiyeti için o gün hapishanenin her yerini ışıklandıracaklardı.
Falih Rıfkı Atay’dan okuyoruz, Atatürk kendisi için hazırlanan “Atatürk bu milletin en yükseğidir” afişini kaldırtıp yerine “Atatürk bizden biridir” yazdırıyordu.
Kısacası Atatürk’ün adı hürriyet şarkıları söylenen hapishanelerle anılır ama milletin bağrına yumruk gibi çöken Saraylarla anılmaz.
Vatanına, hürriyetine, aşkına, hep 18 yaşındaki gözbebekleriyle bakan “bizden biri” Jön Türklerin 19 Mayıs’ı kutlu olsun!
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İlke yoksa, ülke de yok! - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Parayı verenin sadece düdüğü değil, bekçiyi de çaldığı günümüzde, yokluğu fark edilmesin diye sık sık sözü edilen “ilke”nin cisme bürünmüş örneği, benim dağarcığımda ne bir politikacı, ne de toplum yönderi, ama bir sanatçıdır:
Mobile” diye adlandırılan hareketli heykellerin yaratıcısı, mühendis, yontucu ve ressam Alexandre Calder.
1942 yılına dek minicik, kıpırtılı heykelcikler yaratan Calder, bu tarihten öteye biçem değiştirdi ve “mobile”lerin karşıtı sayılacak büyük boyutlarda durağanlık, ağırlık ifade eden kunt heykeller yapmaya başladı. Değişmezi, “stabile” adını verdiği bu eserleri baştan aşağı siyaha boyamaktı.
Çok ünlüydü Calder. Bir o kadar da tavizsiz. Eserlerini öyle her alıcıya satanlardan değildi. Bu zorluk, parayı bastırınca her istediğine sahip olmaya alışık zengin sanatseverlerin arzularını kamçılıyor ve milyarlarıyla ünlü isimler, onun bir eserine sahip olabilmek can atıyorlardı.
Bir gün Calder’in atölyesine milyarder bir koleksiyoncu ile eşi geldi. Maestro’ya bir “stabile” ısmarlamak istiyorlardı.
Altının sarısı, sanatın siyahı
Ancak bu “stabile”, salt kendileri için yaratıldığı anlaşılsın diye, biraz farklı olmalıydı. Sanatçı, sessizce dinliyordu.
Acaba bizim için som altından bir stabile dökebilir misiniz? Bedeli neyse, ödemeye hazırız” dediler.
Calder, piposundan bir soluk çekti: “Tabii” dedi, “niye olmasın?
Koleksiyoncu çift, bir sevindi bir sevindi. Kadın, kocasına dönüp: “Ben sana dememiş miydim? Bak kabul etti” diyordu ki…
Calder, yarım kalan tümcesini tamamladı: “Som altından ‘stabile’ yaparım. Ama siyaha boyarım!
Sanatçı Calder’in ilke sınırları kırmızıyla değil siyahla çizilmişti. Başka bir renk de olabilir, ama aşılmazdı.
Erken seçim yok, geç seçim askıda!
Jeopolitikada “kırmızı çizgi” diye anılan sınır, ilke kavramının ta kendisidir. Hem de küresel anlamda. O sınırın aşılmasına izin veren devletler ülkelerini, kurumlar varoluş nedenlerini, liderler önderlik vasfını kaybeder. Çünkü bir ilke uğruna bedel ödemeye hazır olmayan her kim ve neyse; varoluş nedenini yok ederken yok olmaya mahkûmdur.
İşte Türkiye. İlke diye çektiği İslami “yeşil çizgi” zamanla dolar yeşiline dönüşüp, dolar kalmayınca batan bir iktidarın pençesinde, ufalanıyor.
Devletler batarken, tıpkı dev gemiler gibi anaforlar, girdaplar oluşturur. AKP ve MHP’nin yaşanan koşullarda erken seçime gideceğini düşünmek, bence yanlış! Elbette ceberutluğa tutunmaya, iktidar tahtına dişleriyle, tırnaklarıyla asılmaya; hatta provokasyon ve tehditlere bakılırsa 1980 öncesi gibi bir Türkiye yaratmaya bile hazırlar. Ama bu coğrafyada bu ekonomik iflasla, nüfusun yarısını içeri tıksalar da ayakta kalamazlar. Üstelik gayet iyi biliyoruz ki, artık azınlıktalar. Çoğunluk karşılarında.
Sehven muhalefetin feda edilemeyen konforu
Demek ki parlamenter muhalefetin ortaya çıkıp bir ilkenin ardına dizilmesi ve bu kırmızı çizgimizdir, geçilmez demesinin tam zamanı. Bu ilke İş Bankası olabilir. Muhalif belediyelere uygulanan baskı ve keyfi yaptırımlar olabilir. Barolar yasası olabilir.
Ama bir ilkenin ardında duracak, bedel ödemeye hazır bir muhalefet, hatta herhangi bir ilkesi, kırmızı çizgisi, özetle taviz vermeyecek ahlaki bir duruşu olan muhalefet partisi var mı?
Eğer Türkiye’de ilkeli bir muhalefet olsaydı, zaten AKP’siyle MHP’siyle bu takım, bunca yıl iktidarda kalamazdı!
Çok fırsat kaçtı: 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP ile eşyanın tabiatına aykırı bir işbirliği yapan CHP, Ekmeleddin İhsanoğlu yerine Yılmaz Büyükerşen’i aday gösterseydi, seçimi belki kazanamazdı; ama sonrasında “sehven” aldığı için artıramadığı oylarını ikiye katlardı. Çünkü seçmen nezdinde yitirdiği güveni restore etmiş olurdu.
Yiğidin memleket sevdası, mazbataya kadar
Eğer HDP, etnik ayrım yapmadan tüm toplumu kucaklayan söylemiyle zafer kazandığı Haziran 2015 seçimlerinin hemen akabinde PKK ile köprüleri açıkça atabilseydi, kurulan tuzağa düşmez ve Türkiye’nin de önünü açardı.
Eğer CHP, 2017 anayasa referandumunda 2.5 milyon mühürsüz oyu geçerli sayan YSK’nin hukuksuz kararına karşı kırmızı çizgi çekip TBMM’den yekvücut çekilmek erdemini gösterebilseydi, zaten Türkiye kurtulurdu!
Çünkü ana muhalefetin Meclis’ten çekildiği ülkede, iktidarın meşruiyeti kalmaz. Seçimler yenilenir, sonuçlar bambaşka olabilir, en azından parti yönetimi bugün gözünde iyice düştüğü seçmen nezdinde ilkeleri uğruna dövüşebildiğini göstermiş olurdu.
Hafriyat sizsiniz!
Şimdi soruyorum: CHP’nin uğrunda bedel ödemeye hazır olduğu bir ilke, aşılamaz bir kırmızı çizgisi var mı? Parti yönetimi, TBMM’den maaşlarını alıp Twitter’da muhalefet yapan vekiller, kendi çapsızlıklarına rağmen başarı kazanan CHP’li belediyelerin arkasında durmak için ne yapmaya hazırlar?
Peki, İYİ Parti’nin taviz verilmez ilkeleri var mı?
Ya HDP’nin Kürtçülük dışında evrensel bir ilkeselliği, insanlığı öne çıkaran halkçı bir yanı kaldı mı?
Sanmıyorum.
Atatürk, kırmızı çizgileri aşılamadığı, ilkeleri uğruna ölümü göze aldığı için devlet kurabildi ve Türkiye Cumhuriyeti, o ilkeler üzerinde yükseldi. İlkesi olmayanın, ülkesi de yok olur. İşte batıyor Türkiye.
İlkesiz politikacılar, bu enkaz sizin eseriniz, iyi bakın: Hafriyatına karışacaksınız.
Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Hem Erdoğan hem de Sözcü tarafından övülüyordu: TSK’daki dikkat çekici görevden almanın ayrıntıları…- SOL Haber Merkezi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha önce övgü dolu sözler kullandığı bir ismi, Tümamiral Cihat Yaycı’yı görevden aldı. Aynı anda hem Sözcü hem de Yeni Şafak gazetesinin övdüğü, 'Doğu Akdeniz anlaşmasının mimarı', 'FETÖMETRE'nin mucidi' denilen ismin görevden alınma zamanlaması da dikkat çekti.


AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün dikkat çekici bir karar alarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Cihat Yaycı’yı görevden aldı ve merkeze çekti.
Daha önce bizzat Erdoğan’ın övgüler dizdiği, Yeni Şafak ve Sözcü gazetesinin “FETÖ’nün hedefinde” diyerek sahip çıktığı, AKP’ye yakınlığıyla bilinen Nedim Şener’in “görevden alınacağının” sinyalini verdiği Yaycı’ya ilişkin son dönemde gündeme gelen tartışmaları derledik.

Cihat Yaycı kimdir?

Tümamiral Cihat Yayacı, 1984 yılında Deniz Lisesi’nden, 1988 yılında Deniz Harp Okulu’ndan mezun oldu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın çeşitli gemilerinde branş subaylığı, bölüm amirliği ve TCG YAVUZ ile TCG KEMALREİS’de II. Komutanlık görevlerinde bulunan Yaycı, 2005-2006 yıllarında TCG KEMALREİS Komutanı, 2011-2012 yılları arasında 5’inci Muhrip Filotillası Komodoru olarak görev yaptı.
"İnsan Kaynakları Yönetimi" Ana Bilim Dalında, Naval Postgraduate School (NPS) California/ABD’de “Fizik Mühendisliği” ile “Elektronik Mühendisliği” dallarında yüksek lisans eğitimi ve İstanbul Üniversitesi’nde “Uluslararası İlişkiler” Ana Bilim Dalında doktora eğitimi aldı.
30 Ağustos 2012 tarihinden itibaren Tuğamiralliğe terfi eden Yaycı, 2012-2014 yılları arasında Moskova Silahlı Kuvvetler Ataşesi, 2014-2015 yılları arasında Güney Görev Grup Komutanı ve Çok Uluslu Deniz Güvenliği Mükemmeliyet Merkezi Direktörü, 2015-2016 yılları arasında Çok Uluslu Müşterek Harp Merkezi Komutanı görevlerini yaptı.
29 Temmuz 2016 tarihinde Tümamiralliğe terfi eden Yaycı, 2016-2017 yılları arasında Dz.K.K.lığı Personel Başkanı görevinde bulundu. 20 Ağustos 2017 tarihinden itibaren Dz.K.K.lığı Kurmay Başkanı görevine atanan Tümamiral Yaycı, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki “kripto FETÖ’cüleri ‘önce tespit et sonra imha et’ stratejisi üzerine kurulu “FETÖMETRE” analiz programını geliştiren komutan olarak biliniyor.

FETÖMETRE övgülerinin odağındaydı

Cemaat’e yönelik TSK içindeki tasfiyelerin merkezindeki program “FETÖMETRE”yi devreye sokan isim olan Yaycı, hem ulusalcı hem de AKP yandaşı basın tarafından sürekli övülen haberlere konu olmuştu.
20 Eylül 2018 tarihinde Yeni Şafak’ta Yaycı’ya ilişkin yer alan bir haberde “FETÖMETRE’nin başarıları, sistemi ve kurucusu Tümamiral Cihat Yaycı’yı FETÖ’nün hedefine oturttu. Diğer kamu kuruluşlarının da almak istediği sistemin yaygınlaşmasını istemeyen firari FETÖ’cüler karalama kampanyaları başlattı” deniliyordu.
Sözcü gazetesi yazarı Aytunç Erkin de Yaylı’ya destek yazıları kaleme alan isimlerden biri olurken, Yaycı’nın bin Cemaat hesabı tarafından organize şekilde hedef alındığını, Yaycı’nın hem Doğu Akdeniz anlaşmasının mimarı hem de FETÖMETRE’nin mucidi olduğu söyleniyordu.

Erdoğan’dan da övgü gelmişti

Cumhurbaşkanı Erdoğan, merkeze çektiği Yaycı'yı 22 Aralık 2019'da Piri Reis'in havuza çekilmesi töreninde övmüş, şu ifadeleri kullanmıştı:
"Halen Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'mızın Kurmay Başkanlığı'nı yürüten Tümamiral Cihat Yaycı'nın bu konuda hazırladığı raporlar, haritalar, yazdığı makaleler ve kitaplar ortadadır. Dönemin Libya Devlet Başkanı Kaddafi ile bu meseleyi harita üzerinde konuşmuş, kendisiyle anlayış birliğine varmıştık. Ülkemizin Libya'ya bakan kara bölümü ile Libya'nın ülkemize bakan kara bölümü arasındaki deniz yetki alanı çakışması uluslararası mevzuata ve uygulamalara göre bize bu hakkı veriyor. Bölgedeki karışıklıklar sebebiyle mutabakat metninin hukuki zemine taşınması biraz gecikti.
Yaycı’nı Doğu Akdeniz konusunda bir de kitabı bulunuyor.

Sözcü ve Nedim Şener aynı ifadeleri kullandı

Ocak ayında Sözcü yazarı Aytunç Erkin, Yaycı’nın Cemaat hesapları tarafından organize şekilde hedef alındığını belirtirken, görevden alma kararından sadece bir gün önce Nedim Şener de konuyu gündeme getirmiş ve şu ifadeyi kullanmıştı:
“Bunların yazdıklarını kâğıt çıktısı olarak alan ve FETÖ’cülerin hedef aldığı TSK mensuplarının özlük dosyalarına, YAŞ toplantısına giden dosyalara koyanlar da var. Uygulamanın adı da “sosyal medya taraması”. Yani FETÖ’cüler birisi hakkında Ergenekoncu, Ulusalcı, yolsuzluk yapıyor ya da siyasi bir partiye, derneğe yakın diye yazdıklarında bu dosyasına giriyor. Belki terfi edemiyor, belki emekliye ayrılıyor. Anlamadığım şu: Bu yöntemle FETÖ, TSK’dan tasfiye mi ediliyor, TSK’da tasfiye mi yapıyor?”
Bu yazıdan bir gün sonra söz konusu tasfiye adımı geldi ve Yaycı görevden alındı.

Akar ile aralarında gerilim iddiası

AKP'li Mehmet Metiner sosyal medya üzerinden, “Devletin kritik noktalarına yerleştirilmiş Gül'cü unsurlara dikkat! Özellikle MSB koridorlarındakilere” mesajını paylaşmış, bu mesajla Akar'ın hedef alındığı ileri sürülmüştü.
Söz konusu iddianın ardından yeni bir açıklama yapan Metiner, "Sayın Bakan'a güya kendi basın danışmanı olan zat gidip ‘Efendim Mehmet Metiner beni aradı. O tweeti Cihat Yaycı Paşa’nın ricası üzerine attığını söyledi’ demiş. Külliyen yalan tabii…” ifadesini kullanmıştı.
Bu açıklamalar Yaycı ile Akar arasında gerilim olduğu iddialarını da gündeme getirmişti.
Odatv yazarı Müyesser Yıldız, Hulusi Akar ile Cihat Yaycı arasında uzun süredir gerilim olduğunu dile getirmiş, şu ifadeleri kullanmıştı:
“Olayın önemi şu: Cihat Yaycı Paşa kim? Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı. Bir Tümamiral. Hulusi Akar ise hem eski Genelkurmay Başkanı, hem tam yetkili ve etkili Milli Savunma Bakanı. Ama aralarında ciddi bir çekişme var ve bu da herkesin bildiği bir sır!.. İkili arasındaki sıkıntı nasıl bir boyuta geldiyse, bir eski milletvekilinin attığı tweete bile konu olmuş. TSK bu haldeyken, darbe tartışmaları yapılıyor; tezata bakar mısınız?..”
SOL Haber Merkezi 

Türkkaya Ataöv - Öner Yağcı / CUMHURİYET

Mayıs deyince, ilkyaz gelir aklıma, hıdrellez, 1 Mayıs, 68 Kuşağı, 19 Mayıs, “Deniz”ler...
Mayıs 68’le simgeleşen, Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan aldığı emaneti korumak için emperyalizme karşı savaşımın yiğit örneğini veren 68 Kuşağı’nın devrimci duruşu, yakın tarihimizin yüce değerlerindendir.
Bu mayısta da gönlümüz üzgün olursa olsun, sevinçleri yerleştirebileceğimizi aklımızdan çıkarmaya hakkımız yok.
Emperyalizm deyince
Amerikan 6. Filosu’nun bir daha yıllarca denizlerimize gelememesi, Barış Gönüllüleri’nin toprağımızdan kovulması, ulusal değerlerimizin sahiplenilmesi, bağımsızlık bilincinin yükselmesi o dönemin yadsınamaz zaferlerindendi.
68 Kuşağı’nın antiemperyalist bilinçle coşmasının bilincini bilgiyle tamamlayan Türkkaya Ataöv’ün iki kitabını aklımdan hiç çıkarmadım. Amerikan Belgeleriyle Amerikan Emperyalizminin Doğuşu ile Amerika NATO ve Türkiye adlı kitaplar kuşağımızın başucu kitaplarından olmuştu. Emperyalizmle ilgili ilk derinlikli bilgilerimi hâlâ eskimeyen bu kitaplardan edinmiştim.
Dünyayı anlatmak
Ataöv (1932), SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde hoca olarak 40 yıldan fazla görev yaptı. 1952’den bu yana insan hakları, ırkçılık, terörizm, ayrımcılık, emperyalizm, çatışmalar, terör, Afrika, Filistin, Balkanlar, Güney Asya, Ortadoğu, Birleşmiş Milletler, Ermeni sorunu, gibi birçok konudaki yazıları Cumhuriyet’te, ülkede ve yurtdışındaki dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Kapitalist Soygun, Kapitalizm ve Çevre, İkinci Dünya Savaşı, Afrika’da Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Emperyalizmin Afrika Sömürüsü, Siyonizm ve Irkçılık, Mavi Kitaba Yanıt, Ermeni Sorunu, Ermeni Belge Düzmeciliği, Amerika’da Hıristiyan Köktendinciliği, Küba Mucizesi, Amerikan Başkanları, Nâzım’ın Hasreti gibi onlarca kitaba imza attı.
Amerikan edebiyatında muhalif yazarlar
Ataöv’ün, Amerikan Edebiyatında Muhalif Yazarlar (İleri Yay.) kitabını okurken bir uluslararası ilişkiler hocasının edebiyatçı gözüyle değerlendirmelerine hayran kaldım.
Ataöv’ün kitabı bu alanda ilk telif yapıt ve içeriğiyle ufuk açıcı bir kaynak kitap oldu.
Amerika’yı anlamada Howard Zinn’in Öteki Amerika (Aykırı Yay.) ve Dee Brown’ın Kalbimi Vatanıma Gömün (E Yay.) adlı yapıtların önemli olduğunu belirten Ataöv, “Amerikan Rüyası”na karşı ilk kişilikli yazarlar kuşağının 19. yüzyılda Hawthorn’la (Kızıl Harf) başladığını ve öyküleriyle Poe, “demokratik Amerika’nın ozanı” Whitman (Çimen Yaprakları), “Amerikan yazınının dönemeçlerinden” Twain (Tom Sawyer, Huckleberry Finn), Dreiser (Amerikan Trajedisi) ve Stowe’un (Tom Amcanın Kulübesi) muhalif öncüler olduğunu söylüyor.
Yazın devleri Melville ve Sinclaire
ABD’de iki büyük başyapıtın Melville’in Moby Dick ve Sinclaire’in Orman (Şikago Mezbahaları) olduğunu söyleyen Ataöv, klasikleşen Moby Dick’in bir “deniz masalı” olmadığını, romandaki geminin ABD toplumu ve saplantısıyla herkesi ölüme sürükleyen Kaptan Ahab’ın gerçekte ABD başkanı olduğunu vurguluyor.
Sosyalizmin kahramanı” London’ı (Demir Ökçe, Uçurum İnsanları), O. Henry’yi, O’Neill’i, “yergi ustası” Lewis’i, Hemingway’i (Çanlar Kimin İçin Çalıyor), “ABD üçlemesi” ile Dos Passos’u, Fitzgerald’ı (Büyük Gatsby), Steinbeck’i (Gazap Üzümleri), Caldwell’i (Tütün Yolu), Faulkner’i, Wolfe’u, Wilde’ı, Shaw’ı Saroyan’ı, siyahi romancılar Wright ve Baldwin’i, şairler  CummingsEliotHughes’ı,  Dünyayı Sarsan On Gün’ün yazarı John Reed’i, Bütün OğullarımSatıcının ÖlümüCadı Kazanı oyunlarıyla Arthur Miller’ı, İhtiras TramvayıKızgın Damdaki Kedi oyunlarıyla Willams’ı ve başkalarını anlatıyor.
Öner Yağcı / CUMHURİYET

19 Mucizesi! - Orhan Gökdemir / SOL

19 Mayıs, bizim Cumhuriyetimizin ilk adımıdır, unutmuyoruz, hafife almıyoruz. Ciğersiz bir sultanın mülkünden büyük bir vatan yaratmayı böyle başardık. Kutluyoruz!

1789 Paris…. Uzun yıllardır huzursuz şehir patlamaya hazır. Bir yanda ayrıcalıklı soylular ve din adamları sınıfı var. Diğer yanda palazlanmış ve durumuna uygun siyasi pozisyon arayışındaki burjuvazi ve baskıdan, yoksulluktan bunalmış kalabalık halk yığınları. O yılın haziran ayında iki kuvvet karşı karşıya geldi. Çürümüş düzenin temsilcisi Kral 16. Louis, ayaktakımının kıpırdanışlarına alışıktı, pabuç bırakmaya niyeti yoktu. Kralın en büyük destekçisi Katolik Kilisesi ise yetkilerini doğrudan Tanrıdan alıyordu, paylaşılması düşünülemezdi. Haliyle muktedirler huzursuzların taleplerine sırtını döndü.
Yoksul Paris halkının buna cevabı 14 Temmuz 1789'da Bastille Hapishanesi'ni basıp siyasi tutukluları salıvermek oldu. Artık Paris sokaklarında devrimin sesi yankılanıyordu. Fransa’da kralın istibdadı alaşağı edilmiş, yerine San Just’nun deyişiyle "Hürriyetin istibdadı" kurulmuştu.
Bastille’in basılmasından iki yıl sonra bir kurucu meclis bir “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayınladı. Bundan böyle düzenin karşısında Kralın ve Kilisenin kulları değil, Fransa’nın boyun eğmez yurttaşları vardı. Kurucu meclis ulusal egemenliğe dayanan bir anayasa ile yurttaşları yönetime ortak etti. Kral artık yetkilerini halkın seçtiği parlamento ile paylaşacaktı.
Süngüsü düşen kral ve adamları, ayaktakımının el koyduğu mülklerini kurtarması için Fransa kraliçesi Mari Antoniette’nin kardeşi olan Habsburg İmparatoru II. Leopold’ün kapısını çaldı. Kral ve kraliçe iktidarlarını korumak için Fransa’nın düşmanlarıyla iş tutmaya cüret etmişti. Biliyoruz, fıtratlarına uygundur. Kralların ve burjuvaların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimiz onların mülkleridir. Gerekirse düşünmeden satarlar!
Bu ihanete Paris halkının cevabı Cumhuriyet ilan etmek oldu. Devrimci Cumhuriyet az zamanda ulusal birliği sağladı, dış tehdidi etkisiz hale getirdi. Eski düzenin kurtarıcı kahramanı Habsburg İmparatoru hiç gelmeyecekti. Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette vatana ihanetlerinin bedelini canlarıyla ödedi.
Fransa’da devrimin eski düzenin izlerini silmek üzere attığı ilk adımlar şöyledir: Kilisenin mallarına el konuldu. Manastır yeminine son verilip, zalim papazlar kovuşturuldu. Kilisenin doğum-ölüm-evlilik kayıtları belediyeye devredildi, kadınlara boşanma hakkı tanındı. İnsan ve yurttaş hakları beyannamesi ile inanç hürriyeti yasal hale getirildi, kilisenin bu alandaki tekeline son verildi. Egemenliğin kaynağı ulustu, Tanrı bundan böyle hiçbir iktidara kaynak gösterilemezdi. Etnik ve dini kimlikler yerine ulusal kimlik öne çıkarıldı. Fransız yurttaşlığı karşısında bütün bu alt kimlikler artık hükümsüzdü. Devlet bireyleri özgürleştirmekle yükümlüydü. Eğitim millileştirildi, askerlik her yurttaş için zorunlu hale getirilerek ordu halk ordusuna dönüştürüldü. Böylelikle silah kullanma tekeli üst sınıflardan alınmış yurttaşlara verilmişti. Ve kilisenin günlük hayatı kontrol etmesinin etkili bir aracı olan takvim değiştirildi. Devrim sıfır yılı kabul edildi, aylara çiçek adları verildi, her şey çiçek gibi oldu!
Bu tarihin ilk sayısı 1, son sayısı 9’dur. Getir yan yana, 19 eder!
***
1917 Moskova... Paris’teki Bastille baskınından yüz küsur yıl sonra şehirde sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi görünüyordu. Kralın yerinde Çar oturuyordu. Katolik Kilisesinin azgın papazlarının yerini Ortodoks kilisesinin süslü papazları doldurmuştu. Kibirli soylular, emir kulu Saray memurları iktidarlarının ilelebet süreceği kanısındaydı.
1917 Ekim ayında hava birden değişti. Halk ayaklanmıştı. Petrograd’daki geçici hükûmetin devrilerek iktidarın Lenin önderliğindeki Bolşeviklere geçti. Devrimin amacı monarşiyi yıkmak, Rusya'yı emperyalist savaştan kurtarmak, toprakları aristokrasinin elinden alıp kolektif mülkiyete devretmek, işçi ve köylüleri temsil eden yeni bir iktidar kurmaktı.
Bir yıl sonra Çar II. Nikolay yakalanıp öldürüldü. Aynı yıl Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Şehirde işçilerin ve kırda da köylülerin iktidarını ve ittifakını simgeleyen orak ve çekiç Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin arması olarak kabul edildi. Rus İmparatorluğu özerk cumhuriyetlere ayrıldı ve her ulusa yerel yönetimlerini örgütleme hakkı tanındı. Moskova’da özgürlüğün ve eşitliğin istibdadı kurulmuştu!
Ekim Devrimi’nin eski düzenin izlerini silmek üzere attığı ilk adımlar şöyleydi: Ortodoks Kilisesinin mallarına el koyuldu. İdam cezası kaldırıldı. Kilise devletten ayrıldı, eğitim alanındaki faaliyetlerine son verildi. Din ve inanç özgürlüğü güvence altına alındı. Dini propaganda yasağı getirildi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Medeni kanuna geçildi. Soyluluk unvanları kaldırıldı. Eğitim ücretsiz ve laik hale getirildi. Ve kilisenin günlük hayat üzerindeki denetimine göre şekillendirilmiş takvim değiştirildi…
Bu tarihin de ilk iki sayısı 19’dur ve toplamaya, çıkarmaya ihtiyacı yoktur!
***
1923 Ankara… Hürriyet çığlığı eski başkentin duvarlarında yankılanalı 15 yıl olmuştu. Ama sonra iç savaş ve büyük savaş fırtınası üzerine gelmiş, Hürriyetin bütün izlerini silip süpürmüştü. Vatan, yeni sahiplerinin elinden kayıp gitmek üzereydi. Şehir yeni bir rüzgâra hazırlanmaktaydı.
1923’ten dört yıl önce, İskoçya'nın Glasgow kentinde inşa edilmiş Torocaderto adlı külüstür gemi limana yanaşmak üzere. Emektar 1894 yılında satın alınmış, adı Bandırma olarak değiştirilerek posta vapuru haline getirilmiş. Şimdi Kurtuluş Savaşı’na önderlik edecek adamı taşıyor. İnip, Samsun limanından Anadolu içlerine ilerleyecek.
Kurtuluş Savaşı 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik işgal altındaki İstanbul'a girdi. Halk Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalayan, Millî Mücadeleyi bastırmaya çalışan Padişah Vahidettin'e öfkeliydi. Tıpkı diğerleri gibi o da mülkünü elinde tutmak için vatanı işgal edenlerle iş tutmuştu. Fıtratına uygundur. Padişahların ve burjuvaların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimiz onların mülkleridir. Gerekirse düşünmeden satarlar!
TBMM hükûmeti 1 Kasım 1922'de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını iki maddelik bir kanun ile ilan etti. 16 gün sonra Sultan Vahdettin, oğlu ve hareminin mensuplarıyla birlikte Boğaziçi'nde demirlemiş olan İngiliz zırhlısı ile Malta'ya kaçtı.
1923’te laik Cumhuriyet ilan edenlerin ilk adımları şunlar oldu: Hilafet kaldırıldı. Cuma günü tatil olmaktan çıkarıldı. Medreseler kapatıldı, dini okullar Milli Eğitim’e devredildi. Tekke ve zaviyeler kapatıldı. Kadına seçme ve seçilme hakkı tanındı, Medeni Kanun ilan edildi, bu alanda şerri hükümlere yer olmayacaktı. Haliyle şeriat mahkemeleri kapatıldı. Soyluluk unvanlarının kullanılması yasaklandı. Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kullanılmasına karar verildi ve elbette takvim sistemi değiştirildi. Bundan sonra egemenlik ulusundu. Egemenliği tanrıdan alan halife padişaha yeni ülkede yer kalmamıştı. Her tarafı 19’luktur!
***
Bayramına gelince: İlk defa 1926 yılında “Gazi Günü” adı altında Samsun'da kutlandı. 1935'te “Atatürk Günü”ne dönüştürüldü. Fenerbahçe Stadı'nda kutlanan bu ilk 19 Mayıs, yüzlerce sporcunun katılımıyla bir spor şenliği gönümü kazandı. Bu şenliğin ardından gerçekleşen Spor Kongresi'nde söz alan Beşiktaş Kurucu Üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan “Atatürk Günü”nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için "19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı" adı altında her yıl yapılmasını teklif etti. Kongrede oylanan bu öneri kabul edildi ve yasalaştı. 12 Eylül Cuntası günü "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı"na dönüştürdü. Atatürk’ü öldürmüşler anmasını yapıyorlardı! Ve günde yapılan kutlamalar ilk kez AKP iktidarında yasaklandı…
***
Çağımızın devrimci “ruhunun” özetidir bu; esası çürümüş eski düzeni devirme, yerine özgür ve eşit bir yeni ülke kurma hareketidir. Kralları, soyluları, papazları, halifeleri, sultanları, onların iktidarının ete kemiğe bürünmüş hali olan monarşileri, eskiye değin çürümüş olan ne varsa onu alaşağı ettiği için devrimdir adı. Bizler 250 yıldır dünyanın her yerinde çürümüş monarşileri devirip Cumhuriyet ilan ediyoruz. Her defasında yürüyen ölüler mezarlarından çıkıp geliyor, önlerine ne çıkarsa yıkıyor. Sonra kalkıp yeniden yapıyoruz, yenisini ilan ediyoruz. Çünkü biliyoruz, eşitlik ve özgürlük içinde yaşamanın başka yolu yok. Onların mülkünü bizim vatanımıza çevirme mücadelesidir, “19 mucizesi”dir!
19 Mayıs, bizim Cumhuriyetimizin ilk adımıdır, unutmuyoruz, hafife almıyoruz. Ciğersiz bir sultanın mülkünden büyük bir vatan yaratmayı böyle başardık. Kutluyoruz!
Orhan Gökdemir / SOL

12 Eylül'e meydan okuyanların metni: Aydınlar Dilekçesi...- SOL Haber Merkezi

12 Eylül faşizmine karşı 15 Mayıs 1984 günü tarihe not düşen bir başkaldırı yaşandı. Tarihe ‘Aydınlar Dilekçesi’ olarak geçen dilekçe, 12 Eylül karanlığına ilk kararlı karşı çıkışlardan biri olarak tarihte yerini aldı. İşte o dilekçenin hikayesi…


12 Eylül faşizmi ülkeyi büyük bir karanlıkla esir aldığı sırada Aziz Nesin öncülüğünde bir araya gelen ülkenin önemli aydınları, karanlığı delmek için "Türkiye'de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler" başlıklı bir metin hazırladı.
Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Hüsnü Göksel, Halit Çelenk, İlhan Selçuk ve İlhan Tekeli gibi aydınların kaleminden çıkan metne çok sayıda aydın da katkı koydu.

Küçük: Müthiş bir aydın hareketidir

Yalçın Küçük söz konusu dilekçeye ilişkin hazırlanan bir belgeselde, Aziz Nesin ve Tahsin Saraç’la konuya ilişkin ilk buluşmayı Ankara Emek’te yaptıklarını, Aziz Nesin’i başkan, kendisini de sekreteri olarak gördüğünü, sonraki süreçte davetleri kendisinin planladığını aktaracaktı.
İstanbul ve Ankara’da önemli toplantılar yaptıklarını, ilk geniş toplantıya Ahmet Taner Kışlalı, Hasan Esat Işık, Hikmet Çetin ve Hüsnü Göksel’in katıldığını aktaran Küçük, sonrasındaki toplantıları “müthiş bir aydın hareketidir” diye tanımlarken çok sayıda aydının evinde toplantılar düzenlendiğini dile getiriyordu.

Aynı gün yasaklandı...

Yapılan bu toplantılar ve tartışmaların ardından hazırlanan metin 15 Mayıs 1984 günü Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı’na verildi.
Metin öyle bir etki yarattı ki aynı gün Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yasaklandı.

Nesin'den Vahdettin yanıtı: Devlet başkanı olduğu kesindir...

Kenan Evren metin sonrası oldukça sinirlenirken bir miting sırasında, “Biz çok aydın gördük, vatan hainliği yaptılar. Son Padişah Vahdettin aydındır. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ben ne yapayım öyle aydını?” diyecekti.
Yanıt Aziz Nesin’den gelecek ve “Vahdettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir” ifadesini kullanacaktı.

59 aydın hakkında dava dava

Evren’in talimatı sonrası aydınlar hakkında hızlıca bir soruşturma başlatıldı. 20 Mayıs 1984’te Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’nca açılan dava sonrası dilekçe ve imzalara el konuldu.
Aydınlar Dilekçesi’ni hazırlayan 59 kişi dilekçe gerekçesiyle yargılandı.

Çelenk: Dava, adalet tarihimizde önemli bir yer alacaktır

Söz konusu davada yargılanan Halit Çelenk, savunmasında şunları söyleyecek ve tarihe not düşecekti:
"Bu salonda önemli bir dava görülüyor. Çünkü bu dava ile “İnsan Hakları” ve “Demokratik rejim” yargılanıyor. Davanın önemi, iddianın tutarlı olmasından değil, dönemin “demokrasi” anlayışından, “Hak ve özgürlük” anlayışından kaynaklanıyor.
Gerçekte yargılanan, iddianamede adları yazılı sanıklar değil, onlar tarafından hazırlanıp imzalanan bir dilekçenin içeriği, önerdiği ve dile getirdiği düşüncelerdir. Halkımızın, yılların süzgecinden geçerek gelen demokratik özlem ve dileklerini ve çağdaş bir demokrasinin ilkelerini içeren dilekçede suç bulamayanlar, biçimsel bir dava görüntüsü altında dilekçede yer alan düşüncelerin yargılanmasını istemişlerdir.
Görmekte olduğunuz dava, ülkemizin Adalet tarihinde önemli bir yer alacaktır. Bu dava, Adalet tarihine, dönemin demokrasi anlayışının, hak ve özgürlük anlayışının bir simgesi olarak geçecektir. Bu dava, ülkemizde, özellikle 12 Mart'ın bir devamı olan 12 Eylül döneminin getirdiği “Hukuk anlayışı”nın bir göstergesi olacaktır.
ŞAŞIRMADIM
Gerçekten bu dava karşısında şaşırmadım. Çünkü, dört yılı İstanbul Hukuk Fakültesinde, bir yılı stajda olmak üzere 42 yıldan beri hukuk okuyorum. Araştırıyorum, yerli ve yabancı yayınları inceliyorum, uygulamaları izliyorum. Ulaştığım sonuç odur ki, Hukuk, sınıflı toplumlarda, egemenlerin iradesinin bir yansıması olarak ortaya çıkmakta, bu iradenin bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır."

Aydınlar değil, 12 Eylül yargılandı

Kenan Evren’in talebiyle aydınların yargılanması amacıyla açılan dava 12 Eylül karanlığının yargılanmasına dönüştü.
Dava 7 Şubat 1986’da aydınların lehine sonuçlandı.
Aziz Nesin, dava savunmasında hafızalara kazınan şu ifadeleri kullanacaktı:
"Bizler bu dilekçeyi yazar ve imzalarken bunun karşılığında aydın olduğumuz için bir minnet beklemiyorduk ve aydın olmanın ayrıcalıklarından yararlanmaya kalkmış değildik. Emekli olduktan sonra holdinglerin yönetim kurullarında ve büyük sermayeli ticaret kuruluşlarında ve bankalarda ve benzeri büyük sermaye gruplarında ve özel girişim kuruluşlarında ve dış alım- satım firmalarında, yüksek çıkarlar karşılığında hiç anlamadıkları işlerde ve hiç çalışmadan görev alan ve aç gözleri hiç doymayan yaşlı kişilerin aydın olduklarını söylemelerinden utanmaları nasıl gerekirse, bu dilekçeyi yazıp imzalamak karşılığında bugünkü yönetimin tutumunu bildiğimizden nimet değil külfet, ödül değil ceza bekleyen bizler de kendimizi aydın sanmaktan onur duymaktayız.
Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz.”

Dilekçede neler yer alıyordu?

Birçok aydının bir yandan imzalarıyla destek vermeye devam ettiği öte yandan yargılama sürecinde bazı imzaların geri çekildiği, 12 Eylül karanlığına karşı hatırı sayılır önemi bulunan, “Aydınlar Dilekçesi” içerisinde hangi ifadeler yer aldı?
'Akılcı yöntemlerle aydınlık geleceğe inanıyoruz'
“Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” başlığıyla 6 sayfa olarak hazırlanan dilekçe, Türkiye’de yaşanan ağır bunalım sürecine değinilerek, “Biz Türk aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplumumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir. Bizler toplumumuzun akılcı yöntemler kullanarak aydınlık bir geleceğe ulaşacağına coşkuyla inanıyoruz” ifadeleriyle de şu şekilde sunuldu:
'Düşünce üretmek bunalım değil toplumsal canlılığın gereği'
“Halkımız, çağdaş toplumlarda geçerli insan haklarının tümüne layıktır ve bunlara eksiksiz olarak sahip olmalıdır. Ülkemizin, insan haklarının güvenceleri yurt dışında tartışılır bir ülke durumuna düşürülmüş olmasını onur kırıcı buluyoruz. Yaşam hakkı ve insanca yaşama, örgütlü ve toplumsal varolmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamayacak baş amacıdır doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye bağlıdır. Bireylerimizin yeni ve değişik düşünce üretmelerini, gösterilmeye çalışıldığı gibi, bunalımların nedeni değil, toplumsal canlılığın gereği sayıyoruz.”
'İşkence insanlığa karşı işlenen suçtur'
“İnsanların son sığınağı olan adalet, insanca yaşamın da başlıca dayanağıdır” denilen dilekçede, yargı kararı olmaksızın yurttaşların haklarının kısılması, siyasal hakların ellerden alınmasının toplumsal yıkımlara yol açacağı belirtildi. İşkencenin ise insanlığa karşı işlenen suç olduğu vurgulanan metinde şu ifadeler yer aldı:
'İşkencenin kaldırılması için önlemler alınmalıdır'
“Varlığı yasal kararlarla da kanıtlanan işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencenin yargısız, peşin ve ilkel bir cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz. Ayrıca, özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve işkence sayıyoruz. İşkencenin büsbütün ortadan kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır.”
Kapsamlı af talebi
Ölüm cezalarının kaldırılması gereğine inandıklarını ve görülmekte olan davaların bir an önce sonuçlandırılması gerektiği görüşü paylaşılan dilekçede, “Suçları oluşturan, toplumsal ve siyasal koşullardır. Türkiye'nin içinde yaşadığı çalkantılı dönemin topluma yüklediği sorumluluk unutulmamalıdır. Bu nedenlerden ötürü ve sosyal barışa katkıda bulunmak için kapsamlı bir affı kaçınılmaz görüyoruz” talebi de yer aldı.
'Örgütlenme hakkı güvenceye kavuşturulmalı'
Siyasi partiler, sendikalar, mesleki kuruluşlar ve derneklerle birlikte birey ve grupların demokratik özgürlüklerini korumak, örgütlenme ve katılım haklarını güvencelere kavuşturmak gerektiği belirtilen dilekçede, çok yönlü kamuoyunun oluşması ve TRT’nin özerkliğinin sağlanması gerektiği de ifade edildi.
'Eğitimin temel amacı üretici insan yetiştirmek'
Ayrıca eğitimin temel amacının özgür düşünceli, bilgili, becerili ve üretici insan yetiştirmek olduğunu belirten aydınlar, eğitime ilişkin görüşlerini de şu şekilde açıkladı:
“Bütün yüksek öğretim kurumlarının, atamalarla oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna verilmesi, hem gençlerin iyi yetiştirilmesini, hem de bilim yapılmasını şimdiden engellediği gibi ülkenin geleceği için büyük kaygılar da doğurmaktadır. Bu nedenle, YÖK düzeninin bir an önce seçim ilkesine dayalı özerklik yönünde değiştirilmesini gerekli görüyoruz.”
'Topluma karşı sorumlulukların bilincindeyiz'
Dilekçede, her türlü sanat yapıtlarının üretiminde ve yayımında özgürlüğü, kültürel yaratıyı sınırlayan sansürün toptan kaldırılması ve ceza sorumluluğunun yalnız olağan yargı mercilerince saptanması gerektiği kanaati de belirtildi. “Aydınlar dilekçesi” şu şekilde sonlandırdı:
“Bütün bunlarıın ışığında, topluma karşı sorumluluklarının bilincinde olan bizler, çağdaş demokrasinin, ayrı ayrı ülkelerin özel koşullarına göre uygulamadaki değişikliklere karşın, değişmeyen bir özü olduğuna bu özü oluşturan kurum ve ilkelerin bizim ulusumuzca da benimsenmiş bulunduğuna, bunlara aykırı düşen yasal düzenleme ve uygulamaların demokratik yöntemlerle ortadan kaldırılması gerektiğine, yaşadığımız bunalımdan, böylelikle, sağlıklı ve güvenli olarak çıkılacağına olanca içtenliğimizle inanmaktayız.”

Korkanların listesi
Dilekçenin ardından haklarında soruşturma açılan bazı isimler toplu konut dilekçesi sandık, "pişpirik oynuyordum, anlamadım" diyerek kendilerini savunacaktı...
SOL Haber Merkezi





Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -26 Haziran 2025-

  Kıbrıs'ta 'İsrail işgali': Siyonist gettolar oluşturuluyor. Adanın güneyinde ve kuzeyinde İsraillilerin yoğun bir biçimde topr...