soL "Köşebaşı + Gündem" (I) -25 Nisan 2025-

TKP'den 1 Mayıs açıklaması

1 Mayıs'ta İstanbul'da Kadıköy Meydanı'ndaki mitinge kitlesel olarak katılacağını açıklayan TKP, Valiliğin Kadıköy Meydanı için bir yasaklama kararı alması durumunda bunu bir Taksim çağrısı olarak değerlendireceğini ve gereğini yapacağını duyurdu.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) 1 Mayıs'a dair kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Açıklamada "Partimiz 1 Mayıs’ta İstanbul’da Kadıköy Meydanı’nda düzenlenecek mitinge üyeleriyle, dostlarıyla birlikte kitlesel bir biçimde katılacaktır. Aynı şekilde diğer kentlerde düzenlenen mitinglere de kararlı ve kitlesel katılım sağlanacaktır" denildi.

TKP İstanbul'da valiliğin Kadıköy Meydanı’na dair bir yasaklama kararı alması durumunda bu yasaklamayı bir Taksim çağrısı olarak değerlendireceğini ve gereğini yapacağını vurguladı.

Açıklamada "TKP, 1 Mayıs’ta hangi alan için çağrı yaptığından bağımsız olarak, Kartal Meydanı’yla ilgili dayatmanın peşini bırakmayacaktır. Türk-İş yönetiminin Kartal Meydanı’nda bir miting yapmak için başvuracağı adres Türkiye Komünist Partisi’dir" denildi.

Açıklamanın tamamı şöyle:

"1 Mayıs’a dair kamuoyuna açıklamamızdır:

1. Türkiye Komünist Partisi, geçtiğimiz yıl, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta İstanbul Saraçhane’de yaşananların ardından bir daha aynı tablonun parçası olmayacağını ilan etmiş ve bu doğrultuda 1 Mayıs 2025’te İstanbul Kartal Meydanı’nda bir miting yapacağını, gerekli evraklarla birlikte, Ocak ayında İstanbul Valiliği’ne bildirmiştir.

2. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve tutuklanmasına karşı tüm Türkiye’de başlayan halk protestolarına “seçme ve seçilme hakkını korumak” kararlılığıyla katılan Türkiye Komünist Partisi, ortaya çıkan toplumsal enerjinin parçalanmaması için Kartal’da hazırlıklarına başladığı 1 Mayıs mitingi için bir çağrı yapmamış ve İstanbul’da hatta Türkiye’de tek ve kitlesel bir 1 Mayıs için zemin yoklamaya başlamıştır.

3. Partimiz bu doğrultuda 1 Mayıs kutlamaları için inisiyatif alan heyete (DİSK-KESK-TMMOB-TTB) kamuoyu ile de paylaşılan bazı sorular yönelterek 1 Mayıslarda yaşanan bazı olumsuzlukları hatırlatmıştır. Gerek hazırlık toplantılarında gerekse DİSK yönetimiyle gerçekleştirilen merkezi görüşmede bu konularda gerekli hassasiyetin gösterileceğine ilişkin yaklaşım samimi ve ikna edici bulunmuştur.

4. Bu süreç devam ederken Türk-İş yönetimi 1 Mayıs’ta İstanbul Kartal’da miting düzenleyeceğini ilan etmiştir. Türk-İş’in hiçbir bildirim yapmaksızın iktidarın hukuksuzluğuna ve hükümetle yakın ilişkisine güvenerek yaptığı bu açıklamanın ardından partimiz yönetici ve hukukçuları Türk-İş yetkilileri ile temas kurarak Türk-İş’in 1 Mayıs’ta Kartal’da miting yapmasının hukuken mümkün olmadığını belirtmiş ancak iktidarın bu oldubittiye göz yumacağından emin olan Türk-İş herhangi bir diyaloğa yanaşmamıştır.

5. Partimiz İstanbul Valiliği ve Emniyeti ile defalarca iletişime geçmiş ve “bir alan için ilk bildirimde bulunan kurum dışında kimsenin alanda miting düzenleyemeyeceği”nin yasada açık hüküm olduğunu hatırlatmıştır. Bu kararlılığımız karşısında Valilik “size başka bir alan verelim” önerisini yapmış, parti avukatlarımız bu talebi geri çevirmiştir. TKP, 1 Mayıs’ta hangi alan için çağrı yaptığından bağımsız olarak, Kartal Meydanı’yla ilgili dayatmanın peşini bırakmayacaktır. Türk-İş yönetiminin Kartal Meydanı’nda bir miting yapmak için başvuracağı adres Türkiye Komünist Partisi’dir.

Depremle sarsıldık, özelleştirmeyle susturulduk: Telekom’u enkaz haline kimler getirdi?

IMF istedi, AKP yaptı. Telekom'la birlikte iletişim altyapısı da satıldı. 17 yıl sonra geri alındığında elde çökmüş bir sistem ve borç dağı kalmıştı. Özelleştirmenin faturası depremde susan hatlarla birlikte bir kez daha halka kesildi.

İstanbul'da dün Silivri açıklarında yaşanan 6,2'lik deprem ve artçıları milyonlarca insanı sokağa döktü. Yakınlarına ulaşmak isteyenler telefona uzandığında hatların düşmediğini fark etti.

Üç büyük operatör dakikalarca müşterilerine arama hizmeti sunamadı. Uzun süre sadece internet bazlı mesajlaşma uygulamaları kullanılabildi.

GSM şirketlerinin yöneticileriyle görüşen Ulaştırma Bakanı, aramalar 10 kat arttığı için baz istasyonlarının yoğunluğu karşılayamadığını söyledi.

Ancak bu yoğunluk Türkiye'de ilk defa yaşanmıyor. Hemen her sarsıntıdan sonra depremzedeler birbiriyle haberleşemiyor, enkaz altında kalanlar sesini duyuramıyor.

İletişimdeki kesintiden sorumlu olan operatörlerden Vodafone özel sektöre ait, Turkcell ve Türk Telekom ise Türkiye Varlık Fonu'nun elinde.

Bu şirketlerden Türk Telekom özel bir konuma sahip. Haberleşme tekeli konumundaki şirketin abonelerine hizmet sunamamasında 17 yıllık özelleştirme parantezi ve ardından gelen teslim edildiği AKP-MHP kadrolarının payı büyük.       

Özal istedi, Çiller-Yılmaz-Ecevit denedi, Derviş hazırladı, AKP sattı

Türk Telekom'un satışı ilk olarak 1985'te Turgut Özal tarafından dillendirildi. 1995 yılında Tansu Çiller tarafından özelleştirme kapsamına alındı. Mümtaz Soysal ve DSP'li isimlerin yüksek yargıya itirazıyla satış rafa kalktı.

Telekom'un satışı için yeni bir strateji belirlemek ANAP-DSP-DTP koalisyonunda Mesut Yılmaz'a kaldı. Yine olmadı.

Telekom yeniden özelleştirmeye hazır hale 2000'de geldi. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun başbakanı Bülent Ecevit olmuştu.

Ancak koalisyon dengeleri nedeniyle, satılacak hisse yüzde 30'a indirilmişti. Yatırımcıların da Doğu Avrupa ülkelerinin telekomünikasyon ihalelerine yönelmesi nedeniyle Türk Telekom cazibesini yitirmişti. Talip olmaması nedeniyle yine satılamadı.

Daha sonra bir deneme de ülke ekonomisini IMF ve Dünya Bankası çizgisiyle bütünleştiren Kemal Derviş yaptı. Bazı bakanların ayak sürümesi koalisyon dışından alınan siyasi destekle aşıldı. Haberleşme için Telekom altyapısını kullanan ordu da direnç gösterdi. Bu direnç Sümerbank'ın cüzi bir bedelle OYAK'a devriyle kırıldı. Derviş özelleştirme önündeki engelleri aşsa da hükümetinin ömrü son noktayı koymaya yetmedi.

20 yıl boyunca onlarca bakan ve hükümetin seferber olduğu satışı yapmak AKP'ye kaldı.

17 yıllık vurgun: 'Fena mı oldu?'

Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi 2005 yılında 6,5 milyar dolara Lübnanlı Hariri ailesi ve Suudi ortaklığındaki Oger Telekom’a satıldı.

Ülkede haberleşmenin belkemiğini oluşturan stratejik şirket, Binali Yıldırım ve Kemal Unakıtan'ın imzalarıyla kamunun elinden çıktı.

Unakıtan'ın “Bu özelleştirmeyle bir sektör serbest piyasa ekonomisine göre işlemeye başladı. Fena mı oldu? Türkiye kazandı” sözleriyle başlayan süreç tam bir vurgun öyküsüne dönüştü.

Türk Telekom kamu kurumuyken 75 bin çalışan istihdam ediyor, 1 milyar 800 milyon dolar vergi ödüyordu. Kurum özelleştikten sonra çalışan sayısı yaklaşık 27 bin kişiye ve ödediği vergi yaklaşık 830 milyon dolara düştü.

Satıldıktan sonra on binlerce çalışan emekliliğe zorlandı, maaşları dondurularak başka kurumlara nakledildi. Taşerona geçmeyen işçilere karşı ağır bir karalama kampanyası yürütüldü. İşçilerin TSK’ye ait kabloları kestiği yalanını atan şirketin yeni yönetimi, işçi haklarına karşı bir savaş açtı. Özelleştirme sürecine işçilerin tepki göstermesini eleştiren dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan da "işçilerin bundan sonra yan gelip yatamayacağını" söyledi.

Özelleştirmeye direnenlerin Yüce Divan'da yargılanmasını isteyenler kimlerdi?

Telekom'un satışına yönelik itirazları medyada canhıraş göğüsleyen iki isim Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ve yazarı Fatih Altaylı'ydı.

İkilinin 7 Temmuz 2005'te kaleme aldığı yazılar bu çabanın en öne çıkan örnekleri.

Özkök, karşı çıkanlara hakaretler yağdırıyor, özelleşmenin "devletten maaş alanlar" yüzünden geciktiğini söylüyor, üstü kapalı akademisyenlerin, bürokrat veya yargıçların devletten aldıkları maaşın, banka hortumculuğu gibi yolsuzluk kaynağı olduğunu savunuyordu.

Hedefindeki isim de özelleştirmeyi yüksek yargıya taşıyan Mümtaz Soysal'dı:

"Mümtaz Soysal gibi tipler. Hayatları boyunca ticari hiçbir sorumluluk almamışlar, hep yapılan işleri engellemişler. İyi bir hoca olabilir ama bu zihniyet artık komünist ülkelerde bile kalmadı."

Soysal'ı hedef alan diğer isim Altaylı oldu. Ona göre, özelleştirmeye karşı sürdürdüğü hukuk mücadelesi nedeniyle Soysal ülkeye en az 10 milyar dolar zarar vermişti ve bu nedenle Yüce Divan’da yargılanması gerekiyordu.

Altyapı için altyapıyı sattı, yatırımı yine kamu yaptı

2007 yılında özelleştirmeden sonra yapılan ilk toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin bir talebi de şirketin altyapı yatırımları yapmasıydı.

Dönemin Haber-İş Genel Başkanı Ali Akcan, bu talebi şu sözlerle açıklıyordu:

"Avrupa ve Amerika altyapının tamamı fiberoptikle döşenmişken, Türk Telekom'da sadece 103 bin kilometre fiberoptik kablo hattı var, 35 milyon kilometre bakır kablo hattımız var. Bakır kablo ile yapacağınız iş bu kadar oluyor işte, internet kullanımında zorluklar, bağlantıda kesilmeler yaşanıyor. Böyle sürmesi halinde, zaten yıllardır birçok yerde bakımı yapılmamış hatlar susma noktasına gelecek. Nihayetinde zarar yine bize gelecek."

Fiber altyapının durumu 2013'te bir daha gündeme geldi. Oger, fiber altyapıya kaynak sağlama bahanesiyle şirketin elindeki ve aslında Hazine’ye ait olan 35 milyon kilometrelik bakır kabloları, Danıştay’ın satılamaz kararına rağmen sattı.

Şirketin çöktüğü kamu kaynağının nasıl kullanıldığını anlamak için abonelerinin bugün internet hızına bakmaları yeterli.

Aradan geçen 13 yılda fiber altyapının toplam uzunluğu 103 binden 576 bin kilometreye çıkarılabildi. Haberleşmede hakim hat hâlâ bakır kablolardan oluşuyor. 

İnternet ve telefon hatlarındaki bu yavaşlığa rağmen Türkiye hâlâ en pahalı interneti kullanan ülkelerden biri. Üstelik uzun yıllar internetten yararlanabilmek için sabit telefon kullanımı da zorunluydu. Bu da Oger'in elindeki Telekom’un önemli kâr kalemlerinden biriydi.

Oysa özelleştirme ihalesinde Oger'in "hizmetleri en üst kalitede yürütecek yatırımlar yapması" şartı vardı, ancak şirket hiçbir yatırım yapmadı ve Türkiye’nin iletişim altyapısı her geçen gün geriledi.

Türkiye’yi hızlı internete kavuşturmakla sorumlu Telekom yerine, altyapı yatırımlarını devletin yapması kararlaştırıldı. Bunun için eğitimde “Fatih Projesi” planı devreye sokuldu. Projeye göre Milli Eğitim Bakanlığı tüm okulları hızlı internete bağlayacaktı. Devletin yaptığı yatırımla internete bağlanma Oger’in işine yaradı ve tek kuruş harcamadan milyonlarca yeni müşteri kazandı.

Borçsuz aldı, borçla devretti, zararı yine kamu ödedi

Sözleşme sonunda Oger, şebeke ve teçhizatı kullanılabilir halde ve şirketi de borçsuz bir şekilde devlete iade edecekti. Ancak Oger, 13 yılın ardından milyarlarca dolar batık kredi bırakarak Türkiye’yi terk etti.

Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi satıldığı gün kasasında 2 milyar dolar vardı. 2005-2015 arasında Türk Telekom 14 milyar dolar net kâr elde etti. 2016’ya dek 12,6 milyar dolar temettü ödendi. Oger bunun 7 milyar dolarını aldı.

Bu süre diliminde Oger, Türk Telekom’u borçlandırmaya da başladı. Satılırken borcu bulunmayan şirket 11 yılın ardından 3,5 milyar dolar borca girdi. Üstelik bu borçlar dövize bağlı ve değişken faizli haldeydi, yani Türk Lirasının hızlı düşüşü borçları olumsuz anlamda etkiliyordu.

Öte yandan Oger şirketi, özelleştirme parasını da ödemezken sadece 1,4 milyarlık ilk ödemeyi ve sonraki 600 milyonluk iki taksiti ancak 2013 yılında yatırdı. Böylelikle Hariri ailesi 7 milyar temettüyü ve kasadaki 2 milyar lirayı almış oldu ama borcunun yarısını bile ödemedi.

Kamu adına Türk Telekom yönetiminde bulunan kişilerin kurumun içi boşaltılırken nasıl bir tavır aldıkları kamuoyuna açıklanmadı. Bunlardan biri de eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan AKP'li Fuat Oktay’dı.

Oger, özelleştirme bedeli için yurt dışından borç ararken bu çalışma sonuçsuz kaldı, bunun üzerine Türk bankalarına Oger’e 4,75 milyar dolar borç verdirildi.

Oger bu borcu da ödemedi. Türk Telekom’un çoğunluk hissesi 2018 yılında Akbank, Garanti ve İş Bankası'nın başını çektiği bankalara geçti.

Bankaların elindeki 1,4 milyar dolar değerindeki hisseyi 2022'de Türkiye Varlık Fonu aldı. 

Yeniden özelleştirilmesi gündemde

Şirket bugün büyük oranda yandaş taşeronları ve medyayı beslemek için kullanılıyor.

Öte yandan bugün Varlık Fonu’nda bulunan Türk Telekom ve benzeri birçok kamu şirketi için satış kartı hâlâ masada tutuluyor.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bütçe gelirlerini artırmak için yaptırdığı çalışmalar kapsamında bu şirketlerin satışının analiz edildiği biliniyor.

Gelinen noktada Türk Telekom'un yanı sıra Turkcell ve Türksat'ın da ana hisseleri Türkiye Varlık Fonu'nunda. Yani 81 ilde en yaygın altyapıya sahip olan kurumlar iktidarın elinde.

Haberleşmenin yönlendirilmesi, tamamen kesilmesi ya da Türk Telekom örneğinde olduğu gibi geliştirilmemesi özel sektörün ve AKP-MHP'nin inisiyatifinde. 

                                                   ***

Depremlerin hatırlattığı: Yok olan vergi ve bağışlar, gizli ihaleler, yardım paralarıyla yapılan harcamalar

Güvenli kentlerde yaşayamayan yurttaşlar depremlerin ardından canını kurtarmanın derdine düşmüşken bir de iktidarın yolsuzluklarına maruz kalıyor. Toplanan vergiler yok oluyor, bağışların nasıl harcandığı açıklanmıyor, şirketler ihya ediliyor.

Türkiye'de çok sayıda can kaybının yaşandığı depremler sonrasında olanlar, her sarsıntıda yeniden aklımızdan geçiyor.

26 yıl önceki 17 Ağustos Gölcük Depremi'nin ardından gelen Elazığ, Van ve son olarak da Maraş'taki depremler sonrası iktidar önlem almadı, yurttaşların güvenliği için neredeyse hiçbir adım atılmadı.

Depremler için toplanan vergiler ve bağışlarsa hâlâ tartışma konusu.

Deprem vergileri önce kayboldu, sonra harcandı, en son 'hiçbir zaman var olmadı'

Gölcük Depremi’nin ardından toplanmaya başlanan "deprem vergisi"nin ilk yıllarda geçici olarak toplanacağı söylenmiş, daha sonrasında 2009’da kabul edilen bir yasayla vergi devamlı hale gelmişti. Elektronikten gıdaya kadar hemen hemen her üründen alınan "deprem vergisi"nin akıbeti sonraki depremlerin ardından gündeme gelmişti.

Gölcük Depremi'nin ardından halktan toplanan ve tahmini 40 milyar liraya ulaşan deprem vergisinin akıbetiyle ilgili 2011'de görüştüğümüz Afet ve Acil Yönetimi Başkanlığı, Maliye Bakanlığı ve Gelir Vergisi Daire Başkanlığı'ndan hiçbir cevap alamamıştık.

Dönemin AKP'li Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tüm deprem vergilerinin harcandığını belirtmişti. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'se deprem vergisi diye bir şeyin olmadığını söylemişti.

Bağışların nerede olduğu, nasıl harcandığı belli değil

6 Şubat depremlerinin ardından gerçekleştirilen "Türkiye Tek Yürek" kampanyasıyla ilgili fiyaskolar da arka arkaya ortaya çıktı. Bazı kamu kuruluşlarının taahhüt ettiği bağışları yatırmadığı anlaşıldı.

Buna göre, kampanyaya katılarak depremzedeler için "bağış" yapacağını açıklayan Ziraat Katılım Bankası, Vakıf Katılım Bankası, Türkiye Sigorta ve Türkiye Hayat Emeklilik, TMSF, Turkcell, Emlak Konut gibi kamu kurumları yaklaşık 9 milyar lirayı yatırmadı.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise  toplamda vaat edilen bağış miktarının 115 milyar 146 milyon 528 bin lirayı bulduğunu, toplanan paranın 85 milyar liraya ulaştığını söyledi. Yılmaz, kalan 30 milyar lira ve kimlerin ödeme yapmadığına ilişkin bilgi vermedi.

Bağışlarla ilgili çok sayıda hesaplama yapıldı, pek çok veri paylaşıldı.

Kesin olan şu ki, söz verilen tüm bağışlar yapılmadı, paralar kamu kurumlarının bağışlarıyla devletin bir cebinden diğer cebine aktarıldı, yapılan bağışların tamamı depremzedelere harcanmadıharcanan paraların hesabı verilmedi.

Kampanyada toplanan bağışların toplam miktarının ve nerede kullanıldığının araştırılması önergesiyse AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedildi.

TOKİ’den deprem bölgesi için 'gizli' ihaleler

Deprem bölgesi için "davet" usulüyle ihale düzenlendi.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (TOKİ) deprem bölgesinde inşa edilecek konutlar için açtığı ihalelerin yine iktidara yakın şirketlere verildiği açığa çıktı.

Skandallarla anılan utanç verici afet kurumu: Kızılay

Afet halinde yurttaşlara yardım eli uzatmakla görevli Kızılay'sa her yerinden dökülüyor.

Depremden dakikalar sonrasında halktan para toplamaya çalışan Kızılay'ın Boğaz manzaralı ve yüzme havuzlu köşke aylık 12 bin dolar kira verdiği, Menzil tarikatı destekçisi şirkete 700 milyonluk ihalesi verdiği, MÜSİAD’a ait hasarlı bir binayı 110 bin liraya kiraladığı, kuruma elindeki tüm gayrimenkulleri satma olanağı verildiği, uçmayan uçağa 245 bin dolar ödediği ve cihatçı örgütler için para topladığı, depremzedeye çadır sattığı dün gibi aklımızda.

Yardım parasıyla lüks araç alırken vatandaştan para toplayan, adının arkasından mutlaka bir yolsuzluk haberi gelen Kızılay'ın milyonlarca liralık arsasını bağışladığı ortaya çıkmıştı.

Geçtiğimiz günlerde su yüzüne çıkan son skandalsa Kızılay yardım paralarıyla ilgiliydi. İstanbul İl Merkezi Şubesi’nin hesaplarını inceleyen müfettişler, Filistin ve Suriye gibi ülkelere insani yardım yapılması için bağışlanan paraların genel merkeze gönderilmediğini belirlemişti.

Şirketler kollandı: Teşvikler, vergi muafiyetleri, ihaleler

AKP'nin "Türkiye Tek Yürek" kampanyasına bağış yapan şirketler de ihya edildi. Patronların "zararı" kat be kat üstünde karşı adımla bertaraf edildi.

Teşvikler yapıldı, vergi muafiyetleri sağlandı. Başta TOKİ'nin olmak üzere "gizli" ihaleler iktidara yakın olan ya da yolsuzluklara, usulsüzlüklere göz yuman şirketlere verildi.

Bunun bir örneği, zaten her zaman AKP tarafından kollanan Cengiz Holding oldu.

Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Cengiz'in kampanya için yaptığı 3 milyar liralık bağışa karşılık ilk adım Konya'da yapılacak tesisleri için atıldı. 

Tesis için teşviki kapan Cengiz Holding'in, şirkete ait Eti Alüminyum AŞ tarafından Konya'da yapılacak yatırım projesinin yüzde 100 vergi indirimi ve yüzde 85 yatırıma katkı oranı olmak üzere gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, KDV iadesi, vergi indirimi, azami tutar sınırı olmaksızın 10 yıl sigorta primi desteği, azami 75 milyon lira nitelikli personel desteği ve 200 milyon lirayı aşmayacak enerji desteği gibi teşviklerden yararlanacağı öğrenilmişti.

                                                    ***

İşkence de DMM'nin yalanı da belgelendi: Fahrettin Altun neden hâlâ sessiz?

Eren Üner'in işkence iddialarını reddeden Dezenformasyonla Mücadele Merkezi ve Emniyet'in yalan söylediği belgelenmiş oldu. Bahse konu gelişmenin ardından DMM de başındaki Fahrettin Altun da sessizliğe gömüldü. İşkenceye karşı sessizlik 21 Nisan’dan beri devam ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/iskence-de-dmmnin-yalani-da-belgelendi-fahrettin-altun-neden-hala-sessiz-397779)

                                                                  ***

İşkence ve hukuk: 'İşkence suç, soruşturmamak ihlal, yalan demek abes'-Yalçın Çuğ-

İşkence iddialarına dair soruşturma başlatılmazken, Emniyet Genel Müdürlüğü ile Dezenformasyonla Mücadele Merkezi de çarpıtmalarla olayın üstünü kapatmaya çalışıyor. Peki işkence yasalarda nasıl ele alınıyor, işkence iddiasına karşı nasıl bir süreç işlemesi gerekiyor?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonun ardından AKP iktidarının keyfi ve hukuksuz adımlarına karşı yurttaşlar sokaklara çıktı. Protestolarda gündeme gelen konulardan biri de emniyet güçleri tarafından yurttaşlara yönelik şiddet, darp, tehdit ve işkence oldu. 

Son olarak üniversite öğrencisi Eren Üner, yaşadıklarını sosyal medya üzerinden duyurdu. Saraçhane protestolarına katılan eylemcilere şiddet uygulayan polisleri ifşa ettiği gerekçesiyle 24 Mart’ta ev baskınıyla gözaltına alınan ve iki hafta tutuklu kalan Üner, gözaltı süreci boyunca polisler tarafından fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz bırakıldığını anlattı. Emniyet Genel Müdürlüğü ile Dezenformasyonla Mücadele Merkezi ise olayın üstünü örtmek için çarpıtmalara başvurdu.

İstanbul Gedik Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Erdi Yetkin, işkencenin yasalarda nasıl ele alındığını ve işkence iddiasına karşı nasıl bir süreç işlemesi gerektiğini soL'a anlattı. 

İstisnai durumlar da dahil olmak üzere işkencenin yasak olduğunu vurgulayan Yetkin, işkence iddiasının soruşturulmamasının işkence yasağının ihlali anlamına geleceğini belirtti. Yetkin, işkence iddiasını soruşturmak yerine, işkenceye maruz kaldığını iddia eden kişiyi soruşturmanın da işkence yasağının ihlalinin yoğunluğunu artırmakta olduğunun altını çizdi.

Yetkin, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün iddiaları hızlı bir şekilde reddetmesi ve İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi'nin de bahse konu açıklamayı "gerçek" olarak kabul edip iddiaları "dezenformasyon" olarak nitelendirmesine ilişkin, "Hem işkenceye dair devletin yükümlülüklerinin ihlali anlamını taşır hem de sansürdür" yorumunda bulundu.

'Ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü bir hal dahi olsa işkence yapılamaz'

Yetkin, gerek olağan dönemde gerek savaş, seferberlik gibi istisnai dönemlerde işkencenin kategorik olarak yasak olduğunun altını çizdi.

Anayasanın 17. maddesinin 3. fıkrası olan “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” hükmüne işaret eden Yetkin, maddede herhangi bir sınırlama sebebine yer verilmediğini belirtti. Yetkin, benzer durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bakımında da geçerli olduğunu hatırlattı.

Yetkin, “Bir kimsenin yaşamı tehlike altında olsa ya da ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü bir hal dahi olsa, işkence yapılamaz. İşkence mağdurunun ne yaptığı, politik görüşleri, işlediği suç, işkence ile ulaşılmak istenen amacın meşruluğu, içinde bulunulan olağan istisnai niteliği ya da başka herhangi bir gerekçe, işkence yasağının esnetilmesini sağlayamaz, işkence yasağının mutlaklığını ve kategorik bir yasak olma niteliğini değiştiremez” ifadelerini kullandı.

'İnsan onuruna sahip çıkan biri işkenceyi hiçbir koşulda meşru göremez'

“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganına atıfta bulunan Yetkin, bahse konu sloganın politik anlamın ötesinde işkence yasağına dair hukuki durumu da ifade etmekte olduğunu vurguladı.

Yetkin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında işkenceye ilişkin “insan onurunun korunmasına” dair doğrudan bir ifade bulunmadığını, ancak Anayasa Mahkemesi’nin insan onurunun hukuk siteminde korunduğunu kabul etmekte olduğunu belirtti. Yetkin sözlerine şöyle devam etti:

“Tam da bu aşamada işkence yasağının mutlaklığı anlaşılabilir: İşkence, kime, ne amaçla ve nasıl uygulandığından bağımsız olarak kategorik olarak insan onurunu ayaklar altına alır. İşkenceye maruz kalan kişi, Jeam Amery’nin mükemmel ifadesiyle nesneleşir, bedenden ibaret hale gelir, dayanışma duygusunu ve mukavemet etme imkânını yitirir ve maruz kaldığı kötülüğün şokuyla içinde yer aldığı dünyaya dair anlam yitimine maruz kalır.”

Yetkin, “Nesneleşmeye, bedenselleşmeye, dayanışma duygusunu, mukavemet azmini kaybetmeye tahammülü olmayan yani insan onuruna sahip çıkan biri, işkenceyi hiçbir koşulda meşru ya da önemsiz göremez” dedi.

'Abes de olsa yine de vurgulayalım…'

AKP iktidarının keyfi ve hukuksuz uygulamalarına karşı sokağa yurttaşlar, emniyet güçleri tarafından işkenceye maruz kaldıklarını duyurmuştu. 

Yetkin de bu bağlamda konuya dair şu yorumda bulundu:

“Pek tabiidir ki ve söylemek aslında abes de olsa yine de vurgulayalım ki Anayasa’da güvence altına alınmış gösteri yürüyüşü hakkını kullanması sebebiyle ya da Eren Üner bakımından cari olduğu üzere kolluk görevlilerinin kişisel verilerini yaydığı iddiası nedeniyle (ki bu iddianın da geçerli olmadığı, kamuoyuna yansıyan bilgiler ışığında TCK m. 136 hükmünde tanımlı suçun Eren Üner bakımından oluşmadığı) bir kişi işkenceye maruz bırakılamaz.”

Yasanın gereklilikleri neler?

İşkence yasağının mutlak ve kategorik niteliğini aktardıktan sonra yasağın kapsamına değinen Yetkin, yasağın gereği olarak şu maddeleri sıraladı:

  1. Devlet personeli, hiçbir koşul altında işkence yapamaz.
  2. Devlet, işkenceyi önlemek hususunda gerekli önlemleri almak zorundadır.
  3. Alınan tüm önlemlere rağmen işkence yapıldıysa, işkenceyi yapanları etkili bir şekilde soruşturmak ve işkence faillerini cezalandırmak gerekir.
  4. Bireyler arasındaki ilişkiler, işkence yasağı kapsamında değerlendirilebilecek bir ağırlığa ulaştıysa devletin bu halde de önleme ve etkili soruşturma yükümlülüğü söz konusudur. 

Yetkin, işkenceye dair iddianın etkili şekilde soruşturulmamasının veya soruşturma gerçekleştirilse dahi faillerin olması gereken şekilde cezalandırılmamasının işkence yasağının usuli yükümlülüğünü ihlal edeceğini belirtti.

HAGB kararının gerekçelerinden biri de işkence yasağıydı

Yetkin, Anayasa Mahkemesi’nin 2023 yılında Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılmasına dair Ceza Muhakemesi Kanunu madde 231 hükmünün ilgili kısımlarını iptal ettiğini hatırlattı ve iptal gerekçelerinden birinin de işkence yasağına ilişkin olduğunu belirtti. 

Anayasa Mahkemesi’nin kararında, işkence veya kötü muamele gerçekleştirdiği tespit edilen kamu görevlisinin fiili olarak cezasız bırakılmaması gerektiği savunulmuş ve “HAGB kurumunun kamu görevlisinin görevi sebebiyle işlediği ve Anayasa’nın 17. maddesi anlamında işkence, eziyet ve kötü muamele kabul edilen suçlar bakımından uygulanmayacağına dair yasal düzenlemenin bulunmadığı görülmüş; ceza mahkemelerinin uygulamalarının da bu sorunu çözemediği anlaşılmıştır. Bu durum Anayasa’nın devlete yüklemiş olduğu faillere fiilleriyle orantılı cezalar verilmesi ve mağdurlar açısından uygun giderimin sağlanması yükümlülüğü ile bağdaşmamaktadır” denilmişti.

‘İşkenceyi soruşturmamak yasağın ihlal edildiği anlamına gelecektir’

Sözlerini bu doğrultuda sürdüren Yetkin, “Eren Üner ile ilgili olayda, ilgili kişi olaylara, kişilere ve zamanlara dair hayli ayrıntılar vererek işkenceye maruz kaldığına dair iddiada bulunmuştur” dedi. 

“Eren Üner’in iddialarının somutluk düzeyi, verdiği ayrıntılar başlangıç şüphesinin var olduğunu göstermektedir” diyen Yetkin, Üner’in adli mercilere ihbarda bulunmasına gerek olmadığını, Cumhuriyet savcısının etkili bir soruşturma yürütmesi gerektiğini ifade etti.

Yetkin şöyle konuştu:

“Bu çerçevede iddiaların gerçekliğini araştırmak üzere basit başlangıç şüphesinin var olduğu değerlendirilmektedir. İşkence iddiası üzerine etkili bir soruşturma yürütmemek ve insan onuruna açıkça aykırı ve sınırlanamayan bu yasağın ihlalini cezalandırmamak, işkence yasağını pozitif yükümlülük – usuli yükümlülük boyutuyla ihlal edecektir. Üstüne üstlük bir de işkenceye maruz kaldığı iddia edilen kişi hakkında soruşturma açılması ise bu ihlalinin yoğunluğunu artırmaktadır. 

Vurgulamak gerekir ki mevcut olan bir işkence iddiasıdır ve henüz bu iddia, mahkeme kararıyla sabit değildir. Eren Üner’in iddiası etkili bir şekilde soruşturmalıdır ve eğer ki iddia gerçek ise failler işkenceye müsamaha gösterilmediğini teşhir ve tevsik eder biçimde cezalandırılmalıdır. Eğer iddia doğru değilse, iddia nedeniyle mağdur olan kişiler de iddia sahibine yönelik olarak hukuki yönden harekete geçebilirler. Dolayısıyla işkenceyi soruşturmak, işkence var anlamına gelmez fakat işkenceyi soruşturmamak, işkence yasağının usuli boyutuyla ihlal edildiği anlamına gelecektir.

Ayrıca belirtelim ki, işkence suçunun işlenişine iştirak eden diğer kişiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır; keza işkence suçunun ihmali davranışla işlenmesi de mümkündür ve işkence suçundan dolayı zamanaşımı işlemez. Tartışılan işkence iddiaları bakımından ise çeşitli amirlerin yaşananların farkında olmasına karşın hareketsiz kaldıkları, iddiaların odağındaki kolluk mensuplarının haricinde sağlık mesleği mensupları ve bir avukat hakkında da iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla çok sayıda kişiye dair farklı eylem isnatları söz konusu iken derhal bu iddialar gerçek dışıdır demek, ne işkence suçunun yapısıyla bağdaşır ne de böylesi bir yaklaşım devletin usuli yükümlülüklerine uygundur.”

‘Teyit sürecinden geçirilmeksizin ‘gerçek bilgi’ olarak kabul edilmesi mantığa aykırı’

Yetkin, Eren Üner olayında değerlendirilmesi gereken bir hususun ise etkili bir soruşturma yürütülmeksizin Emniyet Genel Müdürlüğü’nün iddiaları hızlı bir şekilde reddetmesi ve İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından da Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasının hemen hemen bire bir alıntılanarak işkence iddiasının dezenformasyon olarak nitelendirilmesi olduğunu ifade etti.

Yetkin, konuya dair şöyle konuştu:

“2022 yılında TCK m. 217/A hükmü düzenlenerek halkı yanıltıcı bilginin alenen yayılması, daha yaygın şekilde bilinen adıyla dezenformasyon suçu ihdas edilmiştir. Dezenformasyonla mücadele adına, bir gerçeklik inşa edilip bu gerçekliğin dışında kalan bilgilere erişimin engellenmesi ise sansür anlamına gelir. Eren Üner olayında özellikle dikkat çeken husus, işkenceye maruz kaldığını iddia eden bir birey ile bu bilginin tam aksini savunan Emniyet Genel Müdürlüğü arasındaki farklı açıklamalara karşın, T.C. İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezinin doğrudan doğruya iddiaların odağındaki Emniyet Genel Müdürlüğünün açıklamasını ‘gerçek’, işkenceye maruz kaldığı iddiasındaki kişinin açıklamalarını ise ‘dezenformasyon’ olarak nitelendirmesidir.”

Henüz etkili bir soruşturma dahi yürütülmemişken olayın doğrudan tarafı olan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı açıklamanın herhangi bir teyit sürecinden geçirilmeksizin Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nce “gerçek bilgi” olarak kabul edilmesinin mantığa aykırı olduğunu belirten Yetkin, “Dahası işkenceye dair etkili soruşturma yükümlülüğünü zayıflatıcı ve dolayısıyla da devletin usuli yükümlülüklerine aykırı bir duruma sebebiyet vermektedir. Çünkü devletin bir birimi, işkenceye dair iddiaların araştırılmaksızın üstünün kapatılmasına neden olabilecek şekilde işkence iddiasının daha en başından itibaren yersiz olduğunu kabul etmektedir” değerlendirmesinde bulundu.

                                                 /././

Rusya'da bir generale daha suikast: Aracına yerleştirilen bombayla öldürüldü

Rusya'da üst düzey bir generale daha suikast düzenlendi. Genelkurmay Başkanlığı'nın ana operasyon müdürlüğünün başkan yardımcısı Korgeneral Moskalik, aracının bombayla patlatılması sonucu hayatını kaybetti.(https://haber.sol.org.tr/haber/rusyada-bir-generale-daha-suikast-aracina-yerlestirilen-bombayla-olduruldu-397777)

                                                                  ***

Keşmir'de gerilim tırmanıyor: Hindistan-Pakistan sınırında çatışmalar var

Hindistan'la Pakistan arasında, Keşmir'in Pahalgam kasabasında gerçekleşen son ölümcül saldırının ardından başlayan gerilim tırmanıyor. İki ülkenin güçleri, Kontrol Hattı adı verilen sınır bölgesi boyunca çatışmaya başladı.

Hindistan ordusu kaynakları, bugün El Cezire'ye yaptıkları açıklamada, Pakistan tarafının ateş açmayı başlattığını öne sürdü. Pakistan yönetimindeki Keşmir'deki bir hükümet yetkilisi de, AFP haber ajansına askerlerin ateş açtığını doğruladı ancak ilk kimin ateş açtığını belirtmedi.

Pakistanlı yetkili Siyed Aşfak Gilani, AFP'ye "Sivil halka ateş açılmadı" dedi.

Kontrol Hattı boyunca hangi bölgede çatışma yaşandığı belirsiz kaldı. El Cezire, Keşmir'in Hindistan'ın kontrol ettiği bölgesinde bulunan Bandipora'da çıkan bir çatışmada iki kişinin yaralandığını aktardı.

Keşmir'de neden gerilim arttı?

Keşmir, 1947'deki bağımsızlıklarından bu yana Hindistan ve Pakistan arasında bölünmüş durumda. Bölgenin ayrı bölümlerini yöneten her iki ülke de bölgenin tamamını talep ediyor. Bu da yıllar içinde şiddete dönüşen gerginliklerin devam etmesine yol açıyor.

Geçtiğimiz salı günü, silahlı bir grup Pahalgam'daki bir tatil köyünde en az 26 kişiyi öldürmüştü. Bu, Hindistan yönetimindeki Keşmir'de çeyrek asırdır gerçekleşen en ölümcül saldırıydı.

Pakistan merkezli Leşker-i Tayyibe silahlı grubunun bir kolu olduğuna inanılan Direniş Cephesi adına yapılan bir açıklamada saldırının sorumluluğu üstlenildi.

Hindistan polisiyse, gruba ait üç şüphelinin ihbar edilmesi için 2 milyon rupi ödül teklif etti.

İki ülke ilişkileri en kötü seviyede

Ölümcül olay, Yeni Delhi ve İslamabad arasında önemli bir diplomatik anlaşmazlığa yol açtı. Hindistan, İndus Suları Anlaşması'ndan çekilirken, Pakistan Hindistan'a bağlı kanal sulama projesini durdurdu ve saldırıya karıştığı yönündeki suçlamalara misilleme olarak hava sahasını Hint havayollarına kapattı. 

Karşılıklı misilleme duyuruları, daha önce üç kez savaşmış olan nükleer silahlı iki komşu ülke arasındaki ilişkileri yılların en kötü seviyesine taşıdı.

Pakistan Savunma Bakanı Havaja Asif, dün El Cezire ile yaptığı röportajda, , İslamabad'ın saldırıya karıştığı iddialarını şiddetle reddetti. Asif, "Pakistan'ı suçlamak, Keşmir'deki Hint "işgali" sorununu çözmez" dedi.

"Bazı silahlı grupların bizim bölgeden sızması mümkün olamaz" diye ekleyen Asif, Kontrol Hattı'nın sıkı bir şekilde korunduğunu savundu.

Hindistan ordu şefi bölgeyi ziyaret ediyor

Hindistan'ın ordu şefi General Upendra Dvivedi, bugün bölgedeki güvenlik düzenlemelerini gözden geçirmek için Pahalgam'ı ziyaret ediyor.

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, silahlı adamları "dünyanın sonuna kadar avlayacağını" ifade etmişti.

Pakistan Dışişleri'nden uyarı: Hindistan ihlale başvurursa misillemeye hazırız

Bu arada, Pakistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Şafkat Ali Han, Hindistan'ın herhangi bir ihlali durumunda ülkenin misilleme yapmaya hazır olduğunu açıkladı.

Han, "Pakistan ordusu, herhangi bir talihsizliğe karşı egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunmak için tam kapasitede ve hazır" dedi.

Bakanlık sözcüsü, "Pakistan milleti barışa bağlı kalmaya devam ediyor ancak hiç kimsenin egemenliğini, güvenliğini, onurunu ve devredilemez haklarını ihlal etmesine asla izin vermeyecek" diye ekledi.

                                                        ***

Engelsiz bir yaşam için 1 Mayıs’a -Aysel Çakır-

Biliyoruz ki engelliler her ne kadar toplumsal hayattan izole edilmiş olsalar da aileleriyle birlikte işçi sınıfının önemli bir kısmını oluşturuyorlar. O halde engelliler ve engelli yakınları işçi sınıfı bayrağı altında toplanmalı ve 1 Mayıs kortejinde yerini almalıdır.

"Engelli kişileri işe almak size para kazandırabilir ve işinizin karlılığını artırabilir.” 1

Böyle diyor şirketlere yatırım tavsiyelerinde bulunan bir internet sitesi. Haklılar. Çünkü engelli çalışanların işe devamsızlık yapmalarının ve işten ayrılma oranları daha az, işe bağlılıklarının ve adanmışlıklarının ise daha fazla olduğu araştırmalarla kanıtlanmış durumda. Engel durumlarına bağlı olarak bazı özel yeteneklere sahip oldukları, işgücü devrinin sık sık yaşandığı günümüzde iş yerindeki varlıklarının diğer çalışanlar için de örnek teşkil ettiği de araştırma sonuçları arasında. Üstelik marka değerini arttırıp yeni müşteri çektikleri de bir gerçek. Bunun yanında engelli çalıştıran şirketler devlet destekleri, teşvikler almakta. Tüm bunlardan yola çıkarak önde gelen işletme dergilerinde “engelli istihdamını sosyal sorumluluk olarak görüyorsan hata yapıyorsun, fırsatları tepiyorsun” diyorlar patrona. Engelli çalışanları önemli bir rekabet avantajı olarak görüyorlar.2

İş yerindeki bu mekanizma siyasette de benzer şekilde işliyor demek yanlış olmaz. Engelli toplamı oy deposu olarak görülür. Engellilerin sorunlarına duyarlı bir siyasetçi izlenimi vermek çok kolaydır çünkü toplumun sosyal yardımlara en çok ihtiyaç duyan kesimi engellilerdir. Sosyal yardım olgusunun yanlışlığı bir tarafa Türkiye’de aslında sosyal yardım bile yok denebilir. Engelli aylığı alma koşulları ve miktarı incelendiğinde bu hemen farkedilir. Hane içi toplam gelirin asgari ücretin üçte birinin yani 7 bin 300 liranın altında olduğu, hiçbir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olunmadığı durumlarda yüzde 40-69 arası engellilik oranına sahip bireylere 3 bin 723 lira, yüzde 70 ve üzeri engellilik oranına sahip bireylere ise 5 bin 584 lira ödenmektedir. Üstelik sosyal yardımdan engellilerin tümü yararlanamadığı gibi aslında engelli olmayanları engelli gibi gösterip yandaşlara kaynak aktarmak da mümkün. Şirketlerin düşük ücretle çalışmaya ikna edebildikleri gibi AKP de komik olmanın ötesinde, hakaret olarak algılanması gereken miktarlardaki sosyal yardımlarla engelli sadakatini sağlayabiliyor. Yerel yönetimlerde de benzer tablo ortaya çıkıyor, insanca yaşam koşullarını yaratmak yerine düzeni aynen devam ettirip engellilere belediye üzerinden sosyal yardım yapıyorsunuz, böylece daha az maliyetle daha çok kazanç elde ediyorsunuz. Sonra marka değeri artıyor, müşteriler yani seçmenler için cazip hale geliyorsunuz. Seçimlerden önce hemen hemen her adayın tekerlekli sandalyedeki bir çocukla veya yaşlıyla sarılırken çekilmiş fotoğraflarını görürüz. Hem engellilerin ve engelli ailelerinin hem de diğer kişilerin oyları alınır, seçimden sonra da birkaç göstermelik proje dışında engelli konusu açılmaz. Düzen siyaseti açısından da engelli sorunlarıyla ilgilenmek iyilik değil, aslında akıllıca hareket etmektir, tıpkı şirketlerin yaptığı gibi.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 16’sı engelli ve bu toplamın yaklaşık yüzde 80’i yoksul ülkelerde yaşıyor.3 Türkiye’de de toplum yoksullaştıkça engelli sayısının arttığı çok açık. Ancak Türkiye’de toplam kaç engelli olduğu tam olarak bilinmiyor, çünkü devlet güncel verileri paylaşmıyor. Öyle ki Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2023 yılında yayınladığı Engelli ve Yaşlı İstatistik Bülteni’nde engelli sayısına ilişkin veriler aslında 2011 yılında yapılan araştırmanın sonuçları. Bu bültenin 2022 yılına ait verileri içerdiği iddia ediliyor ancak aradan geçen onbir yılda neden yeni veri açıklanmadığı belirtilmiyor. Dijitalleşmenin geldiği noktada basitçe ortaya çıkarılabilecekken bunun yapılmaması AKP’nin engellileri görmediğinin, dahası varlıklarını inkar ettiğinin bir kanıtıdır. Dünya Sağlık Örgütü verileri ve kriterlerine göre bir hesap yapıldığında Türkiye’de en az 8.5 milyon engelli olduğu tahmin edilmektedir. Yoksulluğun artmasının engelliliğin artışıyla doğru orantılı olduğu düşünüldüğünde bu sayının artmakta olduğu anlaşılır. Ancak sayıları bu kadar fazla olmasına rağmen sokaklarda engelli bireyleri kolay kolay göremiyoruz. Bunun sebebini anlamak için soL TV tarafından hazırlanan Plansız Kent: Engelsiz Kent belgeseli izlenebilir. Engelliler toplumsal hayatın dışına itilmiş durumdadır.

‘İnşallah çocuğum benden önce ölür’

Bu söz engelli çocuğu olan ebeveynlerin, özellikle annelerin en sık tekrarladıkları cümlelerden biri. Engelli çocuk dünyaya geldiğinde annenin ilk hissettiği duygu genellikle suçluluk olur. Bu duyguyla baş etmek hiç kolay değildir. Toplumdaki asli görevinin ailenin bakımı olmasının üstüne suçluluk duygusu eklenince kadın artık daha çok fedakarlık yapmaya itilir. Çocuğunun bakımı için işten ayrılmak, ömür boyu eve kapanmak kaçınılmaz olur. Kapitalizm koşullarında engelli çocuğun eğitim alması, sosyalleşmesi, toplumun üretken bir bireyine dönüşmesi neredeyse mümkün değildir. Engelli çocuğuyla birlikte anne de bir ömür sosyal hayatın dışına itilir. Eğitim demişken özel eğitim de kamusal kaynakların yağmalanmasının önemli araçlarından biri haline getirildi. Buna göre devlet özel eğitim okulları açmak yerine özel kurumları teşvik eder, özel kurumlara öğrenci başına ücret öder. Aileler için ücretli değildir ancak kamusal kaynaklar gerçekçi denetimden yoksun bu kurumlara akar. Kolay para kazanan rehabilitasyon merkezi patronlarının çoğu neredeyse mafyaya dönüşmüş durumdadır denebilir. Öğretmen ve uzmanları düşük ücretle ve ağır koşullarda çalıştırdıkları ve hakkını arayanları işsiz bırakmakla tehdit ettikleri yetmezmiş gibi bölgeleri paylaşırlar, öğrenci bulmaya çalışırlar ve öğrencileri ellerinde tutmak için her şeyi yaparlar. Bazen kağıt üstünde usulsüzlük yaparak öğrenci sayısını çarpıtırlar hatta bazen eğitimini tamamlamış olmasına rağmen öğrencileri mezun etmemek için direnirler. Bunun için aileleri kandırmaktan ve yanlış yönlendirmekten de geri durmazlar. Bu kurumların yöneticilerinin önemli bir kısmı anneler üzerinde hegemonya da kurmakta, hangi etkinliğe katılacakları hangisine katılmayacakları konusunda direktif vermekten çekinmemektedirler. Yine de çocukların eğitim alabilmesi için tek seçenek bu okullardır ve anneler bu okullardaki uygulamalara göre çocuklarının hayatına yön vermeye çalışırlar. Dolayısıyla sermaye sınıfı bu başlıkta da engelli bireyler ve onların aileleri üzerinden para kazanmaktadır.

Engellilik, en başta engelli olarak doğmak sınıfsaldır. Akraba evliliği, hamilelik ve doğum sırasında yaşanan sağlık problemleri, bebek ve çocukluk döneminde sağlık hizmetine erişememe, yetersiz beslenme, çocuk yaşta çalışmaya başlama gibi durumlar yanında yetişkinlikte de iş kazasıyla engelli kalma ihtimali çok fazladır. Benzer şekilde onbinlerce yurttaşın canına mal olan depremler, onbinlercesini de engelli bırakmıştır. Tabii Türkiye’de şubat depremlerinden sonra kaç yurttaşın engelli olduğu da resmi kaynaklarda açıklanmamaktadır. Engelliler sokaklarda yok, resmi raporlarda yok; sadece düzen siyasetçilerinin fotoğraflarında, belediyelerin ne kadar engelli dostu olduğunu anlatan göstermelik projelerinde, şirketlerin marka değerini yükseltmek için yürüttükleri sosyal sorumluluk faaliyetlerinde varlar. Ancak biliyoruz ki engelliler her ne kadar toplumsal hayattan izole edilmiş olsalar da aileleriyle birlikte işçi sınıfının önemli bir kısmını oluşturuyorlar. O halde engelliler ve engelli yakınları işçi sınıfı bayrağı altında toplanmalı ve 1 Mayıs kortejinde yerini almalıdır.

1https://www.nibusinessinfo.co.uk/content/advantages-employing-people-disabilities 

2https://hbr.org/2023/07/disability-as-a-source-of-competitive-advantage

3https://www.who.int/news-room/fact-sheets/detail/disability-and-health

                                                                        /././

Deprem bölgesinde 'görkemli' harcama: Defne Belediyesi'ne 950 kişilik kebap faturası -Özkan Öztaş-

Hatay’ın Defne ilçesi, 6 Şubat depremlerinin ardından hâlâ yaralarını saramamışken, belediyenin lüks harcamalarıyla gündeme gelmesi tepki çekti. 

24 Eylül 2024 tarihinde Halk TV’de yayınlanan Serhan Asker ile Görkemli Hatıralar programı için belediye bütçesinden kesilen 950 kişilik “Hatay kağıt kebabı” faturası tartışmalara yol açtı.

Her açıklamasında “bütçemiz yok” diyen belediye yönetiminin, kamu kaynaklarını şatafatlı bir yemek organizasyonuna aktarması tepki topladı.

950 kişilik kebap faturası: 'Belediye başkanı söz konusu kebap olunca mı bütçe buluyor?'

Etkinliği gündeme taşıyan isimler Defne Halk Temsilcileri Meclisi Başkanı Hizam Hasırcı ve TKP Defne Belediye Meclis Üyesi Fikret Çolakoğlu oldu. 

Hizam Hasırcı, söz konusu etkinliğe dair şu açıklamalarda bulundu:

29 Eylül’de Halk TV’de yayınlanacak bir programın konukları için Sarıoğlu Et Restoran’da öğle yemeği verilmiş. Görüntüleri inceledik, ortada 100 kişi bile yok. Faturada ise 950 kişilik kağıt kebabı yazıyor. Her biri 200 TL’den toplam 207 bin TL… Bu fatura gerçekse, belediye başkanı çıkıp borçtan şikâyet edecek en son kişidir. 207 bin TL’yi bir öğlen yemeğine harcayan bir yönetimin, halkı tasarrufa çağırması en hafif deyimiyle samimiyetsizliktir.”

soL'a konuşan Hasırcı, belediyenin halkın parasını harcamakta bu kadar pervasız davranmasını ise şu sözlerle eleştirdi:

“İstanbul’dan gelen ekip 12 kişi. Diyelim ki misafirlerle birlikte 200 kişi vardı. 950 kebap nereden çıktı? Her fırsatta ‘bütçemiz yok’ diyen belediye, söz konusu kebap olunca mı bütçe buluyor? Bu halkın parasını böyle savuramazsınız. Burası bir deprem bölgesi. Çocukların harçlık bulamadığı, işçilerin işsizlikle boğuştuğu bir yerde kamu kaynağını keyfe keder tüketemezsiniz.”

'Dosyaları inceledik, dudak uçuklatan harcamalarla karşılaştık'

Defne Belediyesi TKP’li Meclis Üyesi Fikret Çolakoğlu ise denetim komisyonundaki gözlemlerini paylaşarak, yaşanan gereksiz harcamayı şu sözlerle anlattı:

Dosyalar elimize geldiğinde dudak uçuklatan harcamalarla karşılaştık. Bizim görevimiz halkı aydınlatmak. Şüphelendiğimiz harcamalara şerh koyduk. Vicdanımızla hareket ettik. Bu daha başlangıç. Teker teker açıklayacağız.”

Çolakoğlu, özellikle kebap faturası konusunda şu soruyu gündeme getirdi:

“Halk TV’den gelen misafirler 12 kişi. Diyelim ki 100 kişi katıldı. Peki 950 kağıt kebabı neyin nesi? Bu vicdani bir davranış mı? Bu ahlaki bir tutum mu? Ben buna yalnızca ‘müsriflik’ diyorum. Belediye başkanının milliyetçi nutuklarıyla bu savurganlık bir arada duramaz.”

                                                         ***

Soma'da Fen Lisesi'nde öğretmenleri için oturma eylemi yapan liseliler: ‘Tehdit edildik’-Aslı İnanmışık-

Geçtiğimiz günlerde kadro dışı bırakılan binlerce öğretmen bir gecede "görev süresi doldu" denilerek açığa alındı.

Eğitim emekçileri dava açmaya hazırlanırken, duruma tepki gösteren öğrenciler pek çok ilde öğretmenleri için harekete geçti, okullarında ve kent merkezlerinde eylem yaptı.

Bunlardan biri de Manisa'daki Soma Borsa İstanbul Fen Lisesi'ydi.

21 Nisan Pazartesi günü Soma Borsa İstanbul Fen Lisesi'nde bir grup öğrenci öğretmenlerinin sürgün edilmesini protesto etti. 

Öğrenciler tehdit edildi

Okul bahçesinde oturma eylemi yapan öğrencilerin okul idaresi tarafından "derse alınmamak ve polise verilmekle" tehdit edildiği iddia edildi.

Bir diğer iddia ise okulun Müdür Yardımcısı Sezgin Çalışkan'la ilgiliydi. Buna göre Çalışkan, 18 yaşından küçük olan çocukların velilerine "Çocuklarınızı okuldan atacağız, derse almayacağız. Gelin çocuklarınızı alın, okul değişikliği yapın" diyerek tehdit etti.

18 yaşından büyük öğrencilere ise "Eylem yaparsanız polis çağıracağız, ileride memur olamayacaksınız" tehditleri yağdırıldı. Hem öğrencilerin ve hem de ailelerinin gözünü korkutmaya çalıştığı söylenen idarecinin bazı öğrencileri de okul içerisine almadığı söylendi. 

Müdür Yardımcısı Sezgin Çalışkan, açıklama yaptığı sırada öğrencilerin fotoğrafını çekti"Hepiniz disipline gideceksiniz" dedi.

'Çocuğun yeri sınıftır'

Sorularımıza yanıt veren Okul Müdürü Seydi Saban, iddiaları reddetti. "Bazı öğretmenler ve veliler konuyu başka bir zemine taşımaya çalışıyor. Proje okullarında görev süresi zaten sınırlı" diyen Saban, okul olarak "böyle gündemlerle anılmak istemediklerini" söyledi.

Saban, "Tehdit filan yok. O gün öğrenciler toplandı, gelin konuşalım dedik. Hayır kalkmak istemiyoruz dediler, biz de herhangi bir müdahale etmedik. Polis çağırmakla tehdit etmedik, bunlar çocuk, bir eğitimci bunu yapabilir mi?" diye konuştu.

Öte yandan "O saatte ders işleniyor. Çocuğun yeri sınıftır" diyen Saban, çocukların fotoğraflarının çekildiğini ise yalanlamadı. 

Ders saati içerisinde sınıfa girilmemesinin "suç teşkil ettiğini" söyleyen Saban, "Ancak tekrar söylüyorum tehdit falan yok. Biz sadece 'Gelin konuşalım' dedik. Olayı kaşımaya çalışıyorlar. Öğretmenlerimizden 12 tanesi şu anda görevinde" ifadelerini kullandı.

                                                            ***

soL


                                                                       






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...