Hayallerimizdeki ülke -Mesut Odman-
Bizim yokülkemiz var, henüz var olmayan ülkemiz. Yokülkemizi düşünüp tasarlamaya, yazıp çizmeye ve söylemeye çekinmek değil, hız vermek durumundayız.
Hayal kurmadan hiçbir iş, hiçbir kurma, inşa etme, yaratma işi yapılamayacağını biliyoruz. Bunu en başa yazdıktan sonra, “ütopya”dan söz açarak devam edeceğimizi ekleyelim.
Yeni Latincede olmayan toprak ya da ülke anlamına geliyor. Eski Yunancada ise ülke, toprak, yer anlamını taşıyan “topos” sözcüğü “ou” olumsuzluk eki ile birlikte kullanıldığında “olmayan ülke -ya da- yer” anlamını taşıyor. Bugüne kadar kullanılır oluşunu, bir ara başdanışmanlığını yaptığı Kral VIII. Henry tarafından boynu vurularak öldürtülen Sir Thomas More’un, 1516 yılının sonunda yayımlanmış Utopia adlı eserine bağlamakta bir sakınca olmasa gerek.
Ama, elbette o kadar değil. Tümüyle aklın yol göstericiliğinde yönetilen ve ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal-siyasal düzenin betimlendiği Utopia, daha sonra, bir sosyalizm akımının ortak adını oluşturuyor. Friedrich Engels, geniş yığınların rahatça okuyup anlayabilmeleri için Anti-Dühring adlı kitabının üç bölümünü ayrı bir metin haline getiriyor. Bu kitapçık, Sosyalizm: Ütopyacı ve Bilimsel başlığı ile ilk kez 1892’de Karl Marx’ın damadı Dr. Edward Aveling tarafından İngilizce’ye çevrildikten sonra pek çok dilde defalarca basılıyor ve sosyalizm konusundaki dünyada en çok okunmuş eserlerden biri oluyor.
Engels, o kitapçıkta, ütopyacı sosyalizmi eleştirip onun karşısına “bilimsel sosyalizm”i çıkarırken, ütopyacı sosyalistleri ve özellikle onlar arasında saydığı Fransız Saint-Simon ve Fourier ile İngiliz Robert Owen’ı, deyiş uygunsa, göklere çıkarıyor.
Daha sonra, Engels’in “bilimsel sosyalizm” olarak öncekinden ayırt ettiği akımın yirminci yüzyıldaki sürdürücüsü ve gerçekleştiricisi Lenin, 1913 yılının Mart ayında Marx’ın ölümünün otuzuncu yıldönümü anısına bir makale yazıyor. “Marksizm’in Üç Kaynağı ve Üç Bileşen Bölümü” başlığını taşıyan makale, 1911 sonlarında St Petersburg’ta yayımlanmaya başlayıp Dünya Savaşı öncesinde Çarlık rejimi tarafından yasaklanmış, Prosveşçeniye (Aydınlanma) adlı yasal Bolşevik dergisinde yayımlanıyor.
Lenin’in Marksizm’in üç kaynağı ve üç bileşen bölümünün üçüncüsü için söylediklerinin en başında şunlar var:
“Feodalizm yıkıldığında ve yeryüzünde ‘özgür’ kapitalist toplum ortaya çıktığında, hemen görüldü ki, bu özgürlük yeni bir baskı ve çalışanların sömürülmesi sistemi anlamına geliyordu. Hemen bu baskının bir yansıması ve bir protesto olarak çeşitli sosyalist öğretiler ortaya çıkmaya başladı. Ama ilk sosyalizm ütopyacı sosyalizmdi. Kapitalist toplumu eleştirdi, kınadı ve lânetledi, onun yıkılış düşlerini kurdu, daha iyi bir düzene ilişkin görüşler geliştirdi ve zenginleri sömürünün ahlâk dışı olduğuna inandırmaya çalıştı.
Ama ütopyacı sosyalizm gerçek çıkış yolunu gösteremedi. Kapitalizmdeki ücretli köleliğin özünü açıklayamadı; gelişmesinin yasalarını bulamadığı gibi, yeni bir toplumun yaratıcısı olma yeteneğindeki toplumsal gücü de belirtemedi.”
Demek, Marx ile Engels’in bir yandan kuramsal temellerini geliştirmeye çalışırken bir yandan da siyasal olarak güçlendirmeye çalıştıkları akımın karşısında bulunan ütopyacı sosyalizm, aynı zamanda, onun kaynakları arasında sayılıyor; bütünleyici parçalarından biri olarak kabul ediliyor. Ütopyacı sosyalistler ise insanlığın kurtuluşu olarak gördükleri yeni düzenin birçok ayrıntısı üzerinde durmaktan, onlara ilişkin betimlemelere girişmekten çekinmiyorlar.
Buna karşılık, özellikle Marx’ın geleceğin toplumuna ilişkin açıklamalardan uzak durduğunu, o tür konulara hem pek seyrek girdiğini hem de, girmek zorunda kaldığında, pek de kapsamlı ve derinliğine çözümlemeler yapmadığını biliyoruz.
Bu durumu, Marx’ın Ocak 1859 tarihli ünlü Katkı önsözündeki şu satırlarına bağlayanlar olmuştur:
“(…) insanlık, kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar çünkü, yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların var olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”
Bu bağlantıyı tümüyle yanlış saymak doğru olmasa bile, Marx’ın gelecekle, geleceğin toplumu ile ilgili çok söz söylemeyişi üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Sadece iki nokta üzerinde: Birincisi, onlar, kapitalist toplumsal-iktisadi formasyonun esaslı bir çözümlemesini yapmaya ve bütünsel bir kuram oluşturmaya çalışıyorlardı. İkincisi, kapitalizmden sonraki toplumsal-iktisadi formasyon herhangi bir biçimde filizlenmeye başlamış değildi. Örneğin, Marx’ın da hakkında değerlendirmeler yaptığı Paris Komünü, olsa olsa, bir proletarya iktidarının ilk örneğiydi; yeni bir toplum düzenini ise niyet düzeyinde bile gündeme getirmekten uzaktı.
Oysa, bizler ve bizim çağdaşlarımız için, her iki açıdan da durum farklıdır.
Birincisi, yaşadığı bütün ölümcül sarsıntılara rağmen yaşamaya ve düşmanlarını bir biçimde alt etmeye devam ettiği için kapitalizmin çözümlenmesine ilişkin hâlâ yapılması gerekenler bulunsa ve bunlar önemli olsa bile, onun anlaşılmasına yönelik yepyeni bir kuram geliştirmek gerekmiyor.
İkincisi, yok o sosyalizm değildi, yok sosyalizmin karikatürüydü, hatta daha da kötüydü falan diyenlere ne kadar çok rastlanırsa rastlansın, bir sosyalizm olmuştur, en azından, bizim gibi dünyadaki milyarlarca insan da onu sosyalizm diye bellemiştir, dolayısıyla oradan ortaya çıkmış muazzam bir birikim vardır ve onun çöpe atılmasını önermek, yanlışlığı bir yana, hiçbir biçimde altından kalkılması mümkün olmayan bir yenilgiyi kabullenmek demektir. İnsanların karşısına aynı sözcük ya da kavram tekrarlanarak çıkıldığında, ona ilişkin bir hayal/proje/ tasarım/vaatler toplamı, her neyse, sunmak gerekmektedir. Yoksa, kimse kulak vermeyecektir. Neden versin? Durmadan çökmüş, ölmüş, bitmiş, mahvolmuş denen kapitalizmde yaşamaktadır o insanlar; orada var olmaktadırlar. Varoluşlarından memnuniyetsizlikleri, bıkkınlıkları, hoşnutsuzlukları, nefretleri ne olursa olsun, hayat orada akıp gitmektedir, yaşama şansını kapitalizmde bulabilmektedirler. Kavgayı da teslimiyeti de yaşamakta oldukları ile yaşayıp yıkılışına tanık oldukları arasındaki seçenekleri de orada var etmektedirler. Oranın dışında bir var oluşu dile getirirken, sadece yakın zamanlarda yaşayıp bitirdikleri ikincisinin daha gelişkin olanına geçişin değil, onu kurmanın da yol ve yöntemlerini olabilen açıklıkta ve/veya somutlukta göstermek gerekir; çünkü, geçilecek, adım atılacak olan hazır durumda değildir, tam tersine, geçilirken ya da geçilir geçilmez kurulmaya başlanacak bir yapıdır. Üstelik, son yüzyılın deneyimleri göstermiştir ki, sanılanların hiç değilse bir bölümüne aykırı biçimde, kapitalizm adı verilmiş eski yapıdan alınıp kullanılabilecek malzeme, bol ve hazır bulunmak ne söz, pek sınırlı miktarda olmanın yanı sıra yeni kuruluş sürecini ve murat edilen yapıyı daha baştan bozucu özellikler taşımaktadır. Öyleyse, geleceğin toplumu konusunda konuşmamanın haklı gerekçeleri iyice azalırken, bunu yapmadan insanlara umut ve güven vermenin imkânı da kalmamıştır.
İşte bütün bu nedenlerle, ütopik düşüncelere dalmaktan ne kadar çekinilmez ve bunun sonunda ne kadar inandırıcı ürün ortaya konulabilir ise o kadar iyi olacaktır.
“Ütopya”nın dilimizdeki en güzel karşılığının “yokülke” olabileceğini çok önce de birkaç kez yazmıştım. Ne kadar yayıldığını bilmem, hemen hemen hiç yaygınlaşmadığı ileri sürülebilir; ama ben hâlâ öyle diyorum.
Bizim yokülkemiz var, henüz var olmayan ülkemiz. Hep söyleyegeldiğimize uygun olarak başlayalım, Türküyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, sonra da devam edelim, Arabıyla, Acemiyle, Rusuyla, Hintlisiyle, Çinlisiyle, Afrikalısıyla, Avrupalısıyla, Amerikalısıyla, yine devam edip bitirelim, beyazıyla, sarısıyla, siyahıyla, hepimizin bir yokülkemiz var olmalıdır. Onca insan, yokülkemizi düşünüp tasarlamaya, yazıp çizmeye ve söylemeye çekinmek değil, hız vermek durumundayız. Bunun için elbette kolektiflerin, özellikle onların örgüte, hele siyasal partiye dönüşmüş olanlarının ısrarlı ve üretken çabaları son derece önemlidir. Ama hiçbir tekil çabanın da ne önemsiz ne de değersiz olduğu söylenebilir.
Yüz elli beşinci yaşındaki büyük devrimcinin dediği gibi “Düşlerle, hayallerle hayat arasında bağ varsa, her şey yolunda demektir.”
/././
Cumhuriyet, Hasanoğlan ve Köy Enstitüleri -Ali Rıza Aydın-
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 105., Köy Enstitülerinin 85. yıldönümünde halkın bu topraklar üzerindeki egemenliği mutlaka ama mutlaka, bir daha kaybedilmeyecek şekilde inşa edilecek.
Köy Enstitülerinin 85. yılında, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği tarafından ortaklaşa düzenlenen etkinlik, “halk”sız cumhuriyet, “kadın”sız halk olmaz ilkesini kanıtlarcasına katılımcıları, sunucuları ve bildirimleriyle yalnızca Köy Enstitülerinin değil, Cumhuriyetin özüne uygun bir içerikle gerçekleşti.
THTM Sözcüsü Oğuz Oyan tarafından sunulan “Cumhuriyetin devrimci dinamiklerini aşındıran sınıfsal ittifaklar” konulu ilk bildiri, o günlerden bugünlere getirilen yıkımın analizinde dikkat çekici betimlemelerle yol gösterici oldu.
Eğitimin siyasetten, ekonomiden, toplumsal ilişkilerden, bilimden ve kültürden, bütünsel olarak halktan ve yaşamdan koparılamayacağı; okul, öğretmen, öğrenci dar alanına sıkıştırılamayacağı hem Köy Enstitüleri kuruluş, çalışma ve kapatılış örnekleriyle hem de o günlerden bu günlere değişen ilişki ve koşullar değerlendirilerek anlatıldı. Kuruluş ve kapatılışın, Köy Enstitüleri tarihinin sınıfsallığı ince ince işlendi, geleceğe yönelik öneriler tartışıldı.
Vurgulanan birçok gerçeğin içinde dikkat çekilmesi gerekenlerden biri, sömürücü düzen içinde “yeni” diye halka sunulmaya kalkışılanların asla yeni olmadığı ve olmayacağı, yinelemeden öteye geçemeyeceğiydi. Sömürücülerin egemenliğindeki cumhuriyet, devlet, hukuk, anayasa, eğitim, sağlık ve diğer hak ve özgürlükler ne kadar üzerinde oynanırsa oynansın ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, düzen değiştirilemiyorsa sömürü ideolojisinin devam edeceği, ayağa kalkışların ve aydınlanmanın sürdürülmesinin engelleneceği Cumhuriyet döneminde birçok alanda yaşanmıştı. Köy Enstitüleri de bunlardan biriydi.
Köy Enstitülerinden alınması gereken ders kuruluş ve çalışma koşullarıyla, yetiştirdikleri değerlerle ve biriktirdikleriyle olduğu kadar, kapatılmalarındaki siyaset ve ideolojiyle birlikte okunmalı. Toplumsal ve anayasal gelişme ve gerileme tezleriyle değerlendirildiğinde bu siyaset ve ideoloji kapitalist/emperyalist dünyaya eklemlenme ilişkilerinin içinde olduğu sömürücü düzeni ve onun siyasal programını işaret ediyor.
Köy Enstitülerinin kapatılmasında söz ve karar sahibi olan siyaset, onlardan ders almak bir yana enstitü gerçeğini yok sayarak eğitimi gericiliğe ve piyasaya teslim eden siyasettir. Düzen içi siyasi partilerin farklılaşması onların ekonomi politiğinin aynılaşması gerçeğini dün olduğu gibi bugün de ortadan kaldırmadı.
23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi teori ve pratiğinde de aynı teslimiyeti görmek şaşırtıcı değil. Meclis içindeki siyasi partilerin, siyasi iktidarların değişmesi tabloyu hiç değiştirmedi. Son yirmi üç yılda değişmeyen siyasal iktidar, başkanlı rejime geçiş, sermaye sınıfının emrine hazır bir eğitim ve akademi söz konusu. Halk iradesinin en güçlü dayanağı olması gereken Meclis işlevsizleştirilerek, önemsizleştirilerek gerici ve sömürücü düzenin parçası yapıldı. Devlet ve hukuk aynı yolun yolcusu…
“Kuran iradenin kapattığı” Köy Enstitüleri burjuvaziyi anlatacak en dikkat çekici örneklerden biri. Cumhuriyet, burjuvazinin elinde 101. yılına yıkımla geldi. Aydınlık karanlığın, laiklik gericiliğin içinde ihanete uğratıldı. Halkın olması gereken, piyasanın içinde bir avuç zenginin oldu.
“Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif vekilliğince Köy enstitüleri açılır.” diye başlıyor 17. Nisan 1940 tarihli (3803 sayılı) Köy Enstitüleri Kanunu. Yalnızca öğretmenlik değil, “tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim ve eğitim işlerini” görmekle, “Ziraat işlerinin fennî bir şekilde yapılması için bizzat meydana getirecekleri örnek tarla, bağ ve bahçe, atelye gibi tesislerle köylülere rehberlik” etmekle ve “köylülerin bunlardan istifade etmelerini” sağlamakla görevlendiriliyor. 1946’dan sonra kapatılmaya başlayan Köy Enstitüleri bir yandan da görev ve yetki daraltılmasına tabi tutuluyor. 1954’de ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek (6234 sayılı Kanunla) tamamen yok ediliyor.
Görüldüğü gibi “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik bir hukuk devletidir” demek, bu kuralı yineleyip durmak ne sorunları önlüyor ne de çözüyor. Hukukla gelen hukukla götürülüyor.
Kuruluşun samimiliği ve kararlılığının, üretilenin ve biriktirilenin ihanete uğramasında kapitalizmin, emperyalizmin, ABD’nin bağlantısı açık. Köy Enstitülerinden alınacak ders günümüzün değişen koşulları yanında sınıfsal içerik ortadan kaldırılmadan değerlendirilip yaşama geçirilemez
Etkileyici, düşündürücü, yeşiller arasında büyük ve planlı bir yerleşke Hasanoğlan. Yalnızca gezilip anılacak değil, sahip çıkılacak bir kültürel değer.
Devrimin merkezi olacak yer diye düşünmeden edemedim.
Yanı başımda bir hareket. Ne oluyor gibisinden başımı çevirdim. “Senin bende hiç fotoğrafın yok” dedi bir ses, sevgi ve umut adına deklanşöre bastı. Hasanoğlan… Artık elinde benim bir fotoğrafım var. O beni bırakmadıkça ben onu bırakır mıyım hiç.
Hasanoğlan’da, Anadolu’nun ve Trakya’nın dört bir yanına nakış gibi işlenmiş Köy Enstitülerinde okuyan tüm aydın yürekli insanlara, onlardan bize devreden tüm aydın yürekli öğretmenlere seslendim ben de İsmail Hakkı Tonguç’un diliyle: “Elimden gelse bütün dünya okullarına insanın insanı sömürmemesi adlı bir ders koyar”dım.
Onlar ağaçları dikti, taşları hazırladı, harcı kardı, imar etti. Beyinlerini aydınlattı, beyinleri aydınlatacak yolları açtı. Cumhuriyet dediler adına… Gericiliğin, sömürücülüğün ihanetine uğradılar.
Bütün deklanşörlere sömürülmeyen insanlar için, eşitlik, sevgi ve umut için basacağımız günler aydınların, sanatçıların, emekçilerin savaşımıyla gelecek.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 105., Köy Enstitülerinin 85. yıldönümünde halkın bu topraklar üzerindeki egemenliği mutlaka ama mutlaka, bir daha kaybedilmeyecek şekilde inşa edilecek.1
1Yeniden Devrimci Meclis, Yeniden Halk İradesi, Mutlaka Sosyalizm!”, https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/yeniden-devrimci-meclis-yeniden-halk-iradesi-mutlaka-sosyalizm/
/././
Proje okulları (!)-Rıfat Okçabol-
Bakanlık ne yapacağını şaşırınca, “Gün bugündür” deyip öncelikle 8-9 yıldır bir türlü istediği kıvama sokamadığı proje okullarına el atmıştır.
Anımsanacağı gibi AKP lideri, 2012 Şubatında “Dininin ve kinin davacısı olacak gençlik” istemişti. Bu amaçla bir ay kadar sonra ve de oldubittiye getirilerek, 30 Mart 2012’de 4+4+4 yasası çıkarılıp imam hatip ortaokulları açılmıştı. Okula başlama yaşı bir yaş erkene alınıp ortaokullar 6 yerine 5. sınıftan başlatılarak küçücük çocukların imam hatiplere yönlendirilmesinin önü açılmıştı. Yüzlerce okul imam hatiplere dönüştürülürken yeni imam hatipler açılmış ve sınavsız girilen genel liseler kapatılmıştı. Aynı zamanda da iktidar yetkilileri, “İmam hatipli olmak iffetli olmaktır” ve “İmam hatipleri toplumun en gözde okulu haline getireceğiz” gibi imam hatip güzellemeleri yapmaya başlamışlardı.
O yıllarda ülkemizde zaman içinde toplumun gözdesi haline gelmiş bazı Anadolu liseleri vardı. İmam hatiplerin bu okullarla yarışmasının olanağı yoktu. İmam hatipçiler için yapılması gereken işlerden biri, toplumun çocuklarını göndermek istedikleri bu okulları gözden düşürmekti. Öyle de yaptılar: 14 Mart 2014’te dershane yasasını çıkardılar. Bu yasayla eğitim bakanına istediği okulu "proje okulu" olarak seçip doğrudan bakanlık merkez teşkilatına bağlama ve seçilen okulların yöneticilerini ve öğretmenlerini doğrudan atama yetkisi verildi.
Bu uygulama başladığında, İstanbul 12. İdare Mahkemesi tarafından durdurulmuş olsa da, uygulamaya devam edildi.
Bu uygulamayla proje okullarındaki öğretmenlerin bir kısmı keyfi olarak başka okullara gönderildi. Proje okuluna bakanın atadığı kişiler içinde, “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi” ve benzeri sözler söyleyenler çıktı. Bu gelişmeler nedeniyle proje okulu öğrencilerinden tepkiler geldi. Örneğin İstanbul Lisesi’nin 2016 mezuniyet töreninde, Bakan Avcı’nın atadığı okul müdürü konuşma yapmak için sahneye çıktığında, öğrenciler arkalarını döndüler. Bu okullarda öğrenciler, “Yandaş değil, çağdaş idare” istediler. Yine de uygulamaya devam edildi.
Danıştay, 1 Eylül 2016’da yürürlüğe giren Proje Okulları Yönetmeliğini, bakana aşırı yetkiler verilmesi ve proje okullarındaki öğretmenlere 8 yıl sınırı getirilmiş olması gibi nedenlerden dolayı Anayasa’ya aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Ancak mahkeme, 12 Nisan 2017’de bu davayı reddetmişti. Ardından da, proje okullarıyla ilgili uygulamalar günümüze kadar artarak devam etmiş ve okul sayısı 2300’lere ulaşmıştır.
İktidar bu okullarda kadrolaşmışsa da, proje okulları, birikimleri nedeniyle, belirli ölçülerde de olsa niteliklerini koruyabilmiş ve de toplumun gözde okulları olmayı sürdürebilmiştir. İmam hatip tercihi istenilen düzeyde olmayınca, iktidar/bakanlık, gerici 2017 müfredatını uygulamaya başlamış ve ortaöğretime geçiş sınavını, daha çok öğrencinin imam hatiplere yönelmesine sağlayacak yönde değiştirmişti. Bu değişiklikler de işe yaramayınca iktidar/bakanlık, geçen yıl "Türkiye 100 Yılı Maarif Modeli"ni uygulamaya başlamış ve “Dininin ve kininin davacısı” yurttaş değil tebaa olacak gençleri eğitecek öğretmen yetiştirmek üzere "Milli Eğitim Akademisi"ni açmıştı.
Ancak 18 ve 19 Mart 2025 günlerinde iktidarın gerçekleştirdiği akademik darbe (diploma iptali) ve hukuk darbesi (İBB başkanı ve yöneticilerinin tutuklanması) üzerine kitlesel tepkiler artmıştır. Bu tepkiler, toplumun büyük çoğunluğu gibi, lise ve üniversite gençliğinin de genelde dininin ve kinin davacısı olmak yerine özgürlükten ve adaletten yana olduğunu göstermiştir.
Bu tepkiler iktidarda ve bakanlıkta bir panik yaratmıştır. Bakanlık ne yapacağını şaşırınca, “Gün bugündür” deyip öncelikle 8-9 yıldır bir türlü istediği kıvama sokamadığı proje okullarına el atmıştır. Bakanlığın şaşkınlığı ve ne yaptığını bilmemesi, kadro değişikliği için öğretim döneminin bitmesini bekleyememesinden bellidir. Binlerce öğretmenin okullar açıkken görevden alınmasının duyurulması ya da görev yerinin değiştirilmesinin tek anlamı vardır: Proje okullarına darbe vurmaktır; öğrenciyi düşünmemektir. Bu arada bakanlığın şaşkınlığı, ne yazık ki bu olayla da sınırlı değildir. Örneğin bakanlık Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğini 22 Şubat 2025’te yenileyip yayımlarken, bu yönetmeliğe proje okullarıyla ilgili bir madde koymayı gerekli görmemiştir ya da unutmuştur! Geçen hafta 15 bin öğretmenin atanacağı açıklaması da, bakanlığın, okullarda en azında 15 bin öğretmen açığı olduğunu bile bile bu atamayı okullar açılırken yapmadığını göstermektedir.
Ataması yapılacak öğretmenler içinde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin üçüncü sırada olması, bakanlığın okulları imam hatipleştirme amacının bir başka göstergesidir.
Bir proje okulu müdürünün “Eğer ki Eğitim-Bir-Sen’e üye olsaydınız bu başınıza gelmezdi” demesi, bu görevden alınmaların laik ve bilimsel eğitimi savunanları kapsadığının kanıtı gibidir. Anayasal haklarını kullanıp barış içinde bu görevden alınmaları kınayan öğrencilere proje okulu yöneticilerinin tehditleri ve okulu geçici olarak kapatmaları gibi uygulamalar da, hem şaşkınlığın hem de uygulamanın kötü niyetli olduğunun göstergesidir.
Doğal olarak laik ve bilimsel eğitimi savunan öğretmenler ve sendikalar bu uygulamaya karşıdır. Bu uygulamaya, Cumhur İttifakını destekleyen ve MHP’ye yakın sendikanın da karşı olması, olayın eğitsel açıdan ne denli vahim olduğunu göstermektedir.
18-19 Mart olayları üzerine gösteri yapan öğrenciler için “Baltalarla katıldılar” diyebilen bir kişinin bakan olduğu bir kurumdan, topluma yararlı bir uygulama beklenmeyeceği bir kez daha görülmüştür.
/././
Deprem oldu, çadır fiyatları uçtu: Birkaç saat içinde binlerce liralık fahiş zam
İstanbul’da meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki depremin ardından yurttaşlar, parklara ve sokaklara çıktı. Şehir genelinde birçok kişi, geceyi geçirmek üzere park ve yeşil alanlara yöneldi.
Bu nedenle e-ticaret sitelerindeki çadır satışlarında artış yaşandı. Birçok çadır modeli kısa sürede tükenirken, talepteki artışı "fırsata" çevirmek isteyen bazı satıcılar ise fiyatlara fahiş zamlar yaptı.
Depremin hemen öncesinde 25 bin 415 liradan satışta olan 10 kişilik aile çadırının fiyatı, depremin ardından 33 bin 915 liraya çıktı. Böylece bahse konu ürüne sadece birkaç saat içinde 8 bin 500 liralık zam yapılmış oldu.
Benzer şekilde, 23 Nisan’da 9 bin 999 liraya satılan 6 kişilik çadır da deprem sonrası 1000 lira artışla 10 bin 999 liraya yükseldi. Ayrıca, deprem öncesinde 6 bin 615 lira olan 3 kişilik çadıra deprem sonrasında 735 lira fiyat artışı gelerek 7 bin 350 lira oldu.
'Savcılık tarafından tespit edilmeli, soruşturma yapılmalı'
DHA'nın aktardığıan göre çadır fiyatlarında yaşanan artışı değerlendiren Tüketici Konfederasyonu (TÜKONFED) Başkanı Aydın Ağaoğlu, “Bunlar felaket vurguncuları. Deprem endişesi taşıyan yurttaşlardan haksız para kazanma peşindeler. Depremden sonra fiyat ikiye üçe katlanmış. Bir günde nasıl olur? Bunun hesabını veremezler. Otobüs fiyatları arttı. Deprem nedeniyle düdük, deprem çantası, çadır ve el feneri fiyatları internette uçtu. Havayolu şirketleri fiyatlarını arttırdı" ifadelerini kullandı.
Ağaoğlu, yapılan haksız fiyat artışı nedeniyle fiyatların etkilendiğini söyledi "Bu da Türk Ceza Kanunu 237 maddesine göre fiyat etkileme suçundan 1 yıldan 3 yıla varan hapis ceza gerektirir. İdari para cezasının yanı sıra bu tür haksız fiyat artışı yapan, fırsatçılık peşinde koşan ve felaket vurgunculuğu ile kazanç sağlamak isteyenler mutlaka Cumhuriyet Savcılığı tarafından tespit edilmeli. Haklarında resen soruşturma yapılmalı. Kamuoyuna ifşa etmeli. Tüketici bu satıcıların kim olduğunu bilmeli" değerlendirmesinde bulundu.
***
Holdingler öldürüyor! Osmaniye’de ‘kaçak elektrik’ faciası: 6 yaşındaki çocuk ve annesi yaşamını yitirdi -Burcu Günüşen-
İzmir’de iki yurttaşın yaşamını yitirdiği kaçak elektrik faciasının ardından dün de Osmaniye’de 6 yaşında bir kız çocuğu ve annesi evlerinin yakınından geçen sulama kanalında kaçak elektrik akımına kapılarak yaşamını yitirdi.
Kaçak elektrik akımının bölgedeki doğalgaz dağıtım firması, Kazancı Holding’e* bağlı Aksa Doğalgaz’ın kazı çalışması sırasında elektrik kablolarına zarar vermesi sonucu oluştuğu belirlendi.
Olayla ilgili 6 firma çalışanı gözaltına alındı.
Evin önündeki kanalda elini yıkarken akıma kapıldı
Osmaniye'nin Toprakkale ilçesinde 6 yaşındaki Özlem Üstün dün Kışla Mahallesi Şehit Polis Mahmut Ava Sokak'taki evlerinin yanından geçen sulama kanalında elini yıkamak isterken elektrik akımına kapıldı.
Kızını kurtarmak isteyen 37 yaşındaki anne Cennet Üstün de akıma kapıldı.
Ağır yaralanan anne ile kızı, çevredekiler tarafından özel araçla kaldırıldıkları Toprakkale Devlet Hastanesi'nde müdahalelere rağmen kurtarılamadı.
Olay sonrası bölgenin elektriği kesilirken, sulama kanalı ve çevresinde kaçak akımın kaynağını bulmak için çalışma başlatıldı.
Toprakkale Belediye Başkanı soL'a konuştu: Kepçe kabloyu sıyırmış
Yaşamını yitiren anne ve kızının cenazeleri bugün Kışla Mahallesi’nde toprağa verildi.
Cumhuriyet Başsavcılığı’nca başlatılan soruşturma kapsamında, uzman ekiplerce olay yerinde yapılan incelemede, doğalgaz altyapısı için gerçekleştirilen kazı çalışması sırasında sulama kanalından demir boru içerisinden geçirilen elektrik kablosunun izolasyonunun zarar gördüğü ve kabloların açığa çıktığı belirlendi.
Bunun üzerine doğalgaz firmasının 6 çalışanı gözaltına alındı.
Toprakkale Belediye Başkanı Bekirhan Uyutmaz bugün düzenlenen cenaze törenine katıldı. soL’un telefonla ulaştığı Uyutmaz, baba Fikri Üstün’ün bölgedeki organize sanayiide bir fabrikada işçi olarak çalıştığını, ailenin bir çocuğunun daha olduğunu belirtti.
İlçede doğalgaz kazı çalışması yapıldığını söyleyen Uyutmaz “O çalışma yapılırken su deposuna giden elektrik kablosuna kepçe takılınca o kablo sıyrılmış. Oradan da, borudan dolayı olduğu söyleniyor. Ama şu anda soruşturmalar devam ediyor” dedi.
Olayın ardından önlem alınıp alınmadığını sorduğumuz Uyutmaz, “Tabii. Şu anda biz o kabloları kapattık. Ucundan imha ettik” dedi.
Aksa Doğalgaz çalışanları hakkında soruşturma açıldığını doğrulayan Uyutmaz facianın yaşandığı Kışla Mahallesi’nin, ilçede müstakil evlerin olduğu bir mahalle olduğunu söyledi.

İzmir'de Özge Ceren Deniz ve İnanç Öktemay'ın ölümlerinin üstünden bir yıl geçmedi
İzmir’de Konak ilçesi Alsancak semtinde 12 Temmuz 2024 tarihinde sağanakta yolda yürürken su birikintisine basıp akıma kapılan Özge Ceren Deniz (23) ile onu kurtarmaya çalışan İnanç Öktemay (44) yaşamını yitirmişti.
Facianın ardından hazırlanan bilirkişi ön raporunda hem dağıtım şirketi Gdz Elektrik’in hem de İBB iştiraki İZSU'nun ihmallerinin faciaya yol açtığı ifade edilmişti.
Olaya ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında ilk etapta haklarında gözaltı kararı verilen 48 şüpheli yakalanmış, 13'ü tutuklanmış, 6'sının dosyası ayrılmıştı.
Hazırlanan iddianamede 42 şüphelinin, "bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma" suçundan 22,5'ar yıla kadar hapsi isteniyor.

Özge Ceren Deniz’in ailesinin avukatı Ayşe Sarıçiçek ölümlere sebep olan İZSU, Gediz Elektrik, AYKOME, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kanalizasyon Daire Başkanlığı gibi kurum ve kuruluşların asli ve tali kusurlular olarak tespiti için ek bilirkişi raporu alınmasını talep etmişti. Bilirkişilerin ek raporu mahkemeye sunmaları bekleniyor.
Enerjide özelleştirme daha kaç insanın hayatına mal olacak?
Türkiye’de enerjideki özelleştirmeler sonucu elektrik ve doğalgaz dağıtım şirketleri bir yandan halkı yüksek faturalarla soyarken bir yandan da daha fazla kâr için insan canına kastetmeyi sürdürüyor.
Altyapı yatırımlarında yalnızca daha fazla kâra odaklanan holdingler can güvenliğini hiçe sayıyor, birçok iş şirketlere taşere ediliyor, merkezi bir koordinasyon olmaksızın yapılıyor.
Bunun sonucu da İzmir’de yaşandığı gibi yağmurda sokakta yürürken bir mazgalda açıkta bırakılmış kabloya temas ederek ya da Osmaniye'de dün olduğu gibi evinin yakınındaki sulama kanalında elini yıkarken ölüm oluyor.
* DÜZELTME: Haberin ilk halinde Aksa Doğalgaz'ın bağlı olduğu holding sehven Kalyon Holding olarak yazılmıştır. Doğrusu Kazancı Holding'dir. Düzeltir, okurlarımızdan yanlışlık için özür dileriz.
***
Sıradanlığın ardındaki karanlık: Gençlik, şiddet ve toplumsal körlük -Gülperi Putgül Köybaşı-
Son dönemde geniş yankı uyandıran Adolescence, sıradan gibi görünen bir ailenin içinden patlak veren sarsıcı olayla, hem bireysel bir çöküşü hem de bu çöküşün dayandığı toplumsal sorunları sorgulama imkânı sunuyor.
Toplumsal yapının en kırılgan halkalarından biri olan çocukluk ve ergenlik dönemi, dışarıdan bakıldığında sorunsuz ilerliyormuş gibi bir izlenim yaratsa da, çoğu zaman derin ve görünmez çatlaklar taşıyan karmaşık bir süreci barındırır.
Son dönemde geniş yankı uyandıran Adolescence, sıradan gibi görünen bir ailenin içinden patlak veren sarsıcı olayla, hem bireysel bir çöküşü hem de bu çöküşün dayandığı toplumsal sorunları sorgulama imkânı sunuyor.
Adolescence ve gençliğin görünmeyen dünyası
2025 yılında Netflix’te yayımlanan Adolescence, Britanya yapımı dört bölümlük bir mini dizi. Philip Barantini tarafından yönetilen dizi, Jack Thorne ve Georgia Christou tarafından kaleme alınmış. Başta çocuk oyuncunun (Owen Cooper) çarpıcı performansı olmak üzere başarılı oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. Kesintisiz uzun planlardan oluşan tek kamera çekim tekniği ve gerçek zamanlı anlatımıyla izleyiciyi edilgen konumdan çıkararak tanıklık eden bir özne hâline getiriyor. Adeta yanıbaşımızda olmakta olanlar, çok daha yoğun ve karmaşık duyguları tetikliyor.
Korkudan altını ıslatacak kadar “masum” ve şaşkın görünen çocuğun, sabaha karşı polis zoruyla evinden alınışı, anne-baba ve ablanın yaşadığı yıkım, sadece bir evin değil; bir sistemin sessiz çöküşünü yansıtıyor. Bu tablo karşısında şu soruların ortasında buluyoruz kendimizi: “Bir çocuk nasıl bu noktaya gelir?”, “Suçlu kim?”, “Toplum, okul, aile nerede boşluk bırakıyor?”
Dizinin çarpıcı yönlerinden biri, çocukların sosyal medya aracılığıyla kurduğu görünmez ama güçlü dünyayı, yetişkinlerin büyük ölçüde kavrayamaması. Bu dijital evren, erişkinlerin çoğu zaman dışından baktığı; kendine has dili ve sembolleri ile gençlerin içinde kaybolduğu, acımasız bir gerçeklik taşıyor. Akran zorbalığı, dışlanma, sürekli performans sergileme baskısı ve görünür olma arzusu; gençlerin ruhsal dünyasında belirleyici bir yer kaplıyor. Dizide, son dönemde bizde de sıkça duymaya başladığımız 'incel' (involuntary celibate – istemeden bekâr kalan erkekler) kavramına da gönderme var. Sosyal ilişkilerde dışlanan, kızlar tarafından görünmezleştirilen genç erkeklerin taşıdığı öfke, yalnızlık ve potansiyel şiddet, anlatının derinliklerine sızıyor. Bu grup, özellikle çevrim içi platformlarda bir araya gelerek yalnızlıklarını ideolojik bir öfkeye dönüştürebiliyor. Kadın düşmanlığı, toplumsal hayal kırıklığı ve aidiyet yoksunluğu gibi duyguların bir araya gelmesiyle şekillenen bu yapı, yalnızca bireysel kırılmaların değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız acımasız düzenin genç erkekler üzerinde bıraktığı yapısal tahribatın da bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor.
Kurgusal bir hikayeyi izlerken aynı zamanda toplumsal yapının gençliğe dair kayıtsızlığını ebeveynlerin yalnızlığını ve sistemin işlemezliğini görüyoruz. Sorgulama sürecinde bireysel hak ve özgürlüklere gösterilen özenin vurgulandığı sahneler ise sistemin çoktan çökmüş olduğu gerçeğinin üstünü örtemiyor.
Ergenlik: Kriz mi, inşa süreci mi?
Dizinin adı ergenlik dönemine ait daha kapsamlı bir anlatıyı düşündürse de, asıl olarak akran zorbalığına maruz kalan, dijital dünyanın tehlikeli sularında kaybolmuş, yalnız ve öfkeli bir çocuğun hayatından bir kesit sunuyor. Çocuğun öncesindeki ruhsal yapısına, ailesinin dinamiklerine, içinde yaşadığı koşullara dair veriler kısıtlı. İlk bakışta oldukça sıradan yaşamları olduğu izlenimi veren bu gencin ve ailesinin böyle bir trajedinin merkezinde kalması tam da bu nedenle izleyen herkesi ürkütüyor; "bu olanlar bizim evimizde de yaşanabilir" hissi veriyor. Bu, bir yönüyle dizinin güçlü taraflarından biri olmakla birlikte, ergenlik dönemine dair algıda bir çarpıtmaya yol açma riski taşıyor. Altını çizmeden geçmeyelim; ergenlik, tüm zorluklarına rağmen her zaman bu kadar yıkıcı bir süreç değildir ve dizideki gibi bir tabloyu tetikleyen birden fazla karmaşık süreç vardır.
Ergenlik dönemi, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda psikososyal düzlemde de bireyin yeniden yapılanmaya girdiği bir geçiş evresidir. Bu dönem, kimlik inşası, özerklik kazanımı ve toplumsal rollerle yüzleşmeyi içerir. Ancak bu yeniden yapılanma, çatışmalar, belirsizlikler ve savunmasızlıklarla birlikte gelir. Gençlerin benlik değeri, hem içsel dinamikler hem de aile, akran grupları, medya ve eğitim kurumları gibi dışsal etmenlerle şekillenir. Toplumsal kabul görme arzusu ile bireysel özgünlük ihtiyacının çatışması, çelişkili davranış kalıplarını doğurabilir. Duygusal düzenleme becerilerinin henüz tam anlamıyla gelişmediği bu dönemde, sosyal dışlanma ya da ebeveyn tarafından anlaşılmama, psikolojik kırılmalara yol açabilir. Dizideki karakterin yaşadığı yalnızlık, değersizlik hissi ve görünmezlik; bu dönemin psikolojik kırılganlığının, destek sistemlerinin eksikliğinde nasıl bir ruhsal gerilime dönüştüğünü çarpıcı biçimde gösteriyor.
Ebeveynlik: Yalnızlık ve suçluluk
Modern toplumlarda ebeveynlik, yalnızca bir bakım verme süreci olmanın ötesinde, duygusal ve toplumsal bir işlev taşımaya devam ediyor. Ancak bu işlevin yerine getirilmesi, günümüzde ülkemizdeki pek çok aile için de giderek daha zorlayıcı hâle gelmiş durumda. Kapitalist üretim ilişkilerinin şekillendirdiği gündelik yaşamda, ebeveynler zaman, enerji ve dikkat gibi sınırlı kaynaklarını çocuklarına ayırmakta zorlanıyor. Ebeveynler giderek yalnızlaşıyor; destek sistemlerinden yoksun bırakılan anne ve babalar, çocuklarının dünyasına erişemedikçe suçluluk ve yetersizlik duygularıyla baş başa kalıyor.
Bu yalnızlaşma, özellikle yoksul kesimlerde, ekonomik kaygılarla daha da derinleşiyor. Ebeveynlerin yoğun iş mesaisi ve yaşam derdi, çocukların yaşadığı duygusal ve sosyal süreçleri yeterince gözlemleyememesine neden oluyor. Bu durum, ebeveynlerin denetim yetisinin zayıflamasına ve çocuğun dış etkilere daha açık hâle gelmesine yol açıyor. Dizide tanık olduğumuz aile portresi, tedirgin edici bir biçimde aslında herhangi bir ebeveynin kendi çocuğunun iç dünyasına dair ne kadar az bilgiye sahip olabileceğini gösteriyor. Bu noktada ebeveynlerin yaşadığı yalnızlık, yalnızca bireysel bir başarısızlık değil; sistemsel olarak göz ardı edilen ve desteklenmeyen bir ebeveynlik modelinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkıyor.
İşlevsizleştirilen kurumlar: Okullar
Adolescence dizisinin en sarsıcı sahnelerinden bazıları okul ortamında geçen anlarda ortaya çıkıyor. Kamera, yorgun ve ideallerini yitirmiş öğretmenlerle, sınır tanımayan, denetimsiz ve iç dünyalarıyla baş başa bırakılmış öğrenciler arasındaki mesafeyi gözler önüne seriyor. Öğretmenlerin gençlerle kurduğu yüzeysel ve mekanik iletişim, yalnızca bireysel tükenmişliğe değil, aynı zamanda eğitim kurumlarının dönüşümüne işaret ediyor. Gelişkin kapitalist ülkelerde de işlerin sanıldığı kadar iyi gitmediği; toplumsal eşitliğin zemini olması beklenen okulların, ne kadar niteliksizleştirilmiş ve işlevsizleştirilmiş yapılar hâline geldiğine tanıklık ediyoruz.
Günümüzde eğitimin asli görevi olan çocuk ve gençlerin gelişimini destekleme sorumluluğu, piyasa mantığıyla şekillenen eğitim politikaları içinde eriyip gidiyor. Okullar, çocukların yalnızca akademik başarıları üzerinden değerlendirildiği, duygusal ve sosyal gelişimlerinin göz ardı edildiği kurumlara dönüşüyor. Akran zorbalığının olağanlaştığı, müdahalenin ise sistemsel olarak yetersiz kaldığı bu ortamlar, gençlerin yaşadığı travmaların hem kaynağı hem de taşıyıcısı hâline geliyor.
Öğrenciler yalnızca bilgiyle değil; aynı zamanda anlamla, aidiyetle ve güvenle buluşmak istiyor. Ancak bu bağ kurulamadığında, gençlik ya içe kapanıyor ya da öfkeyle dışa taşıyor. Okullar, sessiz çığlıkların yankılandığı, ancak çoğu zaman kimsenin duymadığı yerler olarak karşımıza çıkıyor.
Dijital çağda şiddetin yeni yüzü
Digital çağın, hem öğrenme hem de kişisel gelişim açısından özellikle çocuklar ve gençlere ciddi katkılar sunduğu ve yaşamlarının önemli bir parçası haline geldiği tartışmasız bir gerçek. Ancak kapitalizmin doğası gereği bu işlevsel alan da hızla araçsallaştırılıyor. Bilgiye erişimin önünü açan bu platformlar, aynı zamanda nefret söylemlerinin, şiddetin ve dışlayıcılığın örgütlendiği zeminlere dönüşebiliyor. Bu durumda en çok zarar görenler, savunmasız çocuklar ve gençler oluyor.
Kadınlara yönelik nefret söylemleri yayan içerik üreticileri, özellikle genç erkekler üzerinde etkili oluyor. Dışlanmışlık hissini ideolojik bir saldırganlığa dönüştüren bu içerikler, şiddetin dijital çağda nasıl yeniden üretildiğini gösteriyor. Çatışmalar, artık sanal ortamlarda örgütleniyor ve sokakta daha büyük bir öfke ve ölümcül şiddet olarak geri dönüyor. Bu dönüşüm, bireysel patolojilerin ötesinde; toplumun gençlere sunduğu geleceksizlik ve değersizlik duygusunun dışavurumu olarak değerlendirilmeli.
Sorumluluk kimin? Denetim mi, ilişki mi?
Mesele, yalnızca sosyal medyanın denetimsizliğiyle açıklanabilir mi? Dijital platformlar, elbette şiddet içeriklerinin yayılması, nefretin örgütlenmesi ve gençlerin savunmasızlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ancak sorun yalnızca teknolojik mecraların sınırsızlığı değil; aynı zamanda bu sınırsızlık içinde gençlerin yalnız bırakılması. “Aileler çocuklarına daha çok sahip çıksa her şey düzelir mi?” sorusu da bu bağlamda eksik kalıyor. Mesele, niceliksel olarak daha çok “ilgilenmekten” ziyade, nitelikli bir ilişki kurabilmek. Güçlü bir bağ, karşılıklı güven, duygusal farkındalık ve gençlerin iç dünyasına kulak verme çabası olmadan; ne denetim işe yarar, ne de yasaklar. Gençlik, gözetlenmekten çok, görülmek ister. Bu nedenle çözüm; aile, okul, medya ve toplumun birlikte inşa edeceği anlamlı, kapsayıcı ve şefkatli ilişkiler ağında yatıyor. Çocuk bakımı işini tek başına ebeveynlerin omuzlarına yükleyen bugünün kapitalist sistemi, bu nitelikli ilişkinin kurulmasını bırakın mümkün kılmayı adım adım yok ediyor.
Kırılganlığın görünmezliği ve toplumsal sorumluluk
Adolescence dizisiyle evlerimize ulaşan trajik hikâye, gençliğin görünmeyen kırılganlıklarıyla ve toplumun buna karşı sergilediği körlükle yüzleşmenin kapısını aralıyor. Kurmaca gibi görünse de, dizideki çocuk karakterin yaşadığı yalnızlık, değersizlik ve dışlanma duygusu, birçok gencin gündelik deneyiminin bir yansıması. Ebeveynlerin yaşadığı çaresizlik ve “nerede hata yaptık?” sorusuyla girdikleri iç hesaplaşma ise oldukça samimi ve pek çok aile için fazlasıyla tanıdık.
Dizi, gençliğin kırılganlıklarına dair güçlü bir anlatı sunsa da bazı önemli boşluklar barındırıyor. İngiltere gibi sosyal devlet yapısının çözülmeye yüz tuttuğu bir ülkede, bir işçi mahallesinde geçtiğini düşündüğümüz hikâyede, bu bağlamın yarattığı temel yapısal sorunlara yalnızca örtük biçimde değiniliyor. İzleyiciyi içine çeken çekim tekniği ve bireysel trajediyi öne çıkaran anlatı dili, diziyi daha geniş kesimlerin izleyebileceği bir yapım hâline getirmiş olabilir. Ancak bu tercihler, gerçekliğin daha karanlık katmanlarını perdeleyerek anlatının sınırlarını daraltıyor. Bu yüzden, yalnızca anlatılanı değil, anlatılmayanı da sorgulamak; temsilin sınırlarını, konfor alanlarını ve dijital platformların politik tercihlerle çizdiği çerçeveleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Sonuç olarak sorulması gereken en yakıcı soru şudur: Böyle bir olay, hangi boşlukların ürünü olarak ortaya çıkar? Cevap yalnızca bireyde ya da tek bir kurumda değil; sistemin tüm katmanlarında gizli. Gençlerin sesi duyulmadığında, yalnızlıkları kolektif bir kayıtsızlıkla karşılandığında, sonuçlar sadece bireysel değil, toplumsal da oluyor. Suçlu arayışını sistemsel sorgulamayla değiştirmedikçe, benzer kırılmalar yeniden ve yeniden yaşanacaktır. Asıl mesele gençlerin suça sürüklenmesi değil; bir toplumun çocuklarına, gençlerine ve geleceğine ne kadar sahip çıkabildiğidir.
/././
Rosa’nın 1 Mayıs’ı -Atilla Özsever-
Alman Komünist Partisi’nin kurucusu Rosa Luxemburg, 1894’te kaleme aldığı 1 Mayıs yazısında, 8 saatlik işgünü mücadelesinin yanı sıra işçi sınıfının tüm taleplerinin her yıl 1 Mayıs’ta dile getirilmesi gerektiğini savunur. Bu yıl ülkemizde DİSK’le birlikte diğer emek ve meslek örgütleri Kadıköy’de, Türk-İş ise Kartal’da 1 Mayıs mitingi yapacak.
Polonyalı Marksist ve Alman Komünist Partisi’nin kurucusu, Rosa Luxemburg, 1894 yılında kaleme aldığı “ Bir Mayıs’ın Kökenleri Nedir?” başlıklı yazısında tarihsel süreçten söz eder.
Rosa Luxemburg, bu yazısında, ilk kez Avustralya’da 1856 yılında işçilerin sekiz saatlik işgünü için gösteri düzenleyip miting yaptıklarını ve bir günlük genel grev kararı aldıklarını hatırlatır.
Rosa’ya göre, Avustralyalı işçilerin bu girişimi daha sonra Amerikalı işçilere de örnek olur. Amerikan işçi sınıfı da, polis ve yasal baskılara, dört işçi liderinin idam edilmesine rağmen mücadelesinden vazgeçmez. ABD’de 1890 yılında büyük bir gösteri ile 1 Mayıs kutlanır.
Rosa Luxemburg, Avrupa işçi hareketinin de bu talep üzerinde yoğunlaştığına ve mücadele ettiğine dikkat çeker. 1889’da Paris’te düzenlenen 2. Enternasyonel (Uluslararası İşçi Birliği) toplantısında, 1 Mayıs’ın 8 saatlik işgünü için eylem günü olmasına karar verilir. Rosa, bu konudaki makalesini şu görüşle bitirir:
“İşçilerin burjuvaziye ve egemen sınıfa karşı mücadelesi sürdükçe, bütün talepleri karşılanana dek, 1 Mayıs, bu taleplerin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha güzel günler geldiğinde, dünya işçi sınıfı kurtuluşunu kazandığında, insanlık muhtemelen, zorlu mücadelelerinin ve ödenen bedellerin anısına 1 Mayıs’ı yine kutlayacaktır”.
Sevgiliye mektupta 1 Mayıs
Rosa Luxemburg, kendisi gibi Marksist olan sevgilisi Leo Jogiches’e 5 Nisan 1894 günü yazdığı mektupta, hem duygusal bir kadın olduğunu, hem de işçi sınıfına olan bağlılığını ifade eden satırları dile getirir.
Rosa, Leo’ya “Varlığım, Birtanem, Sevgilim” diye hitap etikten sonra şu satırları yazar:
“Otel odasında oturmuş, 1 Mayıs için bir çağrı metni yazıyorum. Ancak senin yanında olmak istiyorum, dayanamıyorum. Seni görmeyi öyle arzuluyorum ki birazcık görebilsem hüngür, hüngür ağlayacağım…”
Daha sonra yukarıda özetlediğimiz 1 Mayıs’la ilgili düşüncelerini kağıda döker. Rosa Luksemburg, işçi sınıfının her 1 Mayıs’ta hem 8 saatlik işgünü taleplerini dile getirmesini, hem de kapitalizmin, sömürü düzeninin sona erdirilmesi için siyasal hedeflerini ortaya koymasını ister.
Tarihsel süreç
Rosa’nın bıraktığı yerden devam edecek olursak; Türkiye’de de Osmanlı döneminde 1 Mayıs, ilk kez 1909 yılında kutlandı. İşçiler, 1921’de de işgal kuvvetlerine karşı İstanbul’da 1 Mayıs’ta bir gösteri yaptı. 1 Mayıs, 1935’ten itibaren Bahar Bayramı olarak tatil günü ilan edildi, işçi bayramı olarak kutlanması yasaklandı.
Uzun yıllar sonra DİSK, 1 Mayıs’ı 1976’da Taksim’de kutladı. 1 Mayıs 1977’de ise 12 Eylül askeri darbesine giden yolda tezgahlanan bir provokasyonla Taksim’de 34 kişinin ölümüne yol açan olaylar meydana geldi. Daha sonra ölenlerin 41 kişi olduğu belirtildi.
12 Eylül 1980 sonrası ise, 1 Mayıs’lar hep yasaklandı. 2007, 2008 ve 2009 yıllarında DİSK’in öncülüğünde Taksim’de kutlamak için girişimlerde bulunuldu. Emniyet güçleri, panzer ve biber gazıyla müdahale etti.
Sonuçta, AKP iktidarı, 1 Mayıs’ı yasal olarak kabul etmek zorunda kaldı. 2010, 2011 ve 2012 yıllarında barışçıl bir şekilde Taksim’de kutlandı, kimsenin burnu dahi kanamadı. 2013’ten itibaren tekrar Taksim’de kutlama yasağı geldi. Daha sonraki yıllarda da Bakırköy, Maltepe ve Saraçhane’de kutlandı, Taksim’e çıkış izni verilmedi.
İstanbul’da 2 ayrı miting
2025’in 1 Mayıs’ı ülkemizin birçok yerinde kutlanacak. Örneğin İzmir’de Türk-İş ve DİSK, diğer emek ve meslek örgütlerinin katılımı ile birlikte ortak bir kutlama gerçekleştirecek. Emeğin başkenti kabul edilen İstanbul’da ise iki ayrı meydanda 1 Mayıs mitingi yapılacak.
DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu), TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) ve TTB (Türk Tabipleri Birliği), Kadıköy’de 1 Mayıs’ı kutlarken Türk-İş ise Kartal Meydanı’nda miting gerçekleştirecek.
1 Mayıs, “İşçilerin Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü”dür. 1 Mayıs’ın tarihten gelen anlamı sonucu tüm işçilerin, emekçilerin ortak bir şekilde taleplerini ortaya koyması ve mücadele vermesi esastır ve önemlidir.
Ülkemizde çeşitli zamanlarda işçi konfederasyonları ortak bir kutlama yaptılarsa da bu 1 Mayıs’ta Türk-İş içindeki bazı sendikaların itirazları nedeniyle İstanbul’da ortak bir mitingin düzenlenemediği öne sürüldü.
Demokrasi mücadelesini güçlendirmek
Türkiye’de işçiler, emekçiler, emekliler, dar gelirli yurttaşlar açısından ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda son derece sıkıntılı günler yaşanıyor. Hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısının yanı sıra AKP iktidarının yarattığı baskıcı ve otoriter yönetime karşı artık halk “yeter” dedi.
Özellikle İBB (İstanbul Büyükşehir Belediye) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasıyla birlikte 19 Mart 2025’ten itibaren toplumsal muhalefetin başta gençler olmak üzere yoğun kitlesel bir tepkisi oluştu. Seçme ve seçilme hakkına yönelik bu gaspla birlikte ekonomik ve sosyal sorunlar, başat rol oynadı.
CHP’nin Saraçhane’den başlayarak düzenlediği mitinglere yüksek derecede bir katılım oldu, “Tek adam rejimi”ne karşı halkın tepkisi çığ gibi büyüdü, gençlerin barikatları yıkması sonucu korku duvarının aşıldığı görüldü.
19 Nisan’da yapılan Yozgat mitinginde de çiftçilerin traktörleriyle katılımı ve AKP’nin kalesi sayılan bir ilde iktidara yönelik bu protesto eylemi, toplumsal muhalefetin giderek yaygınlaştığını gösteriyor.
İşte bu koşullarda işçi sınıfının da 1 Mayıs’ın tarihsel anlamına uygun olarak adalet ve demokrasi mücadelesinde daha etkin bir tavır alması önem kazanıyor. 1 Mayıs 2025, ülkemizdeki siyasal İslamcı faşizan gidişe karşı önemli bir set oluşturacağı gibi mevcut rejimi değiştirme umudunu da artıracaktır…
Lenin’in ‘Kartalı’
Yazımıza Rosa ile başladığımız için yine onunla sonlandırmaya çalışalım. Rosa Luxemburg (1871-1919), 27 yaşında Berlin’e gelir. Orada Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) aktif bir üyesi ve milletvekili olur.
Rosa, SPD’nin savaş yanlısı tutumu nedeniyle partisiyle anlaşmazlığa düşer. 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’na açıktan karşı çıkar ve yine ünlü sosyalist politikacı Karl Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Partisi’ni kurar.
Bu arada yoldaşı Leo ile inişli çıkışlı, fırtınalı bir aşk hayatı yaşar. Rosa, devrimci mücadelede olduğu kadar aşk yaşamında da tutkulu bir kadındır. Siyasi faaliyetleri ve düşünceleri nedeniyle defalarca hapse girer. Nihayetinde 15 Ocak 1919’da Alman paramiliter güçlerince katledilir.
Rosa ile Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin arasında farklı siyasi görüşler nedeniyle zaman zaman anlaşmazlıklar çıkacaktır. Ama Lenin, Rosa’nın ölümünden sonra şunları söyler:
“O bir kartaldı, hala da kartaldır. Rosa Luxemburg, bütün dünya devrimcilerinin anısında aziz olmakla kalmayacak, eserleri birçok devrimci kuşağın eğitimi için çok faydalı bir ders olacaktır”.
Yazımızı 1 Mayıs 2025’in, yani emeğin, toplumsal muhalefetin demokrasi mücadelesine örgütsel anlamda da daha fazla ağırlığını koyması dileğiyle bitirelim…
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder