Bakırhan'dan Chatham House'da Kürt sorunu değerlendirmesi: 'İngiltere'nin özel bir konumu var'
Chatham House’da konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, "İngiltere Ortadoğu’nun yeni döneminde özel bir role sahip'' dedi, DEM Parti'nin Ortadoğu’da siyasi olarak en güçlü öznelerden biri olduğunu söyledi.
Londra’da düzenlenen “Türkiye, Kürtler ve Ortadoğu’nun Bugünü – Barış ve İstikrara Giden Yol” başlıklı sempozyuma katılan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, bölgedeki gelişmelere dair açıklamalarda bulundu.
Chatham House ve Lordlar Kamarası’nda gerçekleşen programlarda konuşan Bakırhan’ın oturum başkanlığını, eski HDP vekili ve eski Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir yaptı.
'Ortadoğu’yu dizayn etme hedefi var'
Bakırhan, Ortadoğu’daki mevcut durumun, 1’inci Körfez Savaşı’yla başlayan ve birbirini izleyen gelişmelerin bir yansıması olduğunu belirtti.
“Ortadoğu’ya yeni bir nizam verme amacı, içinde bulunduğumuz sürecin en büyük göstergesidir. 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenen Ortadoğu’yu dizayn etme hedefi var” diyen Bakırhan, Gazze’den Tahran’a, Kiev’den Şam’a kadar geniş bir coğrafyada süren savaşların, "kapitalist modernitenin" krizine dayandığını ifade etti.
'İngiltere Ortadoğu’nun yeni döneminde özel bir role sahip'
İngiltere’nin Ortadoğu’nun yeni döneminde "özel bir role sahip olduğunu" ifade eden Bakırhan, şunları söyledi: “İngiltere, Ortadoğu coğrafyasını ve kültürünü siyasal akıl çerçevesinde en iyi bilen devletlerden biridir. The British Library bunun en büyük kanıtıdır. İngiltere, askeri güç olmaktan ziyade, tarihsel birikimi ve bilgeliğiyle geçmiş hataların tekrarlanmasını önlemeli. Bölgedeki siyasal yapıların iç demokratikleşme yoluyla barışını tesis etmesinin değerini İngiltere’den daha iyi bilen az devlet vardır. İngiltere’nin bölge barışına katkı sunan bir aktör olması tüm halkların yararınadır. Başta İngiltere olmak üzere AB ülkelerinin çözüme katkı sunmasını temenni ediyoruz.”
'DEM Parti Ortadoğu’da hem aktif güç hem de siyasi olarak en güçlü öznelerden biri'
DEM Parti’nin "Ortadoğu siyasetini ve dinamiklerini en iyi bilen Türkiyeli güçlerden biri" olduğunu söyleyen Bakırhan, “Ortadoğu’da hem aktif güç hem de fikri-siyasi olarak en güçlü öznelerden biriyiz. Bu konumumuzu Türkiye’deki mücadelemiz ve uluslararası arenadaki diplomasi faaliyetlerimizle pekiştiriyoruz. İngiltere’deki çalışmalarımız bu stratejinin en somut örneğidir” dedi.
'Ortadoğu’daki gelişmeleri anlamadan Türkiye’deki çözüm sürecini anlamak mümkün değil'
Bakırhan, son gelişmeleri değerlendirirken Türkiye’deki yeni "çözüm süreci"ne de değindi:
“Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Kürtler ve Türkler Çanakkale’de birlikte savaştı, 1920 Meclisi’nde birlikte yönetti. 1921 Anayasası’nda Kürtlerin adem-i merkeziyetçi hakları tanındı. Ancak 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1924 Anayasası ile farklılıkları yok saydı. Kürtçe konuşmak, Kürt ismi taşımak yasaklandı, Kürt varlığı inkar edildi. Bu politikalar 29 isyana neden oldu. 1984’te PKK’nın silahlı mücadelesi başladı, on binlerce insan öldü. 2013’te başlayan barış süreci 2015’te çatışmalarla kesintiye uğradı. Bugün yeni bir barış fırsatı doğuyor. Ancak Ortadoğu’daki gelişmeleri anlamadan Türkiye’deki çözüm sürecini anlamak mümkün değil.”
Bakırhan, Ortadoğu’daki son gelişmelerin, "Türkiye’deki barış sürecinin dinamiklerini doğrudan etkilediğini" vurgulayarak, "bölgede istikrarın önemli bir ihtiyaç olduğunu" ifade etti.
-------------
mstfkrc YORUM: Yeter ki işime gelsin emperyalist filan tanımam "YALARIM"
***
ABD'den İran için gizli diplomasi trafiği: 30 milyar dolar yardım, yaptırımları hafifletme...
ABD ve çeşitli Körfez ülkelerinin, İran'ın nükleer müzakerelere dönmesi için gizli görüşmeler gerçekleştirdikleri belirtildi. Görüşmede, İran'a sivil amaçlı enerji üreten nükleer program inşa etmesi için yardımda bulunulması gündeme geldi.
İran ile ABD arasında 15 Haziran'da Umman'ın başkenti Maskat'ta yapılması beklenen altıncı tur nükleer görüşmeleri iptal edilmişti. Bu süreçte İsrail'in İran'a saldırmasıyla başlayan çatışmaya, ABD de dahil olmuştu.
Nükleer programa ilişkin tartışmalar devam ederken, Donald Trump yönetiminin, İran'a sivil amaçlı enerji üreten bir nükleer program inşa etmesi için 30 milyar dolara kadar yardımda bulunma, yaptırımları hafifletme ve milyarlarca dolarlık kısıtlı İran fonunu serbest bırakmaya yönelik tartışmalar yürüttüğü gündeme geldi.
Tüm bunların, Tahran'ı müzakere masasına geri getirme çabalarının yoğunlaştırıldığı bir girişimin parçası olduğu belirtildi.
'Saldırılar da görüşmeler de devam etti' iddiası
CNN'e konuşan kaynaklar, ABD ve Orta Doğu'daki müttefiklerinin, son iki haftadır İran ve İsrail'de gerçekleşen askeri saldırıların yoğunluğuna rağmen gizli şekilde İran'la görüştüğünü söyledi. Kaynaklar, söz konusu görüşmelerin bu hafta ateşkes anlaşmasının sağlanmasının ardından da devam ettiğini söyledi.
İki kaynak, ABD'nin İran'a yönelik saldırısından bir gün önce, ABD Başkanı Donald Trump'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile Körfez ülkelerindeki ortakları arasında Beyaz Saray'da saatlerce süren gizli bir görüşme gerçekleştirildiğini aktardı.
Habere göre toplantıda, İran'a sivil amaçlı enerji üreten bir nükleer program inşa etmesi için 30 milyar dolara kadar yardımda bulunulması görüşüldü.
Bir yetkili, bahse konu paranın İran'a ABD tarafından iletilmeyeceğini, ABD ile sıkı diplomatik ilişkileri bulunan Körfez ülkeleri tarafından ödenmesinin tercih edildiğini aktardı. ABD'li yetkili, "ABD, İran ile bu görüşmelere öncülük etmeye istekli" dedi ve "Birisinin nükleer programın inşası için ödeme yapması gerekecek, ancak biz bu taahhüdü vermeyeceğiz" diye konuştu.
CNN'in aktardığı taslağa göre, diğer teşvikler arasında İran'a yönelik bazı yaptırımların kaldırılması ve Tahran'ın şu anda serbestçe kullanması yasaklanan yabancı banka hesaplarında bulunan 6 milyar dolara erişmesine izin verilmesi de yer alıyor.
Yetkililer, geçtiğimiz hafta ortaya atılan ve şu anda değerlendirilen bir diğer fikrin de Körfez'deki ABD destekli müttefiklerin, ABD'nin saldırı düzenlediği Fordo nükleer tesisini zenginleştirme dışı programla değiştirmek için ödeme yapması olduğunu bildirdi.
Tartışmalara yakın kaynaklardan biri ise CNN'e yaptığı açıklamada, "Farklı kişiler tarafından ortaya atılan birçok fikir var ve birçoğu yaratıcı olmaya çalışıyor" diye konuştu.
Ne olmuştu?
İran ve İsrail arasındaki çatışmaların 12’inci günü 24 Haziran Salı günü yürürlüğe giren ateşkesin ardından NATO Liderler Zirvesi’nde gazetecilere açıklama yapan Trump, “İran'la müzakerelerin yeniden başlatılmasıyla ‘özellikle’ ilgilenmediğini ancak ABD'li ve İranlı yetkililerin gelecek hafta görüşebileceklerini söyledi. ABD'nin Orta Doğu Temsilcisi Steve Witkoff ise iki ülke arasında doğrudan ve dolaylı iletişim olduğunu belirtmişti.
ABD ile İran arasında altıncı tur görüşmelerin bu ayın başında Umman'da yapılması planlanmış ancak İsrail'in İran'a saldırması üzerine iptal edilmişti. ABD medyasında yer alan haberlere göre Tahran, nükleer programından vazgeçmeyeceğini ısrarla vurgulasa da uzun vadeli "barış için temkinli bir umudun olduğu" belirtilmişti.
Trump, daha önce ateşkesin “çok iyi” gittiğini söyleyerek, İran'ın “bombaya sahip olmayacağını ve zenginleştirme yapmayacağını” söylemişti. Ancak İran nükleer programından vazgeçmeyeceğinin altını çizmişti. İran Meclisi'nin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile işbirliğini askıya alan yasa tasarısını kabul ettiği bildirildi.
Oylama öncesin İran Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf, UAEA'yı ABD'nin, İran'ın nükleer tesislerine gerçekleştirdiği saldırıyı “kınıyormuş gibi yapmayı bile reddettiği” için eleştirmiş ve milletvekillerine yaptığı açıklamada, “İran Atom Enerjisi Örgütü, nükleer tesislerin güvenliği sağlanana ve İran'ın barışçıl nükleer programı daha hızlı bir şekilde ilerleyene kadar UAEA ile iş birliğini askıya alacaktır” demişti.
Kim, ne istiyor?
İran ile ABD arasında devam eden nükleer müzakere sürecinde taraflar şu ana kadar Maskat ve Roma'da 5 tur görüşme gerçekleştirdi.
Görüşmelerde, Tahran'ın uranyum zenginleştirme konusu, iki ülke arasında temel anlaşmazlık noktası olmaya devam ediyor.
İran, nükleer programını atom bombası üretmesine engel olacak şekilde kısıtlama karşılığında yaptırımların kaldırılmasını istiyor.
ABD, İran'a uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin tamamen durdurulmasını da içeren bir anlaşma teklifi sunmuştu. İran ise "kırmızı çizgilerini" aşan teklifi kabul etmeyeceğini ve kendi teklifini içeren şekilde ABD'ye bir yanıt hazırladığını bildirmişti.
***
İsrail’deki gizli toplantıdan sızmıştı: Bir sonraki İbrahim Anlaşması Suriye’yle mi?
İsrail istihbarat şefinin Suriye’deki HTŞ hükümetiyle doğrudan görüştüklerini açıkladığı basına sızdı. Ardından ABD’den “Yakında İbrahim Anlaşmalarıyla ilgili büyük duyuru yapacağız” açıklaması geldi. Suriye’nin İsrail’le “normalleşmede” bir numaralı aday olduğu öne sürülüyor.
İsrail istihbarat şefi Tzachi Hanegbi’nin geçen Pazar günü İsrail parlamentosunda Dışişleri ve Savunma komiteleriyle düzenlediği kapalı toplantıdaki konuşmasında, Suriye’deki HTŞ yönetimiyle doğrudan temasta olduklarını açıkladığı ortaya çıktı.
Israel Hayom gazetesi Knesset’teki kapalı oturumdan sızan bilgileri haberleştirdi. Haberde, Hanegbi’nin milletvekillerine Suriye’deki HTŞ yönetimiyle hem güvenlik hem de siyasi koordinasyon için doğrudan ve devam eden kapsamlı görüşmelerden söz ettiği belirtildi.
'Hükümet düzeyinde günlük iletişim söz konusu, İran konusunda ortak çıkarlarımız var'

Buna göre Hanegbi, HTŞ yönetimi lideri Ahmed Şara her ne kadar İsrail ile sadece “dolaylı” temaslardan söz etse de Şam ile Tel Aviv hükümetleri arasında gerçekte “doğrudan diyalog” olduğunu söyledi.
Gazete, Hanegbi’nin sözlerini şöyle aktardı: “Gerçekte doğrudan diyalog, tüm hükümet düzeylerinde günlük iletişim söz konusudur. Ben şahsen bu tartışmaları hükümetlerinin siyasi temsilcileriyle yürütüyorum.”
Haberde Hanegbi’nin ayrıca "İsrail ve Suriye, özellikle İran konusunda çok sayıda ortak çıkar paylaşıyor” dediği de aktarıldı.
'Suriye ve Lübnan İbrahim Anlaşmaları için başlıca adaylar'
İbrahim Anlaşmaları modeline dayanarak Suriye ve Lübnan'ı İsrail’le normalleşme anlaşmaları için “başlıca adaylar” olarak tanımlayan Hanegbi’nin Suriye ile olası bir normalleşme anlaşmasında İsrail’in şu anda Suriye’de işgal ettiği “tampon bölge”den de çekilmeyi değerlendireceğini söylediği de kaydedildi.
Öte yandan gazetenin ulaştığı Hanegbi, gizli toplantılardan sızanlar üzerine konuşmayacağını söylemekle yetindi, iddiaları yalanlayan bir ifade kullanmadı.
Witkoff: Birçok ülkede normalleşme bekliyoruz
ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ise CNBC televizyonuna yaptığı açıklamada yakın zamanda İbrahim Anlaşmaları'na taraf olan ülkelerle ilgili “büyük bir duyuru” yapacaklarını söyledi.
İsrail ile İran arasındaki ateşkesin ardından kapsamlı bir barış anlaşmasına varılması konusunda umutlu olduklarını savunan Witkoff, yakın zamanda İbrahim Anlaşmaları'na taraf olan ülkelerle ilgili büyük bir duyuru yapacaklarını belirtti ve "Birçok ülkede normalleşme bekliyoruz" dedi.
Tel Aviv'de afiş asıldı
Öte yandan İran’la ateşkesin ardından İsrail’in başkenti Tel Aviv’de "Arap ülkeleriyle normalleşme" talep eden afiş asıldığı görüldü.

İsrail'de Suudi Arabistan ile normalleşme anlaşmasının imzalanabileceğinin daha sık dile getirilmeye başlandığı bir dönemde asılan afişte Suriye’de HTŞ yönetimi lideri Ahmed Şara’nın fotoğrafının yer alması da dikkat çekti.
"Bölgesel Güvenlik Koalisyonu" imzasıyla Tel Aviv’in merkezi bir noktasındaki reklam panosuna yerleştirilen afişte İsrail'le diplomatik ilişkileri bulunmayan Suudi Arabistan'ın Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman, Suriye’deki HTŞ yönetimi lideri Ahmed Şara, Umman Sultanı Heysem bin Tarık ve Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn'ın Trump ve Netanyahu ile yan yana getirildiği görülüyor.
İsrail, "İbrahim Anlaşmaları'yla" ilk olarak Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile sonrasında Sudan ve Fas ile diplomatik ilişkiler kurmuştu.
Suudi Arabistan, İran'ın Katar'daki ABD üssüne yönelik saldırısını kınamıştı
Öte yandan İran’ın Katar’daki ABD üssüne düzenlediği misilleme saldırısının ardından Körfez Arap ülkelerinin ardı ardına kınama açıklamaları yapması da dikkat çekmişti.
İran ABD’nin nükleer tesislerine yönelik saldırısına yanıt olarak Katar’daki ABD üssü El Udeyd’e füze göndererek misillemede bulunmasının ardından hedefinin “kardeş ülke Katar” değil ABD üssü olduğunu açıklamıştı. Ancak Katar saldırıyı “egemenliğinin ihlali” diye niteleyerek yanıt verme hakkını saklı tuttuğunu açıklamıştı.
Saldırının ardından Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Ürdün, Fas, Kuveyt, Umman, BAE ve Filistin yönetimi İran’ı kınayan açıklamalar yapmıştı.
Suudi Arabistan İsrail'in Gazze'deki katliamları devam ederken, İsrail'le normalleşme şartının Filistin devletinin tanınması olduğunu ortaya koymaya devam etmişti.
***
Tehlikeli atıklar içeren İngiliz donanmasına ait gemi İzmir'de sökülecek
İngiltere Kraliyet Donanması'na ait tehlikeli atıklar içeren gemi HMS Bristol sökülmek üzere İzmir Aliağa'ya doğru yola çıktı. HMS Bristol, İngiltere'den Türkiye'ye gönderilen 26. donanma gemisi.
İngiltere Kraliyet Donanması'na ait HMS Bristol, 11 Haziran'da Portsmouth limanından Türkiye'ye doğru yola çıktı.
Gemi, İzmir'in Aliağa ilçesindeki Gemi Söküm Tesisleri'nde, en yüksek teklifi veren şirket tarafından parçalarına ayrılacak.
HMS Bristol, son yıllarda İngiltere'den Türkiye'ye gönderilen donanma gemilerinden sadece biri.
İngiltere Savunma Bakanlığı raporlarına göre ülke, 2009-2024 arasında emekliye ayrılan 31 donanma gemisinin 25'ini Aliağa'daki söküm tesislerine gönderdi.
İngiltere Savunma Bakanlığı Sözcüsü de, BBC Türkçe'ye yaptığı açıklamada donanma gemilerinin sökümünde "maddi açıdan en avantajlı anlaşmayı" yaparken bir yandan da "ihtiyaç fazlası ekipmanın sorumlu bir şekilde ele alındığından emin olmayı hedeflediklerini" söyledi.
Sözcü, tüm sözleşmelerinin "etik davranış, modern kölelik, çocuk işçiliği ve asgari işçi yaşı ile ilgili taahhütleri güvence altına almak üzere hazırlandığını" öne sürdü.

Ancak Türkiye'de gemi söküm sektöründe kullanılan yöntemler hem çevreye hem halk sağlığına hem de çalışan işçilere büyük zarar veriyor. Bu nedenle de çevre örgütleri başta olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının tepkisini çekiyor.
Ülkelerin emekliye ayrılan donanma gemileri sıklıkla Aliağa'ya geliyor.
Daha önce de İtalyan donanmasına ait 3 denizaltı, 2 devriye gemisi ve 2 fırkateyn sökülmek üzere Aliağa'ya demirlemişti. Asbest ve tehlikeli madde barındıran deniz araçlarının envanter raporlarının kamuoyuyla paylaşılmaması tepki çekmişti.

Gemi sökümü 'en tehlikeli işlerden biri' olarak tanımlanıyor
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de gemi sökümünü yaralanmalar ve kullanılan zehirli maddelere bağlı meslek hastalıkları nedeniyle "en tehlikeli işlerden biri" olarak tanımlıyor.
İzmir'deki Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü'nden Prof. Gökdeniz Neşer, söküm aşamasına gelmiş gemilerde "asbest çeşitleri, ağır metaller, ozon tabakasına zarar veren gazlar, radyoaktif maddeler, petrol ve türevlerinin atıkları gibi zararlı maddeler" bulunabileceğini belirtiyor.
Aliağa'daki tesislerde gemiler, önce denizde kesiliyor. Malzeme hafifledikçe karaya, ideal olarak beton zeminlere çekiliyor. Gemi sökümünün doğrudan denizde ve karada yapılması gemilerdeki kirliliğin çevreye karışması tehlikesini doğuruyor, sıvı atıklarda sızıntı yaşanma ihtimali de ortaya çıkıyor.
Bu yöntem AB'de kullanılmıyor. Bu nedenle dünyada en çok gemi sökümü Bangladeş, Çin, Hindistan, Pakistan ve Türkiye'de yapılıyor.
Gemi sökümünde Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in ardından dördüncü sırada bulunan Aliağa'daki tersane ilkel söküm yöntemleriyle çevreye verdiği zarar, kapasite yetersizliği ve ağır çalışma koşullarıyla biliniyor.

Son 15 yılda Aliağa'da iki binden fazla gemi söküldü
Aliağa'da her yıl ortalama 150 gemi sökülüyor. Yani yılda ortalama 900 bin gross ton metal ve diğer malzemeler parçalanıyor, bazıları geri dönüştürülüyor, atık maddeler depolanıyor.
Bugün gemi geri dönüşüm alanında 22 tesis var.
Gemi Söküm Platformu, Aliağa'da son 15 yılda iki binden fazla geminin söküldüğünü söylüyor.
Sendika.Org çalışanı Ozan Cırık ile gazeteciler Eylem Emel Yılmaz, Dicle Baştürk ve Yavuz Akengin buradaki sorgularının ardından tutuklanırken, diğer 3 kişi ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
13 Haziran’da Metin Yoksu’nun da evine baskın düzenlendi ancak Yoksu’nun o sırada evde olmaması nedeniyle gözaltı işlemi uygulanamadı.
MLSA’nın aktardığına göre dün sabah saatlerinde kendi isteğiyle ifade vermek üzere Batman Adliyesi’ne giden gazeteci Metin Yoksu, Artvin merkezli soruşturma kapsamında tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi.
Mahkeme, Yoksu’nun tutuklanmasına karar verdi.
Artvin merkezli soruşturma: 4 gazeteci tutuklandı (17/06/2025)
(https://haber.sol.org.tr/haber/artvin-merkezli-sorusturma-4-gazeteci-tutuklandi-399121)
Gazeteci Alican Uludağ'ın haberine göre işkence sonucu 2 kişi hayatını kaybetti. Hayatını kaybedenlerden biri karakolun hurdalığında toprağa gömüldü, diğeri ise deport merkezinin önüne bırakıldı.
Olayla ilgili 22 asker hakkında dava açıldı; aralarında karakol komutanlarının da olduğu 4 asker iki kez müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Yaklaşık 2,5 saat süren işkence
11 Mart 2023'te Suriye’den Türkiye'ye kaçak yollarla geçiş yapmak isteyen 9 Suriyeli göçmen, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı Kavalcık Şehit Er Gökhan Çakır Hudut Karakolu personelleri tarafından saat 20.00 sıralarında yakalandı. Gözaltına alınan ve sınırdışı işlemi için karakola getirilen göçmenlerin girişi esnasında fotoğrafları çekildi. Yüzlerinde herhangi bir darp izi olmadığı tutanağa geçirildi.
Dosyaya göre önce karakol içerisindeki topçular garajına ve ardından da göçmen çadırına getirilen 9 Suriyeli, tahta ve demir sopalarla darp edildi, çeşitli işkencelere maruz bırakıldı. İşkence yaklaşık 2,5 saat boyunca aralıklarla devam etti.
İşkenceler sonucunda ağır yaralanan ve yaşı tespit edilemeyen Abdurrezzak Kastal, hastaneye götürülmek yerine sınırdışı işlemi için Cilvegözü Gümrük Müdürlüğüne getirildi. Kastal’ın bedeni müdürlüğün önüne bırakıldı ve bu sırada öldüğü tespit edildi. Olay savcılığa haber verildi.
9 göçmenden biri olan 19 yaşındaki Abdulsettar Elhaccar ise karakolda gruptan ayrı bir yerde tutuldu. Elhaccar da işkence sonucu hayatını kaybetti. Olaya el koyan iki savcı, TSK personelinin ifadesini aldı, bu ifadeler üzerinden Elhaccar'ın karakol içerisinde bulunan hurdalığa gömüldüğü tespit edildi.
Hayatını kaybeden iki göçmenin vücutlarının neredeyse tamamına yakınında sopa izleri olduğu otopside tespit edildi. Öte yandan işkencelerin sonucunda yaralanan 4 Suriyelinin müşteki sıfatıyla ifadesi alındı. Müşteki Muhammed El Muhammed, Reyhanlı Cumhuriyet Başsavcılığı’nda verdiği ifadede, işkenceyi ve hayatını kaybeden iki kişiye dair tanıklık ettiği olayları anlattı.
Askerler de itiraf etti
Karakoldaki işkenceyi yalnızca müştekiler değil, ifadesi alınan askerler de itiraf etti.
Er H.K. ifadesinde "O gün yakalanan göçmenleri kimin getirdiğini bilmiyorum. Bize sadece, 'Kimse bağırma seslerinin geldiği yere gitmesin, izlemeye çalışmasın, üsteğmen M.A.S. çok sinirlenir' denildi. Ben de karakola yeni geldiğim için gün boyunca mıntıka temizliği yapıyordum. Karakolda neler olup bittiğini genelde Sidar isimli askerden öğrenirdik" diye konuştu.
Er H.K. iadesine şöyle devam etti:
"Olay sırasında Sidar, yanımızda bulunan ve adını bilmediğim askerlere 'Komutan el arabası ve su istiyor' dedi ve gitti. O askerlerin bu malzemeleri götürüp götürmediğini bilmiyorum ama o sırada sopa sesleri ve inlemeler duydum.
Ertesi gün Sidar’a ne olduğunu sordum. O da bana 'Bu karakolda her işi ben yapıyorum. Dünkü göçmenleri sınır dışı etmek için götürdük ama yanımızda olan göçmenlerden biri öldü, biri de hastanede komada' dedi.”
'Ertesi sabah göçmenlerden birinin öldüğünü duydum'
Er M.C.Y. ise ifadesinde şunları söyledi:
“O gün 8 Suriyeli göçmenin yakalandığını biliyorum. Ayrıca 55-60 yaşlarında, beyaz saçlı ve sakallı bir Suriyeli daha yakalanmıştı. Yakalandıklarında yüzlerinde herhangi bir yara ya da darbe izi yoktu. Ben o sırada koğuşta dinlenmeye geçmiştim. Oktay Çavuş beni çağırdı, elime boş bir bidon verip su doldurmamı ve bölük komutanı Mehmet Menekşe'ye götürmemi söyledi. Suyu doldurup olay yerine gittiğimde, 7 kişi yüzüstü yerde yatıyordu, 1’i ise oturur haldeydi. Ayrıca araç arkasında yaşlı Suriyeli adam da vardı.
Göçmenlerin etrafında Mehmet Menekşe, Mürsel Ceylan, Mehmet Sürücü ve Cihangir Şen vardı. Menekşe’nin elinde cop, diğerlerinin elinde ise yaklaşık 1 metre uzunluğunda tahta ve demir sopalar vardı. Göçmenlerden biri baygın yatıyordu, oturanın da bayılmak üzere olduğunu fark ettim. Cihangir Şen ve Mehmet Menekşe’nin talimatıyla baygın olanlara su döküp ayıltmaya çalıştık. Sonra yine onların emriyle ben ve Oktay Çavuş oradan ayrıldık. Biz ayrılırken diğer askerler ellerindeki sopalarla Suriyelilere vurmaya devam ediyordu.
Bir süre sonra Cihangir Şen benden yemek istedi. Yemeği götürdüğümde 8 kişinin ayakta fotoğrafları çekiliyordu ama bir kişi kafesin diğer ucunda, yarı baygın haldeydi ve inliyordu. Daha sonra dinlenmek için karakola döndüm. Ertesi sabah göçmenlerden birinin öldüğünü duydum. Sidar'la konuştuğumda, 'Göçmenleri deport için biz götürdük, o sırada kafeste biri yarı baygındı. Döndüğümüzde hâlâ kafesteydiler ama sabah kalktığımızda hiçbiri yoktu' dedi.”
'Sizi öldürürüm diyerek tehdit etti'
Astsubay Çavuş M.B ise verdiği ifadede Suriyeli göçmenin hayatını kaybetmesinin ardından komutanı tarafından tehdit edildiğini belirterek şöyle konuştu:
"Komutan Alperen Sönmez beni ve Hasan Bektaş’ı kenara çekip 'Korkmayın, bu iş hepimizin başına geldi. Konuyu halledeceğiz. Ama konuşursanız sizi mahvederim, öldürürüm' diyerek tehdit etti. Ölü beden daha sonra bir araca konuldu. O araca Mehmet Sürücü ve Mürsel Ceylan bindi. Ben ise Alperen Sönmez, Hasan Bektaş ve Cihangir Şen’le başka bir araca bindim. “Hurdalık” denilen bir yere gidip, ölüyü araçtan indirip yere koyduk. Daha sonra Üsteğmen Menekşe bize –ben, Hasan Bektaş, er Yusuf Semerci, Hatem Akçeşme ve Mürsel Ceylan’a– o cesedi gömmemizi emretti. Biz de hep birlikte gömdük."
Bölük komutanı da itiraf etti
Bölüm Komutanı Mehmet Alperen Sönmez ilk ifadesinde suçlamaları kabul etmedi. Ancak bir gün sonra alınan ifadede her şeyi itiraf etti.
“Kavalcık Hudut Karakoluna gittiğimde orada 8 değil, 9 kişi vardı. Bu kişilerin topçu garajı denilen boş arazideydiler, başlarında Mehmet Menekşe ve Cihangir Şen vardı" diyen Sönmez, Mehmet Menekşe tarafından kendisine işkenceye ait video izletildiğini aktardı: Videonun ardından göçmenleri copla darp ettiğini ve "bir daha Türkiye'ye gelmemelerini söylediğini" belirtti.
İfadesinde işkence dair detayları anlatan Sönmez, "Sonrasında ben, Cihangir Şen'e ölen adamı kastederek 'Bu adamı yok edin' dedim. Mehmet Sürücü, Mehmet Bayrı, Mürsel Ceylan, ölen şahsı land aracına bindirerek gömmek üzere götürdü" diye konuştu.
4 askere işkenceden iki kez müebbet
Hatay Cumhuriyet Başsavcılığı, 22 asker hakkında 2 Suriyelinin işkenceyle ölümü, 4’ünün de yaralanmasına ilişkin dava açtı. Hatay 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın 11inci duruşmasında karar çıktı.
Mahkeme, karakol komutanı teğmen Cihangir Şen, üstğmen Mehmet Menekşe, uzman çavuşlar Mehmet Sürücü, Mürsel Ceylan’ı, iki Suriyeli göçmenin işkence sonucu ölümüne sebep olmak suçundan iki kez müebbet hapis cezasına çarptırdı.
Mahkeme, ayrıca 4 askeri, diğer Suriyelileri işkence sonucu yaralama suçundan 7,5 yıl hapis cezasına çarptırdı ve tutukluluk hallerinin de devamına karar verdi.
11 asker işkence ile kasten öldürme suçundan beraat etti.
Hayatını kaybeden Abdulsettar Elhaccar'ın gömülmesine yönelik emri veren ve göçmenleri darp ettiğine ilişkin askerlerin aleyhinde ifade verdiği bölük komutanı Mehmet Alper Sönmez öldürme suçundan beraat ederken, yaralama suçundan 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı ve tahliye edildi.
Alhaccar'ı gömen üç asker, suç delillerini gizleme suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. İki asker ise kasten yaralama suçundan 5 kez 10 ay hapis cezası verildi.
***
Önce 'rica etti', ardından PTT'ye atandı: 'Alın size torpilin belgesi'
AKP'ye yakınlığıyla bilinen Birlik Haber-Sen'in İl Başkanı Yorulmaz, PTT Entegre Yönetim Sistemi Müdürlüğü'ne atandı. Yorulmaz'ın atama öncesi torpil talep ettiği yazışma görüntüleri ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/once-rica-etti-ardindan-pttye-atandi-alin-size-torpilin-belgesi-399340)
***
Cumhuriyet ve hukuk -Rıfat Okçabol-
Hukuk sistemi, toplumun kan dolaşımı sistemi niteliğindedir. Kan dolaşımında aksaklık olduğunda insanda huzur kalmadığı gibi, hukuk sistemi adil olmadığında da toplumun huzuru kaçmaktadır.
Osmanlı'nın kuruluşuyla birlikte merkezi yönetimin atadığı kadılar, çalıştıkları bölgenin şer'i ve idari işlerinden sorumlu olmuşlardır. Önceleri medrese mezunu ve hukuk bilgisi olanlar kadı olurken, sonradan yetkili olmayan kişiler de kadı olmaya başlamıştır. Osmanlı'da adaletle ilgili olarak 1837’de kurulan bir birim 1878’de Adalet Bakanlığı’na (Nezaretine) dönüştürülmüştür. Şeriat ağırlıklı Osmanlı hukuk sistemine, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanları sonrasında, bazı çağdaş maddeler eklenmiştir. 1868-1876 yılları arasında bir komisyon tarafından hazırlanan ve İslam hukuku yanında pozitif hukuku da içeren Mecelle, daha sonra Osmanlı'nın hukuk sistemini oluşturmuştur.
TBMM 23 Nisan 1920’de açılmış ve 3 Mayıs 1920’de kurulan Ankara/TBMM Hükümeti’nde Adalet Bakanlığı’na da yer verilmiştir. TBMM’de 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1921 Anayasası’nın ilk maddesi. “Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” şeklinde olmuştur. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla ülkenin bağımsızlığı resmen kabul edilmiştir. Cumhuriyet ilan edildikten sonra, çağdaş ve aynı zamanda laik toplumsal bir düzen kurmak amacıyla hukuksal alanda devrim niteliğinde dönüşümler gerçekleştirilmiştir. Bu dönüşümlerin bir bölümü şunlardır:
• 3 Mart 1924’te;
- 429 sayılı yasa ile iptal edilen Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı kaldırılıp yerlerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur.
- 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası ile eğitimin bilimselleşip demokratikleşmesine kapı açılmıştır.
- 431 sayılı yasa ile hilafete son verilip Osmanlı hanedanı yurt dışına sürülmüştür.
• 8 Nisan 1924 tarih ve 469 sayılı yasa ile kadılık ve şeriye mahkemeleri kaldırılmıştır.
• 20 Nisan 1924 tarihinde ilk maddesi “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” olan 1924 Anayasası kabul edilmiştir.
• 1925’te 671 sayılı Şapka ve Kıyafet Kanunu kabul edilmiştir.
• 1925’te 677 sayılı kanunla tarikatlar tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.
• 1926’da 743 sayılı Türk Medeni Kanunu kabul edilmiş ve Mecellenin uygulanmasına son verilmiştir.
• 1926’da Eğitim Bakanlığı Teşkilat Kanunu çıkarılmıştır.
• 1928’de 1288 sayılı yasayla uluslararası rakamların kullanılması kabul edilmiştir.
• 1928’de 1353 sayılı yasayla yeni Türk harfleri kabul edilmiştir.
• 1921 ve 1924 Anayasalarında yer alan “Türkiye Devleti'nin dini, İslam dinidir” ifadesi, 10 Nisan 1928’de Anayasa’dan çıkarılmıştır.
• 1933’te Darülfünun kapatılıp İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür.
• 5 Aralık 1934’te de kadınlar milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazanmıştır.
• 1934’te 2590 sayılı yasayla efendi, bey ve paşa gibi unvanlar kaldırılmıştır.
• 1934’te 2596 sayılı yasayla “Herhangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani kisve taşımaları” yasaklanmıştır.
• 5 Şubat 1937’de Anayasa’ya laiklik maddesi eklenmiştir.
• 1940’ta çıkarılan bir yasayla köy enstitüleri açılmıştır.
• 1946’da kabul edilen Üniversiteler Kanunu ile üniversitelere bilimsel ve idari özerklik verilmiştir.
Yukarıda değinilen hukuksal dönüşümler gerçekleştirilirken, çağdaş anlayış sahibi hukukçu yetiştirmek üzere 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi açılmıştır.
27 Mayıs 1960 askeri harekatı/devrimi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası ile çıkarılacak yasaların Anayasaya ve dolayısıyla laiklik ilkesine uygun olup olmadığını denetleyecek Anayasa Mahkemesi (AYM) kurulmuştur. Hem 1961 hem de 1982 Anayasası, 430, 671, 677, 743, 1288, 1353, 2590 ve 2596 sayılı devrim yasalarını Anayasa’nın koruması altına almıştır.
Bilindiği gibi Danıştay’ın görevi, yürütme erki tarafından alınan karar ve uygulamaların yasalara uygun olup olmadığını denetleyip uygun olmayanların yürürlüğünü durdurmaktır.
Cumhuriyet Savcısının görevi ise bir suç işlendiği izlenimi edinildiğinde halk adına kamu davası açmaktır.
Bilindiği gibi ktidar, Cumhuriyetin 100. kuruluş yılında, önümüzdeki 100 yıl için “Türkiye Yüzyılı” söylemini benimsemiştir. Ancak Türkiye Yüzyılında (!), Cumhuriyetin halk egemenliğine dayalı laik sistemini oluşturan yukarıda özetlenen yasaların pek çoğu, 430 sayılı yasa gibi hiç değişikliğe uğramamış yasalar dahi, savcılar tarafından görmezden gelinmektedir. 2010’dan bu yana, AKM laiklikle bağdaşmayan hemen hiçbir yasa maddesini iptal etmemiştir. Benzer şekilde Danıştay da laiklik karşıtı olan hiçbir karar ve uygulama hakkında yürütmeyi durdurma kararı vermemiştir. Günümüzün Cumhuriyet Savcılarının Anayasa ihlali, laiklik karşıtlığı ve 677 sayılı yasaya karşın tarikatların varlığına ve onların laiklik karşıtı eylem ve söylemlerine aldırmadığı görülmektedir. İktidar ve bazı mahkemeler, Anayasaya ve yasalara açıkça uymamaktadır. Örneğin Anayasaya göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” (m. 34); ancak, bu anayasal hakka karşın, iktidarın hoşuna gitmeyen konularda barışçıl gösteriler yapanlara, hem polis şiddet uygulayıp tutuklamakta, hem de anlamsız ve haksız cezalar verilmektedir. Adliye koridorlarında şeriat gösterisi yapanlara ise dokunulmamaktadır. Bu durumun birinci sorumlusu, 12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği sonrasında oluşturulan yargı sistemidir. Esas sorumlu ise yargıyı yönlendiren iktidardır.
Hukuk sistemi, toplumun kan dolaşımı sistemi niteliğindedir. Kan dolaşımında aksaklık olduğunda insanda huzur kalmadığı gibi, hukuk sistemi adil olmadığında da toplumun huzuru kaçmaktadır. Bu nedenle yurttaşın birinci görevi, hukuk sisteminin sağlıklı çalışması için, halk egemenliğini ve laikliği savunan partileri iktidara taşımaktır.
/././
Kendi düşen ağlamaz -Mesut Odman-
Bizim atasözümüzün anlamını kavraması ve gereğini yapması gereken, düşe kalka büyüyen çocuklar falan değil, insanlıktır.
Ağlamaz mı gerçekten? Sözgelimi, neşeyle koştururken ayakları takılıp ya da birbirine dolanıp düşen çocukları izleyin bakalım. Çoğunun ağladığını görmüşümdür. Ağlamayanlar da olur. Ama onlar da yüzlerinde bir acı anlatımıyla kalkarlar, kısa pantolonlu iseler dizlerinde mutlaka bir iz, belki ince bir kan sızıntısı, bir kızarıklık, bir tozlanma olmuştur. Önce oralarını temizlemeye çalışırlar. Hemen sonra çevreye bakınırlar, kendilerini izleyen var mı diye. Varsa ve canları yandıysa, “Acımadı ki, acımadı ki!” diye hem kendilerini hem o münasebetsiz seyircileri inandırmak istercesine yüksek sesle söylenirler. Erkek çocuklarında bu söylenme daha ısrarlıdır; çünkü, bana sorarsanız, bu tür durumlar karşısında “Erkekler ağlamaz!” öğüdüyle yetiştirilmişlerdir. Bu terbiyeden yoksun bırakılmış kız çocukları ise, doğal olarak, can acısının gereğini yapar, ağlamanın en dokunaklısını koy verirler.
Başlıktaki atasözünün birincil anlamıyla diyelim, tek tek sözcüklerin yarattıkları ilk çağrışımlarla başlamış olduk. Oysa, bu atasözünün anlamına ilişkin olarak, ilgili sözlüklerde aşağı yukarı şu ortak açıklamaya rastlanır: Yanlış davranışı yüzünden zarara uğrayan, kötü durumlarla karşılaşan kimsenin yakınmaya hakkı yoktur.
Aradaki farkı küçümsememek gerekir. Hele az önce yaptığımıza benzer biçimde, çocukların sevimliliği işin içine katılarak açıklamalar yapılması, hatalı tutum ve davranışın da ortaya çıkan sonuçların da gerçekte olduğundan küçük gösterilip önemsizleştirilmesine yol açabilir. Eğer böyleyse, uzak çağrışımlardan hareket etmeyi bırakıp daha doğrudan konuya girmekte yarar var, demektir.
Söz konusu olan, kendi düştüğü için yakınma hakkını yitirmiş diyemesek bile, bizim atasözümüzün anlamını kavraması ve gereğini yapması gereken, düşe kalka büyüyen çocuklar falan değil, insanlıktır.
Öyledir de, ben bu sözcüğü pek seyrek olarak kullanırım. Şimdi, burada da, onun yerine “emekçi insanlık” demekten yanayım. Ne fark var? İlki çok daha amorf bir yığını anlatıyor. O yığının kimleri kapsadığına bakarsak, aslında hiç de birbirinin dostu sayılamayacak, dostluk ne demek, çıkarları, hatta varlığı birbiriyle uyumsuzluk içinde olan, yeryüzünün tümden havaya uçurulma olasılığı dışında ortak korkuları bulunmayan kesimlerle karşılaşıyoruz. Emekçi insanlık deyişi ise o yığının içindeki asıl büyüklüğü, hangi coğrafyada hangi koşullarda olursa olsun hayatını sürdürebilmek için emek gücünden başka bir aracı, dayanağı, güven kaynağı bulunmayanları anlatıyor. İşte o emekçi insanlık, geçen yüzyılda bütün çağlar boyunca ulaşamadığı bir yere ulaştıktan sonra, aynı baş döndürücülükte bir gerilemeyle, hız ve kapsam açısından yine çağlar boyunca görülmemiş denebilecek bir çöküş yaşamıştır. Bunun etkileri insan hayatının bütün alanlarında ve ayrıntılarında apaçık ortadadır.
Bizim Fatih Yaşlı iki gün önce o etkilerden birini, artık bizi alıştırdığı açıklıkla, burada hatırlatmıştı:
“Atom bombası, yani nükleer silah kullanarak birkaç saniye içerisinde yüz binlerce insanı katledebilmiş yeryüzündeki tek devletin kimin nükleer silaha sahip olabileceği ve bunun insanlık açısından tehlike teşkil edip etmediği konusundaki son karar verici statüsünde yer alması, bunu da savaş sebebi sayabilmesi, tarihin en kötü ironilerinden biri olsa gerek.
Sovyetler Birliği’nin varlığı bunun önündeki en büyük engeldi; çünkü Sovyetler ABD’nin elinde hangi nükleer silah varsa onun aynısını, hatta kimi zaman daha etkilisini yapmayı başarmış ve bu da ortaya ünlü ‘dehşet dengesi’ni çıkarmış, bu nedenle de ABD Soğuk Savaş boyunca Sovyetler’e kendisiyle eşit güçte olduğu için saldıramamış, nükleer bir savaşı başlatamamıştı.”
Bitip tükenmeyen, bitip tükeneceğe de benzemeyen savaş ve ölüm tehdidinin yanı sıra bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında son derece yıkıcı nitelikteki etkilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bütün bunların emekçi insanlığın kendi yanlışları sonunda, sadece o yanılgılara bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmenin, hem haksızlık hem de gerçekliğe uygunsuzluk olduğu düşünülebilir. Emekçi insanlığın büyük yaratıcılığının ürünü olan bütün o kazanımların en başından beri düşmanlarının dışarıdan saldırıları altında geliştirildiği hatırlatılabilir. Bunların çöküşteki payı yadsınamaz elbette. Ama bu saldırıların yeterince püskürtülemeyişinin de kendi kendine düşmek anlamına geldiği, onun bir parçası olarak gerçekleştiği söylenebilir. Buna iç yetersizliklerin giderilemeyişi eklenince çöküş ya da bizim biraz umut tazelemek, daha çok da gerçeğin gizlenen özünü sergilemek üzere yeğlediğimiz sözcükle çözülüş, hemen herkesçe görülebilir duruma gelmiştir.
Karmaşık sorunları üç beş cümlede özetlemeye çalıştığımızı, aynı anlama gelmek üzere, olmayacak bir işe kalkıştığımızı öne sürenler çıkacaktır. Büsbütün yanlış olmaz. Yeterli derinlikte ve cesaretle yapılmış çözümlemeler, dolayısıyla onlara dayalı genel kabul görmüş sonuçlar bakımından hâlâ eksikler vardır. Ama bu eksiklerin giderilmesi bir yandan, böylece ulaşılacak ortaklaşmanın sosyalist iktidar hedefli bir eylemin yol göstericisi oluşu bir yandan, her türlü karamsarlığı da en boğucu umutsuzluğu da silip süpürecektir.
Devrimciler için iyimserlik bir, umut iki, olmazsa olmazlardır. Çocuklarımıza kavgada yitirdiğimiz yoldaşlarımızın adlarını verişimiz de Umut deyişimiz de ondandır.
Buradaki yazılarını okudukça “Şanslı oldukları kuşku götürmeyen öğrencilerine kim bilir neler öğretiyordur?” dedirten Nevzat Evrim’in son yazısını bitirirken söylediklerine kulak kabartabiliriz şimdi:
“Şairin dediği gibi, kapanırsa ‘kapansın el kapıları, bir daha açılmasın.’ Bu ülke, kimsenin kimseye kul olmayacağı, insanlığın kardeşçe yaşayacağı sosyalist dünyanın kurulmaya başlayacağı ülke olmaya adaydır. İnsanlığın geri kalanına öncülük etme şerefine nail olabiliriz.”
Enternasyonalizm mi demeli, uluslararası kardeşlik mi, ne dersek diyelim, o açıdan benzersiz bir yarışmadır bu. Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. İkide bir karşımıza çıktıkça sinir bozan bu “şey” yerine ne koyarsanız koyun, onunla karşılaştırılamaz.
Bütün ülkeler için, onların emekçi halkları için, tıkanıp soluk alamaz olmuş, çukurun dibini gördüğünü düşündükçe daha ne çukurlara düşmüş insanlık için bundan güzel bir yarışma olabilir mi: Hangimiz öncülük edeceğiz, hangimiz sonu gelmeyen rezillikleri ezip geçerken öteki insan kardeşlerimize kurtuluşun mümkün olduğunu göstermiş olacağız?
Not: Çok önem verdiğim buradaki yazılara ayırdığım zamanın bir bölümünü, yine aynı ölçüde önemsediğim, ama gecikmiş başka çalışmaları sonuçlandırmak üzere kullanmak durumundayım. Bunun için, bir süre, bu yazıları her hafta yerine iki haftada bir yazmaktan başka çare bulamadım. Dost okurların ve bu yayının sorumlusu arkadaşlarımın hoşgörülerine sığınıyorum.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder