Turgut Altınok’un dosyalarını “açık” tutan savcı, başsavcı vekilliğine terfi etti -Tolga Şardan-
HSK’nın Savcı Mehmet Beşir Güven’i, “başsavcı vekili” olarak terfi ettirmesinde mutlaka bir gerekçe vardır, kuşkusuz. Şimdiye kadar başarılı görev yapması sebebiyle böylesi bir görevde yükselme gerçekleşmiş de olabilir elbette. Ancak, epeyce kıdemi olan Güven’in, son terfisini kazanmasından hemen önce AKP’li siyasetçi ve belediyeci Turgut Altınok’a ait dosyaları açıkta tutması doğal olarak soru işaretine neden oldu

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yaz kararnamesinin yankıları devam ediyor.
Kararnamede yer alan yargı mensuplarının sayısının fazla olması sebebiyle, halen yeni bilgiler günışığına çıkıyor.
Büyüteç’te bir önceki yazıda, HSK kararnamesinin pek gündeme gelmeyen yansımalarını duyurdum.
Peşinden gazeteci Ali Can Uludağ yine aynı kararname içinden tespit ettiği bir hâkim atamasının perde arkasını aktardı kamuoyuna.
Listeyi detaylıca incelediğimde gözden kaçan bir ismi daha yakaladım.
Bu isim, Ankara Adliyesi’nde savcı iken son kararnameyle “başsavcı vekili” olarak terfi ettirilen Mehmet Beşir Güven.
Güven’in adını kararnamede gördüğümde, kısa süre önce yine Büyüteç’te okurlara aktardığım AKP’li Eski Keçiören Belediyesi Başkanı Turgut Altınok’la ilgili adli soruşturmalar aklıma düşüverdi birden!
Altınok’un belediye başkanı olduğu döneme ait ve yeni belediye yönetimince tespit edilen suç iddialarına yönelik yazıyı meraklı okurlar hatırlayacaktır.
Yazının dumanı henüz üzerinde.
Şöyle ki, mevcut belediye yönetimi Altınok dönemiyle ilgili altı ayrı dosyayı hazırlayıp Ankara Adliyesi’ne gönderdi. Dosyaların içeriğinde AKP’li eski belediye başkanının görevi sırasında işlediği iddia edilen suçlar var.
Detayları, linkini bıraktığım yazıda bulmanız mümkün.
Görevdeki yönetimin dosyaları belediye avukatları aracılığıyla adliyeye ulaştıktan sonra Altınok’un eski konumu, yani belediye başkanı olması nedeniyle başsavcılık bünyesindeki memur suçlarını soruşturan özel büroya sevk edildi.
Eski Keçiören Belediyesi Başkanı’nın altı dosyası birden -tesadüf eseri olsa gerek- aynı büroda, aynı görevi yürüten birden fazla savcı olmasına rağmen, hepsi tek savcıda toplandı. Belki Altınok’un soruşturmalarının ‘tek elden’ yürütülmesi için Başsavcılık takdir hakkını bu şekilde kullanmış olabilir.
Ancak zaman içinde ortaya çıkan tabloda, Altınok’la ilgili hem 2024’te hem de 2025’te yapılan suç duyurularının hiçbirisi lehte veya aleyhte sonuçlanmadı. Dosyalar bugün itibarıyla halen açık!
İşte bu altı dosyanın tek elde toplandığı isim, Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği görevine getirilen Mehmet Beşir Güven.
HSK’nın Savcı Güven’i terfi ettirmesinde mutlaka bir gerekçe vardır, kuşkusuz. Şimdiye kadar başarılı görev yapması sebebiyle böylesi bir görevde yükselme gerçekleşmiş de olabilir elbette.
Ancak, epeyce kıdemi olan Güven’in, son terfisini kazanmasından hemen önce AKP’li siyasetçi ve belediyeci Altınok’a ait dosyaları açıkta tutması doğal olarak soru işaretine neden oldu.
HSK kararnamesinin ardından Ankara Adliyesi’ne gelen giden yargı mensuplarından sonra Başsavcı Gökhan Karaköse, savcılar ve başsavcı vekilleri arasında yeni iş bölümü yapacak.
Güven’in yeni iş bölümünde alacağı görev, ilerisi için de işaret olacak.
* * *
İBB itirafçısının ifadesindeki ayrıntı
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik soruşturmasında her gün yeni iddialar ve bilgiler kamuoyuna yansıyor.
Tutuklandıktan sonra etkin pişmanlık çerçevesinde serbest bırakılan Adem Soytekin, şu sıralar gündemdeki yerini koruyor.
Soytekin’in, kendisinin yanı sıra yakınlarının da aynı soruşturmada gözaltına alınıp tutuklanmasının ardından itirafçı sıfatıyla savcılara verdiği öne sürülen ifadelerine bakıldığında, İBB yönetimine yönelik ağır iddialar mevcut.
Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da Soytekin’in savcılığa verdiği ifadelere göre tutuklandı.
Biraz araştırma ve evrak okuması yapıldığında ilginç bir tablo ortaya çıktı.
Şöyle ki; itirafçı Adem Soytekin etkin pişmanlık kapsamında verdiği ifadede, 7 Mart 2025 günü yani İBB gözaltılarından 12 gün önce telefonuna, Zeytinburnu Tapu Müdürlüğü’nden mal varlığına tedbir konulduğu bilgisinin verildiği bir mesaj geldiğini belirtti.
Soytekin, aynı ifadesine yansıyan bilgilere göre, telefonuna gelen mesajın ardından avukatı Mehmet Pehlivan'ı aradığını ve Pehlivan’ın kendisine "Konudan bilgimiz var, takip ediyoruz. Akşam YTT hukuk bürosunda buluşalım” dediğini anlattı.
Soytekin ifadesinde, “Mehmet Pehlivan tarafından bu konuşmasında herkese hangi avukatın atandığının belli olduğu, bana Avukat O.'nun atandığı, İBB'de gözaltına alınacak bürokratlara da hangi avukatların atandığının belli olduğu, ifadelerde neler konuşulacağının belirlendiği, belediye bürokratlarının tutuklanması halinde hepsine maddi yardım yapılacağı, herkese 'Operasyonun siyasi olduğunu, ifade vermeyeceklerini' söylemeleri şeklinde öğütleme yapıldı. Bu toplantıda Mehmet Pehlivan, operasyonun Medya A.Ş. özelinde olduğunu, Ekrem İmamoğlu'nu zaten gözaltına alamayacaklarını söyledi” dedi.
Soytekin’in bu sözleri, iktidara yakın yayın organlarının yanında Anadolu Ajansı’nca da haberleştirildi.
İtirafçı olmasının ardından tahliye edilen Soytekin’in ifadesine bakıldığında, İBB operasyonundan ilk kez YTT Hukuk Bürosu’nda yapılan toplantıda bilgi sahibi oldu. Hatta kendisine aynı hukuk bürosunda bir avukat atandı.
Ancak Adem Soytekin, 21 Mart 2025 günü savcılıkta verdiği ifadesinde yer aldığı şekliyle, kendisinin 5 Şubat 2025 günü söz konusu operasyondan haberdar olduğu anlaşılıyor.
Savcılık, şüpheli konumundaki Adem Soytekin’e Mehmet Şahin ile yaptığı bir telefon görüşmesini sordu.
İfade metninde yer alan telefon görüşme kayıtlarına göre, Mehmet Şahin, Soytekin’e “Cumhuriyet savcılığında adın geçiyor ama herhangi bir delil ya da hiçbir şey yok” bilgisini verdi. Ayrıca 13 Şubat 2025’te yine aynı kişinin yani Mehmet Şahin'in, Soytekin’i arayarak “Başsavcıyla alakalı bir konu var onu ileteceğim” demesi dikkat çekici, kanımca.
Şüpheli Adem Soytekin, ilk defa bu görüşmede İBB soruşturmasından haberdar oldu. Ancak ifadesinde konunun İBB değil, başka bir mesele olduğunu aktarmasının bir anlamı olmalı elbette.
Soytekin’in ifadesinde devam eden telefon görüşme kayıtları, soruşturmanın İBB soruşturması olduğunu açıkça ortaya koydu.
Tabii bu arada, İmamoğlu ile birlikte hareket ettiği ifade edilen Soytekin’in henüz şubat ayı başında operasyon bilgisini aldığı, Mehmet Şahin’in AKP’ye yakın iş insanı olduğu, yakın geçmişteki seçimlerde AKP’li adaylarla birlikte siyasi hareket içinde yer aldığı biliniyor.
Şahin ayrıca, İBB soruşturması kapsamında ikinci dalga operasyonlarında gözaltına alındı ve adli kontrolle serbest bırakıldı.
* * *
Adalet Kulesi’nin anlamı
Özel bir konu için birkaç gün İstanbul’da bulundum, geçen hafta.
Tarihi yarımadadaki en önemli miraslardan birisi Topkapı Sarayı, herkesin bildiği gibi.
Daha önce de sarayı gezmiş olmama rağmen bir kez daha Sultanahmet’i gezdim.
Ve Topkapı Sarayı’nı da. Sarayı gezerken, Adalet Kulesi tüm ihtişamıyla göze çarpıyordu.
Bilmeyenler için özetleyim; Adalet Kulesi, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusundaki anlamı en ağır yapılardan.
İlk inşası Fatih Sultan Mehmet dönemine ait olan Adalet Kulesi’nin varlığının simgesel anlamı, “topluma, devletin adaletli bir şekilde yönetildiği ve alınan kararlarda adil olunduğuna yönelik bir mesaj vermek” olarak bilinir. Ve tarihe de böyle kaydedildi.
Bunu notu eklememin sebebi, kendisini Osmanlı’nın devamı olarak tanımlayan iktidar döneminde yaşanan hukuksuzlar.
İstanbul Adliyesi, daha önce Sultanahmet’teydi. İronik olmakla birlikte, yargıya "adalet" mesajı Topkapı Sarayı’ndaki Adalet Kulesi’nden yayılırdı. Yeni İstanbul Adliyesi şimdi Çağlayan’da ve Adalet Kulesi’nden hayli uzak.
Sanırım, mevcut yargı mensuplarının içinde bulunduğu kaotik düzen bu uzaklaşmadan kaynaklanıyor!
* * *
Hidayet Türkoğlu, final serisini izlemeli
Fenerbahçe ile Beşiktaş arasındaki basketbol final serisi, aynı zamanda bu yıl Euroleague şampiyonluğunu kazanan sarı lacivertli takımın oldu.
Yüksek bütçeli rakibinin neredeyse onda biri harcamayla kurulan ve Koç Dusan Alimpiyeviç liderliğinde mücadele eden Beşiktaş’ın finale çıkması büyük başarı. Euroleague’in üstün takımlarından Anadolu Efes’i yarı finalde eledi.
Beş maçlık final serisini izledim. Hemen tüm maçlarda hakemlerin oyuna büyük etkisi oldu. Fenerbahçe’nin böylesi bir tabloya zaten ihtiyacı yok.
Federasyon Başkanı Hidayet Türkoğlu, eğer izlemediyse boş zaman yaratıp beş maçın tamamını izlemeli. Emekli basketbolcu olarak hakemlerin durumunu bizzat görmeli.
Hakem hatalarının oyuna nasıl etki ettiğini gözleriyle görüp gelecek sezon için tedbirleri almalı.
Aksi halde basketbol liginin, futbol liglerinden farkı kalmayacak!
/././
Kemal Bey’e parti mi dizayn ettiriliyor?-Tuğçe Tatari-
Ortada bir umut olmasa, her şey geçen yıllarda Kemal Bey’in mümkün kıldığı kadar umutsuz olsa, kimsenin CHP’ye veya İmamoğlu’na dokunacağı yoktu! CHP’li olmamama rağmen, Kılıçdaroğlu’nun CHP’de ‘umut vaat eden’ ekibin üzerine çökme çabasını protesto etmeye hazır hissediyorum kendimi. Kim bilir gönülden partili olanlar ne durumda…

Kemal Kılıçdaroğlu siyaseten devirdiği yılların ardından şimdilerde resmen ve çok sesli bir ifade şekliyle ‘iktidarın adamı olarak şaibeli kişi’ olmakla itham ediliyor. Bu ithama neden olacak onlarca veri ortaya saçılırken de bu durumu gizleme, kapatma, mâni olma gibi ihtiyaçlar duymuyor.
Süreç açıktan, destursuz yürüyor.
Sürecin tanımı, CHP’nin Tayyip Erdoğan’ın istek ve beklentilerine göre yeniden tasarlanması, dizayn edilmesi.
İnsan bu yaşananlar karşısında artık gerçekten de fazlasıyla hayrete düşüyor!
Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu’na karşı kazanarak Genel Başkan seçildiği 2023 kurultayına ilişkin olarak açılan davanın duruşmasına günler kala yapılan açıklamalar, karından konuşmalar, estirilen rüzgâr, çıkartılan polemikler filan elbette ki son noktada konunun nereye bağlanacağına ilişkin ipucu da veriyordu.
Ama insan ister istemez seçmenini, vatandaşını, tabanını, kitlesini, artık adına ne derseniz deyin birazcık ‘adam yerine’ koyar da bu kadar ‘salak muamelesi’ yapmaz, kendi hakkında farklı algıların, ‘Truva atı’ benzetmesinin oluşmasından da rahatsız olur sanıyor…
Fakat nafile!
Türkiye’de artık siyaset; kimsenin kimseden çekinmediği, centilmenliğe, güvenilirliğe, ilk günden beri edilmiş sözlerin tamamına ihanet ediyor olmanın dahi saklanması ihtiyacı duyulmadan yapılıyor.
Misal; davasını satan sattığını saklamıyor, çıkar ilişkisi kuran düzenin yıllardır nasıl yürüdüğünü anlamamıza neden olacak ‘unsurları’ gizlemeye dahi çalışmıyor.
“Belki de Kemal Bey ilk günden beri orada” diye konuşuluyor, yazılıyor…
Muhalif bir siyasetçi için daha kötü bir durum düşünemiyorum!
Fakat Kılıçdaroğlu’nu asla durdurmuyor bunlar!
“Bir şeyler uydurularak punduna düşürme kurgusuna bile gerek bırakmadılar ülkede” diye isyan ederken buluyoruz kendimizi.
Rezillik öyle bir boyutta yaşanıyor yani.
‘Kendi partisine ihanet’ hükmü bir siyasetçiyle yan yana geldiğinde kariyer biter normalde, olması gereken de budur. Herkes adını ve kariyerini temiz tutmakla mükelleftir bu işlerde. Fakat görüyoruz ki etik, ahlak, duruş, onur gibi kavramların hiçbiri geçerliliğini korumamakta.
Şimdi diyorlar ki; demek ki her önemli dönemeçte başka başka partiler ve liderler için dillendirilen “AK Parti’yle anlaştılar” rüzgârları aslında tek bir adreste, yani CHP’nin tam da başında cereyan ediyormuş!
Fakat bunların konuşulur olması da engel olamıyor bu kişiye!
Tüm bu kör uçuşu ne için peki?
Ne uğruna?
Bu yaşananları ‘kişisel hırslardan’ ibaret saymak da safça!
Büyük bir siyasi skandal gizlenmeden cereyan ediyor ve biz de izliyoruz.
Gerçekten çok acayip!
CHP’li olmamama rağmen Kılıçdaroğlu’nun kendisinden sonra CHP’de oluşan ve ‘umut vaat eden’ ekibin üzerine çökme çabasını tüm gücümle protesto etmeye hazır hissediyorum misal. Kim bilir gönülden partili olanlar ne durumda…
Zaten tüm bu oyun da CHP’nin geleceğe dair umut vaat ediyor oluşundan dolayı oynanıyor. Ortada bir umut olmasa, her şey geçen yıllarda Kemal Bey’in mümkün kıldığı kadar umutsuz olsa, kimsenin CHP’ye veya İmamoğlu’na dokunacağı yoktu!
Evet evet artık net olmakta fayda var, zekâlarımıza daha fazla hakaret ettirmeyelim lütfen. Ki zekâlara hakaret edercesine bir savunuyla “Kayyım olacağına ben olayım” mantığı koyuluyor ortaya. Sokaklara dökülmesin CHP kitlesi, deniyor.
CHP kitlesi bugün sokağa çıkmayacaksa, bu ortaya çıkan, son tahlilde anlaşılan skandalı kınamayacaksa ne zaman neyi kınayacak Allah aşkınıza!
Özetle...
Nasıl hukuka müdahale edildiğinin gizlenmesine gerek duyulmuyorsa Erdoğan iktidarı eliyle CHP’nin başına Kılıçdaroğlu’nun döndürülme projesi de gizlenmiyor.
Kılıçdaroğlu ise AKP ile bu pazarlığa, bu iş birliğine oturma yaftası ile yola aynen devam ediyor, edebiliyor.
Cezaevinden kulis bilgisi aktaran Fatih Altaylı, Kılıçdaroğlu’nun Özgür Özel’e “Kurultay davasında sana destek olmamı istiyorsan Ekrem’i unut, ya sen ya Mansur aday olsun, o zaman yanında yer alırım” dediği iddiasında.
Kılıçdaroğlu ise, “Yolsuzlukla anılanları partiden temizleyeceğim… Beni hançerleyenlerle hesaplaşacağım… İşe mahallelerden başlayacağım” diyor.
Yani bu umut dalgasını yaratanları dağıtacağım, partide taş üstünde bırakmayacağım demeye getiriyor.
Belki de kendi tabanının hafızasızlığına güvenerek AK Parti eliyle CHP’yi dizayna soyunuyor!
/././
Anayasa Mahkemesi’nin engellilere yönelik ÖTV iptal kararının doğru anlaşılması -Murat Batı-
Anayasa Mahkemesi'nde belirtilen gerekçeler doğrultusunda, yüzde 90 altında engelli olup sürücü olamaz raporu bulunan engellileri de kapsayacak yeni bir yasal düzenlemenin yapılacağını beklemek yerinde olacaktır.

Bilindiği üzere, Özel Tüketim Vergisi Kanunu’na göre, belirli şartları taşıyan binek otomobilleri bayilerden sıfır kilometre olarak iksitap eden (alan) engelliler için vergi istisnası söz konusu olmaktadır.
Bu istisnadan yararlanan engellileri iki gruba ayırmak mümkündür. Şöyle ki; birinci grupta engellilik oranı yüzde 90 üzeri olanlar varken, ikinci grupta engellilik oranı fark etmeksizin araçta engelliliğine uygun özel tertibat yaptıran ve aracı bizzat kullanacak olan engelliler mevcuttur.
Ancak Antalya 2. Vergi Mahkemesi tarafından yüzde 90 oranından daha az derecede malul ve engelli olanlardan araç alımlarında sadece engelliliğine uygun şekilde hareket ettirici özel tertibat yaptırmak suretiyle bizzat sürücü olma imkânına sahip olanların özel tüketim vergisi muafiyetinden yararlanabileceğinin öngörülmesinin devlete yüklenen engellilerin korunmalarını ve toplum hayatına uyumlarını sağlayıcı tedbirlerin alınması şeklindeki pozitif yükümlülükle çeliştiği, bu durumun sosyal devlet ve eşitlik ilkelerini ihlal ettiği, engelli haklarının korunmasına ilişkin milletlerarası antlaşmalarla bağdaşmadığı belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa Mahkemesi de 26 Haziran.2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Esas No: 2024/240, Karar No: 2025/100 sayılı kararı ile, ikinci grupta yer alan engellilere istisna uygulanmasını sağlayan yasal düzenleme, Anayasal eşitlik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle 9 ay sonra yürürlüğe girmek üzere iptal etti.
Söz konusu karar incelendiğinde, iptal gerekçesi olarak kısaca “engellilik oranı yüzde 90 altında olan engellilerden aracı özel tertibatla kullanabilecek olanlar bu istisnadan yararlanabilirken, engellilik oranı yine yüzde 90 altında olan ancak aracı özel tertibatla dahi kullanamayacak olanların istisnadan yararlanamaması” gösterildi. Örneğin yüzde 70 engelli olan bir kişi özel tertibatlı araç kullanabiliyorsa istisnadan yararlanabiliyor, ancak aynı oranda engelli olan kişi hakkında “sürücü olamaz” raporu verildiyse bu kişi (Anayasa Mahkemesine göre daha dezavantajlı olmasına rağmen) istisnadan yararlanamıyordu. İşte bu durum eşitlik ilkesine aykırı görüldü. Özetle engel durumundan dolayı hakkında sürücü belgesi alamayacağına ve dolayısıyla herhangi bir taşıtı -engelliliğine uygun şekilde hareket ettirici özel tertibat yardımıyla dahi- kullanamayacağına yönelik olarak karar alınan malul ve engellilerin söz konusu istisnadan yararlanamamasına yol açılmaktadır.
Öncelikle burada kararın doğru anlaşılması açısından bir hususu vurgulamak gerekir: Anayasa Mahkemesine göre istisna uygulaması, yüzde 90 altında engelli olan herkese değil, yüzde 90 altında engelli olan ancak sürücü olamaz raporu bulunanlara genişletildi. Başka bir anlatımla yüzde 90 altında engelli olup normal ehliyetle sürücü olabilenlerle ilgili olmadığından istisnanın bu kişileri de kapsayacak şekilde genişletilmiş olduğundan bahsedilemez.
Peki şimdi ne olacak?
Karar, 9 ay sonra yani 26 Nisan 2026’da yürürlüğe gireceği için, bu sürede iktisap edilecek araçlar bakımından herhangi bir değişiklik söz konusu değil. Ancak 9 ay içerisinde yeni bir düzenleme yapılmazsa, bu süre sonunda yukarıda bahsedilen ikinci gruptaki engellilerin istisna hakları da sona erecek. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi'nde belirtilen gerekçeler doğrultusunda, yüzde 90 altında engelli olup sürücü olamaz raporu bulunan engellileri de kapsayacak yeni bir yasal düzenlemenin yapılacağını beklemek yerinde olacaktır. TBMM ile Maliye Bakanlığı'nın, 9 ay içerisinde iptal gerekçeleri doğrultusunda yeni bir düzenleme yapmayıp mevcut istisna hakkını tamamen ortadan kaldırması ise büyük bir mağduriyet yaratır ve ihtimal vermeyeceğimiz bir hata olur[1].
[1] Önerileri için sevgili dostum Avukat Hüseyin İlik’e çok teşekkür ederim.
/././
Anıların ve yaşananların ışığında Türk hukuk uygulaması -Sami Selçuk-
Biz Türk hukukçuları, uygulamada ne yargılama (yaygın deyişle usul) hukuku ne de somut (ceza, borçlar, medeni vb. hukuk) alanlarında başarılıyız. Çünkü bizler, hukuk ile yasaları birbirine karıştırmış, hukuk diye salt meclislerin benimsedikleri ya da yaptıkları yasaları almakla yetinmiştik. Günümüzde, yirmi birinci yüzyılda bile bunun ayrımında değiliz

İzninizle önce yargılama hukuku dışında kalan alanlarla ilgili olan hukuk dallarında yaşanmış olaylara bir göz atalım.
İlkin kendi alanım olan suç (ceza) hukuku alanında yaşadıklarımla başlamak istiyorum.
Merhum Prof. Dr. Sahir Erman (1918-1996), “Belgede Sahtecilik” konusunda yaptığı, bugün klasiklerimiz arasında yer alan doktora teziyle sivrilmişti. Avukatlık da yapıyor, duruşmalara katılıyor, yolu da sık sık Yargıtay’a düşüyordu.
Hemen her gelişinde de bana uğruyordu.
Zaman zaman da mektuplaşıyorduk ya da telefonla konuşuyorduk.
Bir keresinde ünlü İtalyan hukukçusu Manzini’nin kaynaklarıyla birlikte on bir cilt tutan “ceza hukuku” yapıtının bende olup olmadığını sormuştu. Çok pahalı olduğundan alamadığımı söyleyince, “Onsuz suç (ceza) hukukçusu olmaz” diyerek her gelişinde ciltlerden birini getirmiş, fotokopisi çekildikten sonra geri götürmüş, böylelikle benim de bu eşsiz kaynağa bütün ciltleriyle birlikte sahip olmamı sağlamıştı.
Onunla yaptığım bilim yüklü, çok yararlı uzun söyleşilerimizi hiç unutamamışımdır. Ceza Genel Kurulunun bir kararına yazdığım on sayfalık karşı oy yazımı belgede sahtecilik suçuyla ilgili kitabının yeni baskısına olduğu gibi aktarmış, Kurulun kararını da çok ağır bir üslupla eleştirmişti. Ankara’ya geldiğinde eleştirinin çok ağır olduğunu kendisine söylemiştim. Bunun üzerine az bile yazdığını, benim bir fakültede görev almamın daha doğru olacağını, eğer İstanbul Hukuk Fakültesi olursa çok sevineceğini, bunu da kolaylıkla sağlayıp çözebileceğini söylemişti.
Yargıtay nezdindeki Cumhuriyet Başsavcı Yardımcılığım sırasında Madrid Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Rodriguez Devasa’nın, Prof. Dr. Alfonso Gomez’le birlikte yazdıkları kitabı Yargıtay’daki adresime gelmişti: “Derecho Penal Español, Madrid, 1983.”
Elbette çok şaşırmış, bu davranışı kime borçlu olduğumu anlamaya çalışmış, doğrusu önceleri bir anlam da verememiştim. Ancak daha sonra Devasa’dan bir mektup almıştım. Fransızca yayımlanan birkaç makalemi kitabında kaynak yapmıştı, Devasa ve Türk hukukunu yakından tanımak istiyordu.
Kuşkusuz ilkin yazarı ve kitabını tanımaya çalışmıştım. Giuseppe Bettiol (1907-1982), L. Pettoello Mantovani ile birlikte yazdıkları kitabında (Diritto Penale, parte generale, Padova, 1986), Devasa’nın suç hukukuyla ilgili kitabından övgüyle söz ediyordu.
Kendisiyle yazışmayı bir ölçüde sürdürmeye çalıştım. Özellikle Devasa’nın bir mektubu Merhum Sahir Erman’la ilgiliydi. Uluslararası bir hukuk toplantısında onunla karşılaşmış, otelde ikisi de hiç uyumadan suç hukuku üzerinde sabaha değin konuşmuşlar ve Devasa, Erman’ın bilgisine hayran olmuş, bu bilgi nedeniyle Türk suç hukukunun çağını yakaladığı kanısına ulaşmıştı.
Ben de bu mektubu Erman Hocaya göndermiştim.
Onun üzücü, ancak hepimizi ‘Nerede yanlış yapıyoruz?” dedirtecek boyuttaki anılarından biri de aşağıdadır.
Erman, İtalya’da konuk öğretim üyesi olarak ders verdiği 1983 yılında, Roma Hukuk Fakültesinde Yargıtay’ımızın seçilmiş içtihatlarından örnekler sunarak 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın ülkemizde nasıl uygulandığını anlatan bir konuşma yapmıştır. Metin olarak İtalyanca baskısı bana da gelen bu konuşma, dinleyicileri öylesine şaşırtmış ve sarsmıştır ki, daha sonraları Adalet Bakanlığı ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı da yapmış olan Prof. Giovanni Battista Conso (1922-2015), dinleyiciler adına, bu uygulamaya adeta başkaldırmış, şunları söylemiştir: “Sizin hukuk fakültelerinizde suç (ceza) hukukunun en sıradan temelleri öğretilmiyor mu ki yargıçlarınız, Yargıtay’ınız, bu türden yadırganası kararlar veriyor!?”
Tanı açıktır ve şudur: Demek, Türk hukuk uygulaması, maddi hukuk açısından, yani bu hukukun bir dalı olan “suç hukuku” açısından çok başarısızdır.
Peki, maddi hukukun öbür alanlarında, sözgelimi, özellikle de çok önemli bir hukuk alanı olan “yurttaşlık hukuku” (medeni hukuk) alanında başarılı mı?
Ne yazık ki, hayır.
Nitekim aşağıda vereceğim ikinci örnek, özel hukuk uygulamasıyla, özellikle de bu hukuk alanıyla ilgilidir.
1988 yılında Yargıtay Büyük Genel Kurulunun önüne gelen, o dönemde yürürlükte bulunan Türk Yurttaşlar Yasası’yla (Türk Medeni Yasası, m. 143/2) ilgili görünüyorsa da, bu konu, günümüzde de önemini sürdürmektedir.
Aile hukuku konusunda yetkili olan İkinci Hukuk Dairesi, o dönemde yürürlükte bulunan Türk Yurttaşlar Yasası’nın (Medeni Kanun) 143/2. maddesi ve fıkrası uyarınca manevi ödence (tazminat) davasının ancak boşanma davasıyla birlikte açılıp görülebileceğine; ödence hukukuna bakan Dördüncü Hukuk Dairesi ise, boşanma kararı kesinleştikten sonra da, ödence davasının açılabileceğine karar vermiş, bu uyuşmazlık, geçerli deyişle içtihatlar birleştirilerek tek görüşe ulaşılması için Yargıtay Büyük Genel Kurulunun önüne taşınmıştı.
Elbette konu, salt özel hukuku değil, aslında özel hukuk ve suç hukuku dâhil, bütün hukuk dallarında geçerli olan “davanın bütünlüğü ilkesi”yle ilgiliydi. Dolayısıyla ve özetle boşanma kararından sonra ödence davasının açılması, kanımca bu ilkeye ters düşüyordu.
Bu yüzden daha çok suç hukuku alanıyla ilgilenmiş bir hukukçu olmama karşın, sorun, başı sıkışınca bütün dünya hukukuna inat uydurma kurumlar yaratmakta hünerler sergileyen Türk hukuk uygulamasının yapay bir icadı ve ürünü bulunan “içtihatları birleştirme” konusu olarak Yargıtay’ın önüne gelince, bu konuda hukuk biliminin dediklerine eğilmek gereğini duymuştum.
Söz konusu manevi ödence isteği, boşanmaya yol açan ve boşanma konusu ile iç içe olan olaylara dayanıyor ve bu olaylardan doğan ve yaşanan üzüntünün sonucu olarak gündeme geliyordu. Bu yüzden yasa yapıcı, manevi ödence dâhil, boşanmaya bağlı bütün sorunların boşanma davası ile birlikte çözülebileceğini, sağlıklı bir değerlendirmenin ancak böylelikle, yani bu türden davaların bütünlüğü içinde yapılabileceğini düşünmüş, bu tutarlı ve de gerçekten de çok doğru temel öngörüden yola çıkmıştı. Dolayısıyla boşanma kararından sonra ayrı bir dava ile manevi ödence davasının açılması, elbette yanlış değerlendirmelere yol açardı, açacaktı da. Nitekim Türk Yurttaşlar Yasası’nın sistematiği de bu yoldaydı ve bu konuda hukukçuyu zorluyordu. Gerçekten o dönemde yürürlükte bulunan Yasa’nın 143’üncü maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen “manevi ödence,” aynı Yasa’nın dördüncü başlığında (babında) yer almıştı. Bu başlık ise, boşanma nedenlerini (m. 129, 134), davayı (m. 135, 137) ve verilecek hükmü (m. 138, 149) içeriyordu. Boşanma ve yargılama süreci olmak üzere bu alt başlıklar ve bu sistematik, boşanma kararının manevi ödenceyi de içermesini de elbette zorlamaktaydı.
Bütün bunlara karşın çoğunluk görüşü, adaleti sağlam temellere dayandırmak isteyen bu sistematiği göz ardı etmekteydi. Dolayısıyla bu ikinci görüş, hem sözel yorum bilimine (herméneutique), aşağıda değinileceği gibi, hem de yasanın sistematiğine dayanan sistematik yorum anlayışına aykırıydı; ayrıca kendi içinde bir yöntem ve mantık çelişkisi de taşımaktaydı.
Evet, sistematik yoruma da aykırıydı. Çünkü Anayasa’daki (Constitution) “yan başlıkların metinden sayılmadıkları” yolundaki hüküm, yalnızca Anayasa’yla sınırlıydı, öbür yasaları kapsamamaktaydı. Bununla birlikte elbette bütün yasalar, özellikle de Türk Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun) düzeyinde bir yasa (daha doğrusu, doğru adlandırmayla başyasa, code, codice), her şeyden önce yalnızca metni, noktası, virgülleriyle değil, sistematiğiyle ve dolayısıyla bu sistematiği belirlemede temel öğeleri oluşturan, başlık, alt başlık ve yan başlıklarıyla birlikte yürürlükteydi. Bu başlıklar kaldırıldığında, yasa anlamsız bir maddeler yığınına dönüşürdü.
Ayrıca, karşı görüşün dayandığı ereksel (gai, teleolojik) yoruma, yani yasanın dayandığı temel mantığa (ratio legis) da aykırıydı, bu anlayış. Zira bu ereğe (uzak amaç, telos) ulaştıran araçlardan biri de, elbette yasaların sistematikleriydi. Nitekim 1978’de Louisiana’da yasa yorumuyla ilgili olarak yapılan uluslararası toplantıda, Hollanda delegesi Jaspers, dilbilgisi ve sistematiğin yorumda yararlanılan birinci derecede araç olduklarını, bunların öznel, kişisel değer yargılarını önleyip nesnelliği (objektiflik) ve yantutmazlığı (tarafsızlık) sağladıklarını, dizgesel (sistematik) yöntemin yorumda mantıksal zorunluluğu yansıttığını belirtmiş, sentez raporunda da Profesör Boulois, bu yöntemin önemini vurgulamıştı (Jaspers, T., Rapport néerlandais, L’interprétation par le juge des règles écrites (Journées Louisianaises), Paris, 1980, s. 134-141).
Dahası, Roma hukukundan beri geçerli olan bir özdeyişe göre, yasa yapıcı gereksiz söz söylemez, ayrıntıyla uğraşmazdı (minima non curat praetor). Dolayısıyla Yasa’da yer alan yan başlıkların değersiz olduğunu ileri sürerek sonuca ulaşmak olanaksızdı. Nitekim İsviçre ve dolayısıyla Türk Yurttaşlar yasalarını hazırlayan, Jhering’in öğrencisi ve yorum konusunda hukuka unutulmaz katkılarda bulunan Gény’nin hayranlarından biri olan Yurttaşlar Yasası’nın yazarı Eugen Huber, bu yan başlıkları yasa metnine boşuna yazmamıştı. Bu yüzden Huber’e göre, yan başlıklar yalnızca kolaylık için değil, yasa metnini tamamlamak içindi de.
Yukarıdaki bilgilerle yetinmeyip, tartışma konusu manevi ödenceyle ilgili araştırmalarıyla tanınan Fribourg (İsviçre) Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Tercier’e başvurdum ve onun görüşlerini de alarak Büyük Kurula ulaştığım aşağıdaki sonuçları sundum.
İsviçre’de ve Türkiye’de boşanma davasının iki temel konusu bulunmaktadır:
a- Evlilik birliğine sona erdiren boşanma kararı, yani kurucu (inşai) karar.
b- Ve, boşanmayla ortaya çıkan kişisel ve malvarlığına ilişkin sorunları düzenleyen ödetici karar.
Kuşkusuz her iki karar, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu nedenle yasa yapıcı, “boşanma davasında teklik (birlik) ilkesi”ni ve istencini (irade) temel almıştır. Bu anlayıştan çıkan kaçınılamaz sonuç ise, elbette şudur: Boşanma kararından kaynaklanan bütün iddialar, ancak ve ancak boşanmaya karar verecek olan yargıç tarafından çözülecektir. Çözülmesi de zorunludur.
c-Buna karşılık sadece malvarlığının giderilmesine (tasfiye) ilişkin durum, bu ilkenin dışındadır. Çünkü malvarlığının giderilmesi, boşanma davasının kesinlik kazanmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu konuda boşanma davası, yalnızca bir “bekletici sorun”dur (question préjudicielle). O kadar.
Dolayısıyla da boşanma nedenleriyle ilgili değildir. Olamaz da.
d- Ayrıca bu manevi ödence, malvarlığıyla ilgili bir nitelik taşımamakta; aile birliğinin parçalanmasından ve bu birliği parçalayan nedenlerden doğan üzüntüye dayanmaktadır. Dolayısıyla böyle bir davada, boşanma davası bekletici sorun değil, ön sorundur (question préalable, question préliminaire). Ön sorunu çözmek yetkisi ise, asıl davayı çözen mahkemenin yargıcına aittir; onun tekelindedir.
Buna karşılık bekletici sorunu çözmek ise, bir başka yargıca da tanınabilir, nitekim tanınmıştır da.
Demek, yasa yapıcının söz konusu maddeyi boşanmayla birlikte çözme istencinin nedenleri vardır, bunlar açıktır, bellidir ve de çok yerindedir. Zira manevi ödence isteği, boşanmaya yol açan olaylara dayanmakta ve bu olaylardan doğan üzüntüyü, acıyı karşılamaktadır. Bu yüzden söz konusu nedensellik bağlantısı, maddenin, dolayısıyla incelenen konunun en can alıcı noktasıdır. Bu acıyı yaşamanın derecesi, insandan insana elbette değişebilir. Zira aynı olaylar yüzünden bir eş, acı duyabilir, bir başkası duymayabilir. Bu nedenle yargılama sırasında bu acıyı duyma olgusunun somutluğu kesinlikle aranmalı ve de belirlenmelidir. Bu olguyu ise en iyi değerlendirecek olan yargıç, kuşkusuz boşanma kararını vermiş olan yargıçtır.
Nitekim İsviçre Federal Mahkemesi, ünlü Hutwil kararında, “acı duyma yetisi”nden, ehliyetinden (la capacité de souffir) söz etmiştir. İşte bütün bunları, yani önce acının varlığını, sonra da bu acının boşanmaya yol açan nedenlerin kaçınılmaz sonucu olup olmadığını algılayıp belirleme yetkisi, boşanma kararına veren yargıca aittir, öyle de olmak gerekir.
Gerçekten aynı konuda araştırmalarıyla tanınan Profesör Tercier’nin bana gönderdiği düşünce yazısında vurguladığı gibi, boşanma yargıcı davadan el çekince, sorunu, bir başka yargıca değil, yasa yapıcının özellikle bu konuda özel bilgisi bulunan boşanma yargıcına emanet ettiği açıktı. Dolayısıyla yasa yapıcının bu yoldaki iradesini sergilediği bir sorunu, bir başka yargıç asla çözemezdi. Bu yüzden yasa yapıcılar, özel ve sınırlı bir maddeyle, boşanmaya bağlı sorunların tümü gibi, manevi ödence sorununun da boşanma kararıyla birlikte çözülmesini öngörmüştü.
Görülüyor ki, bu yaklaşım, hem boşanma davasının yerindeliğini bir bakıma vicdani kanıya dayandıran hukuk ve adalet anlayışına ve hem de yukarıda değinilen Türk Yurttaşlar Yasası’nın sistematiğine ve özüne uygundu.
Gerçekten Tercier’nin de belirttiği üzere, bu sorun, yukarıda sunulan nedenlerle Federal Mahkemenin ve ilk mahkemelerin önüne İsviçre’de hiçbir zaman gelmemiş ve asla bir tartışma konusu bile olmamıştı. Çünkü hukuk ilkeleri çerçevesinde tersini düşünmek olanaksızdı. Nitekim bütün bunları gözeterek İsviçre Federal Mahkemesi, 1954 ve 1972 yıllarında özellikle “boşanma davasında bütünlük ilkesi”ni ve Yasa’nın anılan 143/2. madde ve fıkrasındaki ödencenin (tazminat) özelliğini vurgulamak gereğini duymuş; öğreti ve uygulama da sürekli olarak bu doğrultuda gelişmiştir.
Burada elbette şu temel soru sorulmak ve yanıtı verilmek gerekiyordu: Acaba, niçin böyle bir dava, İsviçre’de yargılama erkinin, mahkemelerin önüne gelmemiş de bizde gelmişti? Niçin yazarlar, İsviçre’de manevi ödence davasını boşanmaya hükmeden yargıcın çözmesi konusunda oybirliğiyle direnmekteydiler?
Bunun nedeni çok açıktı, belliydi ve de şuydu: İsviçre’de, hatta bütün Avrupa ülkelerinde ve yasalarını bizim gibi Batı ülkelerinden almış olan ülkelerde, davaya yol açan olayların duruşmasını yapmamış yargıca, sağlıklı değerlendirme yapamayacağı için, bu konuda karar yetkisi tanınmıyor ve bu nedenle olayların duruşmasını yapmayan yargıcın vereceği bir hüküm, mutlak butlanla geçersiz görülüyordu.
Profesör Tercier de, haklı olarak bütün bu nedenlerle sonradan bu davanın açılamayacağını vurguluyor ve ekliyordu: “Federal Mahkemenin önüne böyle bir konu, yukarıda sunulan nedenlerle hiç gelmemiştir. Gelmesi de olanaksızdır. Çünkü İsviçre’de bu konularda ayrı dava açmanın sakıncalarını hemen her hukukçu, her yargıç bilmektedir.”
Ayrıca yukarıda aktarılan nedenlerle Türk Yargıtayı’nın önüne böylesi bir konunun gelmesine şaşırdığını belirten Profesör Tercier’nin, Henri Dechenaux Armağanına yazdığı incelemesinde değindiği gibi, o dönemde yürüklükte olan Türk Yurttaşlar Yasası’nın tartışma konusu 143/2. maddesi, Borçlar Yasası’nın genel hüküm olan 49’uncu maddesinin uygulanmasını önleyen özel bir hükümdü (La réparation du tort moral, crise ou évolution? 1977, ayrı bası, s. 322 vd.).
Bütün bu bilgileri ve ulaştığım sonuçları, karşı görüşü savunan dairenin merhum başkan ya da üyelerinden en az birine elbette iletmem gerekirdi. Çünkü bilimsel bir tartışma ve kurullarda yapılan görüşmeler, bir birincilik, üstünlük yarışı, beceri yarışı, maç değil, imece çalışmasıyla doğruya birlikte ulaşmak içindi. Öyleyse tartışma ve doğruya ulaşma etiğine göre, bilimsel ve hukuksal bir konuda karşı görüşü savunanları hazırlıksız yakalamak ve onlara ulaştığım görüşü değerlendirme olanağını vermemek elbette doğru ve etik olmaz; kendi görüşlerinin benimsenmesini sağlama değil, tartışma ve birlikte doğruyu bulma ahlakına da ters düşerdi.
İşte bu nedenlerle İkinci Hukuk Dairesinin görüşlerine karşı çıkan Dairelerde görevli meslektaşlarımdan en azından birine bu konuda Prof. Dr. Tercier doğrultusundaki görüşlerimi özetlemek istemiştim.
Meslektaşım, daha önce Yargıtay Birinci Başkanının çağrısı üzerine yaptığımız toplantılardan birinde birlikte çalıştığımız, görevine düşkün ve çalışkan bir hukukçuydu. Ancak bu konuda tartışmaya hiç de hazır görünmüyordu. Bu nedenle de çok üzülmüştüm. Zira meslektaşım, bilimsel bir tartışmada tartışanların, adı üstünde kendi ve karşı görüşleri tartacak ve “ille de böyledir” demeyip, “şimdilik böyle düşünüyorum, ancak karşı görüşün gerekçesini dinledikten sonra görüşümü değiştirebilir ve kesin görüşümü o zaman açıklarım” diyecek ve doğru düşünme ilkelerine uyacak yerde, beni dinlemeye bile katlanamıyordu. Ona göre de, her şeyden önce “kuram (bilim) başka, uygulama başka”ydı.
Paul Valéry’nin dediği gibi “Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelir” anlayışını yansıtan bu yaklaşım ve anlayışla onun açısından biricik amaç, ne pahasına olursa olsun, kendi Dairesinin savunduğu görüşün sadece üstün gelmesini ve benimsenmesini sağlamaktı. O kadar. Üstelik o, taşrada yıllarca herkese açık duruşmalar yapmışsa da, duruşma kurumunun bütün hukuk yargılama yasalarında dile getirilen taraflar, varsa yasal temsilciler, tanıklar, bilirkişiler ve başkaca ilgililerle bir araya gelmeleri ve sözlü dinlenmeleri demek olduğunu, kısaca sözlü, yüz yüze ve doğrudan doğruya olma, araya başka araçlar girmeme gibi duruşmanın başka ilkelerinin ve kurallarının (sözgelimi, 2011/6100 sayılı Hukuk Yargılama Yasası, m. 27, 28), bilim başka, uygulama başka alışkanlığıyla önemsenmediğini görmüş, sık sık yaşandığı gibi kendisine başka yargıçlarla aktarılan duruşma tutanaklarına göre kanı (bir bakıma vicdani) oluşturmuş; kendisinden sonraki yargıçlara da kanı oluşturup karar vermeleri için, “bilim, nazariye (kuram) başka, uygulama başka” inancıyla pek çok duruşma tutanakları aktarmış ak yürekli ve iyi niyetli Türk yargıçlarından biriydi(!?)
Aslında, aşağıda değineceği üzere, ülkemizde yaşanan ve geçerli olan duruşma anlayışına göre, meslektaşım elbette hiç de haksız sayılmazdı. Bu yüzden de yaşananlar doğrultusunda bir bakıma algılama kapılarını bilime kapatıyor, kendisinin ve dairesindeki meslektaşlarının birlikte kotardıkları görüşlerle yetiniyor, karşı görüşleri dinlemeye bile katlanamıyor; kanımca doğruları bilmeden yargı kuranların ve de gözün, kulağın ve gönlün (kanı) bundan sorumlu olduklarını (Âli İmrân, 66; Hac, 8; İsrâ, 36) bile unutuyordu.
Bilimsel ve hukuksal doğruyu bulma yarışının yerini, ne pahasına olursa olsun, kendi dairesinin benimsediği görüşün üstün çıkması temeline dayanan bu duruş karşısında, elbette düş kırıklığı içinde meslektaşımın odasından ayrılmıştım. Zira doğruya erişmek için gösterdiğim bütün çabalar, bir çırpıda çöp sepetine atılmıştı ve belli ki, tarih, kolaylıkla öngörülebileceği üzere, bilindiği gibi, bizim doğu toplumumuzda bu konuda da yine tekerrür edecekti.
Evet, şimdilerde tam da bu noktada bir ayraç açarak dikkatleri çekmek istiyorum.
İlkin, şu soruyu sormalıyız kendimize: Bu tutum, eğer yaşanan bir gerçeği dile getiriyorsa, göreli doğrulara dayanan görüşleri tartarak, dolayısıyla karşılaştırıp tartışarak doğru görüşe ulaşma etiğine dayanan tartışma etkinliği, bütün ahlaki boyutlarından soyutlanmış olmuyor mu?
Bu sorunun biricik yanıtı bellidir ve şudur: Bu yaklaşım, yapay ve yanlış da olsa, ülkemizde yargılama erkinin yarattığı ve yasa altı genel bir kurum olan “içtihatları / görüşleri birleştirme” düzeyinde bile, tartışma etiğinin yeterince yerleşmediğini çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Elbette böyle durumları yaşadığım zaman herkes gibi ben de, tek sözcükle “kahrolmuş”umdur.
Çünkü bu duruşa, anlayışa göre, demek, benim ülkemde içtihatları, yani görüşleri tartışarak doğruda buluşarak buluşma, birleşme anlayışı bile, biçimselleşip, metalaşıp değersizleşmiştir. Gerçekten kim ne derse desin, hiç kimse görüşünü değiştirmeyecekse, onca eleştiri ve doğruya ulaşma çabaları, yapılan görüşmeler neyin nesiydi, ne anlama geliyordu? Bütün bunlar, boş bir çaba değil miydi?
Ne benim, ne de başkalarının değil, ortak doğruyu bulmak için hukuksal bir tartışmada bile bunlardan uzaklaşıldığını görmek, elbette üzücü bir düş kırıklığıdır.
Hem de Türkolog Martin Hartmann’ın 1909’da dediklerini doğrulayan bir düş kırıklığı: “Eleştiriye kapalılık, Türklerin değiştirmeleri gereken eski zaaflarından biridir.”
Sonuçta sık sık yaşandığı üzere, Batı uygulamasına ve Batının bütün hukuk biliminin varlık nedenine ve özüne inat, Yüce Yargıtay’ımızın Yüce Büyük Genel Kurulu, boşanma hükmünün kesinleşmesinden sonra dahi kabahatsiz eşin, boşanmaya yol açan olaylara dayanarak manevi ödence davasını bir başka mahkemede de açabileceğine, hukukta son sözü söyleyen çok sayıda hukukçularıyla karar vermiş, bu içtihatları birleştirme kararı 15.6.1988 tarih ve 19843 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır (Ayrıntılı bilgi için bkz. Selçuk, Sami, Karşı Oylarım, Derleyen: Otacı, Cengiz, Ankara, 2. baskı, 2018, s. 627-646).
Evet, Atatürk, istediği kadar “Avrupa’nın en gelişmiş hukukunu alarak hukukumuza mal edeceğiz” ve “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” deyip dursun, sonuç, asla O’nun umduğu gibi olmayacaktı.
Olmamıştır da her alanda ve de hukukta.
Evet, biz Türk hukukçuları, uygulamada ne yargılama (yaygın deyişle usul) hukuku ne de somut (ceza, borçlar, medeni vb. hukuk) alanlarında başarılıyız.
Çünkü bizler, hukuk ile yasaları birbirine karıştırmış, hukuk diye salt meclislerin benimsedikleri ya da yaptıkları yasaları almakla yetinmiştik.
Günümüzde, yirmi birinci yüzyılda bile bunun ayrımında değiliz.
Oysa bizden sonra hukuk devrimini yapan Japonlar, önce Batı hukuku bilimini, sistemini ve dilini almışlar, uzun yıllar geleceğin hukukçularına bunları anlatmışlar, ayrıca hukuk kavramlarının karşılığı Japoncada yoksa, o kavramı olduğu gibi almışlar, bunları yazıya dökmek için Japonca yetersiz kalınca alfabelerine harf bile eklemişler, sonra da Batı yasalarını benimsemişlerdi.
Bugün Japonya, doğunun en uç noktasında Batı hukukunu en iyi özümseyen ve uygulayan ülkedir.
Biz Türkler ise, Japonya örneğinden ders alacak yerde, hukuk bilimi ile yasama erkinin çıkardığı yasaları birbirine karıştırmış, hiçbir alanda doğru hukuka ulaşamamış, ortak bir hukuk dili, sözlüğü bile yaratamamışız, çarpık bilgilerin ve taklitlerin girdaplarında debelenip duran ve, bırakın Japonya gibi uzak olmayı, Batının yanı başında yaşayan bir halkız.
Her gün yaşananlar ise, amiraller, teğmenler olaylarındaki gibi, bunun çürütülemez kanıtlarıdır.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim: Ben, mahkemelerin önüne gelmiş konularda, ilke olarak asla konuşmam, konuşmamışımdır, konuşanları da hep eleştirmişimdir.
Ancak bugün yaşananlar öylesine çığırından çıkmıştır ki, benim ülkemde, “acaba ben düş mü görüyorum?” diye kendi kendime sorular sormaktayım.
Paris Hukuk Fakültesinde derslerini izlediğim Maurice Duverger, 1968 olaylarıyla ilgili olarak öğrencilerini gösteriler yapmaya kışkırtıyor ve “sekiz yüzyıllık Sorbonne Üniversitesi”nin şerefini kurtarmalarını istiyordu, onlardan. Ayrıca ekliyordu: “Eğer, diyordu, cezaevine düşerseniz, merak etmeyin. Benim dersimden sınav hakkınızı yitirmeyeceksiniz. Cezaevine gelerek sizi sınava çekeceğim.”
Saint-Michel’den République alanına yürüyenlerin açık saçık sözlerle, yazılarla Napoléon’dan sonra gelen en büyük önder dedikleri Charles de Gaulle’ü cinsel içerikli karikatürlerle nasıl aşağıladıklarını, tehdit ettiklerini, polisler, savcılar dahil, herkesin bütün bunları nasıl gülümseyerek karşıladıklarını, hatta kimilerini alkışladıklarını görüyor, düşünüyor, ülkemle karşılaştırınca, gerçekten çok, ama çok üzülüyorum.
Bilindiği üzere o dönemde Başkan Charles de Gaulle (1890-1970), yetkisini kullanmış, parlamentoyu feshetmişti. Bu konuda üç dakika süren kararları, sesli basında sürekli yineleniyordu.
Derken yazlı basın, son baskılarda karşı görüşün önderi François Mitterand’nın son şu demecini yayımlıyordu: “Parlamentoyu kapatmak, iç savaşa çağrıdır.”
Bu nasıl sözdü?
Ancak o da ne?
Benden başka hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor, bu sözler hiç kimse asla eleştiri konusu bile yapmıyordu.
Anlamıştım: Ben bir hukukçuydum. Ancak bir doğu toplumunun hukukçusuydum.
Düşünme ve düşünce özgürlüğü ise, Batı toplumunun her an yaşanan bir değeriydi.
Evet, anayasalarda yer alsalar, hukukçu olsalar bile, doğunun insanları bu değeri yeterince anlamamış ve özümseyememişlerdi.
Ülkemizde sık sık yaşanan olay ise, bu değeri bilmemekti, özümsememekti.
Nitekim ben, bir kültür bilimi olan hukuk öğrenimi görmüştüm.
Ancak aslında bana ne düşünmeyi ne de karşı görüşleri bilmeyi, bunları değerlendirmeyi öğretmemişlerdi.
Tıpkı “düşünmeye alıştırmadıkları” Karayılan gibi.
Çünkü ben, bağımsız düşünen bir beyin değil, bir hukuk hafızıydım.
Bana öğretilenleri ya ezberlerdim ya da taklit ederdim.
İşim buydu, bu olmalıydı.
O kadar.
Evet, bizler, üstelik “yapay zekâ çağı”nı yaşayan bizler, yirmi birinci yüzyılda ve Cumhuriyetin 102. yılında bile, her Allah’ın günü, çoğu hukukçu olanların, ancak düşünmeye alıştırılmamışların hukuksal tartışmalarını değil, duruşmaları, yani yapay karşılıklı durma törenlerini seyretmekte, seslerini dinleyip durmaktayız.
Dünlerde ve şimdilerde yaşananlar bunları kanıtlarıdır. Hem de her yerde, her alanda.
Asıl acı, ancak ne yazık ki, gerçek olan, aslında işte budur.
Üstelik 1961 yılından bu yana, yani altmış dört yıldır anayasaların ikinci maddelerinde yinelenen bir yalan da var ortada. Bu yalana göre, sözüm ona Türkiye Cumhuriyeti, “1-demokratik, 2-laik, 3-sosyal, 4-hukuk devleti” imiş!?
Evet, yine vurgulayalım: Bunun dördü de gerçek dışıdır.
Demek, altmış dört yıldan bu yana dile getirilen, yazılan, çizilen bir yalan var, ortada.
Üstelik anayasal ve üzerine ant içilen boyutta.
Bu yalanların üstesinden gelemezsek, kim bilir daha nice yıllar, “uygar toplum” düşleriyle yatıp kalkacak, kendimizi aldatmayı, uyutmayı sürdürüp, insan haklarını da çiğneyip duracağız.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, kararlarıyla bizi uyarıp duracaktır?
Ben, sürekli olarak mahkemelerin önündeki konularda görüş bildirmekten kaçınmışım ve bunu yapanları da sürekli eleştirmişimdir.
Ne var ki, son günlerde yaşanan ve bir gazeteciyle ilgili tutuklama kararı, hemen her gün hukuk bilinçsizliği girdabında kıvrandığımızın resmidir.
Salt hukukun dedikleri içinde kalarak ve yaşanan olaydan soyutlanarak, bu konuda sadece şunları dile getirmekle yetinmek isterim:
Resmi açıklamada deniyor ki, “tehdit,” bir suçtur (TCY, m. 106).
Doğru. Ancak cezası, bir ay ile altı ay arasında kısa süreli bir hapistir.
Dolayısıyla bu konuda bir ceza olmayan tutuklama önlemi, çok ölçüsüzdür, yersizdir; yasal anlatımla varsayılan durumlar yoksa asla uygulanamaz (CYY, m. 100).
İkinci suça, yani hakaret dışında kalan ve hukukun ile üzerinde uzlaşamadığı “eylemli saldırı” suçuna (TCY, m. 310/2) gelince, bu suçla korunan değer, “anayasal düzen ve cumhurbaşkanının yaşamı” gibi, içerik ve sınırları belirsiz, dolayısıyla suç hukukunda “suçların yasal tanımlarının kesinliği ilkesi”ne aykırı sözcükler taşımaktadır.
Kuşkusuz yine de böylesi bir düzende yargılama süreçlerini yönetecek olanlar, ancak bağımsız mahkemelerdir. Bu nedenle de hakkında bir iddia bulunulan kişi, karar verilmediği sürece, “hükümlü” değil, “kuşkulu”dur; dolayısıyla da suçsuzdur.
Dolayısıyla gazeteci, belki yarın beraat edecek ve tutuklu kaldığı süre için de tazminat isteyecektir.
Ancak o da ne?
“Dezenformasyonla Mücadele Merkezi,” bütün bunlar yokmuş ve de kendisi bir mahkeme imiş gibi, mahkemenin verebileceği olası hükümleri şimdiden tartışmaya açıyor.
Elbette bu duruş, çok yanlış, üstelik de çok çok üzücü!?
/././
Türkiye, İsrail ve İran: İç cephe, devlet kırılganlığı ve mülteciler -Ercan Uygur-
Türkiye ve İran en kırılgan devletler grubundan biri olan “yüksek uyarı” grubunda yer alıyorlar. Bangladeş, Venezüella da bu gruptalar. Bu grupta yer almak Türkiye için endişe verici olmalı. Taze İran örneğine karşılık Türkiye’de iktidar, devletin kırılganlığını arttırmaya devam ediyor. Yazık

Son İran-İsrail savaşı bir ateşkes ile geçici olarak durmuş görünüyor. Ancak zaman zaman sıcak çatışmalar devam edebilir. Bu yazının amacı, savaşta İran ve İsrail’in devlet kırılganlığına ilişkin gözlemlerden hareketle Türkiye için çıkarsamalar yapmaktır.
Savaştaki genel bir gözlem, İran’ın iç cephesinin veya cephe gerisinin çok yetersiz ve zayıf kaldığıdır. Halbuki İran’ın ülke içinde bilgi derleyen, iktidarın koyduğu dinsel kurallara sıkıca bağlı kolluk kuvvetleri vardır.
Buna karşılık İran’da İsrail’e ve ABD’ye bağlı birçok gizli servis elemanı vardır. Bunların istihbarat bilgileri aktardıkları, asker-sivil devlet yöneticilerini ve bilim insanlarını hedef olarak bildirdikleri açıklanmıştır. Aynı kişilerin İran içinde askeri üretim birimleri bile kurdukları belirtilmiştir.
İran’da bildirilen bu hedeflerin ve altyapının korunamadığı da anlaşılmıştır. Özellikle uçaklarla, İHA’larla ve füzelerle havadan gelen saldırılara karşı İran’ın çaresiz kaldığı görülmüştür. Halbuki İran çok uzun yıllardır bu gibi saldırılara uğramıştır ve deneyimli olması beklenirdi.
Buna karşılık İsrail’in kendi içinde iyi örgütlendiği, başka ülkelerin gizli servislerine istihbarat olanağı vermediği belli olmuştur. Ayrıca İsrail, her türlü yapının altında bulunan sığınakları da etkin şekilde kullanmıştır.
Burada iki noktayı belirteyim. 1) ABD araştırma kuruluşları, Türkiye’ye ve İran’a devlet kırılganlığı ve bekası konusunda yüksek uyarı (high warning) ile dikkat çekiyor. 2) ABD hükümeti geçen hafta Türkiye’deki vatandaşlarını 22 güney ve güneydoğu ilimizdeki hareketlerini ve seyhatlarını sınırlamaları konusunda uyardı. Aşağıda bu iki konuyu da ele alıyorum.
İran ve İsrail arasındaki iç ve dış cepheye ilişkin bu önemli farklar devletlerin yapısıyla, kırılganlığı ile ilgili olmalıdır. Öyleyse devletlerin kırılganlığına ilişkin verilere bakarak karşılaştırma yapabiliriz. Bu karşılaştırmada Türkiye’nin de yerini görebiliriz.
Türkiye, İsrail ve devlet kırılganlığı
ABD’de bir sivil toplum kuruluşu olan Barış İçin Fon (FFP, Fund for Peace), 1990’larda devlet kırılganlığını araştırmaya başlıyor. FFP, 2006 yılından bu yana yaklaşık 180 devlet için aşağıda kısa özeti yer alan 12 maddeye göre devletler için kırılganlık endeksi belirliyor.
1) Yetersiz devlet güvenliği. Devlet güvenlik sağlamada zayıfsa; resmi devlet güçleri yeterli olmuyorsa, organize suç örgütleri, paralel silahlı güçler, özel korumalar varsa
2) Siyasi ayrımcılık. Yönetici elit gruplar kamplara ayrılmış, birbirlerine ayrımcılık ve ötekileştirme yapıyorlarsa
3) Siyasi gerginlik. Muhalif gruplara karşı haksızlık, kindarlık varsa; siyasi liderlik tüm toplumu temsil etmiyorsa, uzlaşma yok, gerginlik varsa
4) Ekonomide tıkanma. Büyüme, istihdam, cari açıkta tıkanma varsa
5) Ekonomik dengesizlik. Bölgesel ve kişisel gelir dağılımı eşitsizliği varsa
6) Beyin göçü. Dış göç, özellikle dış beyin göçü oluyorsa
7) Devletin meşruluğu. Seçimlerle halkın önemli bölümleri temsil edilmiyorsa, hükümette yolsuzluk yaygınsa, hukuka ve devlet kurumlarına güven azalmış ise
8) Kamu hizmetleri. Bu hizmetler aksıyorsa; eğitim, sağlık, elektrik, su, internet, çevre temizliği gibi hizmetler zayıflamışsa
9) İnsan hakları. Bu haklar ihlal ediliyor, adalet ve hukuk aksıyorsa; bağımsız medya ve demokratik haklar kısıtlanıyor ve baskılar görülüyorsa, adalete güven azalmışsa
10) Nüfus artışı. Hızlı nüfus artışı baskılar ve yetersizlikler getiriyorsa
11) Mülteciler, sığınmacılar. Mülteci ve sığınmacı yoğunluğu etkin devlet işleyişini ve devletin vatandaşlarına kaynak ayırmasını sınırlıyorsa, sosyal sorunlar yaratıyorsa
12) Dış baskılar. Başka devletlerin ve uluslararası kuruluşların baskıları varsa...
Devlet kırılganlığı artıyor demektir.
Bu maddeleri burada daha önce de belirttim. Bu maddelere 0 ile 10 arasında puanlar veriliyor. 10 puan o konuda en yüksek kırılganlığı ifade ediyor. 0 ise en az kırılganlığı. Toplam ülke puanı en çok 120, en az 0 olabilir. Tablo 1’in ikinci yarısında İran, İsrail ve Türkiye’nin kırılganlık puanları yer alıyor.
Aynı tablonun ilk yarısı ise, bu üç ülkenin yaklaşık 180 ülke içindeki sıralamasını gösteriyor.
Birçoklarına göre sıralamaya bakmak daha kolay ve anlamlıdır. İzleme kolaylığı bakımından 2007 ile 2024 arasındaki birçok yılın değerlerini atladım.
İsrail Batı Şeria ile birlikte ele alındığında elbette daha yüksek kırılganlığa sahip. Tek başına ele alındığında ise kırılganlığı çok daha düşük. 2021 ve sonrasında İsrail’in kırılganlığı hem İran’a göre, hem de Türkiye’ye göre çok düşük. İsrail, kırılganlığı düşük ülkeler içinde yer alıyor.
Tablo 1 İran, İsrail ve Türkiye’nin kırılganlık sıralamasında yeri
Kaynak: Fragile States Index (2025), Fund For Peace.
Not: 2021’e kadar İsrail ve Batı Şeria birlikte, 2021 ve sonrasında ise İsrail tek başına ele alınmıştır.
İran 2023’e kadar Türkiye’den daha kırılgandır, ancak 2024 yılında Türkiye İran’dan daha kırılgan hale gelmiştir. Türkiye’nin kırılganlığı 2018’den itibaren hızla yükselmiştir ve 2024’te en kırılgan ülkeler grubu içindedir.
Daha da ilginci veya kaygı verici olan şudur; Türkiye 2024’te hem puan olarak hem sıralamada İran’dan daha kırılgan hale gelmiştir. Türkiye’de devlet kırılganlığının 2025’te daha da yüksek olacağını aşağıda açıklıyorum.
Kırılganlık unsurları
Bir soru şudur; Türkiye’de devlet kırılganlığını yukarıdaki 12 madde içinde en çok hangi unsurlar yükseltiyor? Bu soruyu Tablo 2’de yanıtlıyorum. 2024’te Türkiye’de kırılganlığa en büyük katkıyı yapan maddeler, büyükten küçüğe doğru şunlardır:
Siyasi gerginlik (S. Gerginlik), Siyasi ayrımcılık (S. Ayrımcılık), Mülteci ve sığınmacı baskısı (Mülteci), İnsan hakları ihlalleri (İnsan Hakları), Ekonomide tıkanma (Ekonomi), Hükümetin meşruluğu ve yolsuzluk (Meşruluk).
2024’te Türkiye’de devletin kırılganlığını en çok arttıran ilk unsur siyasi gerginliktir. İktidar, iktidarda kalmak uğruna, siyasi gerginliği tırmandırıyor. Gerginlik İran’daki kadar yüksektir. Bu süreç Türkiye’de 2025’te artarak sürüyor. Bu nedenle devletin kırılganlığının 2025’te de artacağı bellidir.
Türkiye’de devletin kırılganlığını en çok arttıran ikinci unsur siyasi ayrımcılıktır. Bu tür ayrımcılık iktidar partisinden uzaklaştıkça vatandaşlar, kurumlar, siyasi partiler ve yerel yönetimler düzeyinde yükseliyor. En son örneği, tutuklanan siyasi liderler, belediye başkanları ve gazetecilerdir.
Tablo 2 İran, İsrail ve Türkiye’de Kırılganlığa Katkı Yapan Bazı Maddeler
Kaynak: Fragile States Index (2025), Fund For Peace.
Not: 2013’te İsrail içinde Batı Şeria da vardır, 2024’te yoktur.
Siyasi gerginlik ve siyasi ayrımcılık kırılganlık unsuru olarak özellikle İran’da da yüksektir. İran’da devletin bu unsurlarla zayıfladığı anlaşılıyor. Bu iki unsur, diğer unsurlara göre İsrail’de de yüksektir ancak Türkiye ve İran’a göre daha düşüktür.
Kırılganlık katkısında üçüncü sırada mültecilerin ve sığınmacıların Türkiye’ye her anlamda baskısı var. Bu baskı ekonomik anlamda kamu bütçesinden aktarılan fonlar ile, kira ve gıda gibi kalemlerle fiyatları yükselterek yaşanıyor.
Bu baskı sosyal olarak da var; özellikle sayıları çok olduğu için ve belgesiz, izinsiz ülkeye girebildikleri için, Suriyeli mültecilerden daha çok geliyor. Geçici koruma adı altında sürekli Türkiye’de kalmaları tepki çekiyor.
Türkiye’de mülteci ve sığınmacı baskısı İran ve İsrail’e göre çok daha yüksektir. İran’ın da, İsrail’in de mülteci ve sığınmacı baskısını 12 yıl önceye göre düşürdükleri anlaşılıyor. Türkiye’de ise baskı artarak sürüyor.
Dikkat edelim, bu baskıyı ben, biz söylemiyoruz, bir ABD sivil toplum kuruluşu (STK) olan FFP söylüyor. Onlar ülkenin gittiği yolu daha iyi gözleyebiliyor ve iktidardan korkuları da yok. Belirteyim, FFP bir STK’dır ancak araştırmalarını ve bilgilerini ilk önce ABD devleti ile paylaşır.
Kırılganlık grupları ve 22 il uyarısı
Bu noktada FFP’nin kırılganlık konusunda ülkeleri gruplara ayırmasını açıklamalıyım. FFP her yıl yaptığı gibi 2024 verilerinin yer aldığı 2025 raporunda da ülkeleri “çok sürdürülebilir”, “südürülebilir”, “çok istikrarlı”, “daha istikrarlı”, “istikrarlı” “uyarı”, “yüksek uyarı”, “teyakkuz”, “yüksek teyakkuz" gibi 11 gruba ayırıyor.
Türkiye ve İran en kırılgan devletler grubundan biri olan “yüksek uyarı” grubunda yer alıyorlar. Bangladeş, Venezüella da bu gruptalar. Bu grupta yer almak Türkiye için endişe verici olmalı. Hele İran örneğini de gördükten sonra. Daha da kırılgan ülkelerin yer aldığı birkaç grup var ama “yüksek uyarı” grubu yıkılabilecek devletler gibi algılanıyor.
ABD devleti ile bilgi alışverişi yapan FFP gibi bir kurumun bulgularını Türkiye’yi idare edenlerin çok ciddiye alması gerekir. Alıyorlar mı, dersler çıkarıyorlar mı? Sanmıyorum. Tüm çaba her ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürmek.
İran-İsrail savaşına ABD’nin de katılması ve İran’ı bombalaması sonrasında, ABD hükümeti bir duyuru veya uyarı yayınladı. Bu uyarıda ABD vatandaşlarının güney ve güneydoğu Anadoludaki 22 ilimize seyahat etmemeleri ve buralarda ortada görünmemeleri istendi.
Bu 22 il içinde Adana, Mersin, Osmaniye gibi güney illerinin de olması şaşırtıcı oldu, anlaşılamadı. Halbuki bu illerin bir özelliği, nüfuslarına göre yüksek oranda Suriyeli mülteci-sığınmacı barındırmasıdır. Aynı illerde Afganlılar da vardır. Bu illerde farklı etnik gruplar da yer alıyor.
Demek ki, mültecilerin, sığınmacıların ve farklı etnik grupların yoğun olduğu bu 22 ilimizi yalnızca FFP gibi ABD kuruluşları değil, ABD hükümetinin kendisi de tehlikeli buldu. Kısacası, bu grupların Türkiye’de devletinin kırılganlığını yükselttiği onaylanmış oldu.
Türkiye’de devletin kırılganlığını en çok yükselten dördüncü ve altıncı unsurlar içinde hukuk ve adalet var. Bunların giderek aşınması ve eksiklği devletin kırılganlığını yükseltiyor.
Tüm bu göstergelere ve uyarılara karşılık; yüksek ekonomik, sosyal ve siyasi maliyetine karşılık ve önümüzdeki taze İran örneğine karşılık Türkiye’de iktidar, devletin kırılganlığını arttırmaya devam ediyor. Yazık.
/././
Siyaset ve savaş -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
Siyaset müzakeredir. Siyasetin sunduğu alternatiflerin ardından, son aşama olan savaş yani kavga geliyor. 2025’te Orta Çağ kuralları geçerlidir. Krallar, sultanlar, kendini anayasayla, siyasetle veya darbeyle başkan ilan edenler, kuralları da koyuyor ve ne o kurallar ne de onlara nasıl uyulduğu veya uyulmadığı sorgulanmıyor

Konuşarak anlaşamazsanız geriye kavga dövüş, yumruk kalıyor. Bu, kişiler arasındaki ilişkilerde de ülke siyasetinde de şirketler arası rekabette de cinayetlerde de böyle. Konuşma kültürü, az okuyan ve kelime haznesi, kendini ifade etme yeteneği sınırlı olan toplumlarda ve topluluklarda kavganın, cinayetlerin daha fazla olduğunu görmüyor muyuz? Yoksa konuşarak anlaşma imkânı, gücü olan taraflar neden kaba kuvvete başvursun? Hele savaşta kazananın silah ve cephane tüccarı olduğunu, uzatılmış kavganın ise hiç kazananı olmadığını söyleyen Conficus’a hatırlarsak. Bunun en yeni örneği, ülkemizde süregelen siyasi kavganın kimseye bir şey kazandırmadığıdır.
Siyasette de aynı durum yok mu? Siyaset sorunları, anlaşmazlıkları kavga etmeden halletmenin nihai yolu. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde, rakibiyle ülke yönetimindeki anlaşmazlığını konuşarak halledemeyen iktidarlar için başvurulacak siyaset yolu seçim. Bunun sonuçlarından çekinen, kaybedeceğini hesaplayan liderler, kavga yolunu seçiyor.
Bazen bu kavga, Rusya’da, Güney Amerika’da, hatta ABD’de rakibi ortadan kaldırmaya kadar gidiyor. Daha yumuşak ama yine demokrasi dışına çıkan uygulamalarda rakip sözde hukuk yoluyla siyaset dışına itiliyor. Bunun örnekleri de Asya’da ve son dönemde ülkemizde görülüyor.
Uluslararası ihtilaflar aynı yöntemlerle çözülüyor. Bunlar bazen ülke yönetiminde bazı ülkelerin kabul etmediği sistemleri önlemek için yapılan müdahaleler oluyor. Kore savaşı, Vietnam, Afganistan ve son olarak Irak-İran savaşıyla başlayan Ortadoğu’daki paylaşım savaşı bunun örnekleri.
Kore savaşı hala bitmedi, araya tekrar müzakereler, yani siyaset girdi. Bu savaş sayesinde Türkiye Kuzey Atlantik Paktı üyesi oldu. Bunun Türkiye için iyi mi, kötü mü olduğu hala tartışılan bir konudur. İyi olduğu tezini destekleyen bir unsur, ilginç olarak, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliğinin yöneten Jozef Stalin’in siyaset yolunu daraltmasıdır. J. Stalin’in Türkiye’nin Boğazlar ve Doğu sınırları üzerindeki egemenlik haklarını sorgulamaya başlaması, o günkü Türkiye yönetiminin kendi siyaset cephanesini NATO ile güçlendirmesine yol açmıştır. Türkiye böylece benzetme yerindeyse, elindeki kartları NATO kartları ile desteklemişir. Bunun elbette maliyetleri olmuştur, ama karşılığında sağladığı kazanç, Sovyetler Birliği’nin izleyebileceği siyasete karşı elde ettiği güvence olmuştur. Bunun dünya genelinde uzun vadeli muhasebesini yapmak gerekse, ben faturayı J. Stalin’e kesmekten yanayım. O Boğazlar ve Doğu Anadolu’ya ilişkin ve olmayacak saçma kabadayı heveslerini dillendirmeseydi, herhalde çok şey değişirdi.
İsrail 1917 yılında İngiliz Hükümetinin yayınladığı Balfour deklarasyonunun, Osmanlı İmparatorluğu toprağı ve Filistinli yerleşimi olan toprağın İsrail’e tahsis edilmesini öngörmesiyle yani bir siyasi hamleyle kurulmuştur. O tarihte Britanya İmparatorluğu’nun böyle bir gücü vardı.
Dünyadaki Yahudi nüfus o zamana kadar başlıca İspanya ve Rusya, Polonya gibi ülkelerde yaşarken, Katolik dünya ile ezeli uyuşmazlıkları sonucu bu topraklardan göç etmek zorunda kalıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, ezeli politikası ve İslam’la Yahudilik arasında böyle bir ihtilaf bulunmaması sayesinde bu nüfusu kabul ediyordu. Ama bu topluma, Yahudilere kendisine vatan diyeceği bir toprak gerekiyordu. Filistinlilerin yaşadığı toprak hem bütün dinlerin merkeziydi, vaat edilmiş topraktı, hem de İngiltere için Hindistan’a giden yol üzerindeydi. Doğu Akdeniz’de böyle bir “Asya’ya giriş kapısı”, batı, Hristiyan dünyası için arzulanır, hatta vazgeçilmez bir şeydi.
Bugüne ve yaşadığımız siyasi gerginlikleri, hatta gerginliği, doğal siyaset kanallarını aşıp savaş aşamasına geçmiş olan tabloya baktığımızda farklı bir tablo görüyoruz. Bu tablo tuhaf bir rastlantıyla dünya siyasetinin uzlaşması, demokratik müzakere, yani diplomasi yöntemleriyle çözüm bulamadığı bir aşamayı yaratmış durumda. Yaşadığımız dünyada “Orta Çağ yöntemleri” geri geldi. Siyasetin müzakere alanı daraltıldı, son aşaması olan kavga, yani savaş alanı genişledi.
Putin tankıyla, topuyla, Kuzey Kore’den kiraladığı askerle Ukrayna’yı işgal etti. ABD Büyük Ortadoğu Projesi denilen, ne olduğu belirsiz ve kuzey Afrika, doğu Akdeniz ülkelerini içinden karıştıran uygulamalar içinde. Yeni başkan D. Trump tam bir Orta Çağ kralı gibi “İran’ı vurmaya, Hameney’i ortadan kaldırmaya henüz karar vermedim” diyebiliyor. Yani yazının başında vurguladığımız gibi, görüşme, ifade yetenekleri, kelime haznesi kısıtlı liderler hemen ve kimseye danışmadan asarım, keserim, bir gece ansızın gelebilirim diyor. Ve 24 Şubat 2022 günü gerçekten ansızın geliverdi. Ama karşısında kaybedeceği tek şey vatanı olan Ukraynalı vardı.
Siyaset müzakeredir. İki veya daha fazla tarafın bulunduğu müzakerelerde, karşı tarafın nereye kadar gidebileceğini, ne almanız karşılığında ne vermeniz gerektiğini önceden bilemezsiniz. Bunun en güzel örneğini Lozan müzakerelerinde Atatürk liderliğinde İsmet İnönü ve arkadaşları vermişlerdir. Bugün Putin ve Xi Jinping dışında ortada görülen liderlerin hiçbiri onların sahip olduğu güce ve manevra alanına sahip değildir. Atatürk’ün kaybetmek durumunda olduğu, bir vatandı; İ. İnönü’nün karşısındaki ise İngiliz lord Curzon’du ve onun heybesinde çeşitli tavizler vardı. Tıpkı uçurum kenarında yaşam mücadelesi veren kişiyle, bir kavşakta hangi yolu tercih etmesi gerektiğine karar veren sürücü gibi.
Siyasetin sunduğu alternatiflerin ardından, son aşama olan savaş yani kavga geliyor. 2025’te Orta Çağ kuralları geçerlidir. Krallar, sultanlar, kendini anayasayla, siyasetle veya darbeyle başkan ilan edenler, kuralları da koyuyor ve ne o kurallar ne de onlara nasıl uyulduğu veya uyulmadığı sorgulanmıyor, herhangi bir yaptırım beklemiyor onları. Lozan’da ise müzakereyi kaybedenin yaptırımı belliydi. İnönü ve Atatürk vatanı kaybetmek şıkkıyla, Lord Curzon ise siyasetteki pozisyonunu kaybetmek gibi önemsiz bir yaptırımla karşı karşıyaydı.
Siyaset böyle bir şey. Sopa veya silah gücüyle değil, akılla yürütülmesi gerekiyor. Nükleer savaş alternatifinde dahi, bu silahı kullanmak yaptırımını kendi içinde taşıyor, çünkü karşıdaki rakip de kullandığında, ikisi birden kaybediyor. Son zamanların kabadayısı D. Trump İran’ı silmeye karar verdi ve “mollalar rejimini” sildi. Değerli arkadaşım eski dostum, nükleer fizikçi Prof. Tolga Yarman bu gelişmenin arkasında, “Batı”nın Çin’i kuşatma stratejisi olduğunun unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor. Tıpkı Ukrayna’nın NATO üyeliği girişimi, Baltık ülkelerinin NATO üyeliği ile Rusya’nın kuşatılması gibi.
Unutmayalım, mollalar rejimini iktidara getiren de, önce İran Şahı Pehlevi’yi indiren ABD idi. Mıhammad Rıza Pehlevi’yi Şah koltuğuna oturtan da aynı politikaydı. O olayda Carter döneminde akıl hocası olan Zbigniev Brzezinski komünist SSCB’nin önünü kesmek, güneyden ve doğudan kuşatmak için dünyanın bu bölgesini “İslâmlaştırmaya” karar vermişti ve süreç Afganistan’la başlamıştı.
Z. Brzezjinski, H. Kissinger’in rakibiydi; Kissinger Washington’u Moskova ve Pekin’le yakınlaştırırken, o bölgeyi cehenneme çeviren politikaları pazarladı. Sonunda ABD Afganistan’dan arkasına bakmadan kaçtı. İran’da aynı durum olmasın diye, bu kez nükleer bu gece nükleer silah kullanmadan, ikinci Hiroşima’yı yaşattı. Neredeyse 30 yıldır ülkemizde yaşanan ılımlı İslam deneyimiyle kitlelerin kandırılması ve bugün içinde bulunduğumuz ekonomi, hukuk, eğitim krizi hep bunun sonuçlarıdır.
Ülkemizde siyaset, demokrasiyle birlikte evriliyor. Bir süredir rakiplerin yurttaşlık hakkını kullanmalarının önlenmesinde en sert yöntemlere başvurulduğunu görüyoruz. Bu süreçte geniş halk kitlelerinin oluşturduğu seçmenler de eğitilmiş oluyor. Herhalde onlar da seçim zamanı geldiğinde kendi kendilerine soracaktır, bu hakça, “helal” bir seçim midir, yoksa tek yurttaşlık hakkı kendisini yöneteni seçmek olan yurttaş kandırılmakta mıdır?
Lozan benzetmesine dönersek, yurttaşın başka seçim hakkı yoktur, eğitim, sağlık, dış politika tüm yetersizlikleriyle sürecektir. İktidar seçimi tekrar kazanırsa onun neyi, nasıl yapacağı 23 yıllık uygulamayla bellidir. Şu halde yurttaş kendisini ve gelecek nesilleri kurtarmak için gerekeni yapacaktır.
/././
Beş soruda Fatih Altaylı’dan talep edilen RTÜK lisansı: Kim, nasıl ve neden almak zorunda?-Eray Özer-
Şu anda RTÜK lisansı hangi kriterlere göre talep ediliyor, kimse bilmiyor. Cumhuriyet gazetesinin YouTube hesabı, İlker Canikligil’in FluTV’si ve son olarak Fatih Altaylı dışında lisans istenen YouTube kanalı yok. Lisansın 10 yıllık istenmesi ve ücretinin 900 küsur bin lira olması da cabası…

1. YouTube’daki kanal için neden RTÜK’ten lisans almak gerekiyor?
Bu çok doğru ve cevabı üzerinde hukuki açıdan teorik bazı tartışmaları beraberinde getiren bir konu. Zira, YouTube’dan yayın yaptığımızda aslında Türkiye’den bir video dosyasını Türkiye dışında kurulmuş uluslararası bir şirketin size sağladığı abonelikle, yine yurt dışındaki server’lara yüklemiş oluyorsunuz.
İçeriğiniz Türkçe bile olsa hedef kitleniz tüm dünya aslında. Dolayısıyla “ulusal sınırlar dahilinde” yayın yapmıyorsunuz.
Buna rağmen RTÜK, 1 Ağustos 2019’da 6112 Sayılı Kanun’a getirdiği bir ekle, yeni bir yönetmeliği devreye soktu ve internet yayınlarını RTÜK ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) denetimine tabi kıldı.
O dönem bu yönetmeliğin Netflix, BluTV gibi dijital streaming platformları için devreye sokulduğu yazılıp çizildi. Amaç da bu platformlardaki içeriği müstehcenlik başta olmak üzere çeşitli kriterler üzerinden denetime tabi kılmaktı.
Yine o dönem YouTube gibi platformlar üzerinden yapılan yayınların bu yönetmelik kapsamına girip girmediğinin biraz muğlak, gri bir alanda kaldığı söylendi.
Hukukçu Kerem Altıparmak o dönemde Bianet’ten Hikmet Adal’ın sorularını yanıtlarken şöyle diyordu:
“YouTube platform olarak sorumlu olmasa da, YouTube üzerinden yayın yapan kişi veya sürekli olarak yayın yapan kanalların bundan etkilenip etkilenmeyeceği muallakta kalıyor ki, bence bu durum bilerek muallakta bırakılmış. Bunların hepsi RTÜK’ün yorumuna kalmış olacak.”
Gerçekten de öyle oldu ve YouTube’da yayın yapan kanallar için uzun süre lisans talebi olmadı. Ta ki 2024’ün sonuna dek.
2024’ün son ayında RTÜK Cumhuriyet gazetesinin YouTube kanalı için lisans talep etti.
2. Kimlerin RTÜK lisansı alması gerekiyor?
İşte bu çok yerinde sorunun yanıtı belirsiz. 2024’ün sonunda Cumhuriyet’ten lisans alınması talep edildikten sonra kimden hangi gerekçelerle lisans talep edildiği sorusu basında da çok tartışıldı ama kriterlerin ne olduğu sorusu bugün hâlâ bilinmezliğini koruyor.
Yani fiili durum şu: RTÜK, bir sebeple, sizden lisans almanızı talep ediyor. Bunu da internet sitesinde duyurarak yapıyor. Bu duyurunun internet sitesinde yayımlanmasından sonraki 72 saat içinde lisans başvurusu yapmanız gerekiyor.
Mesela bir başka tuhaflık, kısa süre önce İlker Canikligil’in kurduğu FluTV ve Fatih Altaylı’nın YouTube kanallarının lisans alması gerektiğinin RTÜK tarafından açıklanması esnasında yaşandı.
RTÜK sosyal medya hesabından bu iki kanal için lisans talep edeceğini duyurdu.
İki kanal da bu talebin sosyal medyadan değil resmi şekilde yapılması gerektiğini, aksi halde yok hükmünde olacağını savundu. (Yani en azından RTÜK’ün kendi sitesinden.) Lakin takip eden süreçte hemen resmi duyuru yapılmadı. Kanallar da bu süre zarfında lisans başvurusu yapmadı.
Gizemli bir şekilde bir süre beklendi ve sonra sadece FluTV’den bu lisans resmi sitede duyuru yapılarak talep edildi. Duyuruda Fatih Altaylı’nın kanalı yoktu. Niye olmadığını da Altaylı dahil kimse bilmiyordu. Ta ki birkaç gün önce resmi duyuru yapılana dek.
Cüneyt Özdemir de geçenlerde bir yayınında kendisinden de lisans istendiğini söyledi. Fakat böyle bir durumda talebin RTÜK’ün internet sitesinden yayınlanması gerekiyor. Henüz Özdemir’e dair böyle bir duyuru yok.
Bir sorun da duyuruların internet sitesinden açıklanmasından sonra 72 saatlik başvuru sürenizin başlıyor olması. Adresinize tebligat geliyor evet ama gecikebilir. O yüzden YouTube’da kanalınız varsa her sabah kalkıp “Bugün benden lisans istenmiş mi” diye RTÜK’ün sitesini ziyaret etmeniz gerekiyor.
Şaka gibi, biliyorum. Ama maalesef değil.
3. RTÜK lisansı almanın ne sakıncası var?
Bir kere lisans ücreti hiç de az değil. İnternet gibi her şeyin bir günde değiştiği, yayınların ömürlerinin ve içeriklerinin sürekli farklılaştığı bir mecrada RTÜK sizden 10 yıllık lisans ücreti talep ediyor.
Yani, 10 yıl dijital dünya için o kadar uzun bir süre ki, örneğin “O zamana YouTube diye bir şey kalacak mı,” “yoksa yerini başka bir platform mu alacak,” “yeni platformlar ortaya çıktığında benim ödediğim lisans ücreti ne olacak,” gibi sorular çok haklı ve cevabı belirsiz sorular. Hepsini geçelim, aynı içeriği 10 yıl boyunca istikrarlı bir şekilde üretmek bile bir mesele.
Bunun dışında lisansı aldığınız andan itibaren içeriğiniz tıpkı TV kanalları ve radyolar gibi RTÜK denetimine tabi hale geliyor.
Alabileceğiniz cezaları, yayın durdurma kararlarını (artık nasıl olacaksa) geçelim, dijital içerikleri konvansiyonel medyanın kantarıyla tartmaya kalkmak bile başlı başına problemli bir yaklaşım.
Hepimizin bildiği üzere internetin yayıncılık dili farklı. Dijital yayıncılıkta başarının yolu daha rahat, daha samimi bir dil kullanmaktan geçiyor. Siz kalkıp da dijital yayıncıları TV’lerin diliyle içerik sunmak zorunda bırakırsanız aslında bir noktada onların yaşama şansı elinden almış olursunuz.
Kaldı ki, mesela YouTube’daki yayınları lisanslama derdine düşerseniz yayıncıları oradan başka mecralara kaçmak zorunda bırakabilirsiniz. Diyelim gittikleri yeni platformları da denetlediniz, bu iş korsan yazılımlarla yayıncılık yapmaya kadar gidebilir.
Ayrıca ilk denetlediğiniz platformu maddi zarara uğratmış olmanız nedeniyle bazı hukuki süreçlere de muhatap olabilirsiniz.
4. RTÜK lisans ücretleri ne kadar ve başvuru işlemleri neler?
2025 lisans ücreti fiyatları 10 yıl karşılığında 926,214 TL. Yıllık 92,622 liraya geliyor. On yıllık ücreti yıl yıl, toplamda 10 taksit halinde ödeyebiliyorsunuz.
Bir dolu da evrak hazırlamak gerekiyor. Evrak listesi uzun.
Hazırlaması meşakkatli. O nedenle önce üç ay, daha sonra üç aylık uzatma dahil toplamda altı aylık bir süre alabiliyorsunuz. Tabii üç aylık ücretleri yatırmak mukabilinde.
Dediğim gibi evrak listesi uzun: Marka tescil başvurunuz… (Yoksa yaptırmanız gerekiyor.) Şirket yöneticilerinin atama kararları… Ödenmiş sermayenize ilişkin mali müşavir raporu… Vs. vs…
En acayip kısmı da lisans başvurusunda bulunabilmek için anonim şirket olmanızın istenmesi. Evet. Limited veya şahıs şirketiyseniz lisans alamıyorsunuz. Yani RTÜK resmen şirket yapınıza müdahale ediyor.
“YouTube’da kendi halimde bir kanal açayım, şahıs şirketi kurayım, ekmeğimi yine gazetecilikten çıkarayım” dediniz ve bir anda kendinizi AŞ’nin yönetim kurulu başkanı olarak buluyorsunuz.
5. RTÜK lisansı zorunluluğu hangi kriterlere göre belirlenecek?
Çok yerinde ve cevabı belirsiz bir soru. Bu konuda hiçbir netlik yok. Yine inanması güç ama kimden neye göre lisans istendiğini şu anda kimse bilmiyor. Piyango gibi. Size de çıkabilir. Daha çok RTÜK’ün “kafasına göre” lisans talep etmesi gibi bir durum var, halihazırda belirlenmiş kriterler yok.
Sadece haber içeriklerinden lisans talep edilmesi gibi bir kriter getirilse bile binlerce yayıncı çok az sayıda takipçiye sahip ve söz konusu on yıllık ücreti ödemeleri ihtimal dahilinde bile değil.
Belli bir takipçi sayısının üzerindeki hesapların tamamından lisans istenecek olursa bu defa da içerikler neye ve kime göre kategorize edilecek?
Sadece spor içeriği üreten milyonluk takipçilere sahip hesaplar da “haber” kategorisinde mi değerlendirilecek? Ki aslında onlar da haber kanalları…
Yahut oyun oynayan, bununla birlikte gündeme ilişkin yorum yapmaktan geri durmayan (yani bir anlamda habere de bulaşan) “gamer”ların hesapları da haber olarak ele alınabilir mi?
Bunlar cevaba muhtaç sorular. Şu ana kadar sadece Cumhuriyet, FluTV ve Fatih Altaylı’nın hesaplarından lisans istenmesi ister istemez sınırları muğlak bir yönetmeliğin RTÜK tarafından iktidarın sopası gibi kullanıldığını düşündürüyor.
İktidara yakın hesaplar neden bu uygulamadan muaf, bilmiyoruz.
RTÜK yakında interneti de kapsayacak biçimde RİTÜK’e dönüşecek gibi görünüyor. Hatta düzenlemenin Meclis kapanmadan geçirilmesi gibi bir niyet olduğu da kulislerde konuşuluyor.
Korkulan şey ise şu: Muhalifleri susturmak adına kriterlerin daraltılıp lisans talebinin yaygınlaştırılması durumunda pek çok küçük yayıncı YouTube’a veda etmek durumunda kalabilir. RİTÜK’le internet bir daha eskisi gibi olmayabilir. Bekleyip göreceğiz.
NOT: Bu yazıyı konuya dair haberleri inceleyerek ve lisans talep edilen isimlerle görüşerek hazırladım. Bendeki bilgiler bunlar. RTÜK yönetimi tüm bu belirsizliklerin aslında belirsiz olmadığını, kriterlerin belli olduğunu savunuyorlarsa bu köşenin kendilerine açık olduğunu bilsinler. Bir röportaj yapalım, ben sorayım, onlar cevaplasınlar, lisans meselesindeki bu belirsizliği gidermiş olalım. Ben hazırım.
/././
Yunanistan, Libya ile anlaşma imzalayan Türkiye'yi AB'ye şikâyet etti
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Libya Ulusal Petrol Kurumu (NOC) arasında sismik araştırma yapılmasını hedefleyen mutabakat zaptı imzalanması Yunanistan'ı harekete geçirdi.
Türkiye ve Doğu Akdeniz bağlantılı konular söz konusu olduğunda genelde Avrupa Birliği'nin (AB) desteğini alma yoluna giden Yunanistan, bu anlaşma için de aynı yöntemi izledi.
Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, konuyu Brüksel'de yapılan AB Zirvesi'ne taşıdı.
Ancak bunu yaparken son belgeyi değil Türkiye ile Libya arasında Kasım 2019'da imzalanan mutabakat muhtırasını hedef aldı.
Normalde Libya konusu, "Dış İlişkiler" başlığı altında güvenlik ve göç boyutuyla ele alınacaktı.
Yunanistan ise mutabakat muhtırası konusunun da metne dahil edilmesi konusunda ısrarcı oldu.
İlk sinyal NATO zirvesinde geldi
Yunanistan, konuyu AB Zirvesi'ne taşıyacağının ilk sinyallerini Lahey'deki NATO Zirvesi sonrasında verdi.
Miçotakis, NATO Zirvesi'nin ardından düzenlediği basın toplantısında, Türkiye-Libya deniz mutabakatı için "kabul edilemez, yasadışı ve temelsiz" ifadelerini kullandı.
"Belgenin hukuki etkisi olmadığı" da Miçotakis'in açıklamaları arasında yer aldı:
"Yunanistan, Aralık 2019'da söylediğimiz gibi, bu mutabakatın yasadışı olduğunun, AB tarafından tanınmadığının ve dolayısıyla herhangi bir yasal etki yaratmayacağının bir kez daha sonuç bildirisine dahil edilmesini talep edecek.
"Bu tekrarın, bu aşamada Libya'nın kesin ve net anlayabileceği bir şekilde yapılmasını önemli buluyorum."
Miçotakis'in atıf yaptığı 12 Aralık 2019 tarihli AB Zirvesi sonuç bildirisinde, "Türkiye-Libya Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası, üçüncü devletlerin egemenlik haklarını ihlal etmekte olup, Deniz Hukuku'na uygun değildir ve üçüncü devletler açısından herhangi bir hukuki sonuç doğuramaz" ifadeleri kullanılmıştı.
Bu zirvede de bu metin aynen kullanılarak hatırlatma yapıldı.
Tarafların belgeye bakışı farklı
Türkiye ve Yunanistan'ın mutabakat muhtırası konusundaki görüşleri tamamen farklı.
Ankara'ya göre, 5 Aralık 2019'da TBMM'de onaylanan belge, Türkiye ile Libya'nın uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının muhafazasını hedefliyor.
Mutabakat muhtırası Türkiye tarafından, kendisini Doğu Akdeniz'de izole etmeye ve çevrelemeye çalışan siyasi ve ekonomik inisiyatiflere güçlü bir yanıt olarak görülüyor.
Yetkililer mutabakatla, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanlarının Batı sınırlarını netleştirdiği ve bu belgeyle bölgede herhangi bir oldubittiye müsaade etmeyeceğini gösterdiği tezini işliyorlar.
Türkiye muhtırayla Doğu Akdeniz'de Birleşmiş Milletler'e de bildirdiği kıta sahanlığı sınırlarının güneybatısında 18.6 deniz millik bir hat oluşturmuştu.
Yunanistan ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki her türlü adımından rahatsız oluyor.
Yunanistan'ın mevcut anlaşmaya karşı çıkmasında, "Belgenin Girit'in varlığını göz ardı ettiği" tezi sıklıkla işleniyor.
Türkiye ve Libya haritaları, Girit adasının güneyindeki deniz alanının çoğunu Libya'ya, daha küçük bir bölümünü ise Türkiye'ye tahsis ediyor.
Atina, SAFE fonuna Türkiye'nin dahil edilmesinden de rahatsız
AB'nin ortak savunma projelerinin desteklenmesi için oluşturduğu Avrupa İçin Güvenlik Eylemi'ne (SAFE), Türkiye'nin dahil edilmesinden hoşnut olmayan Yunanistan, bu konuda da hamle yaptı.
SAFE, 150 milyar Euro'luk bir fon.
Şu aşamada Türkiye'nin fona dahil olmasını engelleme çalışmasında başarısız olan Yunanistan, ileri aşamalarda koz olarak kullanabileceği bir paragrafın metne girmesini sağladı.
Sonuç bildirisinin ilgili paragrafında, "AB, dış ve güvenlik politikası hedeflerimizi paylaşan benzer düşünen ortaklarla birlikte çalışmanın önemini vurgular. Bu bağlamda AB'nin Birleşik Krallık ve Kanada'yla yakın zamanda kurduğu güvenlik ve Savunma Ortaklıklarını memnuniyetle karşılar" denildi.
Bu paragraf, üçüncü bir ülkenin SAFE'e katılımının, bir AB üyesinin ya da tüm AB'nin savunma ve güvenlik çıkarlarına tehdit oluşturması halinde engellenebileceğine ilişkin karara atıf niteliğinde.
SAFE'in kapısı müzakere sürecindeki AB adayı bir ülke olan Türkiye'ye açık.
Türkiye, SAFE'ten AB üyeleri ve Ukrayna'yla aynı seviyede yararlanmak isterse AB'yle ikili güvenlik anlaşması imzalaması gerekecek.
Bu anlaşmanın imzalanabilmesi için ise tüm üye ülkelerin onayı şart.
Yunanistan'ın, AB'den bazı taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak amacıyla olası bir güvenlik anlaşması aşamasında devreye girebileceği yorumları yapılıyor.
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder