Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -27 Haziran 2025-

 Dinçer Demirkent: 30 Haziran CHP yönetiminin çok ötesinde anlamlar taşıyor -Dilan Temiz-

19 Mart’ın siyasi sonuçlarıyla beraber CHP Kurultay davası öncesi sürdürülen tartışmalara dair Demirkent, 30 Haziran’ın CHP’nin yönetiminin belirlenmesinin çok ötesinde anlamlar taşıdığını belirtti.

19 Mart operasyonunun siyasi sonuçları ve 30 Haziran’da görülecek CHP kurultay davası öncesi tartışmalar devam ediyor. Tartışmalarda gündem olan başlıklar ise ‘mutlak butlan’ ve ‘kayyım’ ihtimali. Bu başlıklar Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu’nun destek açıklaması yapsın isteğine ‘Kayyıma mı bırakayım’ yanıtıyla yeni bir boyut kazandı.

Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer ve CHP PM Üyesi Engin Özkoç, tutuklu CHP Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu’na Kılıçdaroğlu’nun yanıtlarını iletmesiyle, bundan sonra tavırlarını açıkça ortaya koyacaklarını söylediler.

Bir yandan da baskılar ve tutuklamalar devam ederken, iktidar cephesinden gelen söylemlerle tartışmalar daha da büyüyor. Bu süreci ve yaklaşan kurultayı Siyaset Bilimci Dinçer Demirkent’e göre 19 Mart operasyonları sonrası gelişen siyasi atmosfer, CHP’yi kendi sınırlarını aşmaya zorluyor, kurultay davasının bir iç hesaplaşmadan çok, rejimin muhalefeti dönüştürme hamlesi olduğuna dikkat çekiyor.

"CHP’ye değil, dışına da bakmak gerek"

Demirkent, 19 Mart’tan bu yana artan baskılar, belediyelere yönelik kayyım atamaları, siyasi yargılamalar ve tutuklamalarla birlikte sadece CHP’nin değil, daha geniş bir siyasal çerçevenin değiştiğini vurguluyor. İmamoğlu’nun diplomasının iptaliyle başlayan sürecin onun tutuklanmasıyla yeni bir evreye girdiğini söyleyen Demirkent, “19 Mart sonrasında gelişen süreçte CHP’ye olduğu kadar CHP’nin dışına da bakmak gerek. CHP İstanbul İl Örgütüne yönelik kuşatma çok önceden başladı. Kent uzlaşısı gerekçesiyle Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer kasım 2024’te tutuklandı. Ardından baskılar giderek İmamoğlu’na doğru daraldı. Bu sürecin nereye evrileceği az çok tahmin ediliyordu” dedi.

"Erdoğan, CHP’nin iç gerilimlerine güvendi"

Demirkent’e göre Erdoğan, karşısındakini test ederek onun sınırlarını görmek ve politik alanın dışına itmek konusunda deneyimli. Bu süreçte CHP’nin iç çekişmelerine bel bağladığını belirten Demirkent, “Uzun bir dönem sokağın kriminalize edilmesine ortak olmuş bir CHP yönetimi vardı, İmamoğlu’nun akıbeti de halka dayanan bir kudret sorunu haline getirilmeyecek aksine CHP’nin iç gerilimlerini besleyecekti” dedi. Ancak burada önemli bir kırılma yaşandığına dikkat çeken Demirkent, “Siyasetin en önemli özelliği beklenmeyene verilen yanıttır. Machiavelli buna talihe yön vermek, dizginleri ele almak der” diye ekledi.

"CHP bu süreçte birçok eşiği geçti"

19 Mart sürecinin CHP’nin iradesiyle başlamadığını vurgulayan Demirkent, “İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin diplomanın iptaline karşı başlattığı direniş, yıllar sonra bir barikatı aştı. CHP de bu süreçte birçok eşiği geçti. Sadece rejimin kurduğu barikatlara karşı çıkmakla kalmadı, kendi çizdiği sınırlarını da zorladı, zorlamakta” dedi.

"Tarihsel bir adım"

CHP’nin alışageldiği pozisyondan çıkmaya başladığını, partinin mevcut dinamiğinin bu dönüşümü desteklediğini, bu enerjiyi Yozgat’a, Bayburt’a taşımaya çalıştığını söyleyen Demirkent, “Artık CHP, olağanüstü yürütme araçlarına olağan bir dönemdeymiş gibi cevap vermiyor. Anayasa’ya aykırı bir karara ‘evet ama’ demekle yetinmiyor. Aksine, bir darbe söylemi geliştirerek halkın kudretine yaslanıyor; temsil ilişkisi yerine halkın kendini mitinglerde ifade etmesini öne çıkarıyor. Bu, CHP’ye iktidar tarafından çizilen ve kendinin de uzun zamandır içselleştirdiği sınırları yıkmak demek. Aynı zamanda politik güç üretme yolunda tarihsel bir adımdır” ifadelerini kullandı. İktidarın, CHP’yi kendi kontrolünde şekillendirmek istediğini belirten Demirkent, “Eğer İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından CHP yönetimi sadece basın açıklamalarıyla, adalet nöbetleriyle yetinseydi, Erdoğan’ın yaratmak istediği CHP ortaya çıkardı. Ama bu olmadı. Bu nedenle baskılar da artıyor” dedi.

"İmamoğlu da Demirtaş gibi sınırları aştı"

Demirkent, Selahattin Demirtaş’ın da dokuz yıldır cezaevinde olmasının nedeninin, Erdoğan’ın çizdiği sınırların dışına çıkarak siyaset yapması olduğunu belirtti ve şunu ekledi: “İmamoğlu da bu çizgiyi geçtiği için tutuklandı. Kayyım atamaları, sabah operasyonları, özel yargılama usulleri yeni değil. Demirtaş’ın tutuklanmasına yol açan anayasa değişikliğinde CHP’nin tavrını hatırlayın. Bugün ise CHP siper gibi kendi kendine kazıp arkasına saklandığı çukurdan çıkıyor ve halkın uzattığı eli tutuyor. Bu rejim açısından gerçek bir beka sorunu.”

"Biriken gücün anlamı büyüyor"

Türkiye’de toplantı ve gösteri haklarının yıllardır baskılandığını, şenliklerin, konserlerin dahi engellendiğini hatırlatan Demirkent, Kılıçdaroğlu döneminde sokağın "tehlikeli" olduğuna dair algının da CHP içinde beslendiğini vurguladı. Demirkent’e göre bugün mitinglerin anlamı büyük. İmamoğlu’nun avukatının dahi tutuklandığı süreçte, baskılar daha da artacak. Ancak karşısında biriken muhalefet gücü de önem kazanıyor: “Baskıların neye evrileceğini de gücün nasıl birikeceği belirleyecek. İktidar çıplak güce ve zora dayandıkça -ki mevcut iktisadi politikalar bunun iktidar için çok daha kapsamlı bir biçimde geniş halk kesimlerine karşı uygulanmaya başlayacağı öngörülerine de olanak tanıyor- karşısında biriken gücün önemi daha da artıyor.”

"İktidarın CHP’yi kendi safında dizayn etme girişimi net"

Tüm bu baskı süresince gelinen aşamada 30 Haziran kritik bir tarih olarak duruyor. CHP’nin kurultay davasını değerlendiren Demirkent, “30 Haziran CHP’nin yönetiminin belirlenmesinin çok ötesinde anlamlar taşıyan bir gün. Bunun nedeni CHP içindeki hiziplerin önemli bir kısmı da dahil olmak üzere partinin tabanının da bu süreci anlamlandırmasında esasın bir kurultay yolsuzluğu değil, iktidarın CHP’yi kendi safında dizayn etme girişimi olduğunun net olması” dedi.

"Yargı süreci mevcut direnişi kırma hedefinde bir parça"

Demirkent şöyle konuştu: “Ayrıca, mesele CHP yönetimini, delegelerini, tabanını hatta en geniş anlamıyla seçmenini de aşmış durumda. Bunu rejimin görmemesi mümkün değil. Dolayısıyla o tarafta ne tür hesaplar yapılıyordur bilmek mümkün olmasa da yargı sürecinin mevcut direnişi kırmaya, CHP’yi evcilleştirmeye dönük hedeflerin bir parçası olacağını söylemek mümkün.”

CHP’nin uzun yıllar sonra bir liderlik oluşturduğu kanısında olduğunu söyleyen Demirkent, Kılıçdaroğlu ve onu destekleyen grupların haziranda, yargı organının mevcut durumu içinde verilecek karar sonucu bu liderliği etkileyebileceği kanısında da olmadığını söyledi. Fakat iktidarın bununla yetineceğini, bütün yatırımını buna yaptığını elbette düşünmediğini ekledi.

                                                           /././

Sınav, kayyım, işgal biter mi? Neden, niçin, nasıl bitmez veya biter?-Adnan Gümüş-

Türkiye’de LGS ve YKS sınav süreçleri ile ABD’nin bizzat bombardıman uçaklarıyla katıldığı, İsrail’in pek çok yetkiliye cinayet ve saldırı yaptığı, İran’ın balistik füzeler fırlattığı İsrail-İran çatışması, Trump’ın adlandırmasıyla 12 gün savaşları aynı günlerde yaşandı. MEB’in imam hatip ve çıraklık dayatmaları, AKP’nin başlıca destekçilerinden MÜSİAD’ın “Zorunlu eğitim kısaltılsın, işçi bulamıyoruz” söylemi aynı günlerde yaşandı. Muhalif kim varsa zaten ağır baskı altında, tehditler gözaltılar TÜSİAD yöneticilerine kadar varmıştı, son örneklerinden biri Fatih Altaylı da “cumhurbaşkanını tehditten” tutuklandı. CHP Eski Başkanı Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu arasında sürtüşme devam ediyor. Eski başkan yeni kayyım olma iradesini beyan etmiş. NATO ülke liderleri Hollanda’da toplandı, silahlanma bütçelerini artırın diyor. Bunlar sadece günün, haftanın öne çıkanları.

Bu yaşananlar ne anlama geliyor, gönderimleri anlamları neler, sadece nedensel değil ereksel de olan, geçmişten öte geleceği şekillendirmeyi amaçlayan tüm bu olup bitenlerin sebepleri neler? ABD-İsrail saldırıları, İsrail-İran çatışması, Ukrayna-Rusya, Güney Kore-Kuzey-Kore, daha nicesi bitti mi, biter mi? Sınavlar, kayyımlar, işgaller ne olmazsa bitmez, ne olursa biter?

Bir sonraki sınav veya işgal ne zaman? 

LGS-YKS bitmeden yeni sınav takvimleri duyuruldu bile çoktan.

İnsanlar bu yaşananlar bitti mi diye sormaya bile fırsat bulamadan, ateşkes daha başlamadan işgal bitmedi dedi Netanyahu. Sınavlar, işgaller bitmedi, bitmez, bunu herkes biliyor.

ÖSYM’nin, üniversitelerin, MEB’in, YÖK’ün, okulların akademik takvimleri, sınav takvimleri var, tüm öğrenci ve tüm toplum bunları takip ediyor. Takip etmeyenler de ya zaten tümden havlu atmış ya da zaten bu süreçlerden geçmiş bulunuyor.

“Hayat sınav” diye kabul ediyor dini metinler. Anadolu’da da yaygın bir söylemdir “hayat sınav” diye. İdeali, güzeli sınavsız bir dünya ama yaşananı o değil, ölüm sonrası bile sayısı sınırı belli olmayan sınavlar olduğu iddia ediliyor.

Sınav takvimini okullar, kurumlar, MEB, YÖK, ÖSYM açıklıyor. NATO 2035 yılına kadar blok ülkelerine bütçenin yüzde 5’ini işgal sanayisine aktarın diye zaten açıktan bir takvim oluşturmuş.

Aktüel soru bitti mi değil, bu sınav, bu oturum, bu raunt yaşandı, diğer raunt, bir sonraki işgal saldırı ne zaman?

Adnan Yücel’in dizeleriyle “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” diye bir hedef koyulabilir, ancak neye aşık olunduğu ile açıkça yüzleşilmedikçe, bu mevcut istenenler veya aşık olunanlarla bu işgaller bu çatışmalar bu sınavlar bitmez.

Diğer raunt ne zaman aktüel sorusundan öte ana soru diğer sınav veya raunt ne zaman değil, bu sınavlar, işgaller, kötülükler neden sürüyor, neden bitmez sorusu, bu soruyla iç içe geçen bunlar nasıl bitirilebilir sorusu. Yani aşkın türü ve çeşidini sormamız gerekiyor.

Sınavların, işgallerin, iyiliğin kötülüğün sebepleri neler, neden niye bitmez?

Ateşkes başlamadan işgal bitmedi dedi Netanyahu. Trump “çok b..tan işler oluyor” dedi. Bitmez demişti zaten Hobbes, Marx ve Eisenhower. İnsan insanın kurdu oldukça, eşitsizlikler ve özgürlük sorunları oldukça, endüstriyel askeri sistem oldukça bitmez. Upanişadlar, Avesta, Tevrat, Kur’an her birinin ana sayıltıları arasında yer alan iyilik ve kötülük oldukça, iyiler ve kötüler oldukça, efendilik ve kölelik oldukça, toplumsal cinsiyet oldukça, haçlı seferleri veya cihat fetih oldukça bitmez. Cehaletten öte, adalet diye tanımlanmış olandan öte, insan, grup veya toplumlar kendi üretmediğini istedikçe, böyle bir istenç oldukça bu çatışmalar bitmez. İstenç eşitlikçi, özgürlükçü, doğa ve canlıya saygılı olmadıkça bitmez bu işgal ve yayılmacılıklar.

Yani kötülüğe de aşık olunabilir. Kötülük istencinin kaynağı nedir, öncelikle bunu sormak gerekiyor.

“Güç” veya yayılmacılık istenci “doğal bir istenç” mi, doğal bir tiki veya güdü mü? Bu sorunun kolay bir yanıtı yok ancak böyle bir güç istenci yönelimine girilirse, yayılma isteğinin sınırı yok, çünkü kendinde amaç, sınırsızca yayılmak istiyor, bu kadar açık. Kapitalizm/ emperyalizm/ imparatorluk/ cihatcılık arayışları kendine sınır koyamaz, bunlar kendileri için kendinde amaç haline gelmiş bulunuyor, bunların bitirilmesi, diğer bir deyişle sürdürülmesi dışında bir ölçü bunlarla çelişiyor. Otokratlığın tek ölçüsü meşruiyetini kendinden alması, kendi otoritesinin ölçüsü kendisi oldukça otoriter arayışlara kendi kapsamı içinde içten başka bir ölçütle sınır koyulamaz.

Bir kere sınav, mumerus clausus (sınırlı konum) ve buna yönelik bir talep başlamaya görsün, sanki çok faydalı bir şeymiş gibi ABD’den, Çin’den Almanya’ya her tarafa, sınırlı sayıdaki bölüme, programa veya konuma erişmek üzere sayısı ve sınırı belirsiz sınavlar koyuluyor, sınavlar azalmıyor daha da yayılıyor. Önce LGS bu hafta da YKS sınavları yapıldı. İki sınavda 3.5 milyondan fazla çocuk ve genç yarıştı. Kazananı kim, bundan toplumsal bir kazanç elde edilebiliyor mu, sosyal faydası nedir, bilemiyoruz. Maliyetini hesaplamak daha kolay. Ürünü çıktıyı hesaplamak ise çok daha zor, ortada bir ürün alınıp alınmadığı veya nasıl bir kazanım elde edildiği de açık değil. En başarılı olanın o kadar başarılı olamayana göre kendini konumlandırdığı, ölçünün diğeri olduğu, diğerini geçtiği için sevinç içinde olduğu, tüm alanlarda tam yanıt veren az sayıda çocuk ve genç dışında hemen tüm çocukların ve gençlerin önünde daha başarılı olanların durduğu, en başarılı olanların ardında hemen tüm arkadaşlarının kaldığı, kendi kendinin rasyonalitesini üretmiş ve sürdürmekte olan bir garip toplumsal sistemle, bir diğerini geride bırakmaktan haz aldığımız, bir diğeri bizi geçti diye ona düşmanlık ettiğimiz bir hal ile hemhal olmuşuz.

Ne yanımızdakinden ne arkada bıraktığımızdan ne önümüzde olandan başarılı değiliz. Hiç kimseden ve kendimizden mutlu değiliz.

İşgal ettikçe işgal ettiklerimizle doymuş değiliz, henüz işgal edemediklerimizden mutlu değiliz.

Adem verilenlerden mutlu olmadı, Havva ile de iyi mutlu olamadı. Habil Kabil mutlu olmadı.

İşgal ve savaş, saldırı ve savunma doğal biyofizyolojik bir olgu mu, genetik bir olgu mu, tinsel bir olgu mu, toplumsal bir olgu mu, doğuştan mı geldi, sonradan mı oluştu, genetik/informatik bir sorun mu, eşitsizlik sorunu mu, ön yargı sorunu mu… Bu veya öbürü bunun neden ve erekleri neler, mekanizmaları sistemi yapısı ne, bunların ayırdına varılmadıkça, bu yanıtlarda geçen olgular sorunlar aşılmadıkça, bunlara karşı tavır alınmadıkça ve bunlar aşılmadıkça işgal ve çatışmalar bugünkü insanlara ve ülkelere içkin bir olgu olmaya devam edecek.

Yani işimiz bu sınavla, Suriye ile, Gazze ile, İran ile bitmiyor maalesef, bu sınav veya Gazze daha çok bir sonuç ve sadece bir ayağı ve evresi.

Bir işgal bir diğer işgali olumsuzlamıyor maalesef.

Belediyeler muzdarip, yurttaş yoldan geçemiyor, esnaf kaldırımı işgal eylemiş. Yurttaş belediyelerden, hükmedilen hükümetlerden, yargılanan hüküm kuranlardan muzdarip, konumlar bizzat işgal konumları haline gelmiş. Bakan veya başkan bir konumu işgal ediyor.

Mirasçılar arasında miras kavgası bitmiyor. Nice Osmanlı padişahını, daha bebe yaşında hanedanlık mirasçısı olması yedi, mirastan vaz geçer misin diye sorma gereği bile duymadılar, mirasçı doğmuştu çünkü. Erdoğan Erbakan’ı yedi, Özel Kılıçdaroğlu’nu, Netanyahu Hamaney’i. Yeme süreci oldukça birileri birilerini yemeğe devam edecek. Birileri İmamoğlu’nu, Fatih Altaylı’yı yemeye kalkıyor, kim kimi yiyebilirse.

Yiyicilik oldukça bu yeme dünyası bitmez.

Emperyalizm oldukça işgaller bitmez.

Metafetişizm oldukça işgaller bitmez.

Miras oldukça miras kavgaları bitmez.

Zümreler, sınıflar, nüfuzlar oldukça, böyle konumlar oldukça sınavlar bitmez, hatta adaletin bir yolu bile sayılır, meşruiyet/ rıza üretme aracı sayılır, “piyasa” sayılır.

Öyle bitsin deyince de bunlar bitmiyor. Bilmek de yetmiyor, hatta mevcut asimetrik ilişkilerde böyle bir bilgi avantaj elde etmeye dönüştürülebiliyor. Mevcut iktidarlar okullardan üniversitelerden bu düzeni sürdürecek bilgi, eğitim, sınav istiyor.

Fikri neyse zikri, zikri neyse fikri odur. NATO saldırı bütçelerinizi artırın diyor.

Sınavların, kayyımların, işgallerin bitmesi için bilginin bilincin ötesinde toplumsal talep ve cesaret gerekiyor

Bu düzenin bitirilebilmesi için bizzat bitirme bilinci, talebi ve cesareti gerekiyor. Benim tüm dünyada gördüğüm, en azından asgari bir bilincin olduğudur. Bu da iyi bir şeydir ama yeterli değildir. Bilinç tek başına yetmez, hatta seçeneğini oluşturamazsa bizzat rahatsız olduğu sistemde tutunma arayışına dönüşür, kötülüğü beslemeye başlar. Yani bilincin olumsuz olandan bizzat çıkar sağlama değil olumsuz olanı bitirme talebi de olması gerekir. Talep de yetmez, bizzat buna cesareti de olması gerekir.

Toplumsal talep yoksa bireysel olarak ne kalır geriye denirse onurlu bir mücadele de yeter kişi olana. En azından kötüyü istememek de bir istençtir, bildiği kötülüğü yapmamak da bir kişisel onurdur, kişiliktir.

Onursuzluk gerçekliğin bir parçası olabilir ancak onurlu olmaya örnek teşkil etmez. Onurlu bir yaşam kişi olana yeter.

Yine de onurlu bir yaşam toplumsal bir talebe dönüşmedikçe, toplumsal güç ilişkilerini aşmaya yönelmedikçe, tek başına olanı daha mikro kalıyor.

Yeryüzü onurlu aşkların yüzü oluncaya dek mücadele etmek gerekiyor. İşgal değil birlikte yaşama toplumsal bir talep olduğunda, bunun şartlarını oluşturduğumuzda, mülkiyet ve sahip olma yerine yaşamı yaşamayı odak aldığımızda iyiye yönelik talebin şartlarını biraz daha oluşturmuş olacağız, iyiye güzele yönelik talepleri biraz daha toplumsallaştırmış olacağız.

Mevcut neye el koyabilirim, sahip olmanın miktarını nasıl artırırım değil de dünyayı daha fazla nasıl yaşanabilir kılabiliriz, dolayısıyla kendi yaşamımı da daha yaşanılır hale nasıl getirebilirim diye sormamız gerekiyor. Bunun için başka sokaklara göz dikmek değil kendi sokağımızı yaşanabilir kılmaktan, güzelleştirmekten başlamamız gerekiyor, herkese ve her canlıya yaşanılır bir dünya için uğraşmamız gerekiyor.

Böyle bir dünyada sınavlara, kayyımlara, işgallere yer yoktur. Bilgiyi olumlu yönelime/ iyi istence, iyi istenci yaşama geçirmeye yönelmek, böyle bir irade ve cesaret gerekiyor.

                                                          /././

NATO neden ve kime karşı silahlanıyor?-Yücel Özdemir-

Hollanda’nın Lahey kentinde çarşamba günü yapılan NATO zirvesinde üye ülkeler için alınan askeri harcamaları 2035 yılına kadar gayrisafi milli hasılanın yüzde 5’ine çıkarma yönündeki karar emperyalist paylaşım, savaş ve militarizm konusunda yeni ve önemli bir eşiği ifade ediyor.

Tıpkı 2014’te Galler’de alınan yüzde 2 kararı gibi. Son verilere göre 32 NATO ülkesinden 23’ünün askeri harcamaları yüzde 2 kriterinin üzerinde. Yeni hedef yüzde 5’e on yıl içinde kaç ülkenin vaktinde ulaşacağını bugünden kestirmek zor. Ama bunu kısa sürede yerine getirecek ülkelerin Almanya’dan başlayarak Polonya ve Baltık ülkeleri olacağını söylemek mümkün. Almanya’nın hedefi 2029.

Önümüzdeki on yıl içinde silahlanmaya ayrılacak devasa bütçeler bir taraftan dünya çapındaki askeri harcamaları rekordan rekora taşırken diğer taraftan daha fazla silah üretimini teşvik ederek dünyayı tam anlamıyla “barut fıçısı”nda dönüştürüyor.

Bir süredir üye ülkelere yüzde 5 şartını dayatan ABD, doğal olarak Lideri Trump, zirvenin asıl kazananı oldu. Daha doğrusu NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin Trump’a gönderdiği SMS’de ifade edildiği gibi “Avrupa olması gerektiği gibi ZORLA para yatıracak ve bu sizin zaferiniz olacak.”

Trump’ın bu “kolay zaferi”nin elbette nedenleri var. Birincisi, İspanya dışındaki bütün ülkelerin liderleri ve hükümetlerinin dünyanın içinden geçtiği gerilime bağlı olarak dünden silahlanmaya hazır olması. İkincisi, Ukrayna savaşıyla başlayan süreçte ABD’nin NATO içindeki hakimiyetini, liderliğini tazelemesi. Üçüncüsü de Rusya tehdidi nedeniyle mevcut koşullarda ABD’nin desteğine, dolayısıyla 5 maddeye ihtiyaç duyanların fazla olması.

Her yıl bütçelerin yüzde 5’inin askeri harcamalara ayrılması Almanya için 150-200, Türkiye için yaklaşık 50-60 milyara denk geliyor. Bu da her ülkede askeri harcamanın bugüne kıyasla iki-üç katı artması demek.

Sermaye basını, bunun faturasının asıl olarak NATO ülkelerindeki emekçi sınıflarına kesileceği gerçeğini gözden uzak tutuyor. Sözü edilen meblağların eğitime, sağlığa, kültüre, altyapıya, konuta ayrılması durumunda NATO ülkelerindeki emekçilerin yaşamının daha yaşanılabilir olacağı açık. Askeri harcamalardaki artış doğal olarak önümüzdeki on yıl içinde NATO üyesi ülkelerde yoksulluğu, sosyal hak gasplarını ve bütçe açıklarını artıracak, sınıflar arası çelişkileri daha da derinleştirecektir.

Askeri harcamaların yüzde 5 arttırılmasının kaymağını ise silah üreticisi durumundaki NATO ülkeleri yiyecek. Bunların başında da ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya geliyor. Örneğin Handelsblatt gazetesinde dün Türkiye’ye 40 adet Eurofighter savaş uçağı satılmasına yeşil ışık yakıldığı belirtilirken, üretici tekele şu anda 100 adet sipariş yapıldığı belirtiliyor. Rakip F-35 üreticisi ABD tekeli Lockheed Martin’e yapılan sipariş ise 3 bin adet.

Rutte de kısa bir süre önce NATO’nun hava savunma kapasitesinin beş kat arttırılacağını, binlerce yeni tank ve zırhlı aracın yanı sıra milyonlarca topçu mühimmatı tedarik edeceğini duyurmuştu.

NATO’nun daha fazla silahlanma kararı silah üreticisi devletlerin tekellerini de alabildiğince sevindirdi. Kararın alındığı çarşamba silah tekelleri için adeta bayram günüydü. Daha karar açıklanmadan borsadaki hisseleri değer kazanmaya başladı. Alman silah tekelleri de bundan paylarını aldılar: Rheinmetall’in hissesi yüzde 2.2 değer kazanarak 1721.50 avroya, Renk’in hissesi yüzde 3.2 değer kazanarak 65.74 avroya, Hensoldt’un hissesi yüzde 4.8 değer kazanarak 93.65 avroya yükseldi. Dünyanın ikinci büyük silah tekeli İngiliz BAE Systems’in hissesi de yüzde 1 arttı. On yıl içinde silah üretimi ve sanayisindeki dönüşüm ayrılan bütçelere paralel olarak hızlanacak.

NATO’nun askeri harcamaları artırmasının başlıca nedeni elbette yeni bir emperyalist paylaşım savaşından “zaferle” çıkmaktır. Hedefteki düşmanlar daha önce ilan edilmişti: Rusya ve Çin. Her iki ülkenin müttefiklerine karşı açılan savaşlardan elde edilecek sonuçlar, sürecin seyrini ve hızını belirleyecek. Burada savaşı asıl isteyen tarafın NATO’nun karar verici ülkeleri olduğu ise açık. Her ne kadar son zirvede 5. maddeye bağlılık yeniden vurgulansa da savaş durumunda şartlar belirleyecek.

NATO zirvesi, Batılı emperyalist ülkelerin yeni büyük savaşlara hazırlandığını bir kez daha gösterdi. Bu nedenle başta NATO üyesi ülkelerindeki emekçiler ve savaş karşıtları olmak üzere herkesin savaşa ve silahlanmaya karşı geçmişten daha farklı bir mücadele hattı belirlemesi gerekiyor. Zira tehlike hafife alınacak gibi değil.

                                                             /././

‘İç cephenin’ dış destekçileri kimler?-Ahmet Yaşaroğlu-

AKP ve MHP iktidarının Erdoğan liderliğindeki koalisyonun bir süredir ısrarla tekrarladığı “İç cepheyi sağlam tutma” çağrılarının aslında neyi hedeflediği gazetemizde pek çok haber ve yorumun konusu oldu. Bugüne kadar söylenenleri tek cümle ile özetleyecek olursak: Bu çağrı, iktidarın her geçen gün daha fazla azgınlaşan ekonomik ve politik saldırıları için zemini düzlemeyi, buna karşı mücadele eden, direnen her türlü muhalefeti bastırmayı hedefliyor. Yani işçi ve emekçi halkı daha fazla ezmek ve direniş gücünü kırmak, muhalefetsiz bir ülke dizayn etmek.

Peki bu “iç cephenin” iç destekçileri kimler? Toplumsal destekçileri ilk olarak, AKP ve MHP’yi destekleyen, sınıfsal konumları nedeniyle ezici çoğunluğu işçi ve emekçi olan, ama uygulanan ekonomik programlar nedeniyle bu destekleri her geçen gün zayıflayan kitleler. İkincisi AKP’yi açıkça destekleyen bir kısım irili ufaklı sermaye grupları. Genel olarak iş birlikçi büyük sermaye gruplarının önemli bir kısmının ise zaten destek açıklaması yapmalarına gerek yok, onlar uygulanan ekonomik programlardan fazlasıyla yararlanıyorlar ve bu programı savunuyorlar. Zaman zaman açığa vurulan hoşnutsuzlukları ise daha fazla soygunu hangi kesimlerinin yaptığı üzerine. Politik ve hukuki “rahatsızlıklarının” ise dikkate alınabilecek bir yönü yok. Ve bu “iç cephenin” tabii en büyük destekçisi ve dayanağı ise doğrudan devlet iktidarı ve onun denetleyip harekete geçirebildiği tüm resmi, gayriresmi mekanizmalar. İktidarın “iç cephesi” bu güçler ve özetle halkın yüzde 70’i bu “yerli ve milli” cephenin karşısında konumlanmış durumda.

Ama bir de onların desteği olmazsa ayakta kalamayacak olan bu iktidarın dayandığı “dış güçler” var. Bunlardan ilki elbette ABD emperyalizmi ve onun liderliğini yaptığı savaş ve yıkım örgütü NATO. Şu günlerde liderlerin katıldığı yeni NATO zirvesi yapıldı ve ABD’nin üyelerin askeri harcamalarını yüzde 2’den yüzde 5’e çıkarmaları talebi sonuca bağlandı. Yani daha fazla işgal, yıkım ve savaş yolunda ileri adımlar. Bu toplantı vesilesiyle ülkeyi yönetenlerin “Türkiye olmadan NATO’nun, AB’nin güvenlik konusunda bir istikrara sahip olamayacağı, NATO’nun ikinci büyük ordusu olunduğuna” dair açıklamaları peş peşe geldi. Bu durumda “Türkiye’nin en büyük ihraç ürünü ordusudur” diyen Soros’a niye kızıyorsunuz anlaşılmıyor doğrusu! Dahası ülkenin NATO’ya bağlılığının nişanesi olarak, Erdoğan’ın “dostum Trump’la” anlaşması sonucu bir sonraki NATO toplantısı Türkiye’de yapılacak.  

 İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısı sırasında onlara anlık istihbarat sağlayan Kürecik ve İncirlik üsleri üzerinden uşaklık görevi de aksatılmadan yerine getirildi. Bu arada Batı emperyalizminin önemli temsilcilerinden olan İngiltere hükümeti, yayımladığı yeni ulusal güvenlik stratejisi belgesinde, Türkiye’nin güçlü askeri entegrasyon ve savunma sanayi iş birliği sayesinde İngiltere için kilit ortak olduğunu ilan etti. Genel olarak AB’de Erdoğan iktidarından memnun ve onlar açısından uşaklıkta istikrar en önemli özellik durumunda. Çünkü onların pis işlerini sadece İsrail yapmıyor. Avrupa’ya akacak mültecileri Türkiye’de tutmak, karşılığında para almak temiz işler arasında sayılmasa gerek. İşin, uluslararası dev tekellere ucuz iş gücü sağlamaya yönelik uygulanan ekonomik programın sağladığı hizmet bölümünü anlatmak için ise sayfalar doldurmak gerekir. Ama 500 milyar dolar üzerindeki dış borç ile soyulan bir ülke olduğumuzu yeniden hatırlatmak gerekiyor. Son 20 yılda 500 milyar doların üzerindeki faiz ödemesi, ülke kaynaklarının oluk oluk dışarıya akıtıldığının en büyük göstergelerinden biridir. Uluslarası finans kurumları için bu iktidar soygunda istikrar anlamına gelmektedir.

“Dış güçlerin” ülkenin istikrar ve birliğine düşmanlıkları üzerine her gün yeni bir demagoji üreten bir iktidarın, onlarla iç içeliği bir yana, onlara yeni hizmetler sunmak için bu kadar hevesli olması az rastlanır bir durumdur. Kuşkusuz onların “İç cephemizin temel dayanağı ve destekçileri dış güçlerdir” açıklaması yapmalarını beklemiyoruz. Ama gerçek duruma rağmen, onun tam tersini yapan uygulamaları ve politikaları bu kadar rahat savunmaları sadece yüzsüzlükle açıklanmaz. Bütün bunların altında yatan temel neden ülkenin emperyalizme olan bağımlılığıdır ve iktidarın da bu bağımlılıktan rahatsız olmak bir yana onu kendi bekası için uluslararası dayanak olarak gördüğü gerçeği ile karşı karşıyayız.

Bu nedenle savaş örgütü NATO’dan çıkmak, emperyalist ülkelerle yapılmış tüm askeri ve ekonomik anlaşmaları iptal etmek, ülkeyi uluslararası tekeller için ucuz işçi cenneti haline getiren ekonomi politikalarına son vermek, ülkenin işçi ve emekçilerinin temel görevidir ve bu görev, öncelikle içerideki iktidarla hesaplaşmayı başarmakla yerine getirilebilir. Şu sıralar kamu işçileri ve çalışanları hareketlenmiş durumdalar. Bu işçi hareketinin halk hareketinin temel gücü ve omurgası olması için yeni bir olanak anlamına geliyor. Bunun için öncü işçilere, mücadeleci sendikacılara önemli görevler düşüyor. İktidarın ve sermayenin cephesine karşı halkın cephesinin örülmesi gerekiyor.

                                                             /././

EVRENSEL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -27 Haziran 2025-

  Dinçer Demirkent: 30 Haziran CHP yönetiminin çok ötesinde anlamlar taşıyor -Dilan Temiz- 19 Mart’ın siyasi sonuçlarıyla beraber CHP Kurult...