Kıbrıs'ta 'İsrail işgali': Siyonist gettolar oluşturuluyor.
Adanın güneyinde ve kuzeyinde İsraillilerin yoğun bir biçimde toprak satın almalarına tepki yükseliyor. AKEL Genel Sekreteri Stefanu “büyük tehlike” dedi, UBP milletvekili Öztürk “birlikte mücadele” çağrısı yaptı.
Kıbrıs Cumhuriyeti ana muhalefet partisi AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) Genel Sekreteri Stefanos Stefanu 20 Haziran’da partisinin kongresinde yaptığı konuşmada İsraillilerin Kıbrıs’ta kontrolsüz şekilde toprak satın almasına dikkat çekerek açılan siyonist okullarla gettolar oluşturulduğunu ve bunun ülke için "altıncı büyük bir tehlike" olduğunu söyledi.
Kuzey Kıbrıs’ta iktidar partisi Ulusal Birlik Partisi'nin milletvekili Yasemin Öztürk de Stefanu’ya destek veren bir açıklama yaptı, "Siyonist işgale karşı birlikte mücadele vermeliyiz” ifadesini kullandı.
'Kıbrıs başka bir vaat edilmiş toprak gibi'

Güneyin çok satan gazetelerden Politis’te de “Kıbrıs Başka Bir Vaat Edilmiş Toprak Gibi… Yahudiler Kıbrıs'ta Neden Toprak Alıyor?” başlıklı bir haber yayımlandı.
Haberde, ülkede son İran savaşıyla birlikte İsrail’den gelen Yahudi sayısının 15 bine ulaştığı ve siyonist bir topluluk olan Chabad grubunun bölgede aktif olarak faaliyet gösterdiği kaydedildi.
Şu anda adada ikamet eden İsraillilerin yeni bir şehir kurmanın eşiğinde olduğu belirtilen haberde, COVID-19 salgını sırasında birçok İsraillinin Kıbrıs'ı stratejik bir alternatif konum olarak gördüğü ifade edildi.
Haberde ülkede Chabad grubunun halihazırda altı ev, bir sinagog, bir anaokulu, bir mikve (ritüel Yahudi banyosu), bir koşer sertifikasyon merkezi, bir mezarlık ve yaz programları için etkinlik merkezi işlettiği belirtildi.
Chabad’ın (veya Habad), Filistinlilerin varlığını reddeden, işgal altındaki Filistin'den sınır dışı edilmelerini savunan ve Filistinlilere toprakların herhangi bir bölümünü verecek herhangi bir anlaşmaya karşı çıkan aşırılıkçı bir örgüt olduğu ifade edildi.
Haberde Chabad üyelerinin Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, Fransa ve Kanada gibi ülkelerde Yahudi toplum merkezleri kurdukları bilgisine de yer verildi.
AKEL Genel Sekreteri: Önlem almazken bir gün ülkemizin bize ait olmadığını göreceğiz
AKEL Genel Sekreteri Stefanos Stefanu geçen Cuma günü partisinin kongresinde yaptığı konuşmada, ülkesi için tehlikeleri sıralarken “altıncı büyük tehlike” olarak üçüncü ülke vatandaşlarına gayrimenkul satışının denetimsiz şekilde artmasını gösterdi.

Stefanu “Yeterli önlem almazsak, bir gün ülkemizin artık bize ait olmadığını fark edeceğiz. Bu bir felaket tellallığı değil. Kıbrıs’tan daha büyük yüzölçümü ve nüfusu olan diğer Avrupa ülkeleri, yabancılara mülk satışını sınırlayarak hem mülkiyet kontrolünü sağlıyor hem de fiyatları dengelemeye çalışıyor. Biz ise Kıbrıs’ta sorunu görmezden gelmekle kalmıyor, altın vize programları ve başka kolaylıklarla bu süreci daha da teşvik ediyoruz” dedi.
Kent merkezlerinin ortalama bir Kıbrıslı için erişilebilir olmaktan çıkarak varlıklı yabancılar için uygun hale geldiğini söyleyen Stefanu “Stratejik öneme sahip altyapıların mülkiyet yapısına dair güvenlik önlemleri bulunmaması nedeniyle bu durum, ulusal güvenlik açısından da ciddi soru işaretleri yaratmaktadır” dedi.
'İsrail vatandaşları gettolar oluşturuyor'
Stefanu “Son zamanlarda, İsrail vatandaşı kişilerin kapalı bölgeler (gettolar) oluşturma girişimlerine tanık oluyoruz. Bu girişimler arasında Siyonist okulların ve sinagogların kurulması, önemli ekonomik birimlerin ve geniş arazi alanlarının topluca satın alınması yer alıyor. Aynı zamanda, İsrail’in saygın gazeteleri, ülkenin Kıbrıs’a yönelik kasıtlı bir genişleme politikasından söz ediyor. Bunu ne yabancı düşmanlığı ne de antisemitizmle söylüyoruz. Zaten, İkinci Dünya Savaşı sonrasında on binlerce Yahudi Kıbrıs’a ulaşıp İngilizler tarafından kamplara kapatıldığında onlara büyük insani yardımlarda bulunan AKEL’in böyle bir suçlamanın muhatabı olamayacağını herkes bilmektedir” diye konuştu.
'Filistin işgali toprak satın almayla başlamıştı'
Filistinlilerin yerinden edilmesinin, İsraillilerin Filistin topraklarını kitlesel biçimde satın almasıyla başladığını ve ardından İsrail devletinin tüm Filistin’i işgal ettiğini hatırlatan Stefanu “İsrail’deki egemen sınıfın nasıl düşündüğünü ve hareket ettiğini de dikkate almak zorundayız. Ülkemizin topraklarının korunması hükümetin sorumluluğudur. Kıbrıs’ın sonsuza dek Kıbrıslılara ait olması ve Kıbrıslılar tarafından yönetilmesi de hükümetin güvencesi altında olmalıdır. Ne yazık ki, hükümetin bu görevi yerine getirdiğini göremiyoruz” dedi.
Öte yandan Kıbrıs basınında çıkan bazı haberlerde AKEL Genel Sekreterinin kongredeki konuşmasında “Ülkemiz elimizden alınıyor... İsrail bizi işgal ediyor” dediği de aktarıldı.
'Larnaka ve Limasol’de belirli alanlar toplu olarak satın alınıyor'

Stefanu partisinin neden İsrail uyruklulara odaklandığını CyBC Radyosu’na verdiği demeçte şöyle açıkladı:
“Özellikle son dönemde gayrimenkul alımlarında, hedefli alımlarda artış gözlemlendi. Özellikle Limasol ve Larnaka'da belirli alanlar toplu olarak satın alınıyor ve İsrail uyruklular dışında kimsenin erişemeyeceği kapalı alanlar yaratılıyor.
Bu alanlarda siyonist okulların inşa edildiğini dile getiren Stefanu, İsrail'in Kıbrıs'ta bir "arka bahçe" hazırladığını öne süren medya haberleri de göz önüne alındığında bunun alarm zillerinin çalması anlamına geldiğini ifade etti.
Stefanu “Larnaka ve Limasol'a giderseniz, oradaki insanlar size bunun gerçekleştiği belirli alanlardan bahsederler, ancak yetkililer bunu görmezden geliyor” diye ekledi.
AKEL'in kongreyle ilgili sosyal medya paylaşımlarında da Kıbrıs Cumhuriyeti'ne ilişkin "Yeni İsrail", "İsrail'in yeni işgal ettiği ülke" ifadelerine yer verildi.
UBP milletvekilinden AKEL’e destek: 'Her iki halkı da yakından ilgilendiren öncelikli sorundur'
İsraillilerin uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs’ta da yoğun bir biçimde toprak ve gayrimenkul satın aldıkları biliniyor.

Chabad’ın kuzeydeki faaliyetlerini daha önce gündeme getiren UBP milletvekili Yasemin Öztürk Facebook hesabından yaptığı bir paylaşımda, AKEL Genel Sekreteri Stefanu’ya destek verdi.
Stefanu’yu kutladığını dile getiren Öztürk, kuzey ile güneyin bu "ortak sorun"a karşı birlikte mücadele etmesi gerektiğini savundu.
Kıbrıs’ta yabancıların toprak ve vatandaşlık almaları uzun süredir kuzey ile güney arasında suçlamalara konu oluyor. Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimi Afrika, İran ve diğer müslüman ülkelerden gelenlere toprak satıp vatandaşlık verdiği için kuzeyi, kuzey ise Ruslar ve İsraillilere toprak satıp vatandaşlık verdiği için güneyi suçluyor.
UBP milletvekili Öztürk AKEL Genel Sekreteri’nin açıklamasına destek verdiği Facebook paylaşımında siyonizme karşı kuzey ile güneyin birlikte mücadele etmesi gerektiğinden söz etti.
“AKEL Genel Sekreteri Stefanos Stefanu’yu kutluyorum” diyen Öztürk, Stefanu’nun 20 Haziran tarihinde AKEL kongresindeki konuşmasına atıfta bulunarak şu ifadeleri kullandı:
“Anavatanımız ile ilgili söylemlerinin dışında, Stefanos Stefanu’nun ‘altıncı sorun’ gördüğü sorun, aslında her iki halkı da yakından ilgilendiren öncelikli sorundur. Sorunun kaynağı 2003 yılında Güney’de, 2008 yılında ise ülkemizde gizli örgütlenen Siyonist CHABAD’dan başkası değildir. Kıbrıs adasını, ‘Tüm Yahudilerin Merkezi’ yapmak üzere tapulu işgal hareketi geliştiren, Stefanu’nun deyişi ile gettolaşan bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bu tehlike görünmediği takdirde adada yaşayan her iki halk Gazze’deki soykırımı yaşayacaktır. Eğer ada genelinde tüm gayrimenkul alımlar örgütlü bir Siyonist işgale yönelik ise ki öyle, o zaman bu mücadeleyi birlikte vermeliyiz.”
İngiliz üsleri konusunda da ortak hareket çağrısı

Kıbrıs’ın köklü partilerinden AKEL’in Güney’de Siyonist bir işgalden bahsetmesinin kendisini “ziyadesiyle” memnun ettiğini kaydeden Öztürk “Bir süredir bu işgalin Güney’de de görünmesini bekliyor ve uyarıda bulunuyordum. Nihayet bu uyanış oldu. Diğer bir hadise de Ada’da bulunan İngiliz üsleri ve Troodos’ta çok yönlü dinleme ve izleme yapan, özel hayata kadar uzanan istihbarat faaliyetlerdir. Bu faaliyetleri, CHABAD’ın gettolaşma hareketinden ayrı tutmamalıyız. Hatta bu konuda ortak hareket etmeliyiz” ifadelerini kullandı.
***
Denize sıfır ormanlar 'turizm' kılıfıyla yağmaya açıldı: Kıyılar otellere tahsis edilebilecek
Zeytinlikler ve ormanların ardından sıra kıyılara geldi. "Kıyı kenar çizgisi" sermaye için bir kez daha silindi. Denize sıfır ormanların özel işletmelere devri mümkün kılındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/denize-sifir-ormanlar-turizm-kilifiyla-yagmaya-acildi-kiyilar-otellere-tahsis-edilebilecek)
***
Van'da kayyımdan 12 bin 500 kişiye icra dosyası: 'Avukatlar AKP'ye yakın' iddiası
Van Büyükşehir Belediyesi'ne atanan kayyım, 12 bin 500 su abonesine icra davası açtı. Avukatların ve hukuk firmalarının AKP'ye yakınlığı dikkat çekti.
Mezopotamya Ajansı'nın haberine göre, belediyeye bağlı Su ve Kanalizasyon İdaresi (VASKİ) abonesi 12 bin 500 kişiye açılan icra davasının muhatabı olan avukatların bölgede AKP'ye yakınlıkları ile bilinen kişiler olduğu iddia edildi.
Önce zam sonra icra
Van Büyükşehir Belediye'sine 15 Şubat'ta kayyım atanmasının hemen ardından 5 Mayıs'ta konutlarda kullanılan suya yüzde 50, ticarethanelerde kullanılan suya ise yüzde 75 oranında zam yapılmıştı. Kamuoyuna duyurulmayan zam sonrası faturalar iki katına çıktı.
Önce suya zam yapan kayyım belediyesi su faturalarını ödeyemeyen ya da geciktiren yurttaşlar hakkında icra işlemi başlattı.
İcra başlatılan isimlere, ödeyemedikleri su faturaları yanında, 7 ila 10 bin lira arasında avukatlık masrafları ekleneceği tahmin ediliyor.
50 milyon liralık vekalet kazancı AKP'li avukatlara
VASKİ'ye bağlı aboneler hakkında icra işlemi başlatan avukatların AKP'yle bağları olduğu iddia edildi. Habere göre bir dönem AKP'de yöneticilik yapan avukatların sayısı 27.
Avukatların alacakları vekalet ücretlerinin ise 50 milyon lirayı bulacağı söyleniyor.
İddialara göre kayyımın icra dosyasını verdiği avukatlardan bazıları şöyle:
AKP İl Yönetim Kurulu Üyesi Abdulkerim İnce’nin kızı Aylin Betül İnce ile akrabası Tunay Ersever, 2011’de AKP’den aday adayı olan Sevilay Kurşunluoğlu, AKP’nin Belediye Meclis Üyesi Mehmet Yıldız ile yakını Şerife Yıldız, eski kayyım döneminde VASKİ’nin genel müdürlüğüne atanan Vahap Gezgen’in kızı Evin Gezgen, AKP eski İl Başkanı Zahir Soğanda’nın akrabaları Enver Ecer, Devrim Yıldırımçakar ve Yusuf Soğanda, 2023 seçimlerinde AKP’den aday adayı olan Çağatay Akyol, AKP Kadın Kolları MYK yedek üyesi Büşra Gölgül, AKP il yöneticileri Gülsüm Buzkan, Kübra Soyçiçek, Öznur Züleyha Ete ve Ardal Güldal, VASKİ’de hâlen kadrolu olarak çalışan Ayşenur Arslan’ın eşi Bilal Arslan.
Kayyım belediyesi bir yandan aboneleri mağdur edip ek dosya masrafı çıkarırken diğer yandan yandaş avukatların kasasını dolduracak adımlar atıyor.
***
Netanyahu İran’a dair istihbaratı kimden aldı?
ABD Başkanı Trump tarafından ilan edilen ateşkesle İran-İsrail Savaşı 12. gününde sona ermiş veya ara vermiş gözüküyor. Bu anlamda saldırının nasıl başladığı, hangi gerekçelere dayandığı akademik sayılabilecek bir alanın ilgisine indirgenmiş gözükse de ifşa edilmesi gereken önemli gerçekleri barındırıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 13 Haziran günü yaptığı açıklamada son yıllarda İran’ın 9 atom bombasına yetecek miktarda uranyum zenginleştirdiğini öne sürdü. Ardından geçen aylardaysa bu ülkenin zenginleştirilmiş uranyum sayesinde nükleer silah üretimi konusunda adımlar attığını iddia etti. Eğer durdurulmazsa İran’ın çok kısa bir sürede nükleer bir silah üretebileceğini söyledi.
İstihbarat neyi içeriyordu?
Netanyahu’nun İran’ın nükleer kabiliyetlerine yönelik “ayrıntılı” bilginin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından hazırlanan rapora dayandığı ileri sürülüyor. Buna göre Rafael Grossi başkanlığında çalışan kurum, erişimi olmayan tesislere yönelik hazırladığı raporda kestirimler ve geleceğe dair izdüşümler yaparak gelinmesi muhtemel aşamaya dair bilgi veriyor. Bu raporun hazırlanması ayrı İsrail’e sızdırılması ayrı birer skandal.


Yine İsrail bağlantısı yine siber güvenlik yine yapay zeka
İsrail’in İran’ın nükleer silah yapımına büyük bir hızla giriştiği yönündeki istihbaratının kaynağı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK). Kurumun 31 Mayıs 2025 tarihinde hazırladığı raporda 409 kg yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum üretimine dikkat çekilirken, bunun 9 adet bomba yapımına yeteceği belirtiliyor.
Kurumun yıllardır sahada denetim yapmadığı bir nükleer tesis hakkında nasıl bu kadar kesin verilere sahip olduğu sorgulandığında gerçekler ortaya saçılıyor. UAEK, 2015 yılından bu yana İsrail bağlantılı ABD’li firma Palantir Technologies ile çalışıyor. CIA destekli firma istihbarat, veri analizi, anti-terör faaliyetleri konusunda “hizmet” veriyor. Palantir özellikle askeri istihbarat alanında uzman. Firmanın 50 milyon dolar değerindeki “Mosaic” adlı yazılımını kullanan UAEK, çeşitli kanallardan aldığı 400 milyon veri noktası bilgilerini (uydu görüntüleri, sosyal medya paylaşımları, kişisel bloglar, elektronik sinyaller vb.) yapay zeka eliyle işliyor. Ancak yazılım ve yazılımda kullanılan yapay zeka logaritması risk analizi önceliğiyle ve tehdit algısına dayalı askeri istihbarat mantığıyla çalıştığı için “saldırı” yönelimli bir tutuma sahip.
Nazi sempatizanı Peter Thiel tarafından kurulan CIA destekli ve fantezi dünyasına özenip şirketinin adını Tolkien Orta Dünya edebiyatından alan firma, İsrail ordusunun Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlarda, Ukrayna tarafından düzenlenen saldırılarda kullanılmış durumda.

UAEK bünyesinde bu yazılım geleneksel takip programlarının aksine aldığı veriler üzerinden tahminler yapmakta ve olasılık hesaplamakta. Anti-terör uygulamalarında esas olan davranış modellerini öğrenip, olması kuvvetle muhtemel senaryolar oluşturuyor. Ancak zamanla bu olasılık ve senaryolarla kamuoyuna açıklanan “gerçekler” arasındaki mesafe daralıyor. Dolayısıyla CIA destekli firmanın yazılımını kullanan ve bağımsız olması gereken kurum, emperyalizmin tetikçisi konumuna geliyor. Verileri denetlenmeyen, kestirmelere dayalı tahminleri gerçek olarak ilan eden kurum, İsrail eliyle emperyalizme egemen bir ülkeye saldırma bahanesi vermiş oluyor.
Emperyalizmin açmazı
ABD ve İsrail saldırganlığı İran’da şimdi sert bir kayaya çarpmışa benziyor. İran'la ortak sınırı olmayan, aralarında 1500 km mesafe olan ve halihazırda dört cephede savaşan İsrail için İran Savaşı sürdürülebilir değil. Bunun ötesinde UAEK’in Arjantinli Başkanı Rafael Grossi 18 Haziran günü katıldığı CNN yayınında İran’ın sistematik bir nükleer silah programına sahip olduğuna dair elimizde hiçbir veri yok açıklaması da yaşananların üzerine tüy dikiyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde bağımsız bir izleme, denetleme kurumu olması gereken UAEK, emperyalizmin ipini kopardığı çağımızda tamamen bu eksende çalışan bir istihbarat kurumuna dönüşmüş durumda. Ancak köpeksiz köyde değneksiz gezmeye alışan emperyalistler ellerindeki bütün kozlara rağmen işleri ellerine yüzlerine bulaştırmış durumda.
raz üretiminde dünyada ilk sırada yer alan Türkiye’de kiraz sezonu bu yıl kirazsız geçiyor. Nisan ayında yaşanan zirai don olayları taş çekirdekli meyveler olarak anılan kiraz, kayısı, erik gibi meyveleri çiçeklerin meyveye durduğu dönemde vurdu. Haziran’da kiraz hasadı yapan Isparta, Konya, Afyonkarahisar, Denizli gibi illerde üretim dibe vurdu. Kiraz sezonunu kirazsız geçiren üreticiler, “kendimiz için bile yiyecek kiraz yok” derken, tüketiciler ise tezgâhlarda kilogram fiyatı 500-600 TL’yi bulan kiraza uzaktan bakmakla yetiniyor. Türkiye iklim odaklı tarımsal üretim modellerini geliştirmekte geciktikçe, hem üretici hem tüketici kaybediyor.
Kirazda dünya lideri olan Türkiye bu sezon kirazsız
Son 30-40 yılda artan üretim alanlarıyla Türkiye kirazda dünya lideri oldu. Kuzey yarımkürenin ilk hasadı Mayıs ayında İzmir Kemalpaşa’da başlarken, son hasadı ise Temmuz ayıda Konya Hadim’de, 1900 rakımlı kiraz bahçelerinde yapılıyor. Torosların yüksek rakımlı yaylalarında üretilen kirazın hasadı Ağustos ayı ortalarına kadar sürüyor. Böylece Türkiye yükselti ve iklim farklılıkları nedeniyle yılın yaklaşık 4 ayı kiraz hasadı yapabilen bir üretim avantajına sahip oluyor. İzmir ve Manisa’da erkenci kiraz üretimi yapılırken, Konya Hadim ilçesi ile Niğde’nin yüksek kesimlerindeki köylerde geç hasat yapılıyor.
Üretimde büyük hayal kırıklığı
Bu avantaj, Türkiye’yi kiraz üretiminde dünya lideri yapan etkenlerden biri. Yıllık ortalama 800 bin ton civarında kiraz üretimiyle ilk sırada yer alan Türkiye’yi ABD, Şili, İran, İspanya, İtalya ve Yunanistan izliyor. Türkiye ABD’nin iki katı, Yunanistan’ın ise yaklaşık 10 katı kiraz üretiyor. Ancak önemli bir kiraz ihracatçısı olan Türkiye’de bu sezon üretimde büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor.
Bu sezon üreticiler bile kiraza hasret kaldı
Geçtiğimiz Nisan ayında ağaçların çiçeklenme ve meyveye durma döneminde yaşanan don olayları üretimi vurdu. Kimi yerde üzerine kar yağan kiraz ağaçlarında bu yıl meyve yok denecek kadar az. Konuştuğumuz üreticiler “kendimiz için yiyecek kiraz bile yok” diyor.
Uluborlu’da yok yılı: ‘Bu yaşa geldim, böyle bir şey görmedim’
Türkiye’nin önemli kiraz üretim merkezlerinden biri olan Uluborlu’da ailesine ait kiraz bahçesinde bu yıl ürün alamadıklarını dile getiren Meltem Onur, “Bu yıl Uluborlu’daki bahçelerde kiraz yok. Ben hiç bu kadar kirazsız geçen bir sezon görmedim. Büyüklerimiz de aynı şeyi söylüyorlar. Geçen hafta Senirkent pazarında gördüm, kilosu 250 TL, bir boy büyüğü 300 TL idi. Garip köyü civarındaki bahçelerden tek tük toplayıp getirmişiler. Bu sene bahçelerimizde kiraz da yok erik de. Bu yaşa geldim, böyle bir şey görmedim” dedi.

‘Bir avuç kiraz düğün hediyesi oldu’
Kiraz üretiminde don olayının dışında da sorunlar bulunduğuna dikkati çeken Onur, üreticinin zarar ettikçe üretimi terk ettiğini belirterek üretimde planlama yapılmasının önemine değindi. Uluborlu’nun kiraz üretimiyle anıldığını dile getiren Onur, “Bu yıl kiraz o kadar yok ki, geçen hafta bir düğünde bir avuç kirazın düğün hediyesi olarak sunulduğunu gördük. Her yıl kiraz sezonunda hasat için mevsimlik tarım işçileri gelirdi. Bu yıl işçiler bile gelmedi. Üretimin sürmesi, üreticinin kiraza küsmemesi için mutlaka çözümler üretilmeli, üreticiler desteklenmeli. Tarım Bakanlığı teşkilatı daha etkin çalışmalar yürütmeli” diye konuştu.
Kirazın en son hasat edildiği Konya’nın Hadim'de meyve yok
Konya’nın Hadim ilçesindeki bahçesinde kiraz yetiştiren Abdullah Kuzgun da benzer şeyleri söylüyor: “Bu yıl Hadim’de kiraz yok. Burada ilk önce Aladağ’dan başlardı hasat, orada da meyve yok bu sezon. Gezlevi civarında biraz meyve olduğu söyleniyor. Ancak bu yıl genel olarak Hadim’de kiraz yok. Kendimiz için yiyecek kiraz bile yok.”

Sultandağı ve Akşehir'de kirazsız sezon
Kiraz üretiminin yoğun olduğu Konya’nın Akşehir ilçesi ile Afyonkarahisar’a bağlı Sultandağı ve Çay ilçelerinde de benzer bir tablo yaşanıyor. Çay ilçesinden kiraz üreticileri de bu sezonda ağaçlarda meyve olmadığını belirtiyor. Yalnızca kirazda değil, kayısı, erik ve badem gibi meyvelerde de büyük düşüş yaşandığını belirten üreticiler kaygılı.
Ispartalı üreticilerin kaybı yüzde 80 civarında
Isparta’da merkeze bağlı Çünür Mahallesi’ndeki bahçesinde ürettiği kirazları pazarda satan İbrahim Kutlu, yaşana don yüzünden bu yıl üretimde yüzde seksen oranında düşüş yaşandığını söylüyor. Kutlu, geçtiğimiz yıl kilosu 50 TL civarında olan kirazın bu yıl 250 TL’den sattığını belirterek, üretimdeki düşüş oranının fiyatlara da yansıdığını dile getiriyor.

Hal fiyatları Avrupa ile yarışıyor
Üretimdeki büyük düşüş kirazın hal fiyatlarına da yansımış durumda. Konya’da kirazın hal fiyatı 19 Haziran itibari ile 150 ila 550 TL arasında değişiyor. Isparta’da ise 200-300 TL arasında. Denizli’deki hal fiyatları da 150-250 TL arasında. ‘Hal’ böyleyken kirazın tüketiciyle buluştuğu pazar tezgâhlarında ise fiyatlar 500-600 TL’yi buluyor. Üreticinin doğrudan satış yaptığı tezgâhlarda ise 250 ila 400 TL arasında değişiyor. Geçtiğimiz yıllarda Hadimli üreticiler Avrupa’ya ihraç edilen kirazın kilosunu 5 Euro’dan satmıştı. Bu yılın hal fiyatları bile geçen yılın ihracat fiyatının yaklaşık iki katına çıkmış durumda.
Konya halinde kiraz ve erik fiyatları. Kirazın kilosu 150 ila 550 TL arasında değişiyor.İklim odaklı tarımsal üretime geçmek şart
Gülgiller (Rosaceae) ailesine mensup olan taş çekirdekli meyveler Türkiye için önemli bir üretim potansiyeli yaratıyor. Kiraz, kayısı, vişne, erik, şeftali gibi meyveler aynı zamanda Türkiye’nin tarımsal ihracatının da önemli bir kesimini oluşturuyor. İklim krizine bağlı aşırı iklim olayları, tarımsal üretimi olumsuz etkilerken oluşan maddi kayıplar ise üreticinin kâbusu olmayı sürdürüyor. Tarım Bakanlığı’nın yanı sıra yerel yönetimlerin ve üretici örgütlerinin iklim krizinin yarattığı kayıpların önlenmesinde çiftçilere daha çok destek ve işbirliği yapmasının oluşacak zararları hafifletebileceği belirtiliyor. Tarımsal üretimde iklim okuryazarlığının geliştirilmesi ve yeni nesil teknolojinin üretime adaptasyonu da önem taşıyor. Kirazda bu sezon yaşanan trajik düşüş, stratejik önemi olan farklı tarım ürünlerine de sıçramadan iklim odaklı üretim modellerinin geliştirilmesi gerekiyor.
/././
Kamuda genel grev gündemde -Atilla Özsever-
600 bin kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa gidiyor. Hükümetin teklifi yıllık yüzde 21, sendikaların talebi ise yüzde 91. Aradaki fark büyük. Türk-İş eylemlere başladı, 17 Temmuz’da da bir gün işi bırakma, yani bir tür genel grev eylemi yapılacak.
Yaklaşık 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmelerinde AKP Hükümeti’nin “sefalet zammı” dayatması, sendikaları hareketlendirdi. Hükümet adına görüşmeleri yürüten kamu işveren sendikası TÜHİS (Türk Ağır Sanayi ve Hizmet Sektörü Kamu İşveren Sendikası), 2025 yılının ilk altı ayı için yüzde 16, ikinci altı ayı için de yüzde 8’lik bir ücret artışı önerdi.
Hükümetin bu önerisi, yıllık ortalama yüzde 20,7 oranına denk geliyor. Türk-İş ve Hak-İş’in ortak talebi ise, en düşük günlük ücretin 1.800 TL’ye, yani aylık brüt 54 bin liraya yükseltilmesi, ardından da ücretlere ilk altı ay için yüzde 50, ikinci altı ay için de yüzde 25’lik bir zam yapılması oldu.
Kamuda ortalama ücretin brüt 45 bin lira olduğu dikkate alındığında, öncelikle bu ücretin 54 bin liraya çıkarılması, ardından da yüzde 50’lik zam yapılması talebi, yüzde 70’lik bir orana denk düşüyor. Bunun üzerine ikinci altı ay için yüzde 25’lik bir zam teklifi sonucu yıllık ortalama, yani 12 aya bölündüğünde sendikaların talebi yıllık yüzde 91,25’e geliyor.
Sendikaların teklifi ile kamu işverenin önerisi arasında büyük bir fark var, nerdeyse 4,5 katlık bir fark söz konusu. AKP Hükümeti’nin ilk altı ay için yüzde 16’lık teklif, 2025’in ilk beş aylık resmi enflasyon oranı (yüzde 15,09) kadar. Altı ayın sonunda bu “sahte enflasyon” bile yüzde 16’yı aşabilir.
TÜHİS, 3,5 ay sonra sendikaların teklifine karşılık verirken ikinci bir teklif için tarih henüz belli değil. Toplu görüşmeler uyuşmazlığa doğru gidiyor. Demiryolları, karayolları gibi işyerlerinde yasal anlamda grev sürecinin başlaması çok yakın.
Türk-İş’in eylem planı
600 bin işçinin yaklaşık 250 bini Türk-İş, 350 bini ise Hak-İş konfederasyonuna üye işçilerden oluşuyor. Türk-İş, görüşmelerin uyuşmazlığa gitmesi üzerine kamu işverenini zorlamak açısından dört haftalık bir eylem planını ortaya koydu. Hak-İş ise, eylemler yönünden şimdilik sessizliğini koruyor, kamu işvereninin ikinci teklifini bekliyor.
Türk-İş üyesi işçiler, ilk eylemini 24 Haziran 2025 günü gerçekleştirdiler. Sabah işyerlerine 500 metre kala yürüyüşe geçerek işyeri önünde tepkilerini dile getiren basın açıklamalarını yaptılar. Bugün (26 Haziran 2025) ise, işyerlerine gidilip öğlene kadar çalışılmayacak.
Diğer üç haftalık eylem programı ise şöyle:
1 Temmuz 2025 Salı: Bölge ve il temsilcilerinin belirlediği şehir merkezindeki alanda toplanılacak. Mesai bitiminde işçilerle birlikte bir basın açıklaması gerçekleştirilecek.
3 Temmuz 2025 Perşembe: 81 ilde AKP il binaları önünde iş çıkışında basın açıklaması yapılacak.
8 Temmuz 2025 Salı: Mesai bitiminde iş yerleri terk edilmeyecek. Sabaha kadar iş yerlerinde kalınacak.
17 Temmuz 2025 Perşembe: Bir gün boyunca işe gidilmeyecek, iş bırakılacak.
Görüldüğü gibi adı konmasa da 17 Temmuz’da iş bırakılarak genel grev anlamında bir eylem gerçekleştirilmiş olacak.
'Bıçak kemiğe dayandı'
Eskişehir’deki ilk günkü eylemle ilgili olarak Harb-İş Şube Başkanı Hasan Atak, şunları söyledi:
“Bütün arkadaşlar eyleme katıldı. Artık bıçak kemiğe dayandı. Sefalet zammını kabul etmiyoruz, dayanacak gücümüz kalmadı. Eylem sonrası Eskişehir Meydanı’nda kurduğumuz Emek Çadırı’nda toplandık. Daha etkili, büyük eylemlere hazırlanıyoruz”.
Türk-İş’in çeşitli işyerlerinde yapılan eylemlerde de, işçiler “Sabrımız tükendi, Şimşek istifa”, “Müzakere biterse mücadele başlar”, “Bu işin sonu grevle biter” “İş, ekmek yoksa barış da yok” sloganlarını attılar.
Öte yandan Türk-İş adına kamu sözleşmelerini yürüten Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı ve Yol-İş Sendikası Genel Başkanı Ramazan Ağar, hükümetten yeni bir teklif beklediklerini ve bu sürecin bir an önce sonuçlanmasını istediklerini belirtti.
İşçilerle birlikte Ankara’daki Karayolları Genel Müdürlüğü önünde basın açıklaması yapan Ramazan Ağar, ikinci teklifin gelmemesi üzerine Türk-İş ve sendikalar olarak eylem kararını aldıklarını anımsattı. Ağar, "Bu işi fazla uzatmadan ve işçi arkadaşlarımızı da fazla sıkıntıya sokmadan bir an önce tekliflerini sunmalarını ve bunun sonuca gitmesini arzu ediyoruz" dedi.
Genel grev provası
Türk-İş’in eylem programı başarı ile uygulanırsa ve kitlesel bir katılım gerçekleştirilirse emek hareketinin bundan sonraki süreçte daha etkin bir konumda olacağının işareti verilmiş olur.
Karayolları, demiryolları, elektrik üretim santralleri, bakanlıklar, üniversiteler ve hastanelerin de aralarında olduğu kamu kuruluşlarındaki 600 bine yakın işçinin kitlesel bir gövde gösterisi, özellikle Türk-İş üyesi işçilerin 17 Temmuz’da topyekün iş bırakması, ülke çapında bir genel grev provası şeklinde değerlendirilebilir.
Kuşkusuz “hükümet yandaşı” Hak-İş’in üyelerinin bu tür eylemlere katılması zor gözüküyor. Bu faktörle birlikte AKP’nin yasal grevleri de “erteleme” yetkisine rağmen Türk-İş’in eyleminin etkili olması ve giderek diğer işçi, memur ve emekli örgütlerinin de bu sürece dahil olması, emek hareketinin gücünü ve ülkede verilen demokrasi mücadelesine de katkısını ortaya koyabilecektir…
/././
Siyaset yanılsaması: Milli, yerli ve milli -Ali Rıza Aydın
Temel sorun siyasi partilerin, seçimlerin ve Meclislerin, demokrasi denilen yönetim biçiminin sermaye sınıfının iktidarı için mi emekçilerin iktidarı, sosyalist devrim savaşımı için mi çalıştığıdır.
Hava ve siyaset sıcakken, füzelerin yağdırdığı bombalar yakıp yıkarken, öldürürken hafta sonu Türkiye’deki siyaset hallerine ışık tutacak bir Anayasa Mahkemesi (AYM) kararı yayımlandı.
19 Haziran günlü Resmi Gazetede “değişik işler” tanımlı karar için talepte bulunan “Milli Parti”ydi. Talebin konusu ilginçti. “Milli Parti” “Yerli ve Milli Parti” isminde yer alan “Milli” ibaresinin isminin hükümsüzlüğüne ve siyasi parti sicilinden silinmesine karar verilmesini istiyordu.
Okurların bir kısmı bu adlarla siyasi partiler mi var diyecektir. Daha neler var, bu konuyu sonraya bırakıp olayımıza dönelim. Milli Parti diyor ki; biz daha önce kurulduk, milli ibaresinin bizden sonra kurulan Yerli ve Milli Parti tarafından kullanılması Siyasi Partiler Kanununa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırıdır.
AYM, “cumhuriyet, millet, demokrasi, özgürlük, milli ve hak gibi toplumun ortak değerlerini ifade eden kelimelerin birden çok parti tarafından parti isminde kullanılabilmesine” yasal engel olmadığı, bu tür sözcüklerin “siyasi partilerin, seçmenlere verecekleri mesajları daha anlamlı kılmak ve hitap ettikleri seçmen kitlesinin önemsediği değerlere sahip çıktıklarını göstermek için” kullanabilmelerinin olanaklı olduğu savıyla, “millete özgü, ulusal” anlamına gelen “milli” sözcüğünün başka bir parti tarafından kullanılmasının hukuksal olmadığına ilişkin talebi reddetti.
Konu biçimsel olmakla birlikte siyasi partilerin faaliyetlerini sözcüklere sıkıştırması ya da sözcüklere sığınması yönlerinden ciddi bir tartışmayı gerekli kılıyor. “Milli”lik tekelini elde tutma bir siyaset gibi gösterilse de içeriği, anlam ve kapsamı analiz edilmeden biçimsel olarak bu sözcüğü sahiplenme soyut kalıyor, kolaycılık oluyor.
Haziran 2025 bakımından Türkiye’de faaliyet gösteren siyasi parti sayısı 180. Bu sayı dahi tek başına ayrı bir analizi hak ediyor. Tabii analiz yapılırken Cumhuriyet tarihinde kurulup kapanan veya kapatılan siyasi partiler, hülle partileri üzerinde de çalışmak gerekiyor. Konunun bir başka yönü de dönemsel olarak kurulu olan partilerin kaçının seçimlere katılabildiği, seçimlere katılan partilerin kaçının Meclis girdiği, Meclise giren partilerin yasama dönemi içinde kaça yükseldiği?
Bu biçimselliğin üzerine değerlendirilmesi gereken asıl konu ise sayısal çokluğa karşın siyasetin ve Meclislerin niteliği ve işlevinin ne olduğu, nereye sabitlendiği?
180 siyasi partinin milli, milliyetçi, millet, ulusal, vatan, yurt gibi sözcükleri taşıyan parti sayısı 24. Yani Milli Partinin Yerli ve Milli Partiyi hedef seçmesi çok anlamlı gözükmüyor, basit bir rekabete sıkışıyor. Adlandırma elbette bir mesaj veriyor. Ancak bu mesajı veren partilerin programları ne kadar milli ya da millilikten ne anlıyorlar, milletten anladıkları ne?
Yerli ve milli sözcüklerini çok kullanan AKP gibi NATO üyeliğini göklere çıkaranlar, emperyalizmle işbirliği yapanlar, bankaları ve yer altı/üstü kaynakları başta olmak üzere milli dediklerini yabancı sermayeye açanlar, sermayenin egemenliğine sınır koymaksızın ülke kaynaklarını ve emek gücünü sömürücülere teslim edenler, bağımsızlığı sömürücülerden ve tarikat ve cemaatlerden bağımsızlık olarak anlamayanlar… Milli mi?
Eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulan, eşitsizliği ve adaletsizliği ekonomi politiği yapan siyasete bağımlı bir yurt ve yurtseverlik yanılsamadan başka ne olabilir?
180 siyasi partinin, -2020:18, 2021:15, 2022:3, 2023:26, 2024:34, 2025:14 olmak üzere- 110’u 21. yüzyıl damgasını taşıyor.
Ne denecek? Özgürlükler dünyasında siyasi parti kurma özgürlüğü mü denecek? Ya da Anayasa siyasi partileri “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak tanımladığına göre sınırsız demokrasi mi?
Artık sayıları bile bilinmeyen, yasak olan tarikat ve cemaatlere de örgütlenme özgürlüğü mü diyeceğiz?
Soruların yanıtları düzen içinde elbette var. Çalışılıyor, çalışılacaktır.
Kur siyasi partiyi, kur tarikat ve cemaati… Adına örgütlenme densin; kapitalist/ emperyalist bağımlılık sürsün, sömürü keskinleşsin, cumhuriyet ve laiklik paramparça olsun. Anayasa paramparça olsun ki yeni anayasayla daha çok sömürü ve gericilik özgürlüğü gelsin.
Örgütlenmenin niceliksel çoğunluğu ve gücü değil siyasetin, siyasal faaliyetin ve savaşımın karakteri, ideolojisidir esas olan. Düzen siyasetinin 102 yıla yaklaşan sürede başarı ya da ilerleme denecek atakları sömürünün ve gericiliğin önüne geçemedi. Artık düzen içi nöbet değişimlerinin, kötünün iyisini istemenin kandırmadan öte bir işe yaramayacağı, gerçek cumhuriyeti getirmeyeceği açık.
Temel sorun siyasi partilerin, seçimlerin ve Meclislerin, demokrasi denilen yönetim biçiminin sermaye sınıfının iktidarı için mi emekçilerin iktidarı, sosyalist devrim savaşımı için mi çalıştığıdır.
/././
RTÜK'ten Halk TV'ye 10 gün karartma: Üç kanalın lisans iptali gündemde
Radyo Televizyon Üst Kurulu, Tele 1, Halk TV ve Sözcü TV’ye çeşitli cezalar verdi. Halk TV ekranı 10 gün karartılacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/rtukten-halk-tvye-10-gun-karartma-uc-kanalin-lisans-iptali-gundemde-399339)
Adıyaman’da taş ocağı köylüleri soluksuz bırakıyor: 'Yıllardır bu tozu soluyoruz'-Özkan Öztaş-
Adıyaman Kömür’de taş ocağı yıllardır köyü toza boğuyor: Sağlık, tarım ve yaşam tehdit altında, köylüler çözüm için yetkililerden adım bekliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/adiyamanda-tas-ocagi-koyluleri-soluksuz-birakiyor-yillardir-bu-tozu-soluyoruz-399336)
Gülen Cemaati operasyonunda gözaltına alınmıştı: O isim Milli Savunma Bakanı’nın emir subayı mıydı?
Gülen Cemaati operasyonunda gözaltına alınan emir subayının Milli Savunma Bakanı'nın yanında görev yaptığı iddia edildi. Gazeteci Barış Terkoğlu söz konusu ismin kabine dahil, birçok kritik toplantıya katıldığını belirterek "Büyük bir güvenlik açığı değil mi?" diye sordu.(https://haber.sol.org.tr/haber/gulen-cemaati-operasyonunda-gozaltina-alinmisti-o-isim-milli-savunma-bakaninin-emir-subayi)
İnsanlık tarihinde düşmanına karşı nükleer silah kullanan tek bir ülke var: Amerika Birleşik Devletleri. 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Hitler ve Mussolini yenilmişken, Japonya’nın da yenildiği ve kaçınılmaz olarak teslim olacağı belliyken, sırf “yeni hegemon güç benim” demek ve Sovyetler’e karşı gövde gösterisi yapmak için Hiroşima ve Nagazaki’de yüz binlerce kişiyi öldürdüler, kuşaktan kuşağa aktarılacak bir felaket yarattılar.
Atom bombası, yani nükleer silah kullanarak birkaç saniye içerisinde yüz binlerce insanı katledebilmiş yeryüzündeki tek devletin kimin nükleer silaha sahip olabileceği ve bunun insanlık açısından tehlike teşkil edip etmediği konusundaki son karar verici statüsünde yer alması, bunu da savaş sebebi sayabilmesi, tarihin en kötü ironilerinden biri olsa gerek.
Sovyetler Birliği’nin varlığı bunun önündeki en büyük engeldi; çünkü Sovyetler ABD’nin elinde hangi nükleer silah varsa onun aynısını, hatta kimi zaman daha etkilisini yapmayı başarmış ve bu da ortaya ünlü “dehşet dengesi”ni çıkarmış, bu nedenle de ABD Soğuk Savaş boyunca Sovyetler’e kendisiyle eşit güçte olduğu için saldıramamış, nükleer bir savaşı başlatamamıştı.
ABD’nin ve Batı’nın şımarık çocuğu İsrail’in bugün bu kadar rahat hareket edebilmesinde Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin yokluğunun büyük payı var elbette. Emperyalizm 1990’ların başından beri köpeksiz köyde değneksiz geziyor adeta; savaşlar çıkarıyor, rejimleri ve sınırları değiştiriyor, ülkeleri parçalıyor, dünya pazarlarına eklemlenmemiş, emperyalist sömürüye açılmamış tek bir kara parçası kalsın istemiyor.
İşte İsrail de böylesi bir konjonktürde olanca pervasızlığıyla İran’a saldırdı ve hem İran’ın nükleer kapasitesini yok etmeyi hem de rejimi değiştirmeyi bir hedef olarak önüne koydu. Arkasında ise neredeyse bütün bir Batı dünyası vardı; İsrail’e atılan İran füzelerini sadece İsrail değil, “kolektif Batı’nın demir kubbesi” durdurmaya çalıştı.
Savaşın ilk günlerinde İsrail’in savaş teknolojisi, nokta atışları övülüyor, İran’ın füzelerine soba borusu muamelesi yapılıyor, rejim değişikliğine sayılı günler kaldığı söyleniyordu. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığı, uymayacağı çok kısa süre içerisinde anlaşıldı. İran füzeleri demir kubbeyi aşıp İsrail’deki stratejik noktaları vurdukça fiziksel ve psikolojik üstünlük el değiştirmeye başladı.
Kendisini mutlak bir güvenlik devleti olarak kurgulayan ve halkına da mutlak güvenlik vaat eden İsrail’in füzeler tepesine yağdıkça ne kadar kırılgan ve bu vaadi gerçek kılmaktan ne kadar uzak olduğu ortaya çıktı. Tel Aviv’de çalan sirenler, koşulan sığınaklar, vurulan hedefler, yıkılan binalar, savaşı İsrail açısından sürdürülemez hale getirdi.
İşte bu noktada sırf İsrail kuyruğu dik tutabilsin diye ABD yardıma koştu, İran’a sembolik olmanın ötesine geçmeyen, sınırları son derece dar bir saldırı düzenledi ve İran’ın nükleer kapasitesinin yok edildiğini açıkladı. Bu aslında Trump’ın iki tarafa da ateşkes için verdiği bir mesajdı. İsrail’e “tehdit ortadan kaldırıldı, savaşmana gerek yok”, İran’a da “rejim değiştirmek gibi bir hedefimiz yok” denildi. Saldırının üzerinden çok kısa bir süre geçtikten sonra ise karşılıklı kimi ihlaller yapılsa da ateşkes tesis edilmiş oldu.
Dolayısıyla savaş ABD ya da İsrail hedeflerine ulaştığı için değil İran emperyalist saldırıya çok güçlü bir karşılık verebildiği, o esnada da İran halkı vakur bir şekilde durduğu, kendi özgürlük mücadelesini emperyalist sofralara meze etmeyi reddettiği için bitti. Emperyalizmin ve İsrail’in ancak anladığı dilden konuşulduğunda, ancak anladığı dilde bir cevap aldığında geri adım atacağı ise bir kez daha görülmüş oldu, bir kez daha tecrübe edildi.
***
Savaşın bu kadar çabuk bitmesine en çok kim üzüldü diye sorulsa, bunu bizim iktidar diye yanıtlamak hiç de abartılı olmaz. AKP-MHP ittifakı, İsrail’in İran’a yönelik saldırısını yeni-Osmanlıcı dış politika açısından bir avantaj olarak görüyor, zayıflamış, nükleer enerjiye ulaşamamış, istikrarsız ve parçalanmaya doğru giden bir İran’ın kendi stratejisine uygun olduğunu düşünüyor; ancak mesele bunun da ötesinde iç politikaya uzanıyor.
AKP-MHP ikilisinin İsrail’in başlattığı saldırıyı yaklaşık bir yıldır adım adım hayata geçirdikleri “seçimsizleştirme” süreci açısından da bir fırsat olarak gördüğü çok açık. Hatırlayın, henüz Erdoğan “iç cephe” kavramını tedavüle sokmamışken, bunu besleyecek şekilde önce “3. Dünya Savaşı” tartışması başlatılmış, iktidar cenahından peşi peşine bu minvalde açıklamalar gelmişti.
Bu, güvenlikçi politikalar üzerinden ve bir beka tehdidi söylemiyle siyasetin dizaynı adına atılan ilk adımdı. Bunu hemen “iç cephe” kavramı izledi ve Erdoğan İran’dan bahsetmeksizin “Filistin ve Lübnan’dan sonra sıra bize gelecek” demeye başladı. “İç cephenin güçlendirilmesi” söyleminin eyleme döküldüğü tarih ise 1 Ekim oldu ve Bahçeli DEM’li vekillerle tokalaştı, ardından da Öcalan’ı Meclis kürsüsüne davet eden o tarihsel konuşmayı yaptı.
Yeni açılım sürecine “terörsüz Türkiye” adı verilirken, bu süreç esas olarak bir beka tehdidi ve özellikle de İsrail üzerinden temellendiriliyor, İsrail’i ancak Türklerle Kürtlerin ittifakının durdurabileceği ve hatta bu ittifakın Türkiye’yi Ortadoğu’nun hegemon gücü yapacağı söyleniyordu.
Ancak “iç cephe”nin, ulusal bir tehdit algısı karşısında ulusal birliği tesis etmeyi amaçlamadığı kısa sürede anlaşıldı; çünkü yargı sopası eliyle bir seçimsizleştirme süreci başlatıldı, ilçe belediyelerine yönelik operasyonlar İmamoğlu’na ve İBB’ye uzandı. 19 Mart, Erdoğan’ın en güçlü rakibini siyaseten tasfiye etmek ve ömrü vefa edene kadar o koltukta oturmak için başlattığı bir operasyondu ve biz hala o operasyon sürecinin içerisinden geçiyoruz.
İşte İsrail’in İran saldırısı iktidar açısından bu operasyonu derinleştirmek için bir fırsat olarak görülüyordu. Bahçeli’nin “İran saldırısı aslında bize verilen bir mesajdır” minvalindeki sözleri de ateşkes sonrası Meclis grubunda yaptığı konuşmada “tehdidin büyüğü küçüğü olmaz, uyanık olmalıyız” diyerek söylemini ısrarla devam ettirmesi de bununla ilgiliydi.
Trump’ın yönettiği bir ABD, herhangi bir işlevi kalmamış AB ve Avrupa, dünyanın her yerindeki sağ popülist rejimler, yeniden silahlanan emperyalizm, güvenlikçi politikaların yükselişi… Tüm bunlara bir de İsrail-İran savaşı eklenince, örneğin seçimsizleştirme sürecinde bir basamak daha atlamak adına 30 Haziran’daki duruşmadan CHP kurultayının iptali yönünde bir karar çıkarmak daha da kolaylaşacaktı, hesaplar bunun üzerine yapılıyordu.
Ayrıca savaş ekonomik krizin daha az konuşulması, dünyanın ve Türkiye’nin tehlikeli bir dönemden geçtiği bir dönemde birlik beraberliğin muhafazası, Erdoğan ve Bahçeli’nin liderliğine güvenilmesi, hükümet-devlet özdeşliği, milliyetçiliğin körüklenmesi, açılım sürecinde yeni adımlar, muhalefetin sesini fazla yükseltmemesi, işçilerin zam talep etmemesi vs. gibi sayısız başlıkta iktidara birçok avantaj sağlıyordu.
Savaşın erken bitmesi iktidarın hesaplarını tümden bozmayacaktır elbette ama ateşkesin devamı dikkatlerin yeniden içeriye, özellikle seçimsizleştirme sürecine ve ekonomik krize dönmesini sağlayacak, iptal kararıyla rejimin bir eşik daha atlamasının karambole getirilmesini engellemeye yardımcı olacak, beka söyleminin gücünü de zayıflatacaktır.
***
Böyle bir konjonktürde muhalif yığınağın nereye yapılacağı, nasıl bir muhalefet stratejisi izleneceği ise bellidir. Şu an yüz binlerce kamu işçisi greve çıkma hazırlıkları yapıyor, asgari ücretle çalışan milyonlar maaşlarına ara zam yapılıp yapılmayacağını merakla bekliyor, Türkiye “seçimsizleştirme” sürecine eklenmiş bir “ekmeksizleşme” süreci yaşıyor, madenler, yeraltı zenginlikleri sermayeye peşkeş çekiyor, patronlar çocuk emeğini köleleştirmek için “zorunlu eğitim kaldırılsın” diyor, geniş halk kitleleri hızla yoksullaşıyor, mülksüzleşiyor.
Seçmen iradesinin gaspına ekmeğin gaspının eklendiği şu günlerde “her ikisini de gasp ettirmeyeceğiz” diyen, halk iradesini savunan, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunu halkın önüne koyan bir siyasete ihtiyacımız var. Yol belli, yürümek gerekiyor.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder