17 Haziran 2020 Çarşamba

Fabrikalardan mücadeleye: 15-16 Haziran - Zehra Güner / Gelenek-SOL

15-16 Haziran, işçi ve emekçiler için yaşanacak bir ülke kurmak isteyenlere yön göstermektedir. Bu anlamda sonuçları, dersleri günceldir.


15-16 Haziran 1970…

Ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinde önemli iki gün. Bu iki gün boyunca işçiler İstanbul ve Kocaeli’de fabrikalardan çıkarak şehir merkezlerine doğru yürüyüşe başladı. İstanbul’da Anadolu yakasında Ankara asfaltından Kartal- Kadıköy’e, Levent’teki fabrikalarından Şişli Taksim yönüne, Eyüp bölgesindeki işçiler Topkapı’ya doğru yürümeye başladı. Bakırköy’deki fabrikalarından çıkan işçiler Londra asfaltından yürüdü. İki gün kent merkezlerine 150 bin işçi yürüdü.  Hükümet işçilerin eylemini durdurmak için sıkıyönetim ilan etti.

Aşık İhsani’nin dizelerindeki gibi işçiler sel gibi aktı İstanbul’un caddelerine meydanlarına.

“Yeter demek için patron kârına
Dev adımlar selam yazdı yarına
İşbaşından cadde ortalarına
Kükreyen sel gibi aktı yürüdü”

Barikatları aşarak, yanına geldikleri fabrikalardaki işçilerin katılımı ile yürüdüler. 15-16 Haziran eylemlerine neden olan sermaye saldırısı, DİSK’in varlığıyla ilgiliydi. Ancak eyleme neden olan gelişmeler, yalnızca DİSK’li işçilerle ilgili değildi. 15-16 Haziran eylemlerine Türk-İş üyesi işçilerden ve Türk-İş’e bağlı sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinden de fazlaca sayıda katılım oldu.   

Türkiye burjuvazisi, 1970 yılında işçi hareketinin yakaladığı çıkışın önünü kesmeyi, dahası kendisi için denetleyemeyeceği bir güç olarak gördüğü işçi sınıfı hareketini, yasalarda yapacağı değişikliklerle bastırmayı denedi. 1967 yılında kurulan DİSK’in işçiler arasında güçlenmesinin ve ortaya çıkan sanayi proletaryasının taleplerinin burjuvazi tarafından bastırılması isteğiydi yasanın çıkarılması. Üzerinden yarım asır geçti. Yarım asır sonra bugün bu tepkiyi anlamakta zorlananlar olabilir. Sendikalara bugün kazandırılan işlevle 1967-1970’lı yıllar arasında bir hayli fark olduğunu not edelim, en azından DİSK için.

İktidardaki Adalet Partisi ile muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ayrı ayrı iki tasarı sunmuş olsa da, meclis komisyonunda bu iki parti uzlaştılar. Tasarı 11 Haziran 1970 tarihinde Millet Meclisi’nde görüşülmeye başlandı. 12 Haziran günü 4 ret oyuna karşı (TİP dışındaki tüm siyasi partilerin oylarıyla) 230 oyla tasarı kabul edildi.1

Tasarıda öngörülen değişikliklerin en önemlisi, bir sendikanın ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için işkolundaki işçilerin en az üçte birini temsil etmesi zorunluluğuydu. Bu zorunluluk aynı zamanda konfederasyonlar için de getirilmişti. Bu değişiklik DİSK ve bağlı sendikaların örgütlenmesini engelleyecek, Türk-İş’in tek konfederasyon olarak varlığını sürdürmesine neden olacaktı.

İşçilerin bu değişikliği kavrayışları son derece basit ama basit olduğu kadar sarsıcı oldu. On binlerce işçi mecliste kabul edilen yasayı “bunlar sendikaları kapatıyorlar” diye değerlendirdi. Aslında özünde bu değerlendirme yanlış değildi. İşçilerin tercih edeceği değil, devletin ya da patronların göstereceği sendikaya mecbur bırakılmak aynı anlama geliyordu. İşçiler kendi örgütlerine sahip çıktı ve harekete geçti.

Elbette, 15-16 Haziranı sadece yasal değişikliğe tepki olarak ele almak mümkün değil. Dönemin siyasal yapısı, sol siyasetin işçiler üzerindeki etkisi, sermayenin gereksinimlerinin işçiler üzerinde yarattığı baskı, ideolojik ve kültürel iklim gibi faktörlerin de 15-16 Haziran eylemlerinde etkisinin olduğunu saptamak mümkün.   

15-16 Haziran’ı yaratan işçiler büyük bir övgüyü hakediyor. Bu onurlu kalkışma, yarım asır sonra bugün de ülkemizde işçi sınıfının mücadelesinde referans olma özelliğini koruyor. Bu unutulmaz iki gün, sermayeye ve onun temsilcisi burjuva iktidara unutulmaz bir ders verdi. İşçilerin ayağa kalktığında, hakları için arayışa başladıklarında güçlerini göstermesi açısından eşsiz eylemlerdendir. Asker ya da polisle işçilerin yürüyüşü engellenememiştir. Kadın işçilerin ayağa kalkan işçiler içerisinde önemli bir yere sahip olması, yürüyüşün önemli özelliklerindendir.

Üç işçi; Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Baylan bu eylemler sırasında hayatını kaybetti. 16 Haziran akşamı İstanbul Kocaeli hattında sıkıyönetim ilan edildi, pek çok sendikacı tutuklandı, sonrasında yüzlerce işçi bu eylemlerden dolayı işten atıldı.

15-16 Haziran Türkiye solunun ve işçi mücadelesinin birikiminin açtığı yolda ilerledi, ancak Türkiye solu 15-16 Haziran’ı belirleyememiştir. Bu zorlu denklem yıllarca 15-16 Haziran’ın kendiliğinden bir eylem mi yoksa sosyalist kadrolar tarafından güçlendirilen bir eylem mi, eylemin siyasi öncüsü mevcut mu tartışmasını gündemde tutmuştur.

Ayrıca bu iki gün yaşananlar, sol siyaset içindeki tartışmalarda önemli yer tutan, işçi sınıfının varlığı ve devrimi gerçekleştirecek öncü rolü konusundaki tartışmalara geri dönülemez bir şekilde son vermiştir.

15-16 Haziran kalkışması, ülkemizde sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının gücünü eline aldığında neler yaptığını, yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu tip eylemler sonrasına devrettikleri ile de önem kazanıyor. Sanayi proletaryası ile burjuvazinin göğüs göğüse sıcak mücadelesi olan bu yürüyüşten sonra, işçi sınıfını temsil eden sendikalar ile sermaye sınıfının çıkardığı dersler oldu. İlerleyen bölümlerde bunlara yer vereceğiz. Ancak şimdiden belirtelim; sermaye bir sınıf olarak bu eylemlerin ardından gelecek günleri belirleyecek önemli dersler çıkaran taraf olmuş ve hızlı harekete geçmiştir.

Büyük yürüyüşün 50.yılında bugün, 15-16 Haziran’a bakarken işçi sınıfının geleceğini ellerine aldığında mücadelesinin yaşanacak bir ülke mücadelesinin ayrılmaz parçası olduğunu görmek mümkün. Elbette; bu büyük ayağa kalkışın dersleri, kazanımları ve birikimi sosyalizm mücadelesinin bugününe ve yarınına taşınması anlamına gelecektir.

1970’e gelirken: İşçi sınıfı özne mi?

15-16 Haziran şüphesiz ülkenin siyasi ikliminden ve sol siyasetin etkilerinden bağımsız ele alınamaz.

1960’lar Türkiye solunun yükselişini temsil eder.

Türkiye solunun politik gündemlere müdahale kanalları 1960 sonrası gelişmiştir. Aydınlar, gençler, kadınlar, işçi önderleri, öğrenciler, ilerici aleviler sol siyasettedir. Bu dönem, aynı zamanda bu hareketlerin kendini ifade ettiği Türkiye İşçi Partili yıllardır. 1961 yılında sendikacılar tarafından kurulan TİP, değişik kesimlerin ilgi odağı haline gelmiş ve TİP, içerisinde aydınları, öğrencileri, işçi önderlerini, gençleri barındıran bir parti olmuştur.  TKP ise 60’lı yıllarda ülke için siyaseten ve örgütsel olarak hissedilmiyor, Türkiye İşçi Partisi’ni destekliyor.2

1965 yılında yapılan seçimlerde TİP’in 15 milletvekili ile Meclise girmesi ile işçilerin sorunları mecliste daha fazla dile getirilmeye başlandı. 1965 seçimleri o döneme değin en çok sendikacının Meclis’e girdiği seçim olma özelliğini taşıyordu. 1965 seçimlerinde toplam yedi sendikacı milletvekili seçildi. Bunlardan dördü Adalet Partili, üçü ise TİP’liydi.  TİP’li milletvekilleri Meclis’te etkin bir muhalefet sergiledi ve işçi hakları konusunda aktif çaba harcadı.

1967 yılında çoğunluğu TİP üyesi olan sendikacılar tarafından DİSK kuruldu. DİSK’in kuruluşu Amerikan sendikacılığı geleneğini sürdüren Türk-İş’ten ve siyasi iktidarın politikalarından kopuş anlamına geliyordu.

TİP 1965 seçimlerinde sağladığı başarıya rağmen kısa bir süre sonra içe dönmeye, solun kadim ve güncel sorunları etrafında saflaşmaya, zayıflamaya ve parçalanmaya başladı. TİP, aydınları, sendikacıları, işçileri, devrimci gençleri birarada tutabilecek öncü sınıf partisi olamadı. Öncü işçiler ile komünist aydınları biraraya getirmeyi başarmasına rağmen, TİP işçilerin partisi olamadı. Sendikacıların büyük bölümü kapatılana kadar TİP’te kalmakla birlikte TİP ile sendikalar arasındaki mesafe açılmaya başladı, ancak yalnızca sendikacılar ile yaşanmadı bu durum. Partili mücadele fikrinden uzaklaşmaya başlayan gençlikle, aydınlarla da aynı sonuç yaşanıyordu.

Sınıf partisi kitleleri sınıf kimliği ve siyaseti ile tutar. TİP’in koalisyonu andıran yapısının parti içinde siyasi fikir farklılıklarını ortaya çıkarması kaçınılmazdı. Devrim stratejisinin tartışması parti içine taşındı. Sosyalist Devrim (SD) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışması Türkiye solunun önemli tartışmalarından biridir.  1960’lı yıllarda sosyalist devrimi savunan TİP’in karşısında MDD’yi savunan pek çok devrimci demokrat hareket vardı.3 Türkiye solunda SD-MDD tartışması çok canlıydı, devrim stratejilerini farklılaştırıyordu. Sosyo-ekonomik yapı ve temel-baş çelişkisi temelinde tartışılıyordu. Türkiye’nin kapitalist mi, yarı feodal yarı bağımlı bir ülke mi olduğu tartışması dönem solunun önemli belirleyen taraflaşmalarındandı. Solun bütününü kapsayan bu tartışma, tarafların devrim stratejisinden devrimin bileşenlerinin hangi toplumsal katmanlar olacağına ve mücadelenin neye ve kime karşı verileceğine kadar geniş bir yelpazede farklılık gösteriyordu. Bu tartışmaların merkezinde duran ise Türkiye işçi sınıfının varlığıydı. Türkiye’de feodalizmin üretim ilişkilerini belirleyen temel etmen olduğunu iddia edenler, işçi sınıfının henüz yeterince gelişmediği ve devrimi gerçekleştirecek yeterliliğe sahip olmadığını iddia ederek, köylülük başta olmak üzere sınıfın tüm katmanlarını müttefik listesinde görüyordu. Öncelik demokratik devrimin gerçekleştirilmesiydi. Burjuva demokratik devrim tamamlanmamış, tam bağımsız gerçekten demokratik bir aşamaya ihtiyaç vardı. Bu tezlerin ileri sürüldüğü dönemin dünya komünist ve devrimci hareketin etkilerinin olduğunu belirtmek gerekir. Devrimde öncü rolün işçi sınıfına ait olup olmayacağı da bu saflaşmada önemli yer ediyordu. Bir bütün olarak MDD tartışmalarında işçi sınıfının rolü ikincil plana itilmişti.

1960’lı yıllar yalnızca işçiler açısından değil, öğrenci gençlik mücadelelerinde de sıçramalar olan yılardır. Solun büyüdüğü güçlendiği yıllardı. Aynı zamanda büyük kentlere göçün olduğu yıllardır, 1960’lar. Türkiye kapitalizminin düzenli olarak genişlediği, sanayi sermayesinin geliştiği bu dönem, yeni bir sermaye birikim modeli hayata geçirilmiş devlet aktif bir rol üstlenerek planlı kalkınma ve ithal ikameci sanayileşme doğrultusunda ekonomik yaşamı yönlendirmiştir.  Büyük kentlere göç edenler, sanayi proletaryasını oluşturmuştu.

DİSK’in işçilerin mücadelesindeki rolü

15-16 Haziran eylemleri, işçi sınıfının mücadelesinin çıkışını durdurmak için hazırlanan bir yasa tasarısının Meclis’te kabul edilmesi üzerine başlar. Tasarı işçilerin sendikal haklarında bir dizi değişiklik öngörmekteydi. Bu değişikliklerin hedefinde işçilerin hak alma, mücadele örgütü haline gelen DİSK vardı.

13 Şubat 1967 yılında TİP’li sendikacılar tarafından kurulan DİSK, 15-16 Haziran 1970’de henüz kurulalı kısa süre geçmesine rağmen işçilerin hak alma mücadelesinde önemli bir odak haline gelmişti. Bu kısa süreye DİSK, pek çok direniş ve fabrika işgallerini sığdırmıştı. Kuruluş ilkeleri ile de uyumlu bir biçimde militan işyeri sendikacılığı yapıyordu. DİSK’in kuruluşu, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından bir dönüm noktası anlamına geldi. DİSK’in uyguladığı politikalar işçiler için çekim merkezi haline gelmesine neden oldu.

DİSK’in kuruluşu, Amerikan Sendikacılığı geleneği üzerine 1952 yılında kurulan Türk-İş’den kopuş anlamına geldi. DİSK’i kuranlar Türk-İş’e bağlı sendikaların genel başkanlarıydı. Çoğu TİP üyesiydi. İçlerinde TİP milletvekili olanlar vardı. Kopuş yalnızca örgütsel değildi, siyasi olarak da Türk-İş’den kopuş anlamına geldi.

DİSK’in kuruluşu, aynı zamanda kadrolar açısından ve işçi sınıfının mücadelesi açısından bir sürekliliği de içeriyordu. DİSK geçmiş yılların mücadele geleneği üzerinde kurulurken sol damarı ve politikayı sahipleniyordu. Kurucular, 50’li 60’lı yıllarda birlikte mücadele etmiş, değişik zeminlerde yanyana gelmiş sol sendikacılardı. 1946 sendikacılığının bir adım sonrasının ürünüydüler.

Kuruluş amaçları içerisinde de yer aldığı biçimiyle,  sermaye ve devletten tam bağımsızlık, işçi aidatları dışında gelir kaydetmeme, dış ülkelerden gelecek destek yerine keskin bir antiemperyalizm, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş sendikal yapı, sosyalizm ve aydınlanmaya yönelik perspektif, militan işyeri sendikacılığı, DİSK’i farklı kılıyordu.4  DİSK, Türk-İş’in uzlaşmacı sendikacılığından kopmuştur. Türk-İş’in partiler üstü, siyasetler üstü tutumunu reddetmiştir.

TİP’li sendikacılar tarafından kurulmuş olmasına ve tarihimizdeki en özgün sendika siyaset ilişkisinin yaşanmasına rağmen, TİP ile DİSK’in arasındaki ilişki sınıfın öncü partisi ile onun siyasetini sahiplenen sendika konfederasyonu ilişkisinin çok uzağında kaldı.

DİSK, işçilerin haklarını alması için fabrika işgalleri, direnişleri gerçekleştiriyor, çok iyi koşullarda toplu iş sözleşmeleri imzalıyordu. İşçilerin ücretleri, geliri artıyor, DİSK, işçiler açısından ilgi çekici hale geliyordu.

15-16 Haziran 1970 tarihine kadar dönemin Türkiye sanayisinin önde gelen kuruluşlarında DİSK’li işçiler hakları için mücadele ediyordu. 1969 yılında, İstanbul Avrupa yakasında Demirdöküm’de sözleşme imzalanması için yapılan eylemler, Kartal hattında Singer işyerinde işten atılan işçi arkadaşları için gerçekleştirilen fabrika işgali, Eğe sanayi ve İzmit Rabak, İstanbul Gamak motor fabrikası, Sungurlar fabrikasındaki işgal ve direnişler 15-16 Haziranın hemen öncesinde işçilere güven veren eylemlerden oldu.

1970’e gelirken grev sayıları da artıyor, greve katılan işçi sayısı, grev ilan edilen işyeri sayıları da artıyordu. 1968 yılında 54, 1969’da 74 olan grev sayısı 1970 yılında 72’ye yükselir. Grevlere 1968’de 5.289, 1969 yılında 12.601, 1970 yılında ise 21.156 işçi katılır.5 Grevler dönemin işçiler açısından mücadele ile geçtiğini göstermektedir. Karşılaştırma olması açısından Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre 2016 grev sayısı 21, 2017 yılı grev sayısı 26, 2018 yılı grev sayısı 12’dir. Greve katılan işçi sayısı 2016 yılında 2.512, 2017 yılında 3.733, 2018 yılında  979’dur.

Grev sayıları işçilerin mücadelesinin yükselmesinde tek belirleyici olmaz ancak önemli bir işaret kabul edilebilir. Bugün grevler toplu iş sözleşmesi sürecinin bir parçası olarak yapılabiliyor, 1970’lerin ön günlerinde eylem ve direnişler fiili meşru mücadele zemininde gerçekleştirildi. 15-16 Haziran fiili meşru mücadelenin tepe noktası kabul edilebilir.

1969-1970 yılları arasında işyerlerinde verilen mücadelede temsilciler ya da öncü işçilerin rolü vardır. 15-16 Haziran’da da bu işçi topluluğunun öncü rolünün devam ettiğinin güçlü işaretleri vardır.

İşçiler için önem kazanan ve güvenilir sendika seçeneği haline gelen DİSK, çok geçmeden sermayenin de gündemine girdi. Türk-İş’in de desteğiyle hazırlanan yasa tasarısında, sendikal örgütlenmeye aşılamayacak baraj getiriyordu: Sendikaların ülke çapında faaliyette bulunabilmesi için işkollarındaki işçilerin en az üçte birini üye yapması gerekiyordu. Bu büyük baraj, DİSK’in ve ona bağlı sendikaların fiilen örgütlenmelerinin önünü kesecek ve DİSK’in işçileri temsil edememesi nedeniyle toplu iş sözleşmesi dahil pek çok hakkını elinden alacaktı.

Yasa 12 Haziran günü mecliste kabul edildikten sonra DİSK,  14 Haziran tarihinde işyerlerinden temsilcilerin ve sendikacıların katılacağı bir toplantı çağrısı yaptı. Kemal Türkler’in başkanlığında İstanbul Merter’deki Lastik-İş binasında toplanan işçiler, DİSK’e bağlı işyerlerinde “Anayasal direniş komitesi” adı altında yasaya karşı işyerlerinde yapılacak eylemlere hazırlık komitelerinin kurulmasını kararlaştırıldı. Toplantıda 17 Haziran günü büyük bir miting yapılması kararı da alındı.6

DİSK, 17 Haziran günü miting planlıyor, işyeri sendika temsilcileri ile bunun hazırlıklarını yapıyordu. Mitingle yasaya karşı kitlesel bir protesto planlanıyordu. Yasa tasarısı Meclis’te kabul edildikten sonra işçiler, 17 Haziran’ı beklemeden harekete geçti. 15 Haziran sabahı fabrikalarından çıkarak eyleme başladı. Türkiye işçi sınıfı tarihinde bu önemli iki günü yaratan işçiler, sermaye sınıfına ve siyasi iktidara önemli bir ders verdi.

Eylemlerde herhangi bir örgütsel yapının etkisi gözlenmez. DİSK, yasaya karşı çıkmak için hazırlık yapıyordu, ancak 15-16 Haziran eylemlerinin örgütlenmesinde merkezi bir rol oynadığı söylenemez.  Çıkarılmak istenen yasa tasarısının merkezindeydi. Eylem DİSK’in planladığı gibi başlamadı ve devam etmedi. Eylemlerin gerçekleşmesi, etkisi DİSK’i ve yöneticilerini aşan bir nitelikte ve kitleselliktedir.

15-16 Haziran eylemleri, TİP’in gerileme dönemine denk gelir. TİP’in eylemlerle bağı yok denecek kadar zayıftır. Eylemlerde TİP’li işçiler vardır. Türkiye solu açısından bir diğer odak Dev-Genç’tir. Eylemin hazırlığı ve yönetiminde Dev-Genç’in etkili olduğunu söylemek de mümkün değildir, eylemlere öğrencilerin de katılması bu tabloyu değiştirmemiştir.  Kemal Sülker değişik zamanlarda yaptığı açıklamalarda ve yazdığı yayınlarda işçileri ne DİSK, ne de TİP bu eyleme yöneltmişti der.7

Eylem, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, işyerlerinde örgütlenmiştir. Türkiye’de dönem dönem yükselen işyeri sendikacılığı, Türk-İş’in kurulmasıyla işkolu sendikacılığına evrilmiş ancak DİSK’in, özel sektörde örgütlenmesi işyeri temelli örgütlenmelerin önemini artırmıştı.  DİSK gücünü işyerlerinde örgütlü olmasından ve işyerlerindeki mücadelelerden alıyordu. Bu süreçte öne çıkan kadrolar, temsilciler DİSK’i işyerinde örgütlüyordu. Öncü işçiler, işyerlerinde taban örgütlenmesini güçlü kılıyordu. Kendisine güvenen ve sermayeye başkaldırma cüretine sahip bir kuşak vardır, işyerlerinde.

15-16 Haziran sonrası

Yukarıda da değinildiği gibi 16 Haziran günü eylemlerin gücü, 15 Haziran’da yapılan eylemleri kitlesellik ve yaygınlık açısından aşınca hükümet sıkıyönetim ilan etti. DİSK üyesi olan sendikacılar ve işçiler gözaltına alındı ve sendika binalarına baskınlar düzenlendi. Yüzlerce işçi işten atıldı. İşçilerin işten atılması eylemi örgütleyen işçilerin işyerlerinden tasfiyesi anlamına geldi. Bu ise gücünü işyerinden alan örgütlenmelerin zayıflaması anlamına geldi. Kimi kaynaklarda yer aldığı biçimiyle eylemler sıkıyönetim ilan edildikten sonra da bazı işyerlerinde ve bölgelerde devam etti. 15-16 Haziran, dönemim Başbakanı Demirel tarafından ayaklanma provası olarak adlandırıldı.

15-16 Haziran eylemleri yasanın meclisten geçmesini önleyemedi. Tasarı 29 Temmuz 1970 günü 1317 sayılı yasa olarak kabul edildi. 6 Ağustos 1970 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. TİP ve ardından CHP Anayasa Mahkemesine yasanın iptal edilmesi için başvurdu ve mahkeme başvuruyu kabul ederek 9 Şubat 1972’de yasayı sendika özgürlüğüne  aykırı bularak iptal etti.8

Sermayenin tepkisinin acımasız olduğu ortadadır. İlk tepki sıkıyönetim ilanına eşlik eden tutuklamalar, işten atmalardır. Bu, sermayenin sınıf tepkisidir. Eylemin büyüklüğü ve işçilerin cüreti sermaye sınıfı açısından tehditti. Sermaye kendi egemenlik alanındaki netliği bozacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyeceğini peşinen ifade etti.

15-16 Haziran ve ertesinden gelen 12 Mart… Politik önderlikten yoksun, kendiliğinden gelişen bir işçi hareketinin 12 Mart’la birlikte söndürülmesi ise Türkiye burjuvazisine rahat nefes aldırıyordu.9 12 Mart tek başına 15-16 Haziran eylemlerine yanıt değildi, ancak bu önemli unsurlardan biriydi.

“….12 Mart’ın ekonomik gerekçelerini bir kenara koyarsak, Türkiye burjuvazisinin üzerinde en çok durduğu, siyasal açıdan Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin mevcut kurumsallaşmayı aşmaya başlamasıdır. Bu anlamda aşılan kurumsallaşma, yalnızca sermayenin kendi yasallığının parçası olanlar değil, DİSK ve hatta TİP gibi bu dinamiklerin açığa çıkmasına önemli katkılar koymuş ‘sol’ yapılardır da. Bu nedenle devlet yalnızca TİP ve DİSK’in önünü kapamak ihtiyacıyla değil, aynı zamanda bizzat toplumsal dinamiklerin kendisini budamak için bir gerici dönem arayışına girdi. Zaten DİSK’in 12 Martla birlikte ehlileştirilmesinde gösterilen başarı da buna işaret etmektedir.

Kısacası 15-16 Haziran derslerinin burjuvaziye öğrettiği gümbür gümbür gelen bir sendikal hareket değildir. Egemen sınıfın pek iyi kavradığı şey, soldaki ve sendikal alandaki bütün yetersizlik ve sığlığa rağmen emekçi sınıfların kendilerini toplumsal açıdan ifade etmede tehlikeli bir iddialılığa sahip olmaya başlamış olmasıdır.”10

Sermaye, işçilerin sınıf kimliği kazanmasını ve bu kimliği kazanabileceği bütün toplumsal yapıları değiştirmek kendi egemenlik alanına almak istiyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Burjuva demokrasisi yaşamalı, sermaye işçilerin hak alma enstrümanlarını belirlerse, işçilerin de ne yapacaklarını da belirleyebilecekti, bunun yolu açılıyordu. Öyle ki DİSK, faaliyetlerine son verilmek istenmesine rağmen 15-16 Haziran’ın hemen ertesinde gelen 12 Mart’ın siyasetine herhangi bir direniş göstermedi. 12 Mart ile tüm grevler yasaklanmış ancak DİSK kapatılmaktan kurtulmuştu. Kuruluşundan itibaren TİP’i destekleyen ve TİP’e yakın olan DİSK, 12 Mart ile birlikte CHP ile yakınlaşmaya başlamıştır ve durum 1970’li yıllar boyunca devam etmiştir.

DİSK, 15-16 Haziran ile işçi hareketi önünde ön açıcı olma özelliğini kaybetti.

15-16 Haziran, sermaye sınıfının yeni yöneliminin olgunlaşmasına neden olmuş önemli dönemeçlerden olmuştur. Yeni yönelim siyasal açıdan memleketin sokağını, üniversitesini fabrikasını ve hatta kışlasını teslim almaktan başka bir anlama gelmemektedir.11

15-16 Haziran’dan sermaye sınıfı aldığı derslerle ileriye doğru bir hamle yaptı ve sonuç aldı.

15-16 Haziran öncesinde sol içi tartışmalara değinmiştik. 15-16 Haziran ülkemizdeki solun tartışmalarında, devrimin öncü gücü konusundaki tereddütleri gidermekle kalmamış, Türkiye’de kapitalizmin yerleşik üretim tarzı olduğu konusunda da bir netlik ayarı gerçekleştirmiştir.12

Ancak öyle anlaşılmaktadır ki, kapitalizmin yıkacak güçte olan işçi sınıfına sol- sosyalist hareketler yeterince ilgi göstermemiştir. Oysa 1960’lı yıllar solun etkisinin arttığı yıllar olmasının yanında işçi sınıfının da önemli dönüşüm yaşadığı yıllardı. 15-16 Haziran’da sanayi kentlerinde ayağa kalkan binlerce işçi yalnız kaldı, kendi yolunu açmaya çalıştı. İşçi sınıfının bu yaygınlıkta ve cürette bir eyleminde sol-sosyalist hareketlerin etkisinin olmaması çok düşündürücü ve üzücüdür.

Ayrıca eylemlerin ardından da işçi sınıfı vurgusu yapan ve MDD’cilerle tartışmalarda bu eylemlerde haklılığı ispat edilen TİP, yalnızca iki gün boyunca etkisiz kalmamış, 15-16 Haziran’ın ortaya çıkardığı devrimci enerjiyi de değerlendirmemiştir.

15-16 Haziran’ı yarım asır sonra bugün değerlendirdiğimizde sınıflar mücadelesinde sermaye sınıfının ve onların kurumlarının, sendikalarının çıkardığı derslerin ilerleyen süreci belirlediğini ifade edebiliriz.  Sermayenin egemenlik mekanizmaları, kurumları zaman zaman değişebilir, ancak sermeye sınıfı ideolojik hegemonyasını toplumda yerleştirmenin ve güncellemenin sürekli peşindedir. 1960’larda sermaye de işçi sınıfına karşı mücadele etme yöntemlerini öğreniyordu. Asker, polis, jandarma gibi devletin zor aygıtları ile işçilerin direniş ve eylemlerini bastırdığı, hatta mücadele eden işçileri öldürdüğü oluyordu.

15-16 Haziran sermaye sınıfının düzene bağlayamadığı işçi sınıfının, cüretinden ve karşısına bir sınıf olarak geçmesinden korktu. İşçiler asker, polis dinlemiyordu, barikatları yarıyor, biraraya geliyordu. İşçilerin biraraya gelmemesi için Galata Köprüsünü açtılar, sıkıyönetim ilan ettiler.  Ama sermayenin işçi sınıfının mücadelesine karşı saldırısı bu kadarla kalmadı. İlerleyen aylarda, işçi sınıfının sınıf kavrayışına, sınıf davranışı gösterme yeteneğine saldırdı. DİSK’in 12 Mart 1970 sonrası politikalarındaki köklü değişim bu saldırıdan bağımsız ele alınamaz.

Eylemlerde siyasi özne olmaması 15-16 Haziran’a kendiliğindenci bir özellik verilmesinin önünü açmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, işçiler iki gün süresince ekonomik talepleri aşan bir siyasallıkta yürümüştür. 15-16 Haziran sonrasında eylemin kendiliğindenliği çok tartışılan konular arasında oldu.

15-16 Haziran, işçi hareketi ile devrimci hareketin iki günlük tarihsel yakınlaşması olarak görülmelidir.13Tarihte devrimci hareket ile işçi sınıfının arasındaki makasın kapandığı ender yakınlaşmalardan biri yaşanmış, ancak bunu ileriye taşıyacak güçlü, örgütlü bir siyasi iradenin bulunmaması nedeniyle kalkışma çok hızlı geriye düşmüştür.

15-16 Haziran’ı eşsiz kılan özelliklerini sıralayarak yarım asır sonra bu unutulmaz iki günü yaratanları selamlayalım.

İşçilerin gücü: Dayanışma

Emek tarihi çalışmalarında da sıkça izlediğimiz işçilerin dayanışmasının 1970’e gelirken ülkemizde de çok yaygın olduğunu gözlüyoruz. Bir işyerinde başlayan mücadele kaderine terk edilmez, yalnız bırakılmaz. Nerede bir işyerinde işçiler hakları için eylem yapıyorsa işyerine yakın işyerlerinde çalışan işçilerden, mahallelerden destek, dayanışma vardır.

Dayanışma, işçilerin sermaye sınıfına karşı mücadelesinde birbirine tutunmaları, mücadelelerini güçlendirmeleri niteliğini taşıyordu. 1960’lara bakıldığında tekil işyeri mücadelelerini ve çoğu zaman dayanışmayı görüyoruz. İşyerinden işçi mi atılmış, işçiler işten atılan arkadaşlarına sahip çıkıyor. Bu sahip çıkışın şekli işgal, direniş mücadelenin herhangibir biçimi işyerine ve işçilere özgü olarak belirleniyor. Farklı mücadele ve dayanışma yöntemlerini görüyoruz.

15-16 Haziran eylemlerinin de önemli özelliklerinden biri işçi dayanışmasıdır. Sermayeye, ellerinden sendikalarının alınmasına karşı birbirlerine tutunmuşlar. Burada sektör ayrımı yok, işkolu belirlenimi yok, bölge farklılığı yok.

Çıkan yasa doğrudan DİSK’i ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçileri etkileyecek olmasına rağmen, yasanın hazırlığı ve çıkışında pay sahibi olan Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olan işçiler de eyleme katılmıştı. Hatta verilen rakamlarda eyleme katılanlar arasında Türk-İş’e üye işçilerin sayısının daha fazla olduğu belirtilir. Konfederasyon ayrımı yapmaksızın işçiler birbirlerine sahip çıkar.

İşçilerin sınıf kimliği

1960’lı yıllarda ülkemizde pek çok işçi eylemi, direnişi var. Tüm bu eylem, direniş, fabrika işgalleri işçilerin sınıf kimliği kazanmasında rol oynadı. 15-16 Haziran, ülkemizde işçilerin sınıf kimliği kazanmasında önemli etkisi olan eylemlerden olmuştur. Önemlidir.  Sermayeden ve devletten bağımsızlık, anti-emperyalist öğeler, işçi sınıfının bir toplumsal sınıf olarak iki gün boyunca güçlü bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı.  Eylemler, güncel ekonomik talepleri aşan bir siyasaya sahip oldu.

İşçilerin Birliği

15-16 Haziran eylemleri işçilerin birliğinin sağlanması açısından zirvelerden biridir. İşçilerin birliğinin en gelişkin biçimi değildir ancak yaşanılan dönem gözönüne alındığında işçilerin birleşik sınıf mücadelelerinden biri olma özelliğini taşımaktadır. Eyleme rengini çalan metal işçileri ve Maden-İş Sendikası’dır. Ancak, petro-kimya, ilaç, gıda, lastik işçileri de eyleme katılmış, sektör, işkolu ayrımı yapılmamıştır. İşçilerin birliği sağlanmış ve birleşik bir sınıf hareketinin gücü, sermayeye ve devlete korku salmıştır.

Eylemlerin yaygınlığı

Eylemler yalnızca İstanbul’la sınırlı kalmamış, sanayi üretiminin diğer merkezi olan Kocaeli’nde de işçiler eylemler yapmıştır. 1970 yılında sanayi işçilerinin çoğunluğunun bulunduğu bölgede işçiler fabrikalarından mücadeleye katılmıştır. Kadıköy-Kartal, Eyüp-Topkapı, Levent-Şişli gibi İstanbul’da kenti belirleyen bölgelerde ana caddelerde yürüdüler. Gebze-Kocaeline kadar uzanan eylemler işçilerin gücünü artırdı.

İşyeri örgütlenmesinin önemi

Eylemlerde işçiler, sendikaları, işkollarını tanımlayarak değil, işyerleri temelli örgütlenmiştir. İşçiler eylemlerde Demirdöküm işçisi, Arçelik işçisi, Tekfen işçisi , Kavel işçisi olarak yer almıştır. Eylem, işyerlerinde örgütlenmiştir, disiplin vardır, böyle bir ortamda provokasyon zordur. İşyeri temelli örgütlenen 15-16 Haziran mücadelesi gücünü işyerindeki işçilerin kararlılığından alır.

Kadın işçiler mücadelede

15-16 Haziran yürüyüşünde kadın işçiler de erkek işçilerle omuz omuza mücadele içinde oldu.  Fabrikalarda şalteri indirip onlar da yürüyüşe katıldı, mücadelenin ön saflarında yer aldı.  İstanbul’da yürüyüşün üç ayrı kolundan biri olan Kadıköy- Kartal hattında Ankara asfaltında Otosan işçileri başı çekmişti. Kadın işçiler bu yürüyüş hattında, sayıca daha fazla oldukları Levent civarı fabrikalardan işçi elbiseleri ile çıkarak Levent yürüyüş hattında yürüyüşün başında yer aldı.

Sınıfın gücü: Öncü sınıf partisi

DİSK ve TİP arasındaki ilişki, ülkemizdeki sendika siyaset arasındaki ilişki bağlamında ele alındığında tüm olumsuzluklara rağmen, 1970 yılına kadar en verimli bir evreyi temsil eder. Sendikacılar, sol sendikalist olmanın siyaseten ötesine geçememiştir. TİP’li olmaları sosyalizm mücadelesinin kadroları oldukları anlamına gelmemektedir.

TİP, kitleleri biraraya getirmiştir ancak öncü sınıf partisi olamamıştır. Aşağıdaki satırlar parti içindeki koalisyonun işçi sınıfı partisi olunamayacağına dairdir.

Türkiye İşçi Partisi’nin parti organlarında yarıdan fazla işçi kotası ilkesi bulunmaktaydı. Parti merkez kurullarında sendikacı ağırlığı olarak pratiğe tercüme olmasının anlamı çok yönlüdür: Mutlaka yargılanması gereken bu nokta, birincisi, marksist aydınlarla sol sendikalizmin siyasal örgüt içindeki ittifakını sağlamıştır; “parti içinde ittifak” leninist örgüt anlayışının çok uzağında kalır.14

15-16 Haziran eylemlerinde ve sonrasında TİP’in etkisi hissedilememiştir. Ortaya çıkan devrimci enerjiyi siyasete kanalize etmede yetersiz kalmıştır.  Sol sendikacıların ise sosyalizm mücadelesi ile kurduğu bağ tartışmalıdır.

Sınıfın öncülüğü, işçi sınıfının yapabileceklerini daha ileri bir mücadeleye taşımak anlamına gelmez, öncülük, işçi sınıfı siyasetini toplumun bütününe taşıyabilecek koşulları yaratmak için siyasi kavga vermektir. Öncü sınıf partisi ile işçilerin mücadelesi siyasallaşır, toplumsallaşır ve iktidara uzanır. 1960’lı yıllarda Türkiye bunun uzağındadır.

15-16 Haziran’ında da işçilerin öncü sınıf partisi yoktur.

İşçi sınıfının öncü rolü

15-16 Haziran, sosyalist hareketi besleyen dinamikler içerisinde işçi sınıfının merkezi rolünü tescilledi.  İşçi sınıfının toplumsal rolüne ilişkin Türkiye solundaki tartışmalara nokta koydu. Sosyalist Devrim tezinin güncelliği ve iktidarı almak için yegane seçenek olduğu eylemlerle de güçlendi. Ayrıca MDD’ciler tarafından varlığı devrim stratejilerinde tartışmalı olan işçi sınıfının bir anda siyasal iktidar ile karşı karşıya gelebileceğini gösterdi.

Milli Demokratik Devrim tezi, teorik tartışmalarla değil, sokakta yenildi. 1960’larda işçilerin işyerlerinde eylem ve direnişlerinin yükselmesi ile MDD’ciler tarafında devrimin “kırdan mı şehirden mi?” yapılacağına dair tartışmalardan uzaklaşıldı. 15-16 Haziran sonrasında “proletaryanın öncülüğünde demokratik devrim” tartışmalarına evrildi.

Fiili meşru mücadele

15-16 Haziran’a gelirken 1960’lı yıllarda işçilerin mücadelesi çoğu zaman fiili meşru mücadele zemininde yürüyordu. İşçiler yaratıcı bir şekilde mücadele yöntemini kendileri belirliyordu. 15-16 Haziran işçilerin fiili meşru mücadelesinin tepe noktası sayılır.  15-16 Haziran, yasaların sınırlarını aşan, fiili mücadelenin önemini ve gerekliliğini ortaya koyan bir eylem oldu.

Bugün….

15-16 Haziran, işçi ve emekçiler için yaşanacak bir ülke kurmak isteyenlere yön göstermektedir. Bu anlamda sonuçları, dersleri günceldir. İşçilerin mücadelesinde dayanışma vardır, işçilerin birliği vardır, kadınların mücadelede öne geçmesi vardır, bağımsızlık vardır, kendi gücüne güven vardır. Ayağa kalkan işçilerin mücadelesinin teslim alınmaması, iktidara uzanması için örgütlü siyasi mücadele, sınıfın öncü örgütlenmesinin olması gerektiği vardır. 

Zehra Güner / Gelenek-SOL  

  • 1.DİSK TARİHİ, KURULUŞ, DİRENİŞ VAROLUŞ, I. CİLT, 1967-1975, DİSK Yayınları, No:78
  • 2.https://sonhaber.ch/aydemir-gulerle-tkp-nin-100-yili/
  • 3.N. Levent Taşçı, Türkiye İşçi Hareketinde DİSK’in Yeri, Gelenek dergisi, Sayı 46 Haziran 1994
  • 4.DİSK TARİHİ, KURULUŞ, DİRENİŞ VAROLUŞ, I. CİLT, 1967-1975, DİSK Yayınları, No:78
  • 5.Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Çalışma Hayatı İstatistikleri, No: 23, Ankara, 1998
  • 6.DİSK TARİHİ, KURULUŞ, DİRENİŞ VAROLUŞ, I. CİLT, 1967-1975
  • 7.Kemal Sülker, Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün 15-16 Haziran, Yazko Yay., İst., 1980
  • 8.DİSK TARİHİ, KURULUŞ, DİRENİŞ VAROLUŞ, I. CİLT, 1967-1975
  • 9.N. Levent Taşçı, Türkiye İşçi Hareketinde DİSK’in Yeri, Gelenek dergisi, Sayı 46 Haziran 1994
  • 10.Cemal Hekimoğlu, 15-16 Haziran’a Övgü: İki Gün İki Sınıf, Gelenek Dergisi, Sayı 53, 1996
  • 11.Cemal Hekimoğlu, 15-16 Haziran’a Övgü: İki Gün İki Sınıf, Gelenek Dergisi, Sayı 53, 1996
  • 12.A.Esin Sur, 15-16 Haziran, Gelenek Dergisi, Sayı 53, 1996
  • 13.Cemal Hekimoğlu, 15-16 Haziran’a Övgü: İki Gün İki Sınıf, Gelenek Dergisi, Sayı 53, 1996
  • 14.Aydın Giritli, 97 Yazında Sınıf Tezleri, Gelenek Dergisi, Sayı 55, Ağustos 1997

Mart ayından beri ilk kez koronavirüsün önüne geçti: Yurttaşın en önemli sorunu ekonomi / BİRGÜN

Yapılan son araştırmaya göre, mart ayından bu yana Türkiye’de en önemli sorun olarak görülen koronavirüs gerilerken yurttaşlar ekonomiyi yine birinci derece sorun olarak belirledi.

Uluslararası araştırma şirketi Ipsos’un yaptığı Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırması’nda yurttaşın en önemli sorun olarak gördüğü konu, mart ayından beri ilk kez ekonomi olarak çıktı.

Koronavirüs salgını öncesi son bir yıllık dönemde yurttaşlar Türkiye’nin en önemli sorununu ekonomi olarak tanımlamaktaydı. Mart 2020’den bu yana salgın, tüm sorunların önüne geçti. Vakaların başladığından bu yana ilk kez salgının en önemli sorun olma seviyesi %39’a indi ve ekonomi salgını geçti; bugün yurttaşların %43’ü ekonomiyi Türkiye’nin en önemli sorunu olarak görüyor.

Ipsos’un Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırmasına göre; yurttaşlar koronavirüs salgınının hem Türkiye ekonomisi hem de kendi ekonomileri için bir tehlike oluşturduğu konusunda hemfikir. Her 10 kişiden 8’i salgının Türkiye ekonomisi için ciddi bir tehlike oluşturduğunu düşünüyor. Her ne kadar vatandaşlar salgının ülke ekonomisi için daha fazla risk taşıdığını düşünse de yarıdan fazlası salgının kendi kişisel ekonomileri için de ciddi bir tehlike oluşturduğu kanısında.

mart-ayindan-beri-ilk-kez-koronavirusun-onune-gecti-yurttasin-en-onemli-sorunu-ekonomi-744970-1.

SALGINI FIRSAT OLARAK GÖRENLER YÜZDE 6

Salgın döneminde alınan tedbirler doğrultusunda bazı sektörlere yönelik kısıtlamalar söz konusu oldu. Buna göre araştırmada istihdamda yer alan yurttaşların üçte biri (%33) işyerleri geçici olarak faaliyet göstermediğini beyan etti. Diğer yandan sadece işyerleri geçici olarak kapananlar değil halen işyerleri faaliyet gösterenler de salgının işleri üzerinde olumsuz etkisi olacağı görüşüne sahip. Çalışanların yarısından fazlası (%57’si) önümüzdeki dönemde işleri üzerinde salgının olumsuz etkilerinin ortaya çıkacağını düşünüyor. Salgının işleri için bir fırsat alanı oluşturduğunu düşünenlerin oranı ise %6 ile sınırlı.

mart-ayindan-beri-ilk-kez-koronavirusun-onune-gecti-yurttasin-en-onemli-sorunu-ekonomi-744971-1.

Normalleşme takvimi kapsamında restoran, kafe, pastane ve çay bahçelerinin belirli kurallar çerçevesinde hizmet vermeye başlaması konusunda genel kamuoyunda görüş birliği yok. Araştırmaya göre yurttaşların %48’i açılma kararını yanlış bulurken, %41’lik bir kesim bu kararın doğru olduğuna inanıyor. 46-55 yaş arası yurttaşlar bu kararı en büyük oranda destekleyen kesim; buna rağmen 18-25 yaş arası bireylerin sadece %29’u bu kararı doğru buluyor.

Ipsos Türkiye CEO’su Sidar Gedik araştırmada elde edilen verilerle ilgili yaptığı değerlendirmede şunları kaydetti:

Kendimize ‘hangi sorunumuz daha normal?’ sorusunu sorarsak olağanüstü durumların yaşanmadığı dönemlerde yüksek ihtimalle ‘en önemli sorun olması en normal başlık ekonomidir’ yanıtını veririz. Büyük terör olayları, sınır ötesi operasyonlar gibi çok kritik olayların söz konusu olmadığı dönemlerde ülkemizin en önemli sorunu hep ekonomi idi. Covid-19 salgınını yaşamaya başladığımız günden beri ise çok olağanüstü günler yaşadık ve doğal olarak salgın, gelip sorunlar listemizin en başına oturdu. Haftalarca en önemli sorun konumundaydı, Mayıs ayı başından sonra yavaş yavaş gerilemeye başladı, bu sırada da en önemli sorun ekonomidir diyenlerin oranı giderek yükseliyordu. Ve nihayet ekonomi az bir farkla da olsa yeniden ülkemizin 1 numaralı sorunu haline geldi. Her ne kadar ekonomiye dair endişelerimiz yükselmiş olsa da iş yerlerinin faaliyete başlamasının doğru bir karar olmadığını düşünenler hala çoğunlukta, yani bir grup insan ülkenin en büyük sorunu olarak ekonomiyi görseler de iş yerlerinin açılması fikrine henüz hazır değil. Ekonominin sorunlar listesindeki yükselişine dair aynı anda geçerli iki yorum yapabiliriz, öncelikle bu durum normalleşmenin bir sonucudur diyebiliriz, hayat normale döndükçe odağımız yeniden kadim sorunumuz olan ekonomiye yöneliyor, ikinci nokta ise salgının kendisinin de ekonomik sorunları körüklüyor olmasıdır. Şirketleri, çalışanları ve dolayısıyla istihdamı destekleyen paketlere rağmen insanların %96’sı ülke ekonomisi için, %86’sı kişisel ekonomileri için tehlike görüyorlar. Araştırmaya katılanların çalıştığı işletmelerin üçte birinin geçici olarak faaliyetine ara vermiş olması salgının ekonomiye vurduğu darbeyi net olarak ortaya koyuyor. Yaklaşık her on kişiden dördü önümüzdeki dönemde de işlerinin olumsuz etkileneceğini düşünüyor.

ARAŞTIRMA KÜNYESİ

Ipsos’un açıklamasına göre, araştırma, Online Görüşmeler (CAWI) ile 18 yaş üstü İBBS 1 düzeyinde Türkiye temsili 800 birey ile gerçekleştirildi. 29 Mayıs – 5 Haziran 2020 saha tarihi ile 9. Dönem verilerini kapsayan araştırmanın istatistiki hata payı, % 95 güven aralığında ± %3.

BİRGÜN

16 Haziran 2020 Salı

Kuyruklu yalan - Oğuz Oyan / SOL

TÜİK'in 'İşgücü İstatistikleri' her zaman sorunlu olmuştur; ama herhalde bu yıl açıklanan veriler, özellikle de Mart 2020 verileri, rekoru ele geçirmiş durumda.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde istatistik hocamız Ömer Celal Sarç'tan 1966 yılında ilk kez duymuştuk. Üç türlü yalan vardır demişti: Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik. İstediği etkiyi yaratınca, bize istatistiğin nasıl güvenilmez sonuçlar çıkarmak için kötü niyetlerle kullanılabileceğinin örneklerini vermiş, ama istatistiksiz bir iktisat hatta bilim olamayacağını da aklımıza sokmuştu. 

AKP rejimi altında istatistiğin adeta alenen bir "çarpıtma ve aldatma sanatı" olarak kullanıldığı günlerden geçiyoruz. Bunun için, istatistik disiplinine yabancı ama "rejime" sadakati kuvvetli yönetici tercihlerinden, Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) teşkilat yapısını altüst eden yeni yönetim şemalarına kadar her şey denenmiş durumda. Son aylarda Kurum'a yapılan müdahalelerdeki artış, sadığın daha sadığı Başkan arayışı, sistemde olmayan başkan yardımcıları yapısını getirme, zaten kendi dönemlerinin ataması olan tüm daire başkanlarını ve bölge müdürlerini görevden alma, vs. ekonomideki sıkışmayı "göz boyama" yöntemleriyle aşma çabasının tezahürleri olarak beliriyor. Böylece siyasi rejimin tam güdümüne giren TÜİK, hem içerde hem de uluslararası düzlemde güvenilirlik aşınmasını sineye çekerek yola devam edecek görünüyor.

Bu konuda henüz bir ay önce yazdığım için (soL Gazete, "İstatistik ve Otokrasi", 12 Mayıs 2020) hemen sadede geleceğim. TÜİK'in "İşgücü İstatistikleri" her zaman sorunlu olmuştur; ama herhalde bu yıl açıklanan veriler, özellikle de Mart 2020 verileri, rekoru ele geçirmiş durumda. Daha önce belirttiğim gibi, AKP rejimi bu kriz döneminde Kısa Çalışma Ödeneği ve yeni icadı "ücretsiz izin ödemeleri" ("Nakdi Ücret Ödemesi") kapsamında olup da önemli bir bölümü işsizlik eşiğinden adımını atmış olanları istihdam içinde sayma fırsatını elde etmiştir. (İŞKUR'un, İşsizlik Sigortası Fonu üzerinden finanse ettiği "Aktif İşgücü Programları" sayesinde yüzbinlerce işsizi istihdam içinde gösterme fırsatını uzun süredir kullandığı da esasen bilinmektedir).

İktidarın ikinci bir oyuncağı ise, ötedenberi yukarı-aşağı istediği gibi esnetme tecrübesi edindiği "işgücüne katılma" oranlarıdır. Bilindiği gibi, 15 yaş üzerindeki çalışabilir nüfusun hepsi işgücüne dahil değildir. Çalışabilir nüfusun önemli bir bölümü çeşitli nedenlerle (eğitim, askerlik, ev kadınlığı, vb.) işgücü kapsamında değildir. İşgücü de, çalışanlar (istihdam) ve iş arayanların (işsizlerin) toplamından oluşur. Gelişmiş ülkelerde işgücüne katılım oranı genelde yüzde 65'leri aşmaktadır. Türkiye'de ise hep yüzde 55'in altındadır. Erkeklerde işgücüne katılma oranı aslında gelişmiş ülkeler düzeylerindedir. Asıl sorun, kadınlarda bu oranın bir türlü yüzde 30-33 eşiğini aşamamasındadır. Ücret, eğitim ve fırsat eşitliği sağlansa, cinsiyetçi Ortaçağ kalıntıları aşılsa, durum kuşkusuz farklı olacaktır. Ama AKP iktidarının istemedi şey tam da budur. Çünkü kadınların iş yaşamına daha fazla katılması demek, işsizlik oranlarının yapısal olarak daha da yukarılara fırlaması demektir. Bu nedenle de zaman zaman AKP cenahından "kadınlar iş hayatına girmese işsizlik sorunumuz kalmaz" gibi dahiyane çözüm önerileri ortaya atılır. Tabanlarında bunların da bir alıcısı vardır zira.

İşgücüne katılım oranıyla oynamak

Şimdi bu söylediklerimizi Mart 2020 "işgücü istatistiklerini" önceki dönemle karşılaştırarak göstermeye çalışalım. TÜİK verilerine göre, 2019 yılı ortalaması olarak 15 ve daha yukarı yaştaki nüfus 61.469 bin kişi, işgücüne katılan nüfus da 32.549 bin kişi olup, ikincisinin birincisine oranı bize yüzde 53 düzeyinde bir işgücüne katılım oranı verir. İşgücünün bileşenlerine baktığımızda ise, 2019'da istihdamda olanların sayısının ortalama 28.080 bin, işsiz sayısının ise 4.469 bin olduğunu görüyoruz. 2019 yılının, 2018'de başlayan bir ekonomik krizin yoğun etkilerinin hissedildiği bir yıl olduğunu da anımsatalım. 

Şimdi, TÜİK'in 2020'nin ilk üç ayına ilişkin verileri, bir önceki yıla göre 15+yaş nüfusu artarken, hem işgücüne katılan kişi sayısında hem de oranında ciddi bir düşüş olduğunu söylemektedir. Üstelik bu sözde istatistiki gelişme, ekonomide ve istihdamda toparlanma olduğu iddialarının yoğunlaştığı bir dönemde ortaya çıkmaktadır! "Ekonomi toparlandıkça" hem istihdam azalmakta (!) hem de (istihdam azalırken artması gereken) işsizlik azalmaktadır!! Bu mucizevi gelişme sonucunda, istihdam miktarı her ay azalarak Mart'ta 26.133 bin seviyesine gerilemekte, işsiz sayısı da 3.971 bin olmaktadır. Böylece işgücüne katılım oranı da yüzde 48,4'e gerilemiş olmaktadır. İşsiz sayısı işgücüne katılanlara oranlandığında da, işsizlik oranının yüzde 13,2'ye "düştüğü" kaydedilmektedir! Böylece koronavirüs salgınının milyonlarca işçiyi sokağa attığı Mart ayında işsiz sayısını ve işsizlik oranını azaltma becerisini gösteren tek ekonomi (pardon tek istatistik kurumu) bizimki olmaktadır!

Mart 2020 verilerini Mart 2019 verileriyle karşılaştıran ilişikteki sadeleştirilmiş tablo, durumu daha iyi özetleyebilir:

        

Bu tablodan çıkan en özet sonuç şudur: TÜİK veya AKP rejimi, işgücüne katılım oranını 4,5 puan düşürerek işsizlik oranının sözde gerilediği bir sonuç elde edebilmiştir.

Bir varsayım

Şimdi bir varsayım yapalım ve Mart 2020'de işgücüne katılımın Mart 2019'daki 32.339 bin düzeyini koruduğunu kabul edelim. Eğer bunu Mart 2020'deki çalışabilir yaştaki nüfusa yani 62.216'ya oranlarsak, işgücüne katılım oranının yüzde 52,0 düzeyinde çıktığını görürüz. Katılım oranında bu kadarlık bir gerileme, tecrit koşullarının Mart ayının ikinci yarısını etkilediği düşünüldüğünde (4,5 puanlık abartılı gerilemeye göre) olağan kabul edilebilir. 

Kriz koşulları nedeniyle istihdamın resmi Mart 2020 verisi olan 26.133 bin kişiye gerilediği de olağan sayılabilir. Bu durumda işsiz sayısı (32.339-26.133=) 6.206 bin olacaktı. Bunu işgücü sayısına (yani 32.339'a) oranlarsak, işsizlik oranı yüzde 19,2 çıkacaktır. İşte TÜİK yöneticileri, işgücüne katılım sayısını ve oranını düşürerek AKP rejimini bu kötü sonuçla yüzleşmekten kurtarmış olmaktadır.

Üstelik burada TÜİK'in dar tanımlı resmi işsizlik verileri çerçevesinde kalınmaktadır. Gene TÜİK verilerine dayanarak yapılan geniş tanımlı işgücü ve işsizlik verileri, çok daha olumsuz sonuçlar vermektedir. Bu tahminler arasında en olumsuz tabloyu DİSK AR'ın hesaplamaları vermektedir. Buna göre Mart 2020 itibariyle işsiz sayısı, Kısa Çalışma Ödeneği ve ücretsiz izin ödeneğinden yararlananlar da dahil olmak üzere, 13.385'i bulmakta ve bunun 33.966 bin olarak tanımlanan geniş işgücüne oranı da yüzde 39,4'lük bir işsizlik oranını vermektedir.

AKP rejimi, ekonomiyi düzeltemeyeceğini anlayınca istatistikleri "düzeltmeyi" seçmiş durumdadır. Ama insanlar kendi ekonomik durumlarını istatistiklere bakarak değil yaşadıklarına bakarak değerlendirmektedir. Sadaka rejimiyle, gündem çarpıtmalarla, halka çarpık veriler aktarmakla, din ve milliyetçilik sömürüsü yapmakla gerçekler değişmemekte, olsa olsa iktidara biraz zaman kazandırmaktadır. Ama "korkunun ecele faydası yoktur".

Bir yıldönümü

İşçilerin sendikal haklarına saldırıya bir yanıt olarak gelişen 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin 50. Yıldönümünde, iktidarın işçi haklarına yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğu, Kıdem Tazminatı hakkını hukuken ve fiilen tasfiye etme peşine düştüğü görülmektedir. Kriz çaresizliği ve fırsatçılığıyla kendine ve sermayeye yeni kaynaklar yaratmaya çalışan iktidara, gereken siyasal ve sendikal yanıtın verilmesi şarttır.

Oğuz Oyan / SOL

Bu da Apo ile izdivaç kumpası - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Bir cinayet kuşkusuz polisin meselesidir. Zekice işlenmiş bir cinayet ise roman konusu olabilir. Sherlock Holmes’tan biliyoruz, benzersizlik bir ipucudur. Haliyle bir suçun hikâyesini anlatırken önce akıl arıyoruz.

Siz hiç savcınıza öğrettiniz mi? Biz öğrettik. Elbette avlumdaki kuşlar gibi ekmek ile değil. Mutlaka zekâ da gerekiyor.

Şöyle anlatayım...

Bizi bir MİT mensubunun cenaze haberi nedeniyle ifşa suçlamasıyla tutuklatan savcılar, MİT’e dair bir başka iddianame yazmıştı. 7 Şubat 2012’de MİT Başkanı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasına varan kumpası konu alan iddianamede; bir MİT mensubunun adı, soyadı, anne ve baba adı, doğum yeri ve tarihi, hatta kimlik numarası açıkça yazıyordu. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye savcıları eleştiren bir yazı yazdıktan sonra kendi iddianamemi elime aldım. Bu kez görseldeki hiçbir MİT mensubunun kimliği açıklanmadığı gibi, şehit olan MİT mensubunun bile adını kısaltmışlardı. Demek öğretebilmiştik!

Mesele biz değiliz, gelelim konumuza...

7 Şubat MİT krizine dair yazılan iddianamede öyle tuhaf bir hikâye var ki insan “yok artık” diyor. Yıllardır ağzımızdan düşmeyen “derin devlet” lafını hatırlayıp “devlettekiler sahiden yeterince derin mi” diye düşünüyorsunuz. Zira Türkiye tarihinde istihbaratı konu alan en büyük kumpasın mahalle karakolunda bile kurulabileceğini anlıyorsunuz.

MİT’çi gazeteciye PKK gözaltısı

Bilmeyenler için hatırlatayım...

7 Şubat 2012’de Hakan Fidan ve MİT yöneticilerinin FETÖ bağlantılı savcılar tarafından ifadeye çağrılmasıyla hatırlanan hikâye biraz geçmişe dayanıyordu. Kritik aşaması 20 Aralık 2011’de PKK’nin basın ayağına yapılan operasyon ile gerçekleşti. FETÖ iltisaklı polis ve savcılar, bu operasyonda MİT’çi M.Ö’yü de gözaltına aldı. M.Ö. PKK’nin içine sızmıştı. (Hem iddianamede hem de yandaş medyada M.Ö’nün ismi açıkça yazıyor.) FETÖ bağlantılı polisler, M.Ö’nün Emniyet’e gelen MİT görevlileriyle görüşmesine izin vermedi. Üstüne üstlük baskı altına alarak MİT’in PKK içindeki faaliyetlerini anlattırdı. Bu ifadeyi bir basamak olarak kullanıp Hakan Fidan dahil MİT yöneticilerini PKK bağlantılı olmakla suçlayıp ifadeye çağırdı.

Kısaca anlattığım hikâyeyi, medyayı takip edenler biliyor. Zira bir MİT’çinin cenaze haberi nedeniyle bizi tutuklatan savcılar, kendi yazdıkları iddianamede tam 45 sayfa MİT ile ilgili eski gazete yazılarına yer vermişler.

Çay dökme kumpası

Beni şaşırtan ayrıntı ise başka. FETÖ iltisaklı polisler, iddianamede anlatılana göre M.Ö’nün ifadesine ekleme de yaptı.

Bir ifadeye ekleme nasıl yapılır diye merak ediyorsanız size M.Ö’nün ağzından anlatayım:

“...ifadesinin bitmesine rağmen gözaltı işleminin devam ettiğini, (Avukat) Ümit Doğan gittikten 1-2 saat sonra komiser Ayhanmüdür Serdar Bayraktutan’ın kendisi ile oturup sohbet etmek istediklerini, ‘otur’ demesi üzerine çay yaptıklarını, sonrasında Serdar Bayraktutan ile komiser Ayhan’ın çayı koyup beklerken, birden ifadesinin bulunduğu dosyanın üzerine çay döktüklerini, davranışlarından kasten çayı döktüklerini anladığını...

İddianameye göre, saatler süren 48 sayfalık ifadeye polisler kasıtlı olarak çay döktü. Yeniden çıkış alırken iddianameye bazı eklemeler yaptılar. Bunu da hem MİT mensubu M.Ö’ye hem de ifadeye giren avukata fark ettirmeden imzalattılar.

M.Ö., o anı şöyle anlatıyor:

...Gözlüğü olmadığı için detaylı şekilde inceleyemediğini, sadece önden bir iki sayfaya baktığını, herhangi bir değişiklik görmediğini ve aşırı yorgun olduğu için zaptı imzaladığını...

Avukat Ümit Doğan da “çay dökme kumpası”nı doğruladı. Doğan, ifadesinde çay bahanesiyle bir kez daha imzalatılan ifadeyi kontrol etmediğini kabul etti.

İzdivaç kumpası

Siz de aynı soruyu sordunuz mu? FETÖ’cü polisler MİT’çi M.Ö’nün ifadesine ne ekledi?

İddianamede yer alan bilgilere göre M.Ö., ifade aralarında polislerle sohbet ediyordu. İşte bu sırada FETÖ bağlantılı polisler Mısır Çarşısı Patlaması davasında sanık olan sosyolog Pınar Selek’i, M.Ö’ye sordular. M.Ö. ise Selek’in patlamadan sorumlu olmadığını söyledi. Ancak anlattığına göre polislerden biri sohbeti tuhaf bir noktaya getirdi:

Orada bir polis bana ‘gazetede okumuştum, Apo Pınar Selek’e âşık olmuş’ dedi. Ben de ona 2007’de Hürriyet gazetesinde böyle bir durum olduğuna dair haber çıktığını söyledim, konu bu şekilde kapandı.

Bir ima var, ama ne eklendiğini açık olarak iddianamede ifadesi yer alan tanık polis memuru M.K. şöyle anlattı:

Bu değişiklikle benden sadece Karayılan’ın psikolojisinin nasıl olduğunu gözlemlememi istediler. 2005 yılında sevinçli ve mutlu olduğunu, 2009 yılında kızgın olduğunu, 2011 yılında ne dediğini bilmez, başladığı cümlenin nerede biteceği belli olmayan bir yapıda olduğunu söyledim. Bir dönem Öcalan ev hapsine çıkarılacak, Pınar Selek’le evlenmesi sağlanacak ve zamanla da unutulması istenecekti. Bu dönemde örgütün liderliğini Karayılan yapacaktı. Zaten şunu söyleyeyim, 2005 yılında üç kelimeden birisi ‘önderlik’ olan Karayılan, 2011 yılında bir saat içinde sadece iki kere ‘önderlik’ dedi.” (“Önderlik”, PKK çevrelerinde Apo’yu ifade ediyor. -B.T.)

İfade yazma işiyle ilgilenen tanık polis memurunun da doğruladığına göre, MİT’çi M.Ö’nün ifadelerine söylemediği halde işte bu kısımlar eklendi.

Hem MİT’e hem Selek’e kumpas

M.Ö., FETÖ bağlantılı savcıların karşısında durumu fark edince onları şöyle anlattı:

“...Pınar Selek ile ilgili hiç söylemediğim ibarelerin eklendiğini fark edince ‘bunlarda yanlışlık var, Pınar Selek ile ilgili böyle bir ifade vermedim’ dedim...”

8 yıl sonra yazılabilen 7 Şubat iddianamesine göre, FETÖ bağlantılı polisler, Apo ile Selek’in evlendirilip Apo’nun yerine Karayılan’ın geçeceği ve bunu da MİT’in organize edeceğini söyleyen kısımları M.Ö’nün ifadesine geçirerek hem MİT’e hem de Pınar Selek’e kumpas kurdu. Ve tüm bunları şaşkınlık verici şekilde MİT mensubunun orijinal ifadesinin üzerine çay dökerek başlattı.

Böylece Türkiye tarihine bir de “izdivaç kumpası” ya da “çay dökme kumpası” geçmiş oldu. Kulağa tuhaf geliyor ama yaşananları düşününce “mesele gayet ciddi” diyorsunuz.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET