İran-İsrail savaşı dersleri (I): Türkiye nasıl savunulur? -Yiğit Günay -
Bugünkü dış politikayı iç siyasetten ayırmaya çalışanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılışına giden yollara döşenen taşların üzerinde yürürken, bastıkları toprağı bile tanımamaktadır.
İsrail’in İran’a saldırmasıyla başlayan savaş, 12 günün ardından, ABD’nin tam da savaşı bitirmek için yaptığı saldırı ve İran’ın göründüğü kadarıyla üzerinde önceden anlaşılmış karşı hamlesinin ardından bitirildi.
ABD izniyle başlayan savaş, ABD eliyle bitirildi.
soL, “İran-İsrail Savaşı Dersleri” yazı dizisinde, bu savaştan çıkarılacak dersleri, özellikle de Türkiye’yi ilgilendiren dersleri ele alacak.
İlk yazımızın konusu, Türkiye’nin güvenliği.
Ülkenin savunması, ‘uzmanlara’ bırakılamaz
Paranoya değil. Gündem değiştirme değil. Milliyetçi saplantı veya güvenlikçi takıntı da değil.
İran-İsrail savaşına bakanların aklına “Türkiye nasıl savunulacak?” sorusunun gelmesi son derece haklı. Sonuna kadar meşru.
Ve önemli. Sabah akşam “güvenlikçi politikalar”dan bahseden at gözlüklü analistlere, savaşı silah külahtan ibaret sanan askeri uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli.
Mesele, savaşın Türkiye’ye sıçrama ihtimalinin gerçekliğinden ibaret değil. Füzeler, uçaklar ve hava savunma sistemlerinin kullanımının savaş strateji ve taktiklerinde nasıl etkiler yaratacağından ibaret de değil.
İran-İsrail savaşının derinliklerine inildikçe, ülkemizin ne kadar savunmasız hale getirildiği ve nasıl savunulabileceği konusunda sayısız ders çıkarılabilir.
Detaylardan başlayıp, büyük resme gidelim.
Türkiye’nin Suriye işgalinin gözden kaçan maliyeti
İran-İsrail savaşında bir kez daha İsrail’in istihbarat ağının yıkıcı gücü görüldü. Mossad’ın ve İsrail askeri istihbaratının uzun yıllardır süren çalışmaları, İran’da sabotaj eylemleriyle ve suikastlerle sonuçlandı.
Dahası, İsrail’in, İran’ın içinde gizli bir SİHA üssü kurduğu ortaya çıktı.
Bilinen bir gerçek, bir kez daha görülmüş oldu: Savunma, savaş zamanında değil, barış zamanında inşa edilir.
Mossad, Türkiye’de de benzer eylemler örgütleyecek işbirlikçiler bulabilir mi? Yanıtı biliniyor: Bulabilir değil, buluyor zaten.
MİT, 2021 yılı Ekim ayından itibaren dört Mossad operasyonu yaptı. Onlarca kişi halen tutuklu.
Bu tabloya bakınca, “ne güzel işte, MİT hallediyor demek ki” diye düşünmemek gerekir. Aksine, tablo şunu söylüyor: Mossad sistematik şekilde Türkiye’de örgütleniyor, bir kısmı yakalansa dahi, şebeke genişliyor.
Öyleyse, yapılması gereken, Mossad’ın hangi kesimlerden insan devşirdiğine bakarak, iş karşı istihbarata kalmadan, siyasi ve toplumsal önlemleri almak.
Kim, Mossad’ın örgütledikleri?
Bunların bir kısmı, yabancı uyruklular. Özellikle de siyasal İslamcı çizgiden gelen, El Kaide çizgisinde örgütlü şahıslar.
Tesadüf değil. İsrail, Ortadoğu’daki bu örgütlerle hep yakın ilişkide oldu. Bizdeki çokbilmiş analistlerin bütün söylemlerinin aksine, Suriye’de El Kaide artığı HTŞ’nin iktidara gelmesinin nasıl İsrail’in işine yaradığı, birkaç ay içinde kabak gibi göründü.
Bugünlerde İsrail, Gazze’de Hamas’a karşı yine IŞİD çizgisinde çetelerle iş tutuyor, fonlayıp silahlandırdığı bu grupları Gazze halkının üzerine sürüyor.
Peki niye Türkiye’de bu cihatçılar? AKP’nin 2011’den itibaren önce gizlice, sonra da açıktan Suriye’yi işgal etmesi, buradaki cihatçı grupları kendi eliyle beslemesi, ülke içine sokması ve sayısız militana vatandaşlık vermesi nedeniyle.
Sınır iki yönlüdür, bir tarafa açarsan, diğer tarafa da açılır
12 günlük savaşın ikinci gününden itibaren İran devleti, sınırdan ülkeye sokulmak istenen çok sayıda patlayıcı ve mühimmat sevkiyatını ele geçirdiğini duyurdu.
Elbette, sabotaj eylemleri için silahları ülkeye bir şekilde sokmak gerekiyor. Burada, sınır güvenliği devreye giriyor.
Türkiye’nin sınırları ne durumda? Kevgirden hallice. Böyle olması, devletin beceriksizliğinden değil, hükümetin yıllara yayılmış tercihlerinden kaynaklanıyor: Suriye’nin işgaline destek olmak için yıllar boyu tamamen serbest bırakılmış olan sınırlardan yalnızca Suriye yönüne akış olmadı, Türkiye yönüne de akış oldu.
Mesele Suriye sınırından ibaret değil. Yıllarca Libya’dan, Balkanlar’dan getirilip cihatçılara teslim edilecek silahlar ülkenin limanlarından, sınır kapılarından, havalimanlarından sokuldu. Bu yaratılan durumun, zaman içinde insan, altın ve uyuşturucu başta olmak üzere her nevi kaçakçılığa tahvil olacağını öngörmek zor değildi. Yalnızca devlet nezdinde, diğer tabirle kurumsal değil, insani de bir çöküş yarattı hükümet.
Ya sınırdan sokmak yerine içeride bulunursa?
Mossad’ın İran’da gizli SİHA üssü kurmuş olması, ilk sabotaj eylemlerinde kullanılan patlayıcı ve mühimmatların savaşın öncesinde İran’ın içine yerleştirilmiş olması, konunun yalnızca sınır güvenliğinden ibaret olmadığına da işaret ediyor.
Son savaşın öncesine gidelim… İsrail’in Lübnan’da çağrı cihazlarını patlatarak yaptığı kitlesel terör eyleminin hazırlığında, Avrupa’da kurulmuş üretim ve ticaret şirketlerinin kullanıldığı ortaya çıkmıştı.
Türkiye’de böyle bir açık söz konusu olabilir mi?
17 Haziran günü, yani İran-İsrail savaşının beşinci günü soL’da yer verdiğimiz bir habere gidelim. Eskişehir Emniyet Müdürlüğü, ilde patlayıcı maddeler üreten bir şirketi denetime gitti.
Sayısız usulsüzlük vardı. Üstelik, bunlar yıllardır vardı. Öyle ki, 2022’de yazılan denetim raporuna göre, tesisin tam 10 binası kaçaktı: “... idari binanın doğu kısmında bulunan iki adet yemekhane, bir adet soyunma odalarının bulunduğu bina, idare binasının batısında kalan diğer yedi adet yapının vaziyet planında bulunmadığı, bu yapıların ruhsatı, yapı kullanma izin belgelerinin olmadığı tespit edilmiştir.”
Tesiste çalışan emekçilerin can güvenliği, esas ülke güvenliğidir ama, işin o kısmını bir yana bırakalım. Bu düzenin “güvenlik” dendiğinde tek anladığı kısma bakalım.
Eskişehir’deki patlayıcı fabrikası, Hindistan’ın en büyük silah şirketlerinden Solar’a aitti. Hindistan’daki siyasal Hinducu Modi iktidarı döneminde Hindistan, İsrail’in en ateşli müttefiklerinden biri. Geçen ay Çelebi başta, Türk şirketlerini ülkeden kovdu. Radikal dinci Hindu gençler, 12 günlük savaş boyunca Hindistan’daki İsrail büyükelçiliği önünde İsrail ordusuna katılmak için sıra oldu, dünya medyasına konu oldu.
Eskişehir’de Hint sermayesinin elindeki bir patlayıcı fabrikasından bir miktar patlayıcının Türkiye’de gerektiğinde kullanılmak üzere saklanması gibi bir olasılık, Türkiye devletinin denetimini aşabilir mi?
Birkaç sandık patlayıcı ne ki? Türkiye devleti, 10 tane kaçak binayı bile denetleyip durduramıyor.
Sermayeye hizmet için, şirketlere hizmet için çalışan düzen, son savaşla birlikte bir kez daha görüldü ki, ülke güvenliğini de tehlikeye atıyor.
Mossad, Türk Emniyet Müdürü’nü nasıl örgütledi?
MİT’in Mossad operasyonlarına dönelim. Dediğimiz gibi, yakalanan casusların yalnızca bir kısmı yabancı uyrukluydu, ki, bunların daha ziyade Türkiye’de yerleşik Filistinliler başta olmak üzere Araplara karşı kullanıldığı tahmin edilebilir.
Peki, kalanlar kimlerdi?
MİT’in açıklamalarına bakılırsa, “özel dedektifler”di. MİT, özellikle böyle nitelendirdi casusları. Çünkü bunların eski polisler olduğu gerçeği, devletin kendi kolluk kuvvetlerinin ne hale geldiğini de gösterecekti.
Örneğin, Hamza Turhan Ayberk. 2 Şubat 2024’teki dördüncü Mossad operasyonunda alınan yedi kişiden biri. Eski Emniyet Müdürü. Yani yıllarca Türkiye devletinde çalışmış, üst düzeye gelmiş bir polis memuru.
İddianameye göre Sırbistan, Dubai, Güney Afrika, Irak gibi çeşitli ülkelerde faaliyet yürütmüş, Mossad’la epey bir teşrik-i mesaisi olmuş bir şüpheli.
15 Haziran’da, yani İran-İsrail Savaşı’nın üçüncü gününde Onlar TV’de Murat Ağırel’in aktardığına göre, Mossad’a çalışan bu eski emniyet müdürü, aynı zamanda kendisini MİT ajanı olarak tanıtıp Türkiye vatandaşlarını da dolandırıyor, arazilerinin üzerine konuyordu.
Bir kez daha vurgulayalım: Yabancı devletlere çalışan casusları tekil ele alıp “hain” ilan etmek, sorunu ortadan kaldırmaya yaramaz. Mesele, bunun zeminini kavramak ve ortadan kaldırmaktır.
Somut örnekte, söz konusu zeminin, emirle hukuk dışına çıkmayı kanıksamış, ne suç işlese yargıdan korunmuş polislerin ahlaki yozlaşması olduğu açıktır. Birilerinin emriyle hukuka aykırı biçimde muhalifleri fiziki takibe alan polisin, yarın başkasının emri ve üstelik akçesiyle başkalarını da fiziki takibe alma teklifine “eh, aynı şey” demesi çok daha kolaydır.
AKP iktidarının devlette yarattığı çürümüşlük, çok boyutlu bir güvenlik sorunudur.
Ama sonuçta silah sanayimiz atılımda, değil mi?
Biraz daha büyük resme doğru gidelim. Denebilir ki, bunlar detay, sonuçta AKP “güçlü Türkiye” yaratıyor, bakın, silah sanayimiz ne kadar gelişti, cümle aleme silah satıyoruz.
Türkiye’deki silah sanayisinin stratejisinin ülke savunması mı, yoksa ticaret ve savaş mı akılda tutularak belirlendiği başlı başına ciddi bir soru. O soruyu bir kenara bırakalım.
Özel sektörün elindeki silah sanayisi, Türkiye’nin güvenliğini sağlayabilir mi?
15 Haziran’da, yani yine İran-İsrail Savaşı’nın üçüncü gününde, Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar, Fransa’nın başkenti Paris’teki havacılık fuarında İtalyan şirket Leonardo ile stratejik ortaklık kapsamında ortak girişim anlaşmasına imza attı.
Leonardo kim? İsrail’in en büyük silah tedarikçilerinden biri.
ABD’deki silah tekellerinin, ABD dış politikasına on yıllardır nasıl etki ettiği bilinir. Peki İsrail tedarikçileriyle ortak Türk şirketin Türkiye’nin dış politikasına nasıl etkide bulunacağı hiç akla getirilmez mi?
Sanıyorum kimse “Sonuçta herhangi bir şirket değil, koskoca Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı bu” demeyecektir. Daha doğrusu, dememelidir, zira Baykar, Selçuk Bayraktar’ın Erdoğan’ın damadı olduğu bilgisine yer veren bütün haberlere dava açıp tazminat tahsil etmektedir. soL da konudan muzdariptir, itirazları AYM’dedir. O yüzden “damat” savunusuna girmemek gerekmektedir.
Ama, velev ki damat olmasın… Velev ki İsrail tedarikçileriyle, hatta hiçbir yabancı şirketle ortaklık kurmasın… Silah sanayisi, nasıl özel sektöre bırakılabilir? Şirketin çıkarı, her zaman, son tahlilde kâr etmektir. Varoluş amacı, yasadaki tanımı, felsefi mantığı budur. Bir şirketin, bir patronun çıkarlarıyla ülke çıkarlarının örtüşmeyeceğini öngörmek işten değildir.
‘Nasılsa NATO bizi korur’ mu peki?
Türkiye’nin güvenliğinde birçok kesimin yıllardır güvence saydığı şey, NATO üyeliğidir. Oysa NATO, Türkiye’nin en büyük güvenlik açığıdır.
NATO sayesinde Kürecik Radar Üssü, sürekli olarak İsrail’e hizmet etmektedir.
Savaşın 11’inci günü İran’ın Katar’daki ABD üssünü hedef alması, bir gerçeği bir kez daha göstermiştir: Ülkemizdeki yabancı üsler, ülkemizin dahil olmadığı bir savaşta dahi hedef haline gelmesine fırsat vermektedir.
“Oralar Türkiye’nin izniyle kullanılabilir ancak” diyenler, İran-İsrail Savaşı’nı bir kez daha incelemelidir. Trump, ülkesini savaşa sokarken kongreye dahi sormamış, tek başına karar almıştır. Başka bir ülkeyle savaşa girerken kongresinden izin almayanların, İncirlik Üssü’nden uçak kaldırırken Türkiye’den izin alacağını sanmak, abesle iştigaldir.
Ancak NATO’nun yarattığı tehlike, basitçe bu ilk akla gelenlerden ibaret değildir. Esas büyük sorun, TSK başta olmak üzere Türkiye’nin tüm güvenlik sistematiğinin NATO tornasından çıkmış olmasındadır.
“İyi de, biz de NATO üyesiyiz” demeden önce, 24 Haziran’da, yani İran-İsrail Savaşı’nın bitiminde NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin, Trump’a attığı mesajlara göz atmak gerekir. İnsanı okurken utandıracak kadar yaltakçılık içeren mesajında Rutte, Lahey’deki zirvede tüm üyeleri askeri harcamalarını bütçenin yüzde 5’ine yükseltmeye ikna ettiklerini belirterek Trump’ı överken, “sayenizde Avrupa ÇOK BÜYÜK para ödeyecek” demektedir.
NATO’nun çıkarlarının üyelerinin çıkarları olmadığı, daha nasıl anlatılabilir?
Bam teli: ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’
Tüm bu anlattıklarımız, elbette Türkiye’nin güvenliğiyle ilgilidir. Ancak Türkiye’nin güvenliğini esas belirleyen, ülkenin dış politikasıdır.
Ve aymaz muhaliflerin sık sık söylediğinin aksine, dış politikayla iç politika hiçbir zaman ayrı değildir.
20 Haziran’da, yani İran-İsrail Savaşı’nın sekizinci gününde, Erdoğan’ın eski metin yazarı Aydın Ünal’ın Yeni Şafak’ta yayımladığı makale…
Savaştan çıkarılması gereken dersleri irdeleyen Ünal, şöyle yazıyordu:
“Türkiye’nin AK Parti iktidarına kadar olan dönemini de aynı korku şekillendirdi. Dış politikanın temel ilkesi olan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ anlayışı aslında korkunun meşrulaştırılması ve bir politika haline getirilmesiydi. Bu korku politikasının Türkiye’ye ödettiği bedelleri hepimiz biliyoruz.”
Medusa’nın Salı belgeselinde ısrarla “yurtta sulh, cihanda sulh” yaklaşımıyla hesaplaşılması tarihinin üzerinde durmamız boşuna değildi. Türkiye’deki rejim değişikliği, dış politikadaki bu radikal çizgi değişikliğiyle iç içeydi.
Bu yüzden bugünkü dış politikayı iç siyasetten ayırmaya çalışanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılışına giden yollara döşenen taşların üzerinde yürürken, bastıkları toprağı bile tanımamaktadır.
Suriye için örgütlenip şimdi Türkiye’de Mossad’a çalışan cihatçılar da, sınırların kevgire dönmüş olması da, Anadolu’nun orta yerinde kaçak binalarda patlayıcı üreten yabancı şirketlere hiç karışılmaması da, eski polislerin teşkilatta alıştıkları hukuksuzlukları Mossad’ın hizmetine sunmaları da, Baykar’ın Leonardo’yla ortak olması da, ülkenin NATO’ya muhtaç sayılması da ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ yaklaşımına savaş açılmasıyla ilişkilidir.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ yaklaşımına savaş açılmasıysa, Türkiye’deki sermaye sınıfının ihtiyaçlarıyla ilişkilidir.
Rejim bu yüzden değişti.
İran-İsrail Savaşı’ndan Türkiye’nin nasıl savunulacağına dair ders çıkarılacaksa, buraya bakılmalıdır.
Türkiye’deki düzen, Türkiye’nin en büyük güvenlik açığıdır.
/././
İran-İsrail Savaşı Dersleri (II): ABD yalpalıyor mu?-Anıl Çınar-
Bildiğimiz bir şey var ki, dünyanın istediği yerinde istediği gibi hareket edebilen bir avuç emperyalist güç ancak daha büyük yıkımların gelmekte olduğunun işareti olabilir.
Savaş bitti. Dünya İsrail ve ABD’nin İran’a saldırılarının nereye evrileceğini tartışırken, Trump’ın manevraları başka bir önemli soruyu daha ön plana çıkardı.
Trump’ın bazen saatlere, hatta dakikalara sığacak kadar kısa süreler içinde farklı yorumlar yapabiliyor olması tam olarak ne anlama geliyor?
Öyle ki Trump’ın kampanyası ve MAGA (Amerika’yı yeniden büyük yapalım) propagandasının en temel unsurlarından biri Rusya ve Ortadoğu’da “anlaşma” üzerine kuruluydu.
Haliyle, Trump’ın İran’a müdahale ve İsrail’e destek konusundaki köşeli açıklamaları bir yandan “Trump ittifakını” çatlatmış gözükürken, diğer yandan ABD’nin sürüklenmekte olduğuna dair yorumları çoğaltmıştı.
Nitekim, Trump yönetimi ABD'nin İsrail'in operasyonlarına dahlini inkar ettiği süreçte, ülkenin saldırılara katılma ihtimali MAGA koalisyonunun izolasyonist ve İsrail yanlısı kanatları arasında bir ayrışmaya yol açmış gözüküyor.
ABD dans mı ediyor yoksa kavga mı?
Trump bir yandan İran’la masaya oturmak istediklerini söyleyebiliyor, öte yandan İran’da rejim değişikliğini hedefledikleri anlamına gelecek yorumlarda bulunabiliyor. ABD’nin savaşa girmeyeceğini söylerken, İran’ın bombalanması emrini verebiliyor.
Axios’a konuşan bir danışmanın dediğine göre bütün bu manevraların oyunun parçası olduğunu, karşı tarafı aldatmak ve zaman kazanmak için ortaya konan bir performans olduğunu düşünmek gerekiyor.
"Medyanın bunu abartmaktan kendini alamayacağını biliyordu. İranlıların blöf yaptığını düşünebileceğini biliyordu. Eh, herkes yanılıyordu.”
“Başkan zaman kazanmak istiyordu, ne yapmak istediğini biliyordu. Ve savaşa hevesli görünemeyeceğini de biliyordu. Bu yüzden MAGA'dakiler fren yapma çağrısında bulunarak ona biraz alan açmış oldu.” 1
Trump bir yandan Witkoff ve JD Vance’i İran’la anlaşmanın yollarını bulmak üzere bölgeye yolluyor, diğer yandan özellikle de Vance’in açıklamalarını boşa düşürecek bir sertlikle hareket ediyordu. “Ancak, bütün bunlar planın bir parçasıydı”.
Husumetler kimler arasında yaşanıyor?
Ne var ki, bütün bu “iyi polis, kötü polis” oyununun anlatıldığı gibi a’dan z’ye kurgulanmadığını düşünmek için ortada fazlasıyla sebep de var.
Birincisi, ABD yönetiminin koordine biçimde ilerlemediği ya da fikir ayrılıklarının bazı başlıklarda uç verdiği görülüyor.
Trump’ın, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ın İran’da nükleer silah olmadığı şeklindeki açıklamasıyla çelişen yorumu böyle bir örnek. Hatırlanacağı gibi, Trump Gabbard için “Ne söylediği umurumda değil. Bence bir (nükleer silah) edinmeye çok yakınlardı” demişti.
Bütün bunlara Pentagon’daki albay krizi eklendi. Albay Nathan McCormack, ABD Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı J5 Planlama Müdürlüğü'nde Levant ve Mısır şubesini yöneten kişi, yarı anonim bir hesap kullanarak İsrail eylemlerini ve ABD desteğini hedef alan çok sayıda yorum yayınladı.
İkincisi, ABD’nin tepesindeki yöneticilerin stratejik dünyasının sanıldığı kadar zengin olmadığının farkına varılması gerekiyor. Senatör Ted Cruz ile daha önce Putin röportajıyla çok konuşulan muhafazakar yayıncı Tucker Carlson arasında geçen diyalog belki bir ipucu olabilir.
Carlson, Cruz'a "bu arada İran'da kaç kişi yaşıyor" diye soruyordu, Cruz ise “bilmiyorum" diye yanıtlıyordu. Carlson "yıkmaya çalıştığın ülkenin nüfusunu bilmiyor musun?” derken ikili arasındaki diyalog bayağı bir kavgaya dönüşmüştü.
Cruz röportajı MAGA içerisindeki “şahin” ve “güvercin” kanatlar arasındaki anlaşmazlığı ortaya seriyor gibi gözükmekteydi. ABD’nin müdahalesini açıkça savunanlar konuşmaya devam ederken, Trump yönetiminin ABD kamuoyunu ikna etmedeki en önemli kozlarından biri olan JD Vance “izolasyonist” politikalarda bir değişiklik yaşanmadığı anlamına gelecek açıklamalarda bulundu.
Cruz ABD’nin stratejik aklını temsil etmiyor olabilir. Ancak, emperyalist burnu büyüklüğün başka örneklerinin de olduğunu bilmek gerekiyor. Aslında Irak işgali yalnızca sonuçlarıyla değil, öncesiyle de bunu gösteren bir örnek.
Öyle ki, Hırvatistan'ın eski Büyükelçisi Peter Galbraith’in anlattıklarına göre, Başkan George W. Bush'un, Irak'ı işgal etme emrini vermesine iki ay varken bile, Irak’taki Sünni ve Şii mezheplerinden bihaberdi. Galbraith, “Irak'ın Sonu” isimli kitabında, Amerikan liderliğinin Irak toplumu ve Saddam Hüseyin'in devrilmesinden sonra karşılaşacağı sorunlar hakkında çok az şey bildiğini iddia ediyordu.
Gerçek kafa karışıklığı nerede yaşanıyor?
Elbette ABD siyasetinin görünür yüzlerinin sistemin işleyişini ne ölçüde yansıttığı tartışmalı bir konu. Öte yandan “ABD Başkanı”nın sıradan bir simge kişilik olmadığını da bilmek gerekiyor.
Kuşkusuz Trump’ın tehlikeli dansı ABD devletinin karmaşık dinamiklerinin yarattığı koreografinin bir ürünü. ABD Kongresi, Pentagon, CIA, büyük şirketler, medya… diye giden ve çok da uzun olmayan o listedeki unsurların toplam etkisi ABD’nin politikalarını belirleyen asıl faktör.
Öte yandan, orada da büyük bir karmaşa mevcut.
Örneğin, Trump’ın Netanyahu’nun arkasından sürüklendiği veya ABD ve İsrail’den hangisinin “büyük ağabey” olduğu tartışmalarına da bu gözle bakmak gerekiyor. Ne İsrail’in ABD devleti içerisinde son derece güçlü bağlantıları olduğu bir sır ne de Kongre üyelerinin parayla, kariyerle satın alındığı haberleri bir dedikodu. Bunların hepsi gerçek.
Ancak, önemli olan şu ki, İsrail yönetimindeki belli bir anlayış ile ABD devleti içerisindeki belli bir odak arasında Ortadoğu ve başka yerlerde izlenecek stratejiye dair açık bir ortaklaşma mevcut. Buna İngiltere’nin ABD içindeki gerilimleri okşayan müdahaleleri de eklendiğinde karşımıza Rusya ve Ortadoğu’daki çarpıcı örnekler çıkıyor.
Öyle ki Rusya’daki üslere yapılan drone saldırısı, Ukrayna bahsinde masayı dağıtmakla sonuçlanmadı yalnızca. Bazı yorumculara göre Trump “derin devletin” çok sevdiği yöntemlerle bir tür sürüklenmeye de ittirilmişti. Gerçekten de bu şekilde Rusya’yı masaya zorlamak ile “kontrol Trump’ta değil” mesajını vermek arasında görmesi zor olmayan bir ayrım vardı.
Dolayısıyla bir yandan Trump yönetimi “anlaşma” diyor ancak diğer yandan Rusya’nın henüz kıvama gelmediğini ve üzerine gidilmesi gerektiğini düşünenler Britanya ve muhtemelen İsrail ile yeniden oyun kurmaya çabalıyor.
Bütün bunlara da Ortadoğu’daki fırsat penceresi ekleniyor.
İran öforisi ve 'fırsat penceresi'
İsrailli isim Ben Caspit’in Maariv gazetesine yazdığı alttaki yorum, ortada nasıl bir stratejinin döndüğünü anlamak açısından son derece öğretici:
“İran'ın nükleer silaha yönelik 'atılımı' gerçekten tespit edildi mi? Muhtemelen hayır.
[Yüce] Lider askeri nükleer silah elde etme ‘emrini’ gerçekten verdi mi? Muhtemelen hayır.
Öyleyse neden savaşa girdik?
Çünkü başka seçenek yoktu. Onlar İsrail'in imha planını teşvik ediyorlardı ve bizim başka seçeneğimiz yoktu... 7 Ekim: Soğuk bir duş
tüm bir ülkeyi uyandırdı. (…) Yükselen her yılanın başı kesilmeli...
Ve bir şey daha var:
birdenbire önümüzde açılan nadir ve tek seferlik tarihi fırsat penceresi... Tüm
coşku, bu savaşa girme kararını doğru karar haline getirdi... Netanyahu şu anda öfori yaşıyor.” 2
Yedioth Ahoronot’tan Ronan Bergman ise şöyle diyor:
“Tetikleyici, IDF'nin (İsrail Savunma Kuvvetleri) Hizbullah’a karşı kazandığı zafer oldu; bunu, Ekim ayında İran’a düzenlenen başarılı saldırı ve ülkenin hava savunma sisteminin imha edilmesi izledi. Aralık ayında ise Şam’daki Esad rejiminin çökmesi ve IDF tarafından hava savunma sisteminin yok edilmesi gerçekleşti. Bu olaylar zinciri, birçok üst düzey İsrailli yetkiliyi, İran’a saldırmak için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat doğduğuna, hayat boyu bir kez karşılaşılabilecek bir pencerenin açıldığına inandırdı…” 3
Eski diplomat Alastaire Crooke’a göre Trump’ın sert dönüşlerinin arka planında Trump’ın ikna edilme süreci bulunuyor. 4
İşin içinde Palantir’in de olduğu bazı adımlar önemli rol oynamış gözüküyor.
Görünüşe göre Trump Netanyahu, Ron Dermer ve CENTCOM Komutanı General Kurila tarafından ikna edilmişti. Politico Kurila’nın Trump’ı, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ın İran’ın “bombası yok” şeklindeki değerlendirmesinin yanlış olduğuna ikna etmede kilit rol oynadığını söylüyordu.
Sonuç olarak Trump İsraillilerin tarafını tuttu ve İran’ın “bir bombaya sahip olmaya çok yakın” olduğunu düşündüğünü söyledi. Trump, 13 Haziran’daki sürpriz saldırıdan bir gün önce, yüksek sesle İsrail’in (İran’a yönelik) bir saldırısının “bir anlaşmayı hızlandırabileceği” yönünde spekülasyonda bulundu.
Suriye’nin beklenmedik şekilde aniden çöküşü, neo-con’ları aynı senaryoyu hızla İran’da da tekrarlayabileceklerini hayal etmeye teşvik etmiş olabilir. Bu nedenle, Hamaney’in suikastla öldürülmesi fikrine bu kadar çok vurgu yapılıyor.
Crooke’a göre İran çökmedi, İran sistemi beklenmedik şekilde hızla kendini yeniden yapılandırdı ve İran’ın İsrail’e yönelik misilleme saldırıları başladığında İsrail yanlısı blok paniğe kapıldı. Bunun sonucu ABD’nin İsrail adına savaşa girmesi için Trump’a uygulanan muazzam baskı oldu.
Nitekim, sonuç, Trump’ın, baştan savaşı bitirmek üzere, bir çıkış yolu olarak kurgulandığı anlaşılan ABD saldırısına imza atması oldu.
Ortada kaç tane strateji var?
Ancak görüldüğü gibi her şey Trump ile Netanyahu’dan ibaret değil.
İsrail’in gerçekten de ilk günkü sürpriz saldırıdan daha fazla şey umduğu düşünülebilir. Fırsat penceresi, doğası gereği A planına büyük stres bindiren bir kurgu gerektirir. Ancak, Tel Aviv’e füzeler düşmeye devam ederken anlaşma masası için de iki sonuç ortaya çıkmak zorunda kaldı: Ya İran yönetimi masaya zorla oturtulacak ya da İran’daki mevcut rejimle İran’ı bir yere çekmenin (ya da Trump’ın deyimiyle İran’ı yeniden büyük yapmanın imkansız olduğu görülerek İran’da rejim değişikliği için hamle yapılacaktı.
Her durumda ABD-İsrail’in bir “başarı hikayesine” ihtiyacı olduğu açık. Fordow’a düzenlenen “eşsiz operasyon”un bunu ne kadar karşılayacağı, İsrail’i ne kadar yatıştıracağı, ne kadar İran’ın gücünü törpüleme ve anlaşma yolunu açma niteliği kazanacağı bu yazı daha yayınlanmadan önce bile yanıtları değişebilecek sorular.
Bir başka sorular seti de kuşkusuz dünyaya dair…
Bütün bunların ABD hegemonyasını yeniden güçlendirmek için ortaya konulan “Çin’le mücadele” stratejisinin neresine denk düştüğü, ABD’deki büyük sermaye içi gerilimlerden ne ölçüde beslendiği sorularına yanıt vermek de sanıldığından çok daha zor.
Çünkü aslında bu sorular zor olmanın da ötesinde, bazı açılardan, ancak geriye dönük olarak yanıt verilebilecek nitelikte. Her şeyin saatlik değiştiği fakat büyük stratejilerin havada uçuştuğu bir dünyada belirsizlik faktörü bağımsız bir değişken mertebesine yükseliyor.
Bu ise hem büyük bir kriz başlığı hem de büyük bir tehlike demek.
Ama bildiğimiz bir şey var ki, dünyanın istediği yerinde istediği gibi hareket edebilen bir avuç emperyalist güç ancak daha büyük yıkımların gelmekte olduğunun işareti olabilir.
1https://www.axios.com/2025/06/22/trump-iran-strike-israel-behind-scenes
2https://www.maariv.co.il/journalists/article-1207204
3https://www.ynet.co.il/news/article/hjqcgownll
4https://conflictsforum.substack.com/p/the-key-nuclear-allegation-that-started
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder